Connect with us

Yazılar

Sermayenin Tahakkümü Ne Zaman Bitecek? – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:

-

Tahakküm, verili bir hiyerarşik yapının üstünün alttakilerin sınırlarını ve rollerini belirlediği ve dışına çıkmaya çalıştıklarında cebrî ve gayri cebrî araçlara başvurduğu ilişki biçimidir. Mevcut dünyamızdaki ilişkisellikler kompleks tahakküm ilişkilerinin ve kopuşların bir akışıdır. Tarih de böyledir, toplum da. Vâr olan toplumsal ilişkilerin merkezinde ise “mal-hizmetler” üzerinden tanımlanan ama günümüzde kapitalizmin geç evre formasyonlarının ortaya çıkması ile her şeyin bir değişim değeri ürettiği sürece metalaşabileceği bir ilişkisel teşekkül halini almış olan “neoliberal kapitalizm” vardır. Artık değişim/mübadele her an her yerdedir. Demek ki sermaye görünmez olmuş ve her yere sızmıştır.

Mübadele ve meta, kapitalizme ruhunu veren iki temel kavramdır. Meta, temel olarak değişim/mübadele için üretilen, sonuçta sermayeye dönüşüp yeniden üretilebilen herhangi bir ürün, hizmet ve artık günümüzde şeydir. Mübadele ise sermaye birikiminin ve sermayenin yeniden üretimin temel aracı olan toplumsal ilişki biçimidir. Açlık, giyinme, ısınma, barınma gibi ihtiyaçlar ya da moda, sosyal statü, zevk, haz gibi insani ve sosyal durumlar insanları mübadeleye meyl ettirir. Kapitalist “pazar” mübadelenin yapıldığı yerdir. “Sermaye -> Meta -> Sermaye” döngüsü buradaki başat döngüdür. Günümüzde pazar en küçük bir “chatleşmeye” kadar genişlemiş durumdadır.

Kapitalist toplumsal oluşla ile ilgili bir diğer temel kavram ise “emek”tir. Emek, tabiri caizse kapitalist ilişkilerin ruhunun var olmasının temel koşulu olan bedendir, maddedir. Kapitalist üretimin ön koşulu kompleks emek süreçlerine katılacak geniş yığınları oluşmasıdır. Bu da ancak bir mülksüzleştirme, üretim araçlarından geniş kitleleri uzaklaştırmak ile mümkündür. Bu mülksüzleştirme dalgaları “proleter” işçi sınıfını oluşturur. Proletarya terimi,  Roma Hukuk Sisteminde mülkü olmayan ve oyları en değersiz olan “vatandaş” grubundan gelmektedir. Proleterler, yaşamak için emeklerini pazara bir meta olarak sunmak zorunda olan emekçilerdir. Böylece temel yaşam gereçlerini elde ederler. Günümüzde her türlü ekonomik spekülasyona, ideopolitik saptırmalara rağmen dünyayı ayakları üzerinde taşıyan beden, emekçi sınıfların bedenidir.

Neoliberalizm ise sermaye için uçsuz bucaksız sınırsızlaşma tahayyülüdür. Bu sınırsızlaşma özellikle sanayi-sonrası toplumlarda üretilen arzın karlılığının sınırlılar içinde daralması riskine karşı elzemdir. Toplumların ve insanların “sınıfsal” sınırlar içinde davranmasının karlılık için oluşturduğu risklere karşı elzemdir. Bu yüzden Şikago Oğlanlarının Şili’de Pinochet darbesiyle beraber iktidara geldiklerinden bu yana “neoliberal iktidar”ın ve tahakkümün kurulumunu iki ana ayak izlemiştir. Birincisi yapısal, keskin hatlarıyla ekonomik olan ayak; diğeri ise tüm neoliberal fantezilerin ve ütopyanın aksi olan ideopolitik ayak.

