Connect with us

Yazılar

Yangınlar, Göçler ve Salgınlar – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:

-

Son birkaç haftadır aşırı iklim olayları gezegenin her köşesinde zuhur ediyor. Seller, heyelanlar, aşırı yağışlar, sıcak dalgaları ve yangınlar bunlardan bazıları. İklim felaketinin tam ortasında olduğumuz bu günlerde artık kimsenin inkar edeceği bir şey kalmamış gibi duruyor. Son yılların en yüksek sıcaklıkları yaşanıyor ve gezegenimiz hem metaforik hem de literal bir şekilde kaynamaya başlıyor.

Bu sırada Afganistan’dan Suriye’ye ve Libya’ya daha pek çok uzak ülkede emperyalist saldırganlığın uzantısı olan işgaller ve savaşlar, iç savaşlar ve jeopolitik krizler sürüyor. Güney Amerika’da, Afrika’da ve Asya ile Ortadoğu’da pek çok insan daha iyi bir gelecek ve sağkalım umuduyla kuzeye göç ediyor.

Kovid-19 salgını ise bu sırada tüm gezegenimizi sarmaya devam ediyor. Aşıya erişimde Kuzey’in zengin ülkeleri zorlanmaz iken tedarikçilerin muhtemelen tahsilat endişelerine bağıl tercihleri ve yoksul ülkelerin iç politik sorunlarının bir bütünü olarak aşılama programları bir “Aşı Apartheid”i ile ilerliyor. Oysa gezegenimizin bütün bir sistem olarak var olduğu ve bulaş zincirinin insanlar olduğu gerçeği ortada iken bu sağlık krizi “Aşı Milliyetçiliği” ve “daha az dayanışma, daha çok izolasyon” ile sonuçlanıyor. Yine şirketlerin faaliyetinin bu derece insan hayatı üzerinde etkili olduğu “korpotokratik”(şirketokrasi) sosyal formasyonlarımızda şirketlerin “patent” hakkı geçici olarak bile sorgulanmıyor. Herkes güvende değilse kimsenin güvende olmadığı bir salgında tüm toplumsal ve jeopolitik hiyerarşilerimiz tek tek ortaya dökülüyor.

Gezegenimizin egemenleri (egemen sınıflar) biriktirdiği kir ve irin ile yüzleşmek şöyle dursun bu krizlerin hepsini yeni imkânlar yaratacak ve kârlılık oranlarını artıracak fırsatlar olarak görüyor ve bunu her türlü toplantılarında dile getirmekten çekinmiyorlar. Büyük sıfırlanma ya da “Yeni Normal” gibi ikrarlar BM’nin ve uluslararası etkisi olan pek çok organizasyonun internet sitelerinden hollerine yazılıyor ve konuşuluyor. Memleketimize tasallut etmiş olan Yeni Osmanlıcı post-emperyal hizip de bu rant kavgasından kendince nasiplenmeye çalışıyor.

Hâl böyleyken neoliberal toplumsal ilişkilerin iyice oturmasıyla haklara sahip vatandaşlardan hizmet sağlayıcı devletten hizmet alan “tüketicilere” dönüşen insanlar maruz kalan ve maruz kalırken de hayıflanan-söylenen pasif varoluşlara dönüşüyor. Bireyci dünya görüşü toplumu her köşesine, söylemine siniyor. Öyle ki toplumu, toplumsal sistemleri ve hatta bahsedilen herhangi bir bireyin çevresini dışsallaştırıp “iyi insanlar ve kötü insanların” tercihlerinin bir sonucu olarak görmek bir normali oluşturur oldu. Böylece kamusalın sistematik tasfiyesi devam ederken pek az insan ne olduğunun hatta mevcut tahakküm rejimine “neoliberalizm” dendiğinin ya da şirketlerin ve bazen hükümetlerin hayatlarındaki en küçük kararları bile onlardan önce aldığının farkına varabiliyor.

Bu kadar edilgen ve parçalanmış bir mevcutta bile yine insan türünün kendi içinden neşet etmiş zalimlere karşı direnişinin örnekleri ise çok şükür mevcut. Brezilya’da Topraksızlar’dan Hint Çiftçi Sendikalarına ya da Filistin Halkı’nın boyun eğmez mücadelesine kadar veyahut da memleketimizde KANAL’a, madenlere karşı direnenlerden işyerinde sömürüye direnenlere küresel ve yerel pek çok örnek olmasına karşın bu mücadelelerin ortak erekliliği ve bütünsel bir hedefi olmaması mücadeleyi kırılgan ve tepkisel yapıyor.

Bölünmenin ve parçalılığın(atomizasyon) bu radde arttığı bir çağda ortaklaşmanın, birleşmenin, ortak ereklerde buluşabilmenin imkânlarının aranması gerekiyor. Aksi takdirde yeryüzünden eşit ve adil bir geleceğin imkânı kalmayacaktır.

