Connect with us

Yazılar

Yeni Nesil Etno-Milliyetçiliğin İzleri – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:

-

Memlekette şimdilerde yükselmekte olan özellikle genç nesiller içinde yayılan, kamuoyunda sık sık Z Kuşağı olarak tanımlanan dijital iletişim teknolojileri içinde doğan kuşakta; ırkçı, mülteci düşmanı, etnik üstünlükçü, kadın düşmanı siyasal dilin geleceğin etno-milliyetçi siyasasında rolü olma olasılığı çok yüksek.

Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinden, orman yangınlarından ve yeni bir göç “dalga”sının Türkiye’ye ulaştığı iddialarından sonra özellikle “Aykırı Gazetesi” ve “Öfkeli Genç Türkler” olarak bilinen sosyal medya hesaplarından bu gündemlere yönelik ırkçı provokasyonlarla iş Ankara’nın Altındağ ilçesinde Suriyeli mültecilere yönelik pogroma kadar ileri gitti. Son zamanlarda gençler arasında “havalı” görülen ve hızla yayılan bu tutum aslında Türkiye’ye has değil. Bütün bir yeryüzünde özellikle internet kültürleşmeleri aracılığıyla etno-faşizmin yeni bir şafağı yaşanıyor diyebiliriz.

Gerçeklikle teması sürekli olarak ekran aracılığıyla olmuş, gerçek tecrübelerden kopuk bir yapay varoluş alanlarına sıkışmış bir nesil tarafından internet sosyalleşmeleri aracılığıyla Avrupalı yeni nesil ırkçılığın bir türü olan “alt-right”ı taklit eden söylemler Türkiyeli (daha özelde etnik olarak Türk) gençler arasında hızla ürüyor ve üretiliyor. Reddit, 4chan gibi sosyal medya uygulamalarının dili olan “mem” dili popülerleşiyor. Aynı zamanda “alt-right” taklidi olan ırkçı ve üstünlükçü söylemlerin çoğaltılmasında önemli bir işlev görüyor.

Mem, doğası gereği bir görsel ve onunla ilişkilendirilmiş mesajdan oluşan ve kültürel bir “viral” komponent olarak oradan oraya sıçrayarak üreyebilen bir yapıdır. Nedensellikten kopuk bağlamsız(anti-diyalektik) bir imge olarak çoğalır.[1] Gerçekliği kompleks bir ilişkiselliğin sonucu olarak değil memde kurulmuş ve gösterilmiş, indirgenmiş yapay bir tasarıma ve karikatüre dönüştürür. Misal, Sırp etnisistlerin soykırım marşlarında yazan müslümanlar için kullanılan “Remove Kebap!” sloganı Avrupalı “alt-right”ın  memlerinde bağlamsızlaştırılıp sadece bir “şaka”ya dönüşürek normalleşiyor.

Bağlamın viral reenkarnasyonu ise Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde yapılan cami katliamında oluyor.  Saldırgan şiddeti ve cinayeti oyunlaştırdığı Facebook canlı yayınında, ki bu yayın da dakikalar içinde milyonlarca kişi tarafından izleniyor, bu marşı çalıyor.[2] Yayın ise tam olarak “ekran” için bir “FPS”(Birinci Şahıs Atıcılık) oyunu formatında tasarlanmış. Yani cinayetleri oyunlaştırmak ve yabancılaştırmak bu dilin en temel fonksiyonlarından  biri oluyor.

Ekranın temel aktarım aracı olarak kullanıldığı bu algılama biçimi kişileri gerçek trajedilere yabancılaştırıyor. Mültecilik, savaş, yıkım, ölüm, tecavüz, sefalet gibi durumlar sanallaşıyor. Empati, dayanışma ve adalet duygusunun yerini tiksinç bir kinizm alıyor. Son olarak dehşete düşmüş ve hayatta kalmak için uçağa tutunmaya çalışan insanların görüntüsüne yapılan yorumlar gibi…

Tıpkı Avrupalı özdeşleri gibi bahsedilen kişi ya da gruplar kendilerini etno-milliyetçi bir temelde tanımlıyor. Referans yapılarını bir tür etnik/ırksal hiyerarşiden alıyorlar. Irk/etnisite temelli ideopolitik kurgu belirli zihin setinin davranış örüntüsünü oluşturuyor. Aynı zamanda Avrupalıya dönük örtük ya da açık hayranlık her söylemde farklı biçimlerde hissediliyor. Mülteci/göçmen sıklıkla “Avrupalı” olmamakla ya da en azından bizim kadar Avrupalı olmamakla itham ediliyor. Yerli ve milli olan ise Kürtlere karşı karşı kurulmuş etnokrasinin “Kürt Sorununun” tarihsel bakiyesinin reddinin devam edilmesi. Kürtler ve Kürt sorunu bir “terör ve güvenlik” problemi olarak ele alınıyor. Daha katı ırkçı mahfillerde çözüm olarak “soykırımın” önerildiği bile oluyor.

Bir diğer yaygın tutum ise yine Avrupalı muadillerinin meşhur karikatür antagonisti olan “SJW”nin (Social Justice Warior-Sosyal Adalet Savaşçı)  bu grupların söylemindeki sıklığı. Yerli bir stereotip olan “Cihangir Solcusu”na benzeyen bu stereotip daha saldırganca ve pejoratif kurguların içine oturtuluyor. Bu stereotip o kadar yaygınlaştı ki bu gençlerin bir kısmı özellikle alttan empoze edilen Sosyal Darwinci düşüncelerle beraber kimsenin kendisinden ya da “akrabasından”(Kin Selection/Akraba seçilimi, evrimsel biyolojide kullanılan bir terim[3]) -ki ırkçılık burada bunu ırkçı düşünümlere itiyor- başkasının iyiliğini istemeyeceğine kesinkes inanıyorlar.

