Connect with us

Yazılar

Sermayenin Tahakkümü Ne Zaman Bitecek? – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:

-

Tahakküm, verili bir hiyerarşik yapının üstünün alttakilerin sınırlarını ve rollerini belirlediği ve dışına çıkmaya çalıştıklarında cebrî ve gayri cebrî araçlara başvurduğu ilişki biçimidir. Mevcut dünyamızdaki ilişkisellikler kompleks tahakküm ilişkilerinin ve kopuşların bir akışıdır. Tarih de böyledir, toplum da. Vâr olan toplumsal ilişkilerin merkezinde ise “mal-hizmetler” üzerinden tanımlanan ama günümüzde kapitalizmin geç evre formasyonlarının ortaya çıkması ile her şeyin bir değişim değeri ürettiği sürece metalaşabileceği bir ilişkisel teşekkül halini almış olan “neoliberal kapitalizm” vardır. Artık değişim/mübadele her an her yerdedir. Demek ki sermaye görünmez olmuş ve her yere sızmıştır.

Mübadele ve meta, kapitalizme ruhunu veren iki temel kavramdır. Meta, temel olarak değişim/mübadele için üretilen, sonuçta sermayeye dönüşüp yeniden üretilebilen herhangi bir ürün, hizmet ve artık günümüzde şeydir. Mübadele ise sermaye birikiminin ve sermayenin yeniden üretimin temel aracı olan toplumsal ilişki biçimidir. Açlık, giyinme, ısınma, barınma gibi ihtiyaçlar ya da moda, sosyal statü, zevk, haz gibi insani ve sosyal durumlar insanları mübadeleye meyl ettirir. Kapitalist “pazar” mübadelenin yapıldığı yerdir. “Sermaye -> Meta -> Sermaye” döngüsü buradaki başat döngüdür. Günümüzde pazar en küçük bir “chatleşmeye” kadar genişlemiş durumdadır.

Kapitalist toplumsal oluşla ile ilgili bir diğer temel kavram ise “emek”tir. Emek, tabiri caizse kapitalist ilişkilerin ruhunun var olmasının temel koşulu olan bedendir, maddedir. Kapitalist üretimin ön koşulu kompleks emek süreçlerine katılacak geniş yığınları oluşmasıdır. Bu da ancak bir mülksüzleştirme, üretim araçlarından geniş kitleleri uzaklaştırmak ile mümkündür. Bu mülksüzleştirme dalgaları “proleter” işçi sınıfını oluşturur. Proletarya terimi,  Roma Hukuk Sisteminde mülkü olmayan ve oyları en değersiz olan “vatandaş” grubundan gelmektedir. Proleterler, yaşamak için emeklerini pazara bir meta olarak sunmak zorunda olan emekçilerdir. Böylece temel yaşam gereçlerini elde ederler. Günümüzde her türlü ekonomik spekülasyona, ideopolitik saptırmalara rağmen dünyayı ayakları üzerinde taşıyan beden, emekçi sınıfların bedenidir.

Neoliberalizm ise sermaye için uçsuz bucaksız sınırsızlaşma tahayyülüdür. Bu sınırsızlaşma özellikle sanayi-sonrası toplumlarda üretilen arzın karlılığının sınırlılar içinde daralması riskine karşı elzemdir. Toplumların ve insanların “sınıfsal” sınırlar içinde davranmasının karlılık için oluşturduğu risklere karşı elzemdir. Bu yüzden Şikago Oğlanlarının Şili’de Pinochet darbesiyle beraber iktidara geldiklerinden bu yana “neoliberal iktidar”ın ve tahakkümün kurulumunu iki ana ayak izlemiştir. Birincisi yapısal, keskin hatlarıyla ekonomik olan ayak; diğeri ise tüm neoliberal fantezilerin ve ütopyanın aksi olan ideopolitik ayak.

Yapısal adımların muhtevası; sermayenin hareketini sınırlayan her faktörün ortadan kaldırılmasını, kamunun ekonomik faaliyetinin sınırlandırılmasını, kamu maliyesinde yük olarak görülen sosyal haklara yönelik harcamaların kesilmesini, özelleştirmeleri, emeğin örgütlülüğünün kırılmasını, güvencesiz esnek çalışmanın yaygınlaşmasını, su/sahiller/otoparklar gibi müştereklerin bile özelleştirmesini içeren kapsamlı “ekonomik reformları” içerir.

Ve ideopolitik tutumu ise katı, keskin bir anti-kolektivist, toplum karşıtı, toplumsal dayanışmanın ve ağların tamamına karşı yıkıcı bir zorbalık ve diktatörlüktür. Neoliberal programcılar, programlarındaki  “özgürlük”, “bireyselleşme ve kendini gerçekleştirme”, “Açık ve Şeffaf Bir Toplum” gibi vaatlere ve bazen fazlasıyla gülünç olabilen derin inançlarına karşın gerçekte Milton Friedman gibi fikir babaları otoriter diktatörlükler olmadan neoliberal programlara karşı oluşacak toplumsal direnci kıramayacaklarının farkındaydılar ki, neoliberal dönüşümler dünyanın her yerinde zorbalıkla -zorbalık yasal süreçler de olabilir- ve genelde güçlü anti-demokratik rejimlerin eliyle olmuştur. Thatcher ya da Pinochet ya da Kenan Evren arasında fark eden şey siyasetin sahnesiydi ve siyasal kültürün araçlarıydı. Thatcher’ın ya da Reagan’ın bu zorbalıkları, saldırılarının nasıl ve neden seçmen desteği aldığı ayrı bir başlığın tartışma alanı olmalıdır.

Kaldığımız yerden devam edelim. Otoriter baskıcı rejimlerin yerleştirdiği kanunların yanında neoliberal bir ideopolitik kurulum için yeni kültür politikaları da gerekliydi. Neoliberal kültür “atomizasyonun” kültürüdür. Kişiler sınıfsal ya da kimliksel herhangi bir varoluşun dışında sadece “kişidirler.” İnsanının mevcûdiyetini bağlamsızlaştıran bu yaklaşım yoksulluğun ya da zenginliğin yine “birey” ile ilgili olduğu mitinin bir devamıdır. Aslında klasik liberalizmden daha radikal ve mitik bir bireyciliğe sahiptir. Herkes kendisinin “patronu” ve “efendisidir”. Herkes bir “girişimcidir.” Girişimci ideal tipi “birey” en iyi şekilde açıklar. Bu söylem içinde girişimci fırsatları okuyan, risk alan, yeni şeyler üreten ve bunun üzerinden toplumsal ve bireysel fayda üreten kişidir. Toplumsal refahımızın ve mutluluğumuzun kaynağıdır. Öyleyse bir girişimci olamadıysanız bu sizin sorununuzdur. Ama yine de efkârlanmayın, bu cömert ve hayırhah insanların “yarattığı” işlerde çalışıp sizin için ürettikleri mutluluğu ve refahı satın alabilirsiniz.