Allah yeryüzünde ilahlık taslayanlar karşı ezilenlerin elinden bir dersi ve zaferi Kasas Suresi’nin 4-5. ayetlerinde anlatıyor:

“O ülkede Firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki,) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, (yalnız) kadınlarını sağ bırakıyordu: çünkü o, gerçekten de, (yeryüzünde) bozgunculuk çıkarmak isteyen kimselerdendi.

Fakat; Biz istiyorduk ki, yeryüzünde hor ve güçsüz görülen kimselerden yana çıkalım, onların dinde öncüler olmasını sağlayalım, onları(yeryüzüne) varis kılalım.”*

Ezilenlere emanet edilmiş yol buradan da anlaşılacağı üzere açıktır. Hakikati eşitlik, adalet ve kardeşlik çemberinde birleştirmek bu yolun esasıdır.

 

*Muhammed Esed’in mealinden alınmıştır.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

27 Temmuz Yürüyüşü Üzerine – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Geçtiğimiz pazar günü, 22 ay geç kalmış ama önemli bir eylem gerçekleşti. Yankıları sürüyor.

“Sözü muhatabına söylüyoruz!” başlıklı yürüyüşün çağrısını yapan ve organize eden Köklü Değişim camiasına ve katılım sağlayan başta hocalarımız olmak üzere herkese teşekkürler. Önemli bir iş yaptılar.

Sözün muhatabına ve muhatabın bulunduğu yerde söylenmesi fikri gerçi yeni değildi ancak az çok tabana sahip bir hareketin çağrıcı pozisyonunda inisiyatif alması açısından bir ilk oldu çünkü daha önce üç defa ‘Külliye’ tabir edilen Beştepe Sarayında böyle bir etkinlik için çağrı yapılmış ve hiçbir grubun katılmadığı, 15-20 kişi ile yürütülen eylemler her defasında polis şiddeti ve gözaltılarla sona ermişti. Bu konuda ilk olma noktasında Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının gayretlerini anmadan geçemem.

27 Temmuz eylemi Türkiye Müslümanlarının ‘geç kalma’ alışkanlığının ve zamanlama probleminin bir sonucu olarak böyle bir kitlesel yürüyüş için çok ama çok geç kaldı. Bu yürüyüş için 22 ay geçmemeliydi. Bu süreçte şehit sayısı bazı kaynaklara göre (kayıplarla birlikte, ki maalesef muhtemelen onlar da şehit) 600 bini geçti. İsrail, Gazze duvarını aşıp Lübnan’a saldırdı ve Suriye’de de fiili işgale başladı. Soykırımın başlarında kabarıp sönen hissiyatımızın yeniden bizi harekete geçirmesi için demek ki her gün önümüze açlıktan ölen çocuk fotoğraflarının düşmesi ve Ebu Ubeyde’nin sitem dolu konuşmasını yapması gerekiyordu.

Buna rağmen, birbirlerini tekfir eden veya en azından oldukça soğuk bakan çeşitli grupların yürüyüşte kol kola olması gibi umut verici bir görüntünün de oluştuğu bu önemli yürüyüşe ne yazık ki kitlesi olan birçok yapı katılmadı. Hâlbuki sayı, 1 milyonu rahatlıkla bulabilirdi.

Kitlesel yürüyüşlerimizde sıklıkla gördüğümüz kitlenin konuya odaklanamama sorununu bu eylemde de yaşadık. Adeta slogan kıtlığı yaşandı ve sayısız defa tekbir getirilirken, birçok konu dışı slogan atıldı. “İşbirlikçi AKP” sloganı ise attırılmak istenmedi.

Köklü Değişim, Beştepe güzergâhında kararlı olduğunu katılımcı kitleye ve kamuoyuna önceden ilan etmesine rağmen bu konuda ısrarcı olmadı.

Gözaltına alınan iki arkadaşla avukatlar ve organizatörler karakolda ilgilendi ama arkadaşlar için kitle bilgilendirilerek bekletilmeliydi, yapılmadı.

Muhatap, kendisine ulaşan yolları kapattırsa da söz, muhatabına samimi bir şekilde söylendi. Boynundaki vebal hatırlatıldı. Hükümeti harekete geçirme yönündeki kitlesel çabalar 27 Temmuz’la sınırlı kalırsa şüphesiz bir sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan bu yürüyüşün bir son söz olmadığının, olmaması gerektiğinin hepimiz farkındayız.

Bu yürüyüşü değersizleştirmek de büyük bir zafer gibi sunmak da doğru değil. 27 Temmuz’da bir bariyer aşıldı, çıta yükseldi. Madem çıta yükseldi artık ona göre davranmak, geriye düşmemek için çalışmak gerekir. İktidar üzerinde kamuoyu baskısını artırmak için hareketliliğin devam ettirilmesi şarttır. Ses getirecek yerlerde kitlesel oturma eylemleri düşünülebilir. Gerekirse 27 Temmuz yürüyüşüne katılmayan grupların ayağına gidilerek bu ve benzeri çalışmalara davet edilmeli, ikna olmalarına çalışmalıyız.

Devamını Okuyun

Yazılar

İktidarları Aşmak, II – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

İsrail’in Suriye’ye yönelik son hava saldırısı, yalnızca bir egemen devlete yapılan aleni bir saldırı değildir; aynı zamanda bölge halklarına, direnişe, insana ve ahlaka yöneltilmiş sistematik bir meydan okumadır. Bu saldırının arkasında yalnızca Tel Aviv yoktur; Washington’un diplomatik ve askeri desteği, özellikle de Trump döneminde kurumsallaşan “sınırsız İsrail dokunulmazlığı” bu suçların zeminini hazırlamaktadır.

Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek sadece diplomatik teamülleri çiğnememiş; gücün, zorbalığın ve haydutluğun dibine vurmuştur. Ardından Golan Tepelerini “İsrail toprağı” ilan etmesi, emperyalist zorbalığın bir diğer göstergesiydi. O günden bu yana İsrail, Batı hukukunu da uluslararası normları da fiilen çöpe atmıştır ama asıl acı gerçek şudur: Bu cüret, yalnızca ABD’nin açık desteğinden değil, bölgedeki rejimlerin utanç verici sessizliğinden ve işbirlikçiliğinden beslenmektedir.

İsrail uçakları Şam’ı bombalarken bir yandan Riyad’daki petrol kuleleri yükseliyor, diğer yandan BAE limanlarında Tel Aviv malları sevkiyata hazırlanıyor. Türkiye limanlarından her gün 10’a yakın gemi ile İsrail soykırımının petrolü gönderiliyor. Gazze’ye atılan bombalarla aynı tedarik zincirinde olan çimentolar, çelikler, savaş mühimmatları Türkiye’den çıkıyor. Diplomatik koridorlarda ise soykırımcılara sessiz diplomasiyle örtü örülüyor. Tüm bu sahne, artık yalnızca siyasi değil, ahlaki bir çöküşün, insani çöküşün de belgesidir.

Suriye’ye yönelik saldırılar, yalnızca bir ülkenin egemenliğine değil aynı zamanda ümmetin onuruna yapılmış bir saldırıdır. Bu hat, sadece İran’la ya da Hizbullah’la sınırlı değildir. Bu hat; Gazze’de Hamas’ın kararlılığıyla, Yemen’de Ensarullah’ın meydan okuyuşuyla, Lübnan’da Şii-Sünni dayanışmasıyla örülmektedir. Bu nedenle İsrail’in saldırıları, sadece Suriye’ye değil; ümmetin onuruna, halkların özgürlüğüne yöneliktir.

Bu vahşetin karşısında, Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası yapılar tam bir acizlik ve aldatıcılık anıtına dönüşmüştür. Kınama dışında bir şey yapamayan bu organizasyonlar adeta emperyalizmin vitrin süsü haline gelmiştir. İnsan haklarından dem vuran Batılı kurumlar ise Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de, İran’da çocuklar katledilirken üç maymunu oynamakta bir beis görmemektedir.

Ama artık halklar bunu görüyor.

Halklar, kendi sokaklarına, kendi dualarına, kendi iradelerine sahip çıkıyor. Gazze’deki çocukla Şam’daki annenin kalbi aynı anda sızlıyor. Siyonist barbarlığa karşı yükselen bu yeni direniş; devletlerin değil, halkların omuzlarında yükseliyor!

Bu yeni hat, sadece askeri değil, ahlaki bir başkaldırıdır, insani bir başkaldırıdır. Bu hat, Batı’nın çizdiği “meşru şiddet” tanımlarını reddeder. Bu hat, emperyalizme karşı bağımsızlık hakkını savunur. Bu hat, iktidarların söylemlerini değil, mazlumların çığlıklarını esas alır.

Evet, direnişin adı artık Hamas’tır, Ensarullah’tır, Hizbullah’tır… Tabii daha da önemlisi, bu isimler artık birer örgüt değil, bir halk bilincinin, İslam ve tevhit bilincinin adı olmuştur. Onlarca yıl süren işbirlikçi iktidarlar, halkların iradesini bastıramamıştır. Şimdi o bastırılmış irade, yeraltı tünellerinden, çorak vadilerden, yıkılmış mahallelerden yeniden filizleniyor.  Vicdanları ve duruşlarını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olanlar bunu anlayamaz da göremezde, görmüyor da.

Bu sebeple;

İsrail’in saldırılarına sessiz kalan her iktidar suç ortağıdır.

Direnişi itibarsızlaştıran her medya aygıtı, propaganda savaşının bir parçasıdır.

Direnişi görmezden gelen her STK, ahlaki iflas içindedir.

Ve bizler, bu ahlaki çöküşün parçası olmayı reddediyoruz. Her erdemli insan da reddetmelidir.

Ya iktidarların çizdiği sun’î sınırları aşarak yeni bir direniş hattı kuracağız ya da çocuklarımız Siyonist emperyalizmin beton duvarları arasında boğulacak.

Çünkü kurtuluş sadece İsrail’in yıkılışıyla değil, onun zihinlerimizdeki tahakkümünün, STK’larımızdaki korkunun, medyamızdaki dalkavukluğun, iktidarlarımızdaki işbirlikçiliğin tasfiyesiyle mümkündür.

İşte bu tasfiyeyi başlatmak, hepimizin tarihsel ve ahlaki sorumluluğudur. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey de değildir. Bu, kulluğumuzun bir gereğidir. İnsanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz bir düzen kurmak için ufkumuzu, imkânlarımızı seferber etmeliyiz.

Bugünün savaşları artık yalnızca tanklarla, uçaklarla, füzelerle yürütülmüyor. Bugünün en keskin silahı, anlatıdır. Görüntünün dili, kelimenin ritmi, başlığın seçimi ve suskunluğun zamanı; bazen bir bombadan daha tesirlidir. İsrail’in Gazze’de işlediği soykırımı, Suriye’ye attığı füzeleri, İran’a olan saldırısı, Yemen’e yönelik ablukayı yalnızca askeri eylemler olarak görmek yeterli değildir. Bu eylemler, küresel medya düzeninin inşa ettiği meşruluk zırhıyla korunmaktadır.

Siyonist medya gücü, sadece propaganda üretmiyor; gerçeği formatlıyor, mazlumu suçluya, işgali meşruya dönüştürüyor. Bu medya düzeni, Batı’nın merkez medya organlarında kurumsallaşmıştır: CNN, BBC, The New York Times, Le Monde, DW ve daha niceleri… Ülkemizdeki medyanın, “İktidar gücenir!” diye Filistin eylemlerini nasıl görünmez kıldığını, görmezden geldiğini hep birlikte izliyoruz. Hepsi tek bir şeyde ortak: Direnişi şeytanlaştırmak, İsrail’i “meşru müdafaa” pozisyonuna çekmek!

Ama asıl yıkım, bu dili yerli medya aygıtlarının benimsemesinde yatıyor.

İslam coğrafyasındaki medya organlarının önemli bir kısmı kendi halklarına değil, kendi iktidarlarının dış politikalarına sadakat gösteriyor. İktidarlar gücenmesin diye Müslümanlara, insanlara yapılan tüm haksızlıkları ustaca görmezden gelebiliyorlar. Bu medya organları, Filistin direnişini “taraflar arası çatışma” olarak kodluyor; Ensarullah’ı “İran yanlısı milis” olarak küçümsüyor; Hizbullah’ı “bölgesel tehdit” olarak lanse ediyor.

Her şeyden acısı da şudur: Hamas’ın adı dahî geçirilmeden “barış çağrısı” yapılıyor. “İtidal” dili, halkların öfkesini soğutmak için kullanılıyor. Direniş değil, statüko; adalet değil, dengecilik; hakikat değil, görüntü yönetimi tercih ediliyor.

Batılı medya, aslında işbirlikçi iktidarların ruhunu taşıyor. Onların ekranları, emperyalizmin yıkımını değil, diplomatik dengelerin aldatıcılığını servis ediyor. Siyonistlerin soykırımı karşısında suskun ama bir roket fırlatıldığında alarma geçiyorlar. Bombalanan çocuklar için değil; zarar gören İsrailli psikolojisi için haber yapıyorlar.

Ne yazık ki sosyal medyada dahî algoritmalarla desteklenen bu medya dili, alternatif sesleri boğmakta kullanılıyor. Direnişe dair içerikler sansürleniyor, hesaplar kapatılıyor, etiketler gömülüyor. Dijital alan da işgal altında!

Tüm bunlara rağmen bir şey değişiyor:

Halklar, Müslümanlar artık medya değil, gerçeklik arıyor. Gazze’den yayılan görüntüler, Yemen’deki meydan okuma, Şam’da yıkılan binalar, Lübnan’da kurulan barikatlar artık sadece haber değil, vicdan çağrısıdır.

Direnişi terörize eden medya dili, yalnızca işgale değil; halkların iradesine de saldırmaktadır. Bu nedenle medya savaşı, yalnızca bir “enformasyon mücadelesi” değil; bir irade savaşıdır.

Bu bağlamda;

Her bir mazlumun hikâyesini anlatmak, bir haber değil bir görevdir.

Her bir direnişçiyi savunmak, bir ideolojik tercih değil, bir insanlık borcudur.

Her bir medya manipülasyonunu ifşa etmek, bir mesleki tutum değil, ahlaki zorunluluktur.

Bugün artık hakikat arayışı, bağımsız haber odaklarında, halk medyasında, gönüllü gazetecilerin omuzlarında yükselmektedir. Bu yeni medya dili, mazlumun gözünden, çocuğun çığlığından, annenin yıkılmış evinin önündeki sessizliğinden doğmaktadır.

Bizler, medya savaşında da tarafız. Tarafımız Müslümanlardır, ezilenlerdir, halklardır, adalettir, direniştir.

Çünkü gerçeği anlatmak, yalnızca bir anlatım biçimi değil; bir cephedir. Bu cephede susmak, işgalin dilini konuşmak demektir!

Devamını Okuyun

Yazılar

Yorgan Gitti, Kavga Bitti – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

İnsan bu fani dünyada ne için yaşar? Temel ve yalın olarak şerefi, namusu, güvenliği, ekmeği için; kendi hakkını savunurken de başkasının hakkına girmeden huzurluca, özgürce, insanca yaşamak ister.  İnançlı bir mü’min olarak Yaratıcısının bahşettiği nefes uğrunda, O’nu razı etmek için O’nun çizdiği sınırlar dahilinde mücadele ederek kurtuluşu niyaz eder. Bu arada kendisine bahşedilen dünyalıklardan az biraz da olsa nasiplenip sevdikleriyle rahat bir hayat sürmeyi de arzulayabilir tabii ki!

Ömrüne anlam katan asıl değer ise idealleridir. İdeali olmayan insan alelâde bir beşerdir, sürüdeki koyundur, boşlukta sürüklenen bir çerçöptür!  Bizim Müslümanlara bakın; ideali, umudu, hedefleri, hayalleri olan kaldı mı? Dünyalık hırs ve bilinçsizliğimizle elimizdeki imkânları da kaybetmiş durumdayız. Maalesef ne Müslümanca ne de insanca bir yaşam atmosferi var artık!

Bizim gibi müzmin muhalifleri geçelim, mevzunun muhaliflikle de alâkası kalmadı! Zoraki oluşturulan kutuplaşmalar çerçevesinde yürütülen denge oyunlarını da aşalı çok oldu. Karşıtlıklar dahilinde yürütülen stratejik hesap ve refleksler anlamını yitireli yıllar oldu. Hâlâ basit kazanımlar üzerinden meseleleri okuyup hareket eden zavallılara acı bir haberimiz var: ülke, tümden bitmek üzere…

Bu bitiş salt iktisadi, somut, zahiri gerçekliklerin ötesinde soyut, düşünsel, ahlâkî değerler açısından daha da vahim noktadadır. Canhıraş bir biçimde verilen iktidar mücadelesi size has değil, tarih boyu daha şeditleri verilmiş. Gelinen noktada elinize geçireceğiniz bir iktidar zemini de kalmadı, iktidar olup da hakimiyet kasacağınız bir atmosfer de… Hani atalarımız demiş ya, “Yorgan gitti, kavga bitti!” diye; siz, daha neyin davasını güdüyorsunuz!

İnsanlık tarihi, sömürü tarihidir. Siyasi, iktisadi, düşünsel, duygusal, her boyutun türlü desise ve baskılarla işletildiği zulüm tarihidir. İktisadi sömürü zemini olan kapitalizm ve siyasi sömürü düzeni olan emperyalizm, Dünya’yı tek bir forma sokup kontrol edebilmenin ve tek merkezden daha sistematik ve firesiz sömürmenin yollarını bulmuş ve sistematize edilen planlarını hayata geçirmişlerdir.

Salt bizim topraklarıma has değil tabii ki bu esaret; tekelleşmiş küresel iktidarın eline geçmiş vaziyettedir Dünya hakimiyeti! Yani bütün benliğinizi bırakıp ilkesizce peşinden koştuğunuz yerel iktidarı edinmiş olsanız da, ola ola karşıt kutuptakine nazaran daha ehlileşmiş bir uşak olabilirsiniz ancak!

Küresel hegemonya her devleti, her toplumu her toprağı üretim araçlarından tüketim alışkanlıklarına, siyasi despotlukla şekillendirmekten ekonomik köleliğe, fiili baskılardan zihinsel manipülasyona kadar her şekilde hakimiyetine almış, gönüllü veya gönülsüz çekip çevirmektedir. Tek adam rejimlerinden ziyade çoğulcu yönetim ve toplumların bir nebze esneklikleri olsa da onlar dahî küresel çarkın girdabında etkisiz bırakılmaktalar. Husûsen bizim ülkemiz gibi tek adam rejimlerini çok daha kolay boyunduruk altına alabilmekteler. Yerelde kendi iktidarını sürdürüp emelleri doğrultusunda fayda sağlayacağı (verilen serbestiyet sınırlarında) kazanımlarını muhafaza etme dürtüsüyle küresel patronların her istediklerini zımnen de olsa kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Onlar için tek bir kişiyi ikna veya mecbur etmek, kandırmak veya satın almak, baskılamak veya dostluğunu kazanmak çok da zor olmasa gerek! Neyi ne kadar üretip neyi ne zaman tüketeceğine, ne kararlar alıp neye imza atacağına, içeride ve dışarıda, nerede ne şekilde ne zaman hareket edeceğine karar vermek artık imkânsızlaşmış vaziyettedir.

Ezcümle, özelde ülke olarak özgür değiliz, iradeyi verdiğiniz tek bir adamın esaretiyle bütün bir ülke esir düşmüştür. Bu ahvalimiz yeni de değil, uzunca bir vakittir güzelim ülkemiz ve geleceğimiz esir ve aciz konumdadır. İşin vahimi, özellikle zihinsel bu esaret iliklerinize kadar işlemiş ve farkında dahî değilsiniz. Uzunca bir zamandır tek bir kişi yok, hepiniz onun şahsına içkin bir hâle bürünmüşsünüz. Artık onun gibi düşünüp onun gibi hareket ederek refleks geliştiriyorsunuz.

Bu esaret acziyetini gösteren birçok başlık olmakla birlikte, en barizi hâlâ sınavın bitmediği Gazze tecrübesidir. Gazze adeta kendini feda etti. Ne için? Ümmetin, prangalarının farkına varıp onları kırması, özgürlük rüzgârları estirerek hem kendini hem Kudüs’ü özgürleştirsin diye! Biz hâlâ esaret altında kaldıkça Gazze’ye o vakit yazık olmuş olacak!

Gazze bitti, şimdi işimize bakalım. İşimiz; dünyalık kazanımlarımızın ardından daha da sürüklenmek değil, kendi muhasebemizi yapmak, hatalarımızla hesaplaşmaktır. Her bir fert, her bir cemaat, her bir örgüt, her bir devlet, her bir toplum kendi muhasebesini yapıp şapkasını önüne koyacak. Koymayanın şapkası, özgür halklar tarafından indirilip yerli yerine konulacak!

7 Ekim’le birlikte hak gelmiş, batıl zâil olmuştur. Artık dünya, eskisi gibi olmayacak, olmamalı, olamaz da! Yok oydu, buydu, şuydu hikâyeleri havada uçuşup savrularak tarihe karışmıştır. Kendi tebaalarını ikna edip meşrulaşma çabaları anlam(sızlığı)ını yitirmiştir. Modern insanın putu olan uluslararası hukuk ve dengeler çöp olmuştur, herkesin nefsinden uydurduğu din, hakikat karşısında yerle yeksan olmuştur. İslam diye güttükleri maslahatların nefislerinin heva ve hevesleri olduğu bütün topluma aşikâr olmuştur. Bütün bu gerçekler önceden öyle böyle süslenip boyanarak tevil edilerek toplumlara dava diye yediriliyordu ama artık eskide kaldı onlar!

Ya “hak”tan ya batıldan yana olacaksınız, bunun lamı cimi yok! Yaşadığımız çağın firavunu Amerika’dır; sadece kendi kavmine değil, bütün Dünya halklarına Rabblik iddiasında bulunup terbiye etmeye soyunmuş Amerika’ya ya tâbi olursun ya da onlara “Lâ” diyerek mücadele edersin. Dolaylı ve doğrudan beşerî Rabblerine kulluk eden, hayatta kalabilmek uğruna türlü ilişkilere giren bütün uşaklar da (bilinmesine rağmen) çırıl çıplak ortaya saçılmış ve aşikâr olmuştur. Artık onun bunun senin benim düşüncemle, öncelik ve ihtiyaçlarımızla, anlayıp anlamamamızla alakası yok, her şey beyan olmuş. Başka sözü olan çıksın er meydanına…

Bu hak-batıl savaşı da yeni ve bilinmeyen bir şey değil; Adem’den kıyamete kadar yapılıyor ve sürecek! Sadece arada bir açık seçik beyan olur, insanlık sınava tâbi tutulur. Buradaki ölçü şudur: Kişi, kazanım ve kayıplarının hesabını dünyevi ölçütlere göre mi, yoksa özgür iradesiyle varlık gösterip Allah’ın vaadine göre mi şekillendiriyor hayatını? Bu, sadece askeri bir cepheleşme de değildir. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-modernist bir mücadeledir; dünyalık değerlerle ilahi öğretinin savaşıdır, mustazaflar ile müstekbirlerin savaşımıdır, sünnetullâhı ikâme etmeye çalışanlarla Dünyayı (ıslah edicileriz diyerek) fesada boğanların savaşımıdır!

Bu savaşı kaybetmekteyiz maalesef! Değer olgularımız yerle yeksan edilmiş vaziyettedir! Herhangi bir toplum kültürel, dini, özel ilke ve kaideleriyle hayat bulmuş değerleriyle anlam kazanır ve bu âlemde onurlu, devamlı, güvenli bir hayat sürer. Aksi takdirde anlık somut kazanımlar içinde ve refah ortamında cazibeli bir hayat sürse de bunun devamlılığı ve haysiyeti olmayacaktır ki, içinde debelendiğimiz zelil durumun gerekçesi de budur!

Sosyal çürüme had safhadadır. İnsanlığa, özellikle gençlere geçer akçe olarak yalan, tutarsızlık, haysiyetsizlik, çıkarcılık, maslahat adı altında şahsi varoluş hayalleri, kısa yoldan zengin olup koltuk edinerek hükmetme umutları zikren vurgulanıp fiilen sergilenerek vaat edilmektedir. Ahlâkî değerlerle bezeli bir hayat, alttan alta ahmaklık olarak lanse edilmektedir. En küçük ilke ve prensipleri yaşatma gayretleri dahî Don Kişot’luk olarak yansıtılıp insanlık, rasyonaliteye ve pragmatizme itilmektedir!

Soyut kayıplarımız yanında kazandığınızı zannettiğiniz somut şeyler bile tek tek elinizden uçup gitmekte ki, onursuzca edindiğiniz o somut kazanımların asıl sahibi de siz değildiniz zaten! Size veren eller istedikleri zaman kafanıza vura vura alacaklar ve almaktalar. Ülke ekonomik olarak, reel hukuk olarak, gençlere sunacağı somut sosyal imkânlar açısından bitmiş vaziyettedir.

Kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir ümmet. “Kurban edilen ümmet”, sondan ziyade başa koyunca “kurban eden ümmet” anlamı çıkıyor.

Ümmet olarak kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir. Ahlak ve özgürlük gibi temel kavramlarımızdan ziyade kazanım kayıp, başarı başarısızlık gibi iğdiş edilmiş tanımlarımızı bizlere hatırlatan Gazze ve Yemen, rasyonel mantık ve faydadan öte Yaratıcılarına sığınıp mücadele etmeyi, hayatlarını kurgulamayı gösterdi. Tabii ki çoğu gözler görmeyecek bu aydınlığı, çoğu kulaklar duymayacak bu nidaları, çoğu gönüller hissetmeyecek bu hakikati, çoğu akıllar idrak edemeyecek bu olanları! Sınav dünyası işte… İsteyerek veya istemeyerek Amerika’ya kulluk eden, bugün olmazsa yarın hesap verecek!

Korku, mantıktan daha güçlüdür. Mantıksız ve ahlaksız da olsa insan, korku içerisinde (iştirak etmese de) işletilen haksızlıklara sessiz kalabiliyor, zalimin yanında saf tutabiliyor. Hayat yolculuğumuzda genellikle korkularla karar verip hareket ederiz. Fiili baskılar haricinde dünyalıklarını kaybetme korkusu daha baskın gelebiliyor çoğu vakit. Korkularımızı yenip özgürleştiğimiz ölçüde insanlığımıza ulaşabiliriz. İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir? Bu bir teoloji mi yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi? “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya Allah’a tapacaksınız ya da (para tanrısı) Mamon’a!” diyen İsa Nebi, acaba ne demek istiyordu?

Artık görmeyen gözlerinizi, duymayan kulaklarınızı, idrak etmeyen dimağınızı açın!  Elinizde tutabilmek için uğruna her türlü değerinizi en naif ifadeyle ötelediğiniz, pervasızca harcadığınız, sattığınız bir iktidarınız dahî kalmadı. Sımsıkı tuttuğunuz, peşinden sürüklendiğiniz, benliğinizi kenara bırakıp her şeyinizle desteklediğiniz iktidarınız sizin değil. Ülkemiz ve ülkemizde tek başına hakimiyet süren RTE, küresel irade ve hakimiyetin esiridir; onun esareti, hepimizi mahkum etmektedir.

Bunun yüz binlerce örneği var, size sadece son iki tanesini sunabiliriz. Bu örnekten ziyade genel olarak Türkiye özelinde kimse iktidardan savaş açmasını beklemedi, duyarlı Filistin gönüllülerin taleplerine bile gerek kalmadan İsrail’in işlediği soykırıma karşı ekonomik ve siyasi olarak yalnızlaştırıp biraz da olsa Siyonistleri baskı altına almak için ilişkileri kesmesi gerekmekteydi ama iktidar tarafından hiçbir adım at(ıla)madı. Adım atmayı geçin (tabii kendi yüzünü aşikâr ettiğinden), bu taleplerle iki yıldır dört bir yanda haykıranları şeytanlaştırmaya çalıştılar. Hadi bunları da anlarız; utanmadan İsrail’e petrol sevkiyatı ve ticaret yapan ZORLU ve SOCAR firmalarına, en yüksek ihracat yapan 10 şirket listesine girmelerinden dolayı bizzat RTE eliyle ödül verilmesi ne demek oluyor? Hâlâ destekçiliğini yapan haysiyet sahibi tek bir kişi çıkıp açıklasın bunu! Mesele bu kişi de değil, vurguladığımız şey şu ki, peşinden sürüklendiğiniz kişi utanma duygusunu yitirmiş, haysiyetini satmış, benliğini kaybetmiş, tercihlerini herhangi bir erdem belirlemiyor ve özgür değil. Bir ikincisi; sahiplendiğiniz bu iktidarın en bariz temsilcisi olan Bayraktar Holding, Leonardo isimli İsrail’e silah tedarik eden İtalyan firmasıyla doğrudan askeri teknoloji ortaklığına girmesini nasıl açıklıyorsunuz; gönlünüze, aklınıza, benliğinize!

Bu noktada, özellikle bizim Müslümanlara seslenmek istiyoruz! Şu “dava” diye güttüğünüz maslahatların somut bir karşılığı olacaksa olsun artık! Çeyrek asır oldu, tek başınıza iktidarı yürüteli! Siz de bilirsiniz ki yaşadığımız çağdaki çeyrek asır, zaman olgusu açısından eski dönemlerdeki bir asra bedeldir. Allah, Muhammed aşkına bir söyleyin: Sizin bilip de bizim bilmediğimiz ne var? Hadi biz ahmağız, bari kardeşlik hukukuna binaen beş dakikanızı ayırıp Bilal’e anlatır gibi anlatın da biz de aydınlanalım! Yumurtadan nasıl bir sürpriz çıkacak, bu nasıl bir kuluçka süreci, meraktan çatlayacağız! Merak bir yana, yaşadığımız ızdıraptan çıldıracağız! Ne ağzımızda sinirden sıktığımız dişlerimiz ne de başımızda yolduğumuz saçlarımız kaldı!

Gelinen noktada idealleri, umutları, hayalleri iyice belirsizleşmiş bir camiaya döndük. Durup iki dakika düşünün; başta kendinize, çevrenize, topluluklarınıza bakın: Hangisi İslami bir emel uğrunda koşturmakta? Herkes gününü işten eve, evden işe geçirmekte! Ev, araba, gelecek plânları yapılmakta; afili sosyal ortamlarda caka satılmakta! Normal vatandaştan ne farkımız kalmış! Cümle arasında dahî İslami hareketten, İslami tekamülden, İslam düşüncesinden bahsedemez olduk. Hedef ve amaç diye basit dünyalık denklemler peşinde sürükleniyoruz.

Hâlâ “Zengin olup güçlenecek ve kaleyi içeriden fethedip sonra geleceğiz!” mi diyorsunuz? Öyle bir şey yok! İçeri girdikçe kaleye hapsoluyorsunuz, köşeyi döndükçe görüş açınız kayboluyor, güçlendikçe benliğinizi kaybedip güç sarhoşluğuna kapılıyorsunuz. Hayali düşmanlarla sizleri çevresine toplayan güruh, hayali davalar satıp kendi dünyalıklarını ve emellerini beslemek için sizleri aparatçıklar hâline getirenler tarafından yarın paçavra gibi kenara atılacaksınız! Üst perdede küresel patronlarının onlara yapacakları gibi zilleti tadacaksınız. Gelin, sizlere onur ve şeref kazandıracak tevhidi mücadelenin yoluna girin tekrardan, sizi halifelik makamına taşıyan akıl ve iradenizi kiraya verip prangalara vurmayın, özgürlüğünüzü nefsinize ve dünyalığınıza kurban etmeyin! Dost acı söyler, gerçekler acı olsa da sonu felahtır!

Rasyonel anlayışla hayat süren normal vatandaşlardan ziyade “Ben Müslümanlardanım!” diyen, hâlâ tevhidi duruşunu kaybetmemiş kardeşlerin artık kendilerine gelmeleri gerekmektedir. İslami kimliklerini tekrar taşımaya geçip İslami ideallerin peşinden koşup kendilerine önder ve öncü olarak seçtiklerini güncelleyip sürüklendikleri girdaptan Allah’a sığınarak çıkma eğilimi göstermelerini rica ediyoruz. Yarın çok geç olmadan dönün bu yoldan; güttüğünüz maslahatlar ve yaptığınız hesaplar iyice şaşmadan, murad ettiğiniz kazanımlar uğruna yarınlarınız vedahî ahiretiniz ziyan olmadan… Yol yakınken yola dönün!

Yarınlarda onurlu bir yaşam sürebilmek için, evlatlarımızın yüzüne bakıp aktarabileceğimiz bir söz bırakabilmek için, âhir zamanda güven içinde huzur-u mahşere çıkabilmek için…

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x