Yapısal adımların muhtevası; sermayenin hareketini sınırlayan her faktörün ortadan kaldırılmasını, kamunun ekonomik faaliyetinin sınırlandırılmasını, kamu maliyesinde yük olarak görülen sosyal haklara yönelik harcamaların kesilmesini, özelleştirmeleri, emeğin örgütlülüğünün kırılmasını, güvencesiz esnek çalışmanın yaygınlaşmasını, su/sahiller/otoparklar gibi müştereklerin bile özelleştirmesini içeren kapsamlı “ekonomik reformları” içerir.

Ve ideopolitik tutumu ise katı, keskin bir anti-kolektivist, toplum karşıtı, toplumsal dayanışmanın ve ağların tamamına karşı yıkıcı bir zorbalık ve diktatörlüktür. Neoliberal programcılar, programlarındaki  “özgürlük”, “bireyselleşme ve kendini gerçekleştirme”, “Açık ve Şeffaf Bir Toplum” gibi vaatlere ve bazen fazlasıyla gülünç olabilen derin inançlarına karşın gerçekte Milton Friedman gibi fikir babaları otoriter diktatörlükler olmadan neoliberal programlara karşı oluşacak toplumsal direnci kıramayacaklarının farkındaydılar ki, neoliberal dönüşümler dünyanın her yerinde zorbalıkla -zorbalık yasal süreçler de olabilir- ve genelde güçlü anti-demokratik rejimlerin eliyle olmuştur. Thatcher ya da Pinochet ya da Kenan Evren arasında fark eden şey siyasetin sahnesiydi ve siyasal kültürün araçlarıydı. Thatcher’ın ya da Reagan’ın bu zorbalıkları, saldırılarının nasıl ve neden seçmen desteği aldığı ayrı bir başlığın tartışma alanı olmalıdır.

Kaldığımız yerden devam edelim. Otoriter baskıcı rejimlerin yerleştirdiği kanunların yanında neoliberal bir ideopolitik kurulum için yeni kültür politikaları da gerekliydi. Neoliberal kültür “atomizasyonun” kültürüdür. Kişiler sınıfsal ya da kimliksel herhangi bir varoluşun dışında sadece “kişidirler.” İnsanının mevcûdiyetini bağlamsızlaştıran bu yaklaşım yoksulluğun ya da zenginliğin yine “birey” ile ilgili olduğu mitinin bir devamıdır. Aslında klasik liberalizmden daha radikal ve mitik bir bireyciliğe sahiptir. Herkes kendisinin “patronu” ve “efendisidir”. Herkes bir “girişimcidir.” Girişimci ideal tipi “birey” en iyi şekilde açıklar. Bu söylem içinde girişimci fırsatları okuyan, risk alan, yeni şeyler üreten ve bunun üzerinden toplumsal ve bireysel fayda üreten kişidir. Toplumsal refahımızın ve mutluluğumuzun kaynağıdır. Öyleyse bir girişimci olamadıysanız bu sizin sorununuzdur. Ama yine de efkârlanmayın, bu cömert ve hayırhah insanların “yarattığı” işlerde çalışıp sizin için ürettikleri mutluluğu ve refahı satın alabilirsiniz.

Elimizdeki yapıya bakarak diyebiliriz ki sermaye neoliberal kapitalist toplumda tahakkümün esas aracıdır. Toplumsal dinamikleri dayatan ve belirleyen yapının can suyudur. Ve bugün en küçük ilişkimize bile sızmış durumdadır. Peki, bu tahakküm daha ne kadar sürecek? Tarih, toplum, insan, doğa heyecan verici bir akış içinde diyalektik yapılardır. Bugün bu tahakkümün sona ereceğini bilmemizin bir “kehanet” ortaya atmamızın nedeni bir “mehdilik” ve ulûhiyet iddiası değildir. Sonu gelmez sanılan krallıkların ve imparatorlukların yattığı tarihin mezarlığında toplumsal ilişkilerin sürekli dönüştüğü ve tahakküm sistemlerinin sürekli yıkılıp yenilerinin kurulduğu ortadır. Önemli olan bu tahakkümün çöküşünün bize neler getireceği ve buna hazır olup olmadığımızdır. Çünkü tahakküm sistemleri politik yapılardır. Politik bir varoluşu olan insanın ve insan toplumlarının ise politik doğası ilişkisel bir zorunluluktur. Yani yıkılan, eriyen, çöken her yapıyı yeni ya da eski yapılar takip eder. Politika boşluk kabul etmez ve etmiyor. Bugün neoliberal ilişkilere karşı tepkisel olarak yükselen hareketler özellikle milliyetçi ve kimlikçi kolektivizmler hatta bazı koşullarda neo-faşist hareketler olarak politik alana dair yeni tahakküm ilişkileri ve yeni sermaye ilişkileri getiriyor. Burada hem eski hem de yeni şeyler var. Belli neoliberal kavramlar hala norm olarak ele alınıyor ama özellikle “ulusal burjuvazinin” yeniden güçlendirilmesi ve yeniden sanayileşme temel bir gündeme dönüşüyor. İşsizlik-güvencesizlik yeniden toplumsal sorunlar olarak ele alınırken genelde bu hareketlerin yanlış aktarımı yabancı düşmanlığıyla bu konuları bir arada anıyor. Sermaye yapısının keskin şekilde ulus-ötesi şirketler lehine değiştiği son 40-50 yılda bu tepkisel sağ milliyetçi popülizm gerileyen neoliberal tahakkümün yerini doldurmaya hevesleniyor. Artık neoliberaller sınırları istediği gibi çizemiyor ama burada umut görebilmemiz için sınırları kimin zorladığı gerçeğine de bakmalıyız? Cevabımız maalesef  “bu fetret devrinin canavarlar doğurduğu…”*

Ek olarak neoliberalizmin gerilemesinden bahsetsek de tamlamanın tamlanan kısmına fazla değinmedik: “Kapitalizm.” Kapitalist ilişkilerin dönüştüğüne dair emarelerimiz olsa da kapitalist tahakkümün dinamik yapısı ve sınırları ne kadar dirençli olduğunu ortaya koyuyor. Yine de “tarihin sonunun” kapitalizm ile gelmediği artık geniş kesimlerce biliniyor. Bugün kapitalist ilişkilerin gerginleştirdiği pek çok krizin mevcudiyeti kapitalizmin ürettiği tahakküme karşı en yakın değişim olasılığı gibi duruyor. Burada yalnızca eklenmesi gereken şey kapitalist köhne tahakküm sadece kendi sonunu değil insan türünün de sonunu yaklaştırıyor. Ekolojik kriz, finans sistemindeki olası çöküş ya da gergin toplumsal yapılardaki akut patlamalar… Ama insanlığın tarihi bize yine beklenmedik sıçramaların varlığının farkında olmak gerektiğini hatırlatıyor. Bugün dünyanın her yerinde insanlar mevcut ilişkiselliğin basıncına karşı her gün daha fazla ayaklanıyor. Occupy Hareketinden İklim Hareketine, Küresel Çiftçi ve İşçi Örgütlerine kadar dünyada alternatif bir arayış sürüyor. Politik arayışlar daha fazla hareketin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu hareketler ne kadar bugün dünyamıza hâkim tahakküm biçimini değiştirmeye muvaffak olamayacak durumda olsa da değişim her an varoluşu bize bir gerçeği hatırlatmalı. Varlık, bir akış ve süreklilik içinde dönüşen bir yapıdır. Sabit ve mutlak bir tahakküm ve ilahlık iddiasını hiçbir insan ve insandan neşet eden yapı savunamaz.

Ayrıca bir gerçeği daha hatırlamamız gerekiyor: Sermayenin ulus-ötesi tahakkümüne karşı ulusal talepler ve hareketler sadece ağrı kesici etkisi yapıyor. Yarın için bu hodbin, kof ve narsist tahakküme karşı adil, hakkaniyetli, eşitlikçi bir geleceği savunacak isek bu temelde uluslarası ilişkiler üzerinden de hazır olmamız gerekiyor. Yeryüzünde adaletsizlik ve çelişkiler her geçen gün derinleşiyor. Eğer uyursak geleceği de kaçırırız.

*Antonio Gramsci’ye atfedilen “Eski ölüyor, yeni ise doğamıyor. Bu fetret devrinde ise zaman canavarların zamanıdır.” cümlesine atıf.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x