Elimizdeki yapıya bakarak diyebiliriz ki sermaye neoliberal kapitalist toplumda tahakkümün esas aracıdır. Toplumsal dinamikleri dayatan ve belirleyen yapının can suyudur. Ve bugün en küçük ilişkimize bile sızmış durumdadır. Peki, bu tahakküm daha ne kadar sürecek? Tarih, toplum, insan, doğa heyecan verici bir akış içinde diyalektik yapılardır. Bugün bu tahakkümün sona ereceğini bilmemizin bir “kehanet” ortaya atmamızın nedeni bir “mehdilik” ve ulûhiyet iddiası değildir. Sonu gelmez sanılan krallıkların ve imparatorlukların yattığı tarihin mezarlığında toplumsal ilişkilerin sürekli dönüştüğü ve tahakküm sistemlerinin sürekli yıkılıp yenilerinin kurulduğu ortadır. Önemli olan bu tahakkümün çöküşünün bize neler getireceği ve buna hazır olup olmadığımızdır. Çünkü tahakküm sistemleri politik yapılardır. Politik bir varoluşu olan insanın ve insan toplumlarının ise politik doğası ilişkisel bir zorunluluktur. Yani yıkılan, eriyen, çöken her yapıyı yeni ya da eski yapılar takip eder. Politika boşluk kabul etmez ve etmiyor. Bugün neoliberal ilişkilere karşı tepkisel olarak yükselen hareketler özellikle milliyetçi ve kimlikçi kolektivizmler hatta bazı koşullarda neo-faşist hareketler olarak politik alana dair yeni tahakküm ilişkileri ve yeni sermaye ilişkileri getiriyor. Burada hem eski hem de yeni şeyler var. Belli neoliberal kavramlar hala norm olarak ele alınıyor ama özellikle “ulusal burjuvazinin” yeniden güçlendirilmesi ve yeniden sanayileşme temel bir gündeme dönüşüyor. İşsizlik-güvencesizlik yeniden toplumsal sorunlar olarak ele alınırken genelde bu hareketlerin yanlış aktarımı yabancı düşmanlığıyla bu konuları bir arada anıyor. Sermaye yapısının keskin şekilde ulus-ötesi şirketler lehine değiştiği son 40-50 yılda bu tepkisel sağ milliyetçi popülizm gerileyen neoliberal tahakkümün yerini doldurmaya hevesleniyor. Artık neoliberaller sınırları istediği gibi çizemiyor ama burada umut görebilmemiz için sınırları kimin zorladığı gerçeğine de bakmalıyız? Cevabımız maalesef  “bu fetret devrinin canavarlar doğurduğu…”*

Ek olarak neoliberalizmin gerilemesinden bahsetsek de tamlamanın tamlanan kısmına fazla değinmedik: “Kapitalizm.” Kapitalist ilişkilerin dönüştüğüne dair emarelerimiz olsa da kapitalist tahakkümün dinamik yapısı ve sınırları ne kadar dirençli olduğunu ortaya koyuyor. Yine de “tarihin sonunun” kapitalizm ile gelmediği artık geniş kesimlerce biliniyor. Bugün kapitalist ilişkilerin gerginleştirdiği pek çok krizin mevcudiyeti kapitalizmin ürettiği tahakküme karşı en yakın değişim olasılığı gibi duruyor. Burada yalnızca eklenmesi gereken şey kapitalist köhne tahakküm sadece kendi sonunu değil insan türünün de sonunu yaklaştırıyor. Ekolojik kriz, finans sistemindeki olası çöküş ya da gergin toplumsal yapılardaki akut patlamalar… Ama insanlığın tarihi bize yine beklenmedik sıçramaların varlığının farkında olmak gerektiğini hatırlatıyor. Bugün dünyanın her yerinde insanlar mevcut ilişkiselliğin basıncına karşı her gün daha fazla ayaklanıyor. Occupy Hareketinden İklim Hareketine, Küresel Çiftçi ve İşçi Örgütlerine kadar dünyada alternatif bir arayış sürüyor. Politik arayışlar daha fazla hareketin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu hareketler ne kadar bugün dünyamıza hâkim tahakküm biçimini değiştirmeye muvaffak olamayacak durumda olsa da değişim her an varoluşu bize bir gerçeği hatırlatmalı. Varlık, bir akış ve süreklilik içinde dönüşen bir yapıdır. Sabit ve mutlak bir tahakküm ve ilahlık iddiasını hiçbir insan ve insandan neşet eden yapı savunamaz.

Ayrıca bir gerçeği daha hatırlamamız gerekiyor: Sermayenin ulus-ötesi tahakkümüne karşı ulusal talepler ve hareketler sadece ağrı kesici etkisi yapıyor. Yarın için bu hodbin, kof ve narsist tahakküme karşı adil, hakkaniyetli, eşitlikçi bir geleceği savunacak isek bu temelde uluslarası ilişkiler üzerinden de hazır olmamız gerekiyor. Yeryüzünde adaletsizlik ve çelişkiler her geçen gün derinleşiyor. Eğer uyursak geleceği de kaçırırız.

*Antonio Gramsci’ye atfedilen “Eski ölüyor, yeni ise doğamıyor. Bu fetret devrinde ise zaman canavarların zamanıdır.” cümlesine atıf.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM