Yazılar
Yasak Meyvenin Sonu – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:
2 sene önce-

Hayatımızı çepeçevre saran, vazgeçilmezimiz haline gelen akıllı telefon başta olmak üzere akıllı teknoloji ürünleri hepimizi yavaş yavaş değil hızla aptallaştırıyor ve köleleştiriyor. Akıllı telefonu Apple’ın logosu ile metaforlaştırırsak, yasak meyve ısırınca nelere mal olacağından yola çıkarak gidişatı daha iyi anlamlandırabiliriz. Yasak meyveyi tadan insanlar, sonsuzluk sevdasıyla nasıl nefsinin kölesi haline gelmiş ise farklı bir formda aynı tecrübeyi yineliyoruz hep birlikte. İnsan soyunu çepeçevre saran bu sarmal nedir, ne değildir; insanlığa ne vadediyor, ne katıyor, ne alıyor, bütün boyutlarıyla getiri ve götürüleriyle araştırıp tanımlanmalıdır.
Küresel düzenin sağlayıcısı olan akıllı teknoloji ve en çok kullandığımız akıllı telefonlar yeni dünyanın zeminini oluşturacak başat unsurlardır. Hayatımızı kolaylaştırıcı, ticaretimizi hızlandırıcı, bilgilenme süreci ve iletişimimizi maksimum düzeyde sağlayan bu teknoloji farkında olmadan bizi bizden almaktadır. Bu teknolojiler, teknik olarak köleleştirme ve kontrol altında tutma aracı olarak kurgulanmıştır. İnsan soyu toplu halde yaşayan bir varlıktır ve bu yaşayışı sanal değil gerçektir, gerçek bir zemin ve veriler düzleminde hayat bulmaktadır. Duyusuz ve duygusuzlaştırılıp hissiz robotlar haline bürünmekteyiz. Birlikteyken bile birbirimizden o kadar uzağız ki başımızı kaldırıp karşımızdakinin gözlerine insani duygularla bakma yetimizi dahi kaybetmişiz. Kendi sanal âleminde embesil gibi yaşayan, ferdiyetçiliğin nirvanasına ulaşmış bir vak’a içerisindeyiz. İşin en kötü tarafı, bu vahim girdabın farkında olmayışımız…
Akıllı teknoloji insanı insan yapan özelliklerini köreltip yok etmektedir, (şahsen, bunun için kurgulandığını düşünmekteyim) bunun için kurgulanmasa dahî maruz kaldıktan sonraki sonuçlar bunu göstermektedir. İnsanı insan yapan en başat unsur olarak iradeyi baz alırsak, irademizi kullandırtmayan/anlamsızlaştıran, âdeta varlığımızı yok sayıp her an ve şartta ne yapacağımızı naif bir kadın sesiyle tatlı tatlı dayatan bir teknolojiden bahsediyoruz. Kurgunun özeti şu ki; sen yorulma/düşünme/karar verme, ben senin adına düşünüp/karar verip/fiiliyatını yönlendiririm. Özgür iradeni özgürce kullanabilmenin yanı sıra ikinci husus, insanın en mühim insani özelliklerinden biri olarak zihnini/hafızasını/belleğini kullanma yetisidir. Bu teknoloji kullanımının dozu ne kadar artarsa aynı oranda zihnini/belleğini kullanma oranı azalmaktadır. Bu kullanımsızlıkla birlikte hafıza durağanlaşmakta, kullanılmadıkça özelliklerini kaybedip yok olma evresine girmektedir. Eskiden hesap makineleri için bu denirdi; bu makineler kullanıla kullanıla zihin bu alanda çalışmaya çalışmaya tembelleşip işlevini kaybediyor diye en basit çarpma toplama işlemini bile hesap makinesinde yaparak bu yetimizi kaybetmekteydik. Geldiğimiz noktada her şeyimiz akıllı telefonda kayıt edilip her şeyimizi onun yardımı, yardımından ziyade türlü yöntemlerle yönlendirmesiyle yapar haldeyiz. Eşimizin telefon numarası dahî hafızamızda bulunmamakta, eskiden Yaradan’ın vermiş olduğu aklı ve hafızalarızı çalıştırıp işlevsel olarak kullanırdık. Şimdilerde iğneden ipliğe her şeyimizi “kendisini akıllı zanneden/zannettiğimiz” bir cihaza teslim etmiş, âdeta bir köle gibi onun talimatlarıyla hayatımız şekillenmektedir. Her ne kadar son komutu ve kararı kendimiz veriyor gibi gözükse de, zihin okuma ve yönlendirme teknikleriyle (kendimizin verdiğini zannettiğimiz kararlarla) hayatımız şekillendirilmektedir. Bu tablo ışığında varlığımızın bir anlamı kalmıyor, Allah’ın yarattığı ve üstün kıldığı insan soyunun insanlığından eser kalmıyor.
En temelde yaşanılan handikap şu ki, bu zeminde cereyan eden düşünsel, iletişimsel, ahlaki, siyasi, iktisadi, kültürel, sosyal, sanatsal, eğitsel, kişisel, ailevi vb. her alanda yaşanılan tecrübe ve seyrin zemini çarpıktır. Adı üstünde “sanal”, gerçeklikten uzak edinilen tecrübelerden olumlu bir sonuç elde etmenin imkânsız olduğu bir âlemde yaşıyoruz. Yukarıda sıraladıklarımızın her biri insaniyeti ve toplumu oluşturan başat unsurlardır, bu unsurlara hayat verebilmenin de belli kaideleri vardır. Bu bilişim cenderesi içerisinde, sosyal medya âleminde ne sağlıklı bir düşünce hayat bulabilir, ne ahlak, ne kültür, ne sanat, ne de siyasi, iktisadi, eğitsel bir gelişim; bunların olmadığı yerde kişiden de, ailevî değerlerden de, toplumdan da bahsedemeyiz. Bu unsurların hayat bulması için her birinin kendine has şartları, zeminleri, kriterleri vardır. Gerçeklikten, duyguda, histen, emekten, gözyaşından, alın terinden, selamdan uzak… Sanal âlemde bunların sadece simülasyonu olabilir, bu yanılsama içinde bilgi kirliliği ve karmaşası içerisinde toplum mühendisliğine maruz kalmaktayız sadece. Toplumdan, cemaatten, aileden, birlikten uzak kendimiz için biçilmiş dünyaya hapsolmuş robotlar haline getirilmekteyiz. Bu öyle bir tiyatro, öyle bir yanılsama, öyle bir kurgu ki, körlük içinde kendimizi hakikatin timsali zannediyoruz. Cehalet çukurunda düşünce inşacısı, ahlaksızlık içinde ahlaki değerlerin taşıyıcısı, acziyet içinde hâkim, aktif siyasetçi zannındaki piyon, kültür ve sanattan uzak bir yobaz, her türlü bilgi ayaklarına serilmiş kitap yüklü merkepler, ailemizden uzak yalnız haldeyiz!
Bu yeni dönemi ve araçlarını temelde bir iletişim/etkileşim zemini olarak tanımlarsak, durum daha da vahim! İletişim mantığına aykırı bir vakıa ile karşı karşıyayız. Beş duyu organının senkron çalışamadığı ve gerçek manada işlevsiz bırakıldığı bir atmosferde ne kadar sağlıklı iletişimde/etkileşimde bulunulacağı tartışmalıdır. Ruhsuz, mimiksiz, vurgusuz, duyusuz, hissiz tek tip bir dille iletişim olmaz. Kendi deyimleriyle internet âleminin kendine has ve vazgeçilmez bir dili var. Bu dilin ne kadar insani olup olmadığı irdelenmelidir. Medeniyeti oluşturan dildir, iletişimin de başat unsurudur. Bu noktada, kullanılan dil, medeniyeti de şekillendirir. Dil; ilk anlaşıldığı gibi Türkçe/İngilizce/Almanca gibi ses farklılıklarından müteşekkil teknik boyutundan ziyade somut-soyut birçok etkeni olan, kelimelerden ziyade kavramları da tanımlayıp anlam dünyasını yönlendiren, kültürü biçimlendiren, medeniyeti oluşturan, hayatı şekillendiren bütüncül bir unsurdur. Doğru ve insani bir dil güzel bir dünya inşa eder, yanlış ve gayri insani bir dil en fazla sahte mutluluklarla bezenmiş bir dünya kurgular ki sonu, büyüklüğü oranınca ağır ve şiddetli olur.
“Doğru kullanılırsa iyi bir şeydir!” söylemi bu çukura daha da çok çekmektedir bizleri. “Araştırma yapıyorum, verilere daha hızlı ulaşıyorum, tilavet dinliyorum, okuma yapıyorum, bilgi paylaşıyorum, örgütleniyorum, öğreniyorum vb.” söylemlerle kendimizi avutuyoruz. Bu zemindeki fiil ve söylemlerimiz, hayatımızın gerçek dokularının %10’una dahî sirayet etmemektedir. Emeksiz yapılan işin, çabasız edinilen verinin bir ehemmiyeti yoktur, olsa dahî belleğimize işlemediği için uçucudur. Eskiden bir konu hakkında araştırma yapacağımız vakit, en az altı kitabı önümüze koyardık, şerhleriyle birlikte irdeleyip bir özet çıkartırdık, bu süreç içinde okuduklarımız bir emeğin karşılığı olarak belleğimize işler ve yıllar sonra dahi ilgilî bir anda önbelleğimize gelirdi. Ya da fiilen arkadaşlarla yüz yüze oturup tartışıp görüşüp örgütlenirdik bir bedel karşılığında ve bunun da bir değeri vardı, şimdi ise sanal âlemde kendimizi avutmaktayız. Yerel ve küresel muktedirler de bundan çokça memnun olsa gerek ki, onlara en ufak bir tehdit teşkil etmiyoruz.
Zihinlerimiz yönlendirilmekte… En bilinçli olduğunu zanneden, en kontrollü kullanan kişi dahî farkında olmadan (%80 oranlarından) yönlendirilmektedir. Kendi irademizle yaptığımız tek şey kendi elimizle kendimizle ilgili verdiğimiz veriler, bu verilerle karakter analizimizi yapıp ne arzulayıp ne arzulamadığımızın haritasını çıkartıp, bu tespitler ışığında arzuladıklarımıza değil arzularımız arasından onların arzuladıklarına yönlendirilmekteyiz.[1] Bu noktada da kendimizi kandırmamızın bir âlemi yok, en farkındalığı yüksek kişi bile bu tuzağın kurbanı olup aslında ihtiyacı olmayan (sadece maddi alışveriş kalemleri değil) maddi manevi tüketim içinde kendini bulmakta… Daha da kötüsü zihni kurgulanmakta ve öncelikleri, hassasiyetleri, duyguları şekillendirilip doğru/yanlış tanımlamaları kolaylıkla istenilen doğrultuda değiştirilmektedir.
Varlık-yokluk noktasındaki bir mesele de furuâta dair kazanım/kayıpları mevzu bahis etmek yersizdir. İnsani bir yaşam alanının olmadığı, hatta kişiyi insanlıktan çıkaracak bir zeminde somut bazı kazanımlarımız veya hayatımızı kolaylaştırıcı unsurların olup olmamasının bir anlamı kalmıyor. Misal; huzurun olmadığı yerde araban olmuş, güvenin olmadığı yerde evin olmuş, iradenin olmadığı bir yerde bilgin olmuş ne olacak! Varlığının anlamsız kaldığı noktada, sanal ve sahte bir âlemde benliğinden uzak yaşayan ölüler olarak refah içinde hayat sürmüşüz ne yazar.
Ahlaki yozlaşma büyük boyutlarda… Ahlakın hayat bulmadığı/bulamadığı yerde ahlaksızlığın cirit atması kadar normal bir şey yok, anormal olan şey bunu normalleştirmektir. Özgürlük adı altında her türlü pislik makulleşmiş, normalleşmiş durumdadır. Misal; ergenlerin Tiktok uygulamasında adeta birbirleriyle yarışarak sergiledikleri iğrençlikler had safhada ve türlü sapkınlıkları yapıyor olmalarından daha vahimi bunu gönül rahatlığıyla hiç çekinmeden/utanmadan paylaşıyor olmalarıdır. Rabbim neslimizi muhafaza etsin ama korkarım hiçbirimizin çocukları bu yozluktan âzâde olamayacak. Sadece bu tür programlar değil, özgürlük şarkılarıyla bezenmiş internet âlemi faydadan ziyade büyük boyutlarda zarar peyda eden bir unsurdur.
Akıllı telefonun en bariz kullanım zemini olan sosyal medya, çok yoğun bir şekilde duygu karmaşası yaratıyor. Gerçek âlemde yaşanılan doğal duygu atmosferleri, yerini çok hızlı geçişlerle değişen yanıltıcı sahte duygulara bıraktı. Üzücü bir gelişmeye maruz kalındıktan 5 saniye sonra eğlenceli, hemen sonrasında hüzünlü, hemen ardından erotik, biraz sonra dini duyguları vurgulayan veri bombardımanı içinde insanlar yoğun bir duygu karmaşası yaşıyor. Bu karmaşa, sağlıklı bir insanın duyularını derbeder edip benliğinden uzaklaştırmaya, harap etmeye, gerçekliklerden uzaklaştırmaya fazlasıyla yeterli. Gerçeklikten uzak, sanal duygularla yönlendirilen, benliğinden ve toplumdan uzak nesiller küresel güç odakları tarafından rahatlıkla şekillendirilmekte ve istenilen mecraya sevk edilmektedir.
Gerçeklikten uzak bu yanılsama en çok kavramlarımızı tahrip etti, kavramlar yer değiştirdi, iğdiş edildi, karman çorman hale getirildi. Bu karmaşa içerisinde istediklerini yapabiliyorlar zaten; aydınlık, karanlık; karanlık, aydınlık zannında insanlar; doğru yanlışla, yanlış doğruyla yer değiştirmiş; hak, batıl; batıl, hak zannedilmekte. Öyle bir karanlık içerisindeyiz ki, zihni boşaltılmış mankurtlar haline geldik, özgürlüğün hazzını aşılayarak köleleştirmekteler.
Her birimize baş rol oynatılan bu tiyatroda kendimizi tatmin etmekten gayri bir şey yapmamaktayız. 2000’lerin başında liberalizm rüzgârıyla iliklerimize kadar işleyen ferdiyetçi ve hümanist düşünceyle bezenmiş hayat biçimi artık tahayyül dahî edilemeyecek tehlikeli evrelerde. Her şey ama her şey bireye endeksli ve öyle bir birey ki; kendinde olmayan, kendinin sonunu getirecek olan bir birey. Aileden uzak, topluma yabancı, doğadan bîhaber, hülyalar içerisinde yaşayan büyülenmiş bir zihin.
Bu sanal âlem; eşyanın tabiatına aykırı, doğanın işleyişine, düşüncenin inşasına, ahlakın hayat bulmasına, ilmin serüvenine, siyasetin yöntemine, kültürel/sosyal/sanatsal faaliyetlerin ruhuna, eğitimin mantığına, ailevî ilişkilerin özüne aykırı; yani insanı insan, toplumu toplum yapan irili ufaklı bütün dinamiklere ters, vahim ve absürt bir durum var ortada. İşin daha da vahimi, bu durumu çok hızlı içselleştirip makulleştirdik. Daha da öteye giderek vazgeçilmez, geri dönülmez, mecbur addediyoruz kendimizi!
Bu bilişim çağı tartışma, mütalaa, etkileşim süreçleri içinde olağanüstü sağlıksız bir zemin. Fikir ve bilgi alışverişi için verimsiz bir atmosfer. İnsanlar topluluk içinde sosyalleşerek öğrenir ve gelişir, sosyal medyadaki sosyalleşme sahte ilişkiler ağıyla bezenmiş gerçek dokunuşlardan uzak yapmacık bir zemin. Yol yok, yordam yok, adab yok, usul yok, üslup yok… Bu cümleyle sıraladığımız her bir madde üzerine ciltlerce aydınlatıcı metin yazılır. Mukabiliyet yok; genç de yaşlı da, bilgili de cahil de, aydın da, yobaz da, tecrübeli de, çaylak da aynı düzlemde… [(Buradan hiyerarşi karşıtlarının söylem geliştirdiğini duyar gibiyim :)] Siz isteseniz de, istemeseniz de toplum doğal bazı katmanlar üzerine kuruludur, toplumun doğasıyla savaşmanın âlemi yoktur. Misal; tartışmanın bir adabı, usulü vardır; görmüş geçirmiş yaşta biriyle oturmasını, kalkmasını nerede ne konuşacağını bilmeyen yirmi yaşındaki bir zevzek aynı düzlemde ahkâm kesmekte, konuşmakta… Zoom’dan yapılan bir toplantı esnasında kimse haddini, yerini bilmeden konuşmakta, yerine göre saygısızlık yapmakta, sadece büyüğüne karşı değil yaşıtı olan bir dostuna dahi yüz yüzeyken söylemeyeceği/söyleyemeyeceği sözler sarf edebilmektedir. Toplumun dinamiklerine aykırı olarak herkesi tek tipleştirmekte, aynileştirmektedir bu sanal zemin. Aynilik eşitlik değildir, herkesin aynileştiği bir toplulukta aslında herkes anlamsızlaşmaktadır. Yeni dünya, bilişim araçlarıyla herkesin zihnen robotlaşıp tek tipleştirildiği, insanlığın iradenin değerlerin anlamsızlaştığı bir tatmin çağıdır.
Sosyal, siyasal, toplumsal sorumluluklarımız konusunda kendimizi tatmin etme aracı olarak kullanıyoruz bu zemini. Bir acı karşısında ağlayan bir emoji bırakıyoruz köşeye, bir zulmü dillendiren paylaşımı beğenip sosyal sorumluluğumuzu yapmanın verdiği hazla basit dünyamıza geri dönüp küçük dünyamızda yaşamaya devam ediyoruz.
Dünya küçüldükçe küçülüyor. Küresel iletişim ağının yayılımıyla ulaşılabilirliğin ve haber almanın artmasıyla Dünya’nın küçüldüğü vurgulanmakta. Olumlu yanlarından ziyade olumsuz birçok yanı var bu sürecin. Takip edilmekteyiz, kontrol altına alınmaktayız, istenilen mecraya sevk edilmekteyiz… Misal; gerçek âlemde sokakta yürürken on adım gerinizde sizi takip eden, her an gözlemlemeye çalışan, girdiğiniz yere giren, gittiğiniz yere giden, her an ensenizde duran birinden rahatsız olmaz mısınız? Hatta korkmaz mısınız? Korkmalısınız, hatta bu sanal âlemdeki takip ve kontrol mekanizmasından çok daha fazla korkmalısınız!
Köleleştirilmekteyiz… “Modern köle” tanımı, kapitalist dünyanın işçileri için telaffuz edilmekteydi ve bu fiili köleliğin form değiştirilmiş haliydi ama geldiğimiz noktada bu fiziki köleliğimize bir de zihnî köleleştirme eklendi. Zihnimiz, çok derin kurgu ve yönlendirme teknikleriyle istenilen doğrultuda şekillendirilmektedir.
En basit uygulamasını değerlendirecek olursak; navigasyon uygulamasıyla yolumuzu bulduğumuzu zannederek yolumuzu kaybediyoruz. Ortanca kızımın 4 yaşlarında yaptığı bir vurguyu kısaca burada paylaşmak istiyorum; şahid olduğu navigasyon uygulamasıyla bulmaya çalıştığımız yolun bir noktasında arkadan bir ses geldi, “Baba, niye hep o ablanın dediğini yapıyorsun?” İrkildim ve düşündüm, doğru/yanlış, niye bir talimatla işimi yapıyorum, benim düşünme, yön bulma, karar verme yetimin ne anlamı kalıyor? İnsan, hâkim olmadığı şahitliklerin kuklası olmaya mahkûmdur. Her konuda edilgen olmaya alıştığımız bu çağda bu da normal geliyor olabilir ama insan denen varlık, dünyasını şekillendirmede etken ve etkin bir varlıktır. Bizleri alelâde bir beşer olmaktan, niteliksiz bir mahlûk olmaktan çıkarıp insan yapan irademizi özgürce kullanıp hayatımızı şekillendirmedikçe aklımızı kiraya vermiş bir köle olarak yaşamaya mahkûmuz.
Gelin özgürleşelim, aklımızı ve zihnimizi kullanıp varlığımıza anlam katalım, gelin insan gibi yaşayıp insan olalım! Bizleri aptal yerine koyan, kendisini akıllı zanneden bu makinenin/programın kölesi olmak zorunda değiliz. Akla kim hükmederse, aklı kim kullanırsa, aklı kim yönlendirirse irade onda demektir. Akıl, duygudan azade bir anlam ifade etmez. Akıl, duygu ve diğer duyu organlarının bütünlüğünde bir anlam ifade eder. Duyusuz ve duygusuz bir aklın hâkimiyetinde yaşıyoruz ve hızla artan bir kullanımla insanlığımızdan uzaklaşıyoruz.
Hayatımızı kolaylaştırdığını zannettiğimiz bir yol, belki de hayatımızı, hayatımız içindeki varlığımızı yok etmektedir.
Akıllı teknoloji bizleri yalnızlaştırıyor… Yaşadığımız milenyum çağında ferdiyetçiliğin geldiği nokta herkesin aynelyakîn malûmudur, bu muhteşem yalnızlıktan memnunsanız (ki memnun olanlar da memnunlaştırılmış mankurtlardır) sorun yok. İnsan soyunun gerçek dokunuşlarla toplu halde yaşayan varlıklar olduğunu düşünürsek, bu yalnızlığın sonumuz olacağı aşikârdır. İletişim çağındayız ama iletişimsizliğin dibini yaşıyoruz. Herkes kendi sanal âleminde yapayalnız, ailesinin, akrabasının, dostlarının, yoldaşlarının ne zaman, nerede, ne halde oldukları hakkında gerçek bilgilere haiz değil.
Ailevi ilişkilerimizi, iletişimimizi olağanüstü kötü etkilemektedir. Doğu toplumları komşuluk ilişkileriyle, dost meclislerinde, akraba ve aile bağıyla bağlı bir toplumdur ama internete bağlanıp telefona kapandığımız günden beri “bizden” eser kalmadı. Dayanışma, birliktelik, hasbihal yerini yalnızlığa bıraktı.
Psikolojimizi olumsuz etkilemekte; içinde debelendiğimiz yalnızlığımızla baş başa zihin dünyamız yerle yeksan oldu. Bu çaresiz ve derin yalnızlığımız da şahsi olarak güçsüz hissetmemize neden olmakta, toplumsal dayanışma ve etkileşimden uzakta intihar haberleri had safhaya ulaşmış durumdadır. Bu güçsüzlük psikolojisiyle küresel muktedirlere karşı direnme olasılığını boş verin, daha da bağlanıp onlara gebe kalmaktayız.
Akıllı teknoloji çağı full performans hayat bulursa sağlıklı bir yaşamsal ortamımız dahî olmayacak. Radyasyon ışınlarının doğurduğu olumsuz sonuçlar şimdiden gören gözler için ortada, sonraki dönemlerde 5G ve daha da ötesi aktif hale geldiğinde, yoğun kullanımla birlikte doğan sağlık sorunlarının olumsuz etkileri geri dönüşü zor evrelere ulaşmış olacak. Sadece insanlık değil hayvanlar, bitkiler, doğanın her zerresi yıpranmış ve ifsad olmuş olacak.
Teknoloji bir araçsa, amaçlarımız doğrultusunda kullanıp insan gibi yaşayacak bir dünya inşa edelim. Araçları amaçsallaştırıp zarar gördüğümüz birçok unsuru tecrübe etti insanlık. Misal; “para” amaçsallaşınca insanı ne hale soktuğu malum, “devlet” toplum için bir araçken kutsandıkça topluma zulüm doğurmakta, “İslam” dahi insanların bu dünyada en güzel bir biçimde adil/huzurlu/güven içinde yaşayabilmelerinin yolu/formülü/aracı iken amaçsallaştırıldığı vakit nasıl yanlış tablolar doğurduğu da herkesin malumu. Zararlı olan akıllı teknolojinin kendisi değil, akıllı teknolojinin hayat bulduğu zemindir. Hayat kurgumuzu tekrar yenilememiz lazım, akıllı teknolojinin kısmi kullanıldığı, doğal devinimin olduğu bir hayat kurgusu oluşturulmalıdır. Sünnetullahtan, doğadan, doğal etkileşimden koptukça kendi sonumuzu getiriyoruz.
Fayda-zarar hesabı yapalım. İnsanlar “akıllı teknolojiyi faydalı şeylerde kullanıyorum” (büyük bir yanılsama) diyerek pervasızca tüketmekte ve içinde olduğu girdaptan bîhaber yaşamaktadır. Emeksiz/bedelsiz/çok kısa sürede edinilen “faydalı” veri/bilgi/kazanç geldiği gibi uçmakta, sanal olduğu kadar gerçeklikten uzak kalmaktadır. Gerçek bir fayda elde edebilmek için doğanın kanunları vardır, zaman ayrılması icap eder, emek sarf edilmesi gerekir, ki kalıcı bir fayda elde edilsin. Yani faydalı olarak zannettiğimiz birçok şey faydasız bir kazanım halinde bize ulaşmaktadır. Tersten doğurduğu zarar, tahayyül dahi edilemeyecek kadar büyük boyutlardadır. Bu durumda durup düşünmek gerekir, ne alıyoruz ne veriyoruz, ne getiriyor bizlerden ne götürüyor? Hayatta insan her konu için bu formülasyonu uygular: getiri götürü hesabı. Faydalı addettiğimiz şeylerin birçoğu faydasızken, tersine zarar batağına sürüklenirken niye ısrarla bu cenderenin içine giriyoruz? Kontrolsüzce hayatımızı çepeçevre saran internet âlemine mahkûm değiliz, mecbur değiliz! Vazgeçilmez değil! Tersine, insan gibi yaşayabilmemiz için bu mel’anetten en kısa sürede kurtulmamız gerektiğini düşünmekteyim.
İnsani, doğal, sağlıklı bir atmosfer arıyorsak eğer, akıllı teknolojinin hâkimiyetindeki sanal âlemden uzak durmamız hayati önem arz etmektedir. Bu noktada; akılı telefon kullanımını bırakmak olasılıksız, radikal bir karar gibi gelebilir ama en kısa sürede bundan kurtulmazsak insanlığın yok olma sürecinin bir numaralı aracı haline gelecek. Bu olasılıksızlık, mahkûmiyetimizin de ölçüsünü göstermektedir. 10 yılda hepimizi robotlaşmış, modern köleler haline getirdiler. Yeni nesli anlamak mümkün ama yoğun kullanımı daha 10-15 yılı geçmeyen bir şey nasıl hayatımızın vazgeçilmezi haline geldi, gelebildi? Bir 10 yıl sonrasında nasıl bir düzlemde olacağımızı tahayyül dahî etmek istemiyorum. “İnsan” denilen varlık, hiçbir şeye mahkûm da, mecbur da değildir; eğer mahkûm ve mecbur ise o kişinin insanlığını tartışmak icap eder. İradesini özgürce kullanıp tercihlerini yapamıyorsa, insan anatomisine sahip bir beşerdir sadece. Durup düşünelim, belirttiklerimiz ve çok daha fazlası bizlere fayda mı zarar mı doğuruyor? Ve bu sonuç karşısında irademizi kullanıp tercih yapabiliyor muyuz?
Öyle bir girdap ki bu, ne kadar bilincinde ve farkında olursak olalım toplumsal düzlemde geniş ölçekte kullanımla fertleri de mecbur bırakmakta, kişiye “kullanmıyorum” deme şansı vermemekte… Şahsen eski tarz Samsung telefonlara geçmiştim geçen sene, hattın çekmeme sorunları baş gösterdi ve farklı bazı sıkıntılardan tekrar döndüm “akıllı telefona”, aklıma tüküreyim ki giden zamanın haddi hesabı yok! Her şeyi boş verin, ahir zaman gelip çattığında pervasızca tüketip geçirdiğimiz bu zamanın dahi hesabını veremeyeceğiz.
Âdem; sonsuzluğu, sonsuz bilgiyi, hayatı hakkında sonsuz hâkimiyeti arzuladı. Geldiğimiz noktada insanların arzusu da aynı minvaldedir. Anlık ve her şeyden bilgi sahibi olma arzusu insanlığı bilgi yığınına gömdü ve yok etmektedir. Rabbimiz insana kaldıramayacağı yükü yüklememişken, kişinin kendisi sırtına ve zihnine yüklediği yük altında ezilmektedir. Yapmaları gereken basit fiilleri yapmayıp, tabiri caizse kaçıp, sarı buzağı hakkında ekstra bilgi talep edip sorumluluklarını yerine getirmek yerine lafı dolandırma yoluna gidip sordukları sorular, edindikleri bilgiler içinde boğulup lanetlenen bir kavmin örneği bütün insanlığın gözü önündedir.
Bilginin sorumluluğu… Şahitlik dolayısıyla bilgi, sorumluluk doğurur. Eskiler, yerine getiremeyecekleri/hakkını veremeyecekleri şahitlikten ve bilgiden kaçınırmış ama cahil modern insan, pervasızca ve kontrolsüzce bilgi peşinde koşar halde. Edindiğinin çoğu da kirli bilgi, bu kirlilik içinde debelenerek ilahlık taslamakta. Çaresizlik ve acziyet içinde edinilen malumatın kişiye ne faydası olacak? Bir hiç! Ekstradan, bu bilginin sorumluluğunu yerine getirmediği için bedel ödeyecek. Haricen bu acziyet ve doğurduğu ıstırap içinde psikolojisi bozulup heba olacak. Kötü haberleri izleye izleye içine ata ata midesi bulanacak, zihni buğulanacak, gönlü daralacak.[2] Buradan kastımız; bilgi edinmeyelim, olanlara gözlerimizi kapayalım, keyfimize bakalım değil. Tam tersine, bu zulümleri haksızlıkları bitirebilmek için ilk başta yapmamız ve yapabilir olduğumuz şeyleri hayata geçirmeliyiz. Vahdetimizi sağlamalıyız, (sanal değil) araştırmalıyız, çalışmalıyız, fiili gayret göstermeliyiz, Rabbimizin ‘yap’ dediğini yapmalıyız, yapmamak için kıvırıp ‘rengi neydi; dişi mi, erkek miydi, yaşı neydi’[3] diye soracağımıza amele geçmeliyiz. Sosyal medyada kendimizi tatmin edecek (gerçekliği sadece klavyeye parmağımızla dokunuştan ibaret olan) sanal dokunuşlarla fiili sorumluluklarımızdan kaçıp kendimizi tatmin edecek yollara meyletmeyeceğiz. Edindiğin, edineceğin bilginin hakkını vereceksin, veremeyeceksen hazır olacağın vakte kadar o bilgiden kaçacaksın.
Suriye’de evsiz/babasız/annesiz kalan bir yavrudan haberdar olup bir şey yapmamak bedel gerektirir. Eski dönemlerde en azından acılara şahid olmuyorduk ama hâlihazırda dünyanın en ücra köşesinde yaşanan bir acıdan haberimiz/bilgimiz/şahitliğimiz var; peki bu şahitlik karşısında ne yapıyoruz? Ben söyleyeyim; gelen malumat fotosunun altına gözyaşı döken bir emoji yapıştırıp görevimizi yapmış olmanın ulvi duygusuyla bir alttaki komedi videosunu izleyip kahkaha atıyoruz!
Kuran’a göre aslolan şahit olmaktır ve de şahit kalmaktır. Peygamber sadece haberci, aracı değildi; pratiği belirleyen muhteşem bir örnekti. Cahiliyenin tüm zorbalıklarına rağmen kendini gizlememiş, vahye tanıklığını sürdürmüştür. Şimdi bizler de şayet Resul’ün örnekliğini bugüne taşıyabilirsek çığırlar açabilir, toplumsal sorumluluklarımızın altından kalkabiliriz… İslam, vahye şahitlikle yani vahiyden haberdar olmakla hayat buluyor, tabii ki haberdar olmayı, onu anlayıp hayata geçirmekle amele dökmekle eş anlamlı kullanıyoruz.
Bize düşen, sadece seyreden, dinleyen, izleyen, tartışan, konuşan, düşünen, yorumlayan olmak değil, şahit olmak yani olaylara müdahil olmak, gerektiğinde muhalif olmak, farkımızı ortaya koymak, hakikatin tercümanı olmaktır. Bilgiyi hazmetmeden ve onu amele dökmeden bir diğerinden bir diğerini sırtımıza/zihnimize yüklemeyelim. Edinilen en ufak bir bilgi hayata geçiyorsa kıymeti vardır, kitap gibi konuşmak değil, teoriyi pratikle birleştirmektir mühim olan.
Gelinen bu noktada; “Maruz kalmaktan kaçınabilir miyiz? Yerine bir şey ikame edebilir miyiz? Etmek istiyor muyuz veya zorunda mıyız? Yeni dünyada yaşamak istiyor muyuz?” sorularına cevap vermemiz icap etmektedir.
Kurgulanan yenidünyada yaşamak istiyorsak kaçınamayacağımız aşikâr ama insan kalmak ve insan gibi yaşayıp nesillerimize yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak kaçınmalıyız. Ya müdahale edip bu gidişatı bertaraf edeceğiz ya da hicret edip, onların kurgusundan soyutlanmış bir zeminde yarınlara umut ve ufuk olabilecek, yaşanabilir doğal bir dünyacık inşa edeceğiz.
“Yerine bir şey ikame edebilir miyiz?” sorusunun cevabı, çok bilinmeyenli denklem misali karmaşık ve derin. Yerine muadil bir şey ikame etmemiz yakın gelecekte mümkün gözükmüyor ki, bu kompleksin yanlışlığını dillendirirken muadili arayışına girmektense, dünyadan ihtiyaç ve beklentilerimizi tekrardan tanımlayıp bu ödevler doğrultusunda insani ilişkiler düzleminde benzerinden ziyade güzel bir dünya inşa etmeliyiz, kanısındayım. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok, acı tecrübeleri tekrar tekrar yaşamaya da gerek yok. İnsan soyu tarih boyunca ilahlık iddiasıyla çıkıp dünyayı ifsad edip helak olanların örnekleriyle dolu. İçinde bulunduğumuz bu çağ, çok farklı bir formda insanın ilahlık iddiasıyla kurgulanmaya çalışılıyor. Kurguculardan ziyade maruz kalanlarda aşılanan bu ilahlık nüvelerinden memnun ve müstekbirce bir hayat sürmekte… Bu tablo içerisinde suçlu aranmamalı, suçlu ve sorumlu hepimiziz!
Tabi, yaşanan süreci yanlış olarak tanımlamayan ve doğal olarak zorunluluk bir yana, yerine bir şey ikame etmek istemeyenlerin sayısı çokça olacaktır. Yine tarih boyu gözlemlendiği gibi toplulukların çoğu köleliğe ve aşağılanmaya meyyaldirler. Ve helak olacakları o şedid güne kadar bilinçsizce yaşayacaklardır. Aklını kullanan, soru sorma yetisine ve cevaplarının arkasından cehdetme gücüne sahip, Yaradan’ının gösterdiği yolda yürüyüp iradesiyle insan gibi yaşama arzusunda olanlar bu ahvale bir hal çaresi bulmak zorundadır.
“İnsanın içindeki vahşi duygu ve ihtiraslarla şekillenecek olan yenidünyada yaşamak istiyor muyuz?” sorusunun cevabı ‘hayır’ ise, bu girdaptan kendimizi/neslimizi/çevremizi/insanlığı nasıl kurtaracağımıza dair kafa yorup zaman kaybetmeden bir şeyler yapmak zorundayız. Aksi takdirde -ki, neredeyse bu noktadayız- engelleme ve karşı durma olasılığımız dahî kalmayacak, kurbanlık koyun gibi sütümüzden, yünümüzden ve etimizden faydalanacakları ânı bekler dururuz modern ağıllarımızda! Cevabı ‘evet’ olanlar ise; akıbetlerinin sonunu bekleyecekler ki, cahillikleriyle adapte olup idraksiz bir hayat içinde ıstırap çekmeyeceklerinden dolayı daha şanslı gözükmektedirler. Cahillik güzel şey ama ahir zamanda hepimizin işi zor.
İçinde bulunduğumuz irili ufaklı bütün sorunların, modern insanın akletme mantığından, ihtiyaçlarından ve öncüllerinden kaynaklı olduğu düşüncesindeyim. Metin içerisinde kısa kısa vurguladığımız ve tespit edemediğimiz daha birçok unsurun derinlemesine irdelenmesi gerekmektedir. Bu noktada; akl-ı selim ve dertli insanlardan müteşekkil bir zemin oluşturup, içinde bulunduğumuz bu bilinmezlikleri tespit edip çareler üretmek için birlikte çalışmayı ve kafa yormayı teklif ediyorum.
İnsan gibi yaşayabileceğimiz güzel bir dünyada buluşma arzusuyla…
[1] Psikopolitika, Byung-Chul Han, Metis Yay.
[2] Yeşil Yol (The Green Mile), Frank Darabont
[3] Bakara Sûresi, 67-74
Yazılar
Biden, Filistinlilerin Gazze’den Göç Ettirilmesine Yeşil Işık mı Yakıyor? – Mario Nawfal

Yayınlanma:
1 ay önce-
Ekim 30, 2023
Biden’ın 106 Milyar Dolarlık Teklifi, Filistinlilerin Mısır’a Önceden Planlanmış Olası Göçü Konusunda Endişe Yaratıyor
Biden, Gazze’nin yerinden edilmiş sakinleri ve Ukraynalı mülteciler için 106 milyar dolarlık ek mali yardım talebinde bulundu ve teklifin bir bölümü önemli endişelere neden oldu.
Fon, İsrail’deki mültecilere ve insani yardım çabalarına destek olmayı amaçlarken, talebin belirli bir yönü dikkat çekti:
– Talebin 40. sayfasında, devam eden çatışmalardan etkilenen sivillerin desteklenmesi için fon tahsis edilmesine ilişkin bir hüküm yer almakta ve özellikle Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinli mültecilerden bahsedilmektedir.
– Endişe uyandıran husus, bu fonların bu tür amaçlar için kullanılacağını düşündüren potansiyel sınır ötesi ‘yerinden edilme’ ve ‘sığınma’ya yapılan atıftır.
– Bu talebin Filistinlilerin Mısır’a zorla göç ettirilmesini garanti altına almasından endişe ediliyor.
Bu durum, Mısır hükûmetinin tutumunu ve Filistin egemenliği üzerindeki potansiyel sonuçlarını sorgulatmaktadır.
Mısır Cumhurbaşkanının Biden ile yaptığı telefon görüşmesinde “Mısır’ın, Filistinlilerin Gazze’den kendi topraklarına göç etmesine izin vermeyeceğini” açıkça ifade ettiğini belirtmek önemlidir
Üç Aşamalı Yer Değiştirme Plânı:
İsrail İstihbarat bakanı Gila Gamliel de Gazze’deki Filistin nüfusu üzerindeki potansiyel etkisi konusunda endişelere yol açan tartışmalı bir teklif hazırladı.
– Sina’da Çadır Kentlerin Kurulması:
Bakan Gamliel’in plânı, özellikle Gazze Şeridi’nin güneybatısında yer alan Sina Yarımadası’nda geçici çadır kentlerin kurulmasıyla başlıyor.
Bu çadır kentler Gazze’deki Filistinliler için ilk yer değiştirme çözümü olarak hizmet ediyor.
– İnsani Yardım Koridorunun Uygulanması:
Genellikle “insani koridor” olarak adlandırılan ikinci aşama, Filistinlilerin Gazze’den çıkışını kolaylaştırmaya odaklanmaktadır. Bu aşama, Filistinlilerin Gazze Şeridi’ni terk etmeleri için bir rota oluşturmayı ve onları etkili bir şekilde evlerinden uzaklaştırmayı amaçlamaktadır.
– Kuzey Sina’da Şehirlerin İnşası:
Planın üçüncü ve son aşamasında İsrail, Sina Yarımadası’nın kuzey kesiminde kalıcı şehirler inşa etmeyi öngörüyor.
Bu şehirlerin, yerlerinden edilen Filistinli nüfusu barındırması ve yerinden edilenler için uzun vadeli bir çözüm sağlaması amaçlanıyor.
– Geri Dönüşü Engellemek için İnsansız Bölge:
Planın önemli bir yönü de Mısır toprakları içinde bir “insansız bölge” oluşturulmasıdır.
Bu yasak bölgenin amacı Sina’ya yerleştirilen Filistinlilerin Gazze’deki evlerine dönmelerini engellemektir.
Bu Neden Önemli?
Bu öneri, Biden yönetiminin Filistin halkının yerinden edilmesi için fon tahsis etme konusundaki potansiyel ön niyetini vurgulamaktadır.
Ayrıca bu plânın, Biden’ın önerisinin kamuoyuna duyurulmasından yedi gün önce İsrail İstihbarat Bakanlığının onayını taşıdığı bildirilen ve potansiyel olarak benzer niyetleri özetleyen sızdırılmış İsrail belgesiyle aynı zamana denk gelmesi de endişe vericidir.
İsrail İstihbarat bakanı Gila Gamliel’in üç aşamalı tehcir planı, Biden yönetiminin fon tahsisi ile bağlantılı olarak Filistinlileri anlaşılır bir şekilde derinden endişelendirdi, travmatik Nekbe anılarını çağrıştırdı ve potansiyel bir ikinci tehcir korkusunu yoğunlaştırdı.
Nekbe, 1948 Arap-İsrail savaşı sırasında ve sonrasında yüz binlerce Filistinlinin zorla yerinden edilmesi ve mülksüzleştirilmesidir.
Pek çok Filistinli göç etmiş ya da kovulmuş, mülteci durumuna düşmüş, bu da bugüne kadar İsrail-Filistin çatışmasında merkezi bir mesele olmaya devam eden önemli bir demografik ve insani krize yol açmıştır.
Kaynak: Kişisel hesap (@MarioNawfal)
Yazılar
Frankfurt Kitap Fuarı, Zizek, Filistin – M. Salih Kaya

Yayınlanma:
1 ay önce-
Ekim 26, 2023
Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapan filozof Zizek, “Filistinlileri de dinlemeliyiz.” dediği için salonda sesler yükseldi ve bazı dinleyiciler salonu terk etti. Protokolden üst düzey siyasilerden sahneye yürüyenler ve konuşmasını bölüp cevap yetiştirmeye çalışanlar oldu. Bir tür arbede yaşandı ama buna karşı yine de Zizek konuşmasını bitirebildi.
Aslında konuşmanın tamamına baktığımızda Zizek gibi sıra dışı bir entelektüelden daha iyisini beklerdik. Zizek, “Filistinlileri de dinlemeliyiz!” cümlesini kuruncaya kadar defalarca Hamas’ı ve terörü lanetledi ve buna rağmen bu kadar tepki gördü ama yine de bu konuşma fuarın açılışında soğuk duş etkisi yaptı çünkü fuar direktörü, fuarın İsrail’le dayanışma içinde hareket edeceğini defalarca basın yoluyla ifade etti. Hatta somut adımlar attı. Fuarda ödül alması gereken Filistinli yazar Adania Shibli’nin ödül törenini iptal etti.
Shibli, Berlin’de yaşayan bir yazar. Ödül alan romanı “Küçük Bir Ayrıntı” (Nebensache), Filistinli bir genç kızın İsrail askeri tarafından öldürülmesini anlatıyor. Zizek de konuşmasını bitirirken Filistinli yazarın burada olmamasını “skandal” olarak niteledi.
Aslında fuarda yaşananlar buz dağının görünen yüzü. Bütün Avrupa ve özellikle Almanya son yaşananlarda kesin bir şekilde İsrail’in yanında ve İsrail’le dayanışma içinde olduklarını hem açıkladılar hem de somut eylem ve politikalarla bunu ortaya koydular. Devlet kurumları, meclisteki tüm partiler, medya ve sivil toplum bir bütün olarak ağız birliği yapıp Filistin ve Gazze’de yaşananları görmezden geldiler. Bir taraftan Filistin’le dayanışma mitinglerini yasaklayıp bir yandan da İsrail’le dayanışma mitinglerini devlet eliyle ve desteğiyle yaptılar.
Önceki pazar günü Berlin Brandenburg kapısı önünde Cumhurbaşkanı Steinmeyer’nın da katılıp kitleye seslendiği büyük bir miting yapıldı. Buna karşı aynı gün Filistin’le dayanışma için Berlin’in Neuköln semtinde yapılmak istenen eylem güvenlik gerekçesiyle yasaklandı. Miting yasakları sadece bununla sınırlı değil tabi. Küçük istisnaları saymazsak Almanya, tüm eyaletlerinde Filistin eylemlerini iptal etti, yasaklara rağmen sokağa çıkanları gözaltına aldı.
İzin verilen nadir eylemlerde de İsrail’i eleştiren slogan atılmaması ve döviz taşınmaması şartı vardı. Aslında yasaklar sadece eylemlerde değil günlük hayatta da uygulanıyor. Mesela Filistin bayrağı ve Filistin poşusu günlük hayatta yasak. Sebep ise, terör propagandası ve antisemitizm. Olay sadece yasaklardan ibaret değil tabii. Devamında ‘tehdit’ler de var. Bazı siyasiler işi daha da ileriye götürüp kendi değerlerine aykırı davrananları yani kendi durdukları tarafta değil de karşı (Filistin) tarafta duranları ülkeden sürmeyi, onların oturum haklarını iptal etmeyi hatta eğer bu kişiler Alman vatandaşı iseler hepsinin pasaportlarını iptal etmeye kadar ileri gittiler. Buna benzer demeçleri SPD’li içişleri bakanı Nancy Faesar basın açıklamalarında dile getirdi.
Biraz da medyadan bahsetmek gerekiyor. Alman basınının amiral gemileri Zeit, Welt, FAZ, Spiegel, Tagesschau vb. tüm gazeteler ağız birliği yapmış şekilde Gazze’de bir şey yokmuş gibi davranıyorlar ve İsrail’le saf tutma yarışındalar. Beni şaşırtan ise mülteci dostu ve enternasyonal bir politika yapan sol gazetelerin de aynı yerde saf tutmasıydı. Hatta Sol Parti (Die Linke) İsrail’le birçok dayanışma mitingi yaptı.
Şunu söyleyebilirim ki çok az sayıda marjinal hale gelmiş ve sesleri az duyulan bir kaç küçük sol parti (mesela Almanya Komünist Partisi) ve sivil toplum örgütünün dışında herkes Gazze’de yaşananlarla ilgili üç maymunu oynuyor. Sadece kendi duruşlarını dile getirmekle kalmıyorlar aynı zamanda en ufak farklı ses çıkaranları hedef gösterip terörize etmeye çalışıyorlar. Mesela biraz önce bahsettiğim küçük sol grupların çıkardığı farklı sesten rahatsız olan basının amiral gemileri bu sol grupları kriminalize edecek düzeyde yazılar yazıp onlara hiza vermeye çalışıyorlar. Ayrıca Zizek’in fuardaki konuşmasını ve daha önce de Filistin meselesi ile gündeme gelen Edward Said’in Filistin meselesindeki tutumunu birleştirip, entelektüellerle terör arasındaki ilişki mahiyetinde yazılar kaleme alınabiliyor.
En başa dönersek, Zizek’i neredeyse sahneden indirecek dereceye varan totalitarizm tekrar hortlamaya başladı. Almanların, demokrasilerinin en temel esası olarak gördükleri; en çok övünüp bir kutsal gibi bahsettikleri ‘ifade özgürlüğü’ (Meinungsfreiheit) Filistin meselesinde duvara çarptı. Alman anayasasının 5. başlığında güvence altına alınan ifade özgürlüğünün bir istisnası başkasının kişisel onuruna dokunmak… Medyadaki yorumlarda ve siyasilerin demeçlerinde vurguladıkları şey, “İsrail’e karşı eylem yapmak antisemitik bir eylemdir ve bu da insanlık onuruna yakışan bir davranış olmaması sebebi ile bu türden eylem yapanların ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği” özellikle vurgulanıyor. Yani şunu iyi anlıyoruz ki yasalar sadece yasa değildir, onu uygulayanların yorumudur biraz da.
Aslında tüm bunlar bize gösteriyor ki totalitarizm çok kısa sürede bütün toplumu kuşatabiliyor. Bunu da en çok Almanya’nın geçmişinden biliyoruz. Burada Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nı hatırlamakta yarar var. Kötülük yayılmaya başladığında yasalarınız ve kurumlarınız ne kadar güçlü olursa olsun bunun önüne geçemiyor. O zaman konuşacak olan bir tek konjonktür oluyor.
Yazılar
İsrail’in Başlattığı Nekbe Geri Tepecek – David Hearts

Yayınlanma:
2 ay önce-
Ekim 15, 2023
Hamas’ın hurucunun ilk anlarından itibaren İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu neredeyse tamamen dikkatlerden kaçan bir vaatte bulundu.
Güney sınır kasabalarının belediye başkanlarına İsrail’in vereceği yanıtın “Orta Doğu’yu değiştireceğini” söyledi. Şaşkına dönmüş ulusa hitaben yaptığı konuşmada da aynı şeyi söyledi: “Önümüzdeki günlerde düşmanlarımıza yapacaklarımız nesiller boyunca yankılanacak!”
Aklında ne var? Uzun zamandır İran’ın nükleer tesislerine saldırmak istediğini biliyoruz. İlk kez 2010 yılında engellendikten üç yıl sonra CBS’e şunları söyledi: “Çok geç olana kadar beklemeyeceğim.”
Bir zamanlar (muhalefetteyken) İran’ın uçak gemileri olarak tanımladığı Hizbullah ve Hamas’ı ortadan kaldırmak istediğini de biliyoruz.
Filistinli savaşçıların cumartesi günkü saldırısından bu yana, eski ABD Başkanı George W. Bush’un 11 Eylül saldırılarına verdiği tepkiyi yansıtan sözler kullandı. Tahtın arkasındaki güç olan eski başkan yardımcısı Dick Cheney, Afganistan’da El-Kaide’nin peşine düşerken, Irak’a daha büyük bir saldırı yapmayı düşünüyordu.
Netanyahu şu anda Gazze’ye karşı yürüttüğü kampanya için uluslararası toplumdan aldığı benzersiz desteği, Bush’un 2001’de yaptığı gibi çok daha büyük bir şey için kullanmayı mı düşünüyor?
İsrail muhalefetinin lideri Benny Gantz da daha büyük bir projenin ipuçlarını verdi: “Kazanacağız ve bölgedeki güvenlik ve stratejik gerçekliği değiştireceğiz!”
İkinci Nekbe
Gazze’yi yeniden işgal etmek ve sadece bir Filistinli silahlı grubu bitirmek bölgenin stratejik gerçekliğini değiştirmeyecektir ve Gazze’yi yeniden işgal etmek için 360.000 askerlik bir orduya ihtiyacınız yoktur. Bu, ülke tarihinde çağrılan en büyük ihtiyat sayısıdır.
Kaynaklarıma göre Hamas’ın en fazla 60.000 silahlı adamı var ve diğer gruplarla birlikte bu sayının üçte biri kadar bir güç oluşturmakta zorlanır.
Elbette bu bir palavra da olabilir -Netanyahu’nun en sevdiği türden kavgacı bir retorik. Orta Doğu’yu değiştirme vaatleri daha önceki İsrailli ve ABD’li yetkililer tarafından sık sık dile getirilmiş ve bunların içi boş olduğu kanıtlanmıştır.
Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres, Oslo’nun Orta Doğu’yu nasıl yeniden şekillendireceği hakkında bir kitap yazdı. Eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006 yılında Lübnan’ın güneyinde Hizbullah’ı 11 gün boyunca bombaladıktan sonra İsrail’i ateşkes çağrılarını görmezden gelmeye çağırırken “farklı bir Ortadoğu”ya işaret etmişti.
Peki, ya daha büyük bir girişim plânlanıyorsa? Bu ne anlama gelir ve bir bütün olarak bölge için ne gibi riskler doğurur?
İlk ve en bariz cevap, ikinci bir Nekbe ya da Gazze’nin 2,3 milyonluk nüfusunun büyük bir kısmının kitlesel olarak sürülmesi -her İsraillinin aklının bir köşesinde duran saatli demografik bombayı değiştirecek kadar büyük bir rakam.
Salı günü İsrailli yarbay Richard Hecht yabancı gazetecilere yaptığı açıklamada Filistinli mültecilere Gazze’nin Mısır’la olan güney sınırındaki Refah sınır kapısından “çıkmalarını” tavsiye edeceğini söyledi. Ofisi daha sonra Hecht’in söylediklerini “açıklığa kavuşturmak” zorunda kaldı ve kapının kapalı olduğunu kabul etti.
Mısır’ın Gazze’den bir mülteci akınına izin vermek zorunda kalabileceği ihtimali -ki bu hem 1948 Arap-İsrail savaşından, hem de 1967 savaşından sonra yaşanmıştır- Mısır’ın en büyük dini kurumu olan El-Ezher tarafından da gündeme getirilmiş ve Filistinlilere yerlerinde kalmaları çağrısında bulunulmuştur. Başka bir kitlesel göç olasılığı kapalı kapılar ardında tartışılmıyor olsaydı bu açıklama neden yapılsın?
Gazze’den bir milyon Filistinlinin Sina’ya gelmesi, hiç abartısız, Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi liderliğinde on yıldır ekonomik gerileme yaşayan Mısır’ı uçurumun kenarına getirme potansiyeline sahip olabilir. Şimdiden rekor sayıda Mısırlı, teknelere binmeye başladı bile. Sisi’nin kendisi de bu tehlikenin farkında ve El-Ezher’in çağrısını tekrarladı.
‘İnsan hayvanlar’
Filistinlilerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin, İsrail’in en uzun -ve şimdiye kadar en sakin- sınırına sahip Ürdün’deki Filistinliler ile Doğu Şerialılar arasındaki hassas dengeyi nasıl etkileyeceği konusunda da çok az şüphe var.
İkinci bir Nekbe, İsrail’i tanıyan ilk iki Arap ülkesini varoluşsal bir krizle karşı karşıya bırakabilir ve bu da her bir rejimin kendi devletini kontrol etme kabiliyetini tehdit edebilir.
Yine de, İsrail liderliğinin sözlerine ve pilotlarının eylemlerine bakılırsa, kitlesel bir göç tam da İsrail’in şu anda Gazze’de zorlamaya çalıştığı şey olabilir.
Pazartesi günü İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Hamas’ın çocukların kafalarını kestiği iddiaları üzerine Filistinlileri “insan hayvanlar” olarak tanımladı -bağımsız olarak doğrulanamayan ve İsrailli muhabirlerin Kfar Aza’daki katliamı görmelerine ilk başta izin verilmeyen iddialar.
Aynı gün Knesset üyesi Revital Gotliv sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda İsrail’i Gazze’ye nükleer bomba atmayı düşünmeye çağırdı: “Sadece Orta Doğu’yu sarsacak bir patlama bu ülkenin onurunu, gücünü ve güvenliğini geri getirecektir! Kıyamet gününü öpmenin zamanı geldi!”
Ardından eski bir general olan Giora Eiland, İsrail’in Gazze’de “eşi benzeri görülmemiş bir insani felaket yaratması” gerektiğini söyledi ve yeni bir Nekbe tehdidinde bulundu: “Sadece on binlerin seferberliği ve uluslararası toplumun çığlığı Gazze’nin ya Hamas’sız ya da insansız kalması için bir kaldıraç etkisi yaratacaktır. Varoluşsal bir savaşın içindeyiz.”
Cuma günü İsrail’in niyetleri konusunda çok az şüphe kaldı. İsrail ordusu, Gazze’nin kuzeyindeki Filistinlilere bölgeyi terk etmelerini söyledi ve “kendileri söyleyene kadar” geri dönmelerine izin verilmeyeceğini belirtti. Hamas, Gazze’nin kuzeyindeki Filistinlilere “kararlı olmalarını” ve “evlerinde kalmalarını” söyledi.
İkinci Nakba başladı.
Çarşamba günü Kanal 13’e konuşan bir İsrail ordu yetkilisi Gazze’nin yerle bir edileceğini ve bir “çadır kente” dönüştürüleceğini söyledi -doğrusunu ifade etmek gerekirse Hamas’ın saldırısından bu yana her gece yaşanan tam da buydu!
Her gece katliam
Gazze’de neredeyse her gece bir katliam yaşanıyor. Bütün aileler hassas bombalarla yok edildi. Gazze’deki Filistinlilere tüm bölgeleri boşaltmaları söylendi, ancak bu kez de onlar bombaların hedefi oldular. Bölgeler sadece bir kez bombalanmıyor, sistematik olarak yerle bir ediliyor.
Önceki kampanyalarda Gazze’deki Filistinliler, deniz kıyısında nispeten zengin bir orta sınıf bölgesi olan Rimal’e kaçtı. Burası güvenli bir sığınak olarak görülüyordu çünkü önceki saldırılarda İsrail’in burayı bombalamak için bir nedeni yoktu. Şimdi ise Rimal yerle bir ediliyor.
Bu “gece katliamı”, Hamas’ın İsrail’in güneyinde işlediği iddia edilen savaş suçlarının intikamını alan disiplinsiz pilotlar tarafından tesadüfen gerçekleşmiyor; “tasarlanarak” gerçekleştiriliyor. İki milyondan fazla insanın elektriğinin, suyunun ve yiyeceğinin kesilmesi ve bu “gece bombardımanı”na maruz kalmalarının amacı kaçmalarını sağlamaktır.
Gazze’de bu tür bir soykırımdan korunabilecek hiçbir yer yok. On dört tıbbi tesis bombalandı. Cumartesi gününden bu yana 500 çocuk öldürüldü.
Dolayısıyla, eğer İsrail durdurulmazsa, Gazze’de 2014’teki kara harekatında olduğu gibi 2.251 erkek, kadın ve çocuk değil, on binlerce kişi ölecek ve bu da yeni bir Nekbe’ye yol açacak kadar yüksek bir kayıp oranı anlamına geliyor.
Bundan önce bu politikanın iki etkisi olabilir: İsrail içinde 1948 Filistinlileri ile İsrailli Yahudiler arasında bir iç savaş başlatmak; Hizbullah ve nihayetinde İran ile bölgesel bir savaşı tetiklemek!
Bu Netanyahu’nun kafasında da olabilir. Hamas’ı ezmek Orta Doğu’yu değiştirmez ama Hizbullah ve İran’ı önümüzdeki on yıl boyunca İsrail’e karşı her şeyi denemeye hazır güçler olarak tanımlamak neredeyse kesinlikle değiştirir.
Filistinli savaşçılar bir şafak baskınıyla İsrail’in 1967’de üç Arap ordusunu altı günde yenmesinden bu yana sahip olduğu yenilmezlik efsanesini paramparça etti. 1973 Orta Doğu savaşı bile Hamas’ın yarattığı şoku yaratmamıştı.
İsrail şimdi bu savaşın varoluşsal olduğunu söylüyor. Sokaklarda İsrail, otoritenin olmadığı; İsraillilerin adaleti kendi ellerine alabildiği; yerleşimcilerle ya da aşırı sağla bağlantısı olmayan normal vatandaşların sokaklarda silahlı dolaştığı bir ülke gibi hissediyor. Genel nefret ve korku seviyesi o kadar yüksek ki, İsrail içindeki Filistinlilerin saldırıya uğraması an meselesi olabilir.
Ülke içinde ise Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir gibi aşırı ulusal dinci sağda yer alanlar yıllardır “Hodri meydan” diyor: “Hodri meydan!”
Geçtiğimiz Şubat ayında Gantz, Smotrich’i işgal altındaki Batı Şeria’da yerleşimci şiddetini desteklemekle suçladı çünkü Smotrich “yeni bir Filistin Nekbe’sine neden olmak istiyor”du! Şimdi ise Gantz ve Smotrich aynı kabinede yan yana oturuyor.
Ulusal dinci sağa göre Filistin davası ne kadar çabuk ezilirse o kadar iyi. Hamas’ın başarılı saldırısının yol açtığı ulusal travma onlar için cennetten gelen bir kudret helvası! Tam da bekledikleri koşulları yarattı.
Bölgesel savaş
İsrail sınırında, Gazze’nin bölgesel bir savaşı tetikleme ihtimali hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Tüm Arap başkentlerinde duygular yükseliyor.
İsrail’in karşı karşıya olduğu en donanımlı ve eğitimli silahlı grup olan Hizbullah’ın parmağı tetikte. Genel bir seferberlik başlattığına dair güvenilir raporlar var.
İslami Cihad tarafından üstlenilen savaşçıların da katıldığı ve üç İsrail askerinin öldüğü bir çatışma da dâhil olmak üzere Lübnan sınırından birkaç gündür saldırılar düzenleniyor. İsrail’in misilleme olarak Lübnan’daki mevzilere saldırmasının ardından da Hizbullah’ın üç savaşçısı öldürüldü.
Eğer bir kara saldırısı başlarsa, ki bu çok yakında olabilir, Hizbullah için seçim ya İsrail’in Hamas’ın işini bitirmesini beklemek ve sonra da kendi başlarına kalacaklarını bilerek onlara saldırmak ya da Hamas’a ve Gazze’deki diğer silahlı gruplara katılarak her grubun savaş gücü olarak etkinliğini sürdürmesini sağlamak olabilir.
Hizbullah’ın Lübnan sınırındaki statükoyu korumak istemesi için çok iyi nedenleri olabilir ancak bu artık İsrail’le karşı karşıya gelen herhangi bir grubun ya da Filistin hareketinin herhangi bir parçasının, İsrail’i serbest bırakmadan oturmayı göze alabileceği bir çatışma değil.
Perşembe günü İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Filistinlilere karşı işlenen suçların “direniş ekseninin geri kalanından” bir karşılık göreceğini söyledi.
Hizbullah, bu durum ne kadar uzun sürerse, birlikte hareket etmedikleri takdirde her bir cephenin o kadar savunmasız hale geleceğini düşünmekte haklı olacaktır. İsrail’i Gazze’de müzakere edilmiş bir ateşkese zorlamanın tek yolu bu olabilir.
İkinci kısıtlama kolu ise ABD’dir. Başkan Joe Biden, Ukrayna’nın karşı taarruzunun batağa saplandığı, kışın yaklaştığı ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in zaferin ve Avrupa savaş yorgunluğunun tadına vardığı bir dönemde, Husiler gibi İran’la bağlantılı her silahlı grubun dâhil olacağı bölgesel bir savaşa sürüklenmeyi gerçekten istiyor mu?
Orta Doğu’da tamamen dengesiz bir müttefik tarafından yaratılan plansız bir bölgesel savaş ABD için bir anlam ifade ediyor mu? Bence yok. Biden, Netanyahu’ya yeşil ışık yakarak İsrail’e açık destek verdi ama ABD’nin şu anda Gazze’de yaşananların olası yıkıcı sonuçlarını hesapladığını sanmıyorum.
Önümüzdeki tehlikeler
Lübnan açıklarında batılı bir savaş filosu Hizbullah’a karşı caydırıcı bir unsur olarak toplanıyor.
Harekete geçmeden önce, sadece 40 yıl önce Beyrut’ta patlayıcı dolu bir kamyonun ABD deniz piyadelerinin bulunduğu bir kışlaya girdiğini ve dakikalar sonra benzer bir saldırının Fransız paraşütçü birliğine karşı yapıldığını hatırlamalıdırlar. Yaklaşık 300 askeri personel hayatını kaybetti.
Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve Fransa Cumhurbaşkanı Francois Mitterrand ortak hava saldırıları düzenlemeyi planladılar. Sonuçta deniz bombardımanı dışında herhangi bir misilleme saldırısı gerçekleşmedi çünkü ABD Savunma Bakanı Caspar Weinberger ve Dışişleri Bakanı George Shultz bombalamalardan kimin sorumlu olduğu konusunda anlaşamadılar.
Bu kez, Biden’ın başkan yardımcısı olarak eski Başkan Barack Obama’ya yaptığı, “Bitiremeyeceğin savaşları başlatma!” uyarıları kulaklarında çınlıyor olacak.
Hem ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken hem de Savunma Bakanı Lloyd Austin bölgede olayları yatıştırmaya çalışıyorlar ama onlarınki imkânsız bir görev. İsrail’in fitili ateşlemesine izin verdikten sonra şimdi patlamayı kontrol altına almaya çalışıyorlar.
Ortadoğu bugün, Bush ve eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in 2003 yılında Irak’ı işgal etmeyi planladıkları dönemle kıyaslanamayacak kadar zayıf. Suriye, Irak, Yemen, Sudan ve Libya harabeye dönmüş; Mısır, Ürdün ve Tunus ise iflas etmiş durumda. İstikrarsızlık Akdeniz’de, en misafirperver ev sahibi Türkiye’nin bile artık tersine çevirmeye çalıştığı büyük mülteci akınlarına neden oldu.
Yazdıklarımın sadece üçte biri gerçekleşirse, İsrail’in sınırları açık hale gelebilir ve Lübnan’dan Ürdün’e ve Mısır’a kadar silahlı grupların sürekli saldırılarına davetiye çıkarabilir. En azından İsrail, Ürdün ile olan en uzun sınırında sahip olduğu sessizliği kaybedecektir.
Netanyahu gibi tek bir adamın kafasındakileri kimse tahmin edemez. Hiç kimse Gazze’de bu operasyonu başlatması için Batı tarafından kendisine verilen açık çeki bilemez.
Ortadoğu’yu değiştirebilecek bir plâna dönüşen bir Gazze harekatı tehlikeli bir şekilde geri tepebilir ve çok geç olmadan durdurulmalıdır.
Kaynak: middleeasteye.net