Bu “SJW” stereotipi özellikle renkli saçlı, orta sınıf, feminist bir genç kadın olarak zuhur ediyor ve genelde genç erkekler tarafından bir hakikat derecesine yükseltilen bu sterotipin her tip gibi bir kurgu olduğuna ikna etmek neredeyse imkânsız hale geliyor. SJW’nin bir antagonist olarak yükselmesi ve kabul edilmesi tutumları SJW’nin zıddına göre almaya itiyor. Temel insan haklarına karşı ve tabi ki bir hak olarak ilticaya karşı tutumda bunun rolü de muhtemelen büyük.  Mültecilerin temel haklarını ya da var olduğu sanılan sözde “politik doğruculuğu” savunan herkesi yeni sosyal medya argolarıyla aşağılamak ise bu siyasi kinizmin bir parçası olarak sık sık kendini gösteriyor.

Yeni nesil etno-faşistlerimizin kurgusunda sınıfsal izlekler de yok değil. Kendisinin “çalışan sınıflar” adına konuştuğunu iddia etmek ve sınıfsal gerçekliklerden soyutlanmış bir etnik/ırksal hezeyanlarla kurulmuş dünya görüşü tıpkı tarihsel faşizmin çelişkilerini andırıyor. SJW stereotipi gibi özellikle topluma/sağduyuya yabancılaşmış bir figür antagonize ediliyor. Çalışan sınıflar içindeki kültürleşmeler kimin organik ulusun parçası olduğuna dair yine faşizme yakınsayan sanal ayrımlarla parçalanıyor. Egemen sınıflar organik ulus, bu şartlar bir etnisite içinde eriyor, bulanıklaşıyor.

Pandemi ile birlikte derinleşen ve çözümsüzleşen bir stagflasyonun var olduğu ve Büyük Buhran’dan bu yana en büyük mali ve ekonomik krizlerden birinin yaşandığı şu yıllarda egemen sınıflar da riskli durumlarda kendi rollerini bulanıklaştıran ideopolitik zeminlere yatırım yapmayı zararlı görmüyor. Açıkça sistemin, arzu ettiğinde faşizme karşı ne kadar hoşgörülü olduğu  sarihleşiyor. Özellikle kültürelci solun/sol liberalizmin hedef alınması gerçekliğin nesnel idrakinden kopuk dünya görüşünü bir daha ortaya koyuyor. Türk siyasal elitinin değil sol liberalizm, liberalizmden yana bile temel bir tutumu olmadığı gerçekliği ile karşılaştırılınca kurgunun yapaylığı ve intihalliği de aşikar oluyor. Şu an iktidarda olan Yeni Osmanlıcı tasallutuna karşı ise bir “etno-milliyetçilik” olarak Kemalizmi yeniden üretmeye devam ediyorlar. Mevcut iktidar, bu faşizan blokların ürettiği düşük yoğunluklu siyasal gerilimden memnun duruyor. Sık sık sıkışan gündemin tek yöne yoğunlaşmasını engellemiş oluyor.

Ezen-ezilen ilişkisinin faşist revizyonu hem mağdur hem de muktedir ulus oluyor. Oksimoronik tahayyüller her yerine sindiği bu düşünüş biçiminde sürekli mobilizasyon gerekiyor. Yeni Osmanlıcı sağ popülizmin süreklileştirdiği ekonomi-politik kararsızlığın etno-faşist tahayyülere zemin hazırladığını belirtmek gerekiyor. Yeni Osmanlıcıların iktidar ortağı olan “Irkçı Parti” ise pusuda yatmış zamanının gelmesini bekliyor.

Son günlerde “Öfkeli Genç Türkler” denilen gruptan kişilerin astıkları “Hudut Namustur” pankartı yüzünden emniyette ifade vermeye çağrıldığı haberleri düşüyor. CHP bizzat bu söylemi parti başkanı düzeyinde alıyor ve aynen kullanıyor. Hatta feminist ve eski bir “hak savunucusu” olan İstanbul İl Başkanı dahî bu fazlasıyla cinsiyetçi de olan afişleri paylaşıyor. Altındağ’da Suriyelilere yönelik organize bir pogrom yapılıyor. Muhalif ve yeni sosyal demokrat(!) belediye başkanı pogroma karşı bir tutum almak şöyle dursun “misafirlerimizin bir an önce evlerine dönmesini” umuyor. Devletin yargısı tertipçileri serbest bırakıyor.  Yangınlarda Kürtlere karşı etnik ve politik nefreti kaşımaya çalışan aynı odaklar tarafından yayılan dezenformasyon ve yalan ile insanlar etnik kimliklerine ve plaka numaralarına göre linç ettiriliyor ve etno-faşizme eko-faşizmin de eşlik edebileceğinin mesajı veriliyor.

Kısacası yükselen yeni etno-faşizm, sağ popülizmler sonrası dünyamızda daha çok rol oynayacak gibi duruyor. Kendini hakikat ve yeryüzünün mustazafları/ezilenleri safında konuşlandıranlar için bu durum alarme edici olmalıdır.

Dipnotlar:

[1] https://www.e-skop.com/skopdergi/alt-right-trollerin-memlerin-soleni/5894

[2] https://www.e-skop.com/skopdergi/asiri-sagin-oyunlastirilmis-katliamlari/5896

https://www.e-skop.com/skopdergi/alt-rightin-estetigi/5895

[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Kin_selection

Ayrıca bkz:

https://www.nytimes.com/2019/03/27/opinion/gaming-new-zealand-shooter.html

https://www.e-skop.com/skopdergi/populist-kulturalt-right-estetik-sunus/5900

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM