Yazılar
Yeni Nesil Etno-Milliyetçiliğin İzleri – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:
2 sene önce-

Memlekette şimdilerde yükselmekte olan özellikle genç nesiller içinde yayılan, kamuoyunda sık sık Z Kuşağı olarak tanımlanan dijital iletişim teknolojileri içinde doğan kuşakta; ırkçı, mülteci düşmanı, etnik üstünlükçü, kadın düşmanı siyasal dilin geleceğin etno-milliyetçi siyasasında rolü olma olasılığı çok yüksek.
Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinden, orman yangınlarından ve yeni bir göç “dalga”sının Türkiye’ye ulaştığı iddialarından sonra özellikle “Aykırı Gazetesi” ve “Öfkeli Genç Türkler” olarak bilinen sosyal medya hesaplarından bu gündemlere yönelik ırkçı provokasyonlarla iş Ankara’nın Altındağ ilçesinde Suriyeli mültecilere yönelik pogroma kadar ileri gitti. Son zamanlarda gençler arasında “havalı” görülen ve hızla yayılan bu tutum aslında Türkiye’ye has değil. Bütün bir yeryüzünde özellikle internet kültürleşmeleri aracılığıyla etno-faşizmin yeni bir şafağı yaşanıyor diyebiliriz.
Gerçeklikle teması sürekli olarak ekran aracılığıyla olmuş, gerçek tecrübelerden kopuk bir yapay varoluş alanlarına sıkışmış bir nesil tarafından internet sosyalleşmeleri aracılığıyla Avrupalı yeni nesil ırkçılığın bir türü olan “alt-right”ı taklit eden söylemler Türkiyeli (daha özelde etnik olarak Türk) gençler arasında hızla ürüyor ve üretiliyor. Reddit, 4chan gibi sosyal medya uygulamalarının dili olan “mem” dili popülerleşiyor. Aynı zamanda “alt-right” taklidi olan ırkçı ve üstünlükçü söylemlerin çoğaltılmasında önemli bir işlev görüyor.
Mem, doğası gereği bir görsel ve onunla ilişkilendirilmiş mesajdan oluşan ve kültürel bir “viral” komponent olarak oradan oraya sıçrayarak üreyebilen bir yapıdır. Nedensellikten kopuk bağlamsız(anti-diyalektik) bir imge olarak çoğalır.[1] Gerçekliği kompleks bir ilişkiselliğin sonucu olarak değil memde kurulmuş ve gösterilmiş, indirgenmiş yapay bir tasarıma ve karikatüre dönüştürür. Misal, Sırp etnisistlerin soykırım marşlarında yazan müslümanlar için kullanılan “Remove Kebap!” sloganı Avrupalı “alt-right”ın memlerinde bağlamsızlaştırılıp sadece bir “şaka”ya dönüşürek normalleşiyor.
Bağlamın viral reenkarnasyonu ise Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde yapılan cami katliamında oluyor. Saldırgan şiddeti ve cinayeti oyunlaştırdığı Facebook canlı yayınında, ki bu yayın da dakikalar içinde milyonlarca kişi tarafından izleniyor, bu marşı çalıyor.[2] Yayın ise tam olarak “ekran” için bir “FPS”(Birinci Şahıs Atıcılık) oyunu formatında tasarlanmış. Yani cinayetleri oyunlaştırmak ve yabancılaştırmak bu dilin en temel fonksiyonlarından biri oluyor.
Ekranın temel aktarım aracı olarak kullanıldığı bu algılama biçimi kişileri gerçek trajedilere yabancılaştırıyor. Mültecilik, savaş, yıkım, ölüm, tecavüz, sefalet gibi durumlar sanallaşıyor. Empati, dayanışma ve adalet duygusunun yerini tiksinç bir kinizm alıyor. Son olarak dehşete düşmüş ve hayatta kalmak için uçağa tutunmaya çalışan insanların görüntüsüne yapılan yorumlar gibi…
Tıpkı Avrupalı özdeşleri gibi bahsedilen kişi ya da gruplar kendilerini etno-milliyetçi bir temelde tanımlıyor. Referans yapılarını bir tür etnik/ırksal hiyerarşiden alıyorlar. Irk/etnisite temelli ideopolitik kurgu belirli zihin setinin davranış örüntüsünü oluşturuyor. Aynı zamanda Avrupalıya dönük örtük ya da açık hayranlık her söylemde farklı biçimlerde hissediliyor. Mülteci/göçmen sıklıkla “Avrupalı” olmamakla ya da en azından bizim kadar Avrupalı olmamakla itham ediliyor. Yerli ve milli olan ise Kürtlere karşı karşı kurulmuş etnokrasinin “Kürt Sorununun” tarihsel bakiyesinin reddinin devam edilmesi. Kürtler ve Kürt sorunu bir “terör ve güvenlik” problemi olarak ele alınıyor. Daha katı ırkçı mahfillerde çözüm olarak “soykırımın” önerildiği bile oluyor.
Bir diğer yaygın tutum ise yine Avrupalı muadillerinin meşhur karikatür antagonisti olan “SJW”nin (Social Justice Warior-Sosyal Adalet Savaşçı) bu grupların söylemindeki sıklığı. Yerli bir stereotip olan “Cihangir Solcusu”na benzeyen bu stereotip daha saldırganca ve pejoratif kurguların içine oturtuluyor. Bu stereotip o kadar yaygınlaştı ki bu gençlerin bir kısmı özellikle alttan empoze edilen Sosyal Darwinci düşüncelerle beraber kimsenin kendisinden ya da “akrabasından”(Kin Selection/Akraba seçilimi, evrimsel biyolojide kullanılan bir terim[3]) -ki ırkçılık burada bunu ırkçı düşünümlere itiyor- başkasının iyiliğini istemeyeceğine kesinkes inanıyorlar.
Bu “SJW” stereotipi özellikle renkli saçlı, orta sınıf, feminist bir genç kadın olarak zuhur ediyor ve genelde genç erkekler tarafından bir hakikat derecesine yükseltilen bu sterotipin her tip gibi bir kurgu olduğuna ikna etmek neredeyse imkânsız hale geliyor. SJW’nin bir antagonist olarak yükselmesi ve kabul edilmesi tutumları SJW’nin zıddına göre almaya itiyor. Temel insan haklarına karşı ve tabi ki bir hak olarak ilticaya karşı tutumda bunun rolü de muhtemelen büyük. Mültecilerin temel haklarını ya da var olduğu sanılan sözde “politik doğruculuğu” savunan herkesi yeni sosyal medya argolarıyla aşağılamak ise bu siyasi kinizmin bir parçası olarak sık sık kendini gösteriyor.
Yeni nesil etno-faşistlerimizin kurgusunda sınıfsal izlekler de yok değil. Kendisinin “çalışan sınıflar” adına konuştuğunu iddia etmek ve sınıfsal gerçekliklerden soyutlanmış bir etnik/ırksal hezeyanlarla kurulmuş dünya görüşü tıpkı tarihsel faşizmin çelişkilerini andırıyor. SJW stereotipi gibi özellikle topluma/sağduyuya yabancılaşmış bir figür antagonize ediliyor. Çalışan sınıflar içindeki kültürleşmeler kimin organik ulusun parçası olduğuna dair yine faşizme yakınsayan sanal ayrımlarla parçalanıyor. Egemen sınıflar organik ulus, bu şartlar bir etnisite içinde eriyor, bulanıklaşıyor.
Pandemi ile birlikte derinleşen ve çözümsüzleşen bir stagflasyonun var olduğu ve Büyük Buhran’dan bu yana en büyük mali ve ekonomik krizlerden birinin yaşandığı şu yıllarda egemen sınıflar da riskli durumlarda kendi rollerini bulanıklaştıran ideopolitik zeminlere yatırım yapmayı zararlı görmüyor. Açıkça sistemin, arzu ettiğinde faşizme karşı ne kadar hoşgörülü olduğu sarihleşiyor. Özellikle kültürelci solun/sol liberalizmin hedef alınması gerçekliğin nesnel idrakinden kopuk dünya görüşünü bir daha ortaya koyuyor. Türk siyasal elitinin değil sol liberalizm, liberalizmden yana bile temel bir tutumu olmadığı gerçekliği ile karşılaştırılınca kurgunun yapaylığı ve intihalliği de aşikar oluyor. Şu an iktidarda olan Yeni Osmanlıcı tasallutuna karşı ise bir “etno-milliyetçilik” olarak Kemalizmi yeniden üretmeye devam ediyorlar. Mevcut iktidar, bu faşizan blokların ürettiği düşük yoğunluklu siyasal gerilimden memnun duruyor. Sık sık sıkışan gündemin tek yöne yoğunlaşmasını engellemiş oluyor.
Ezen-ezilen ilişkisinin faşist revizyonu hem mağdur hem de muktedir ulus oluyor. Oksimoronik tahayyüller her yerine sindiği bu düşünüş biçiminde sürekli mobilizasyon gerekiyor. Yeni Osmanlıcı sağ popülizmin süreklileştirdiği ekonomi-politik kararsızlığın etno-faşist tahayyülere zemin hazırladığını belirtmek gerekiyor. Yeni Osmanlıcıların iktidar ortağı olan “Irkçı Parti” ise pusuda yatmış zamanının gelmesini bekliyor.
Son günlerde “Öfkeli Genç Türkler” denilen gruptan kişilerin astıkları “Hudut Namustur” pankartı yüzünden emniyette ifade vermeye çağrıldığı haberleri düşüyor. CHP bizzat bu söylemi parti başkanı düzeyinde alıyor ve aynen kullanıyor. Hatta feminist ve eski bir “hak savunucusu” olan İstanbul İl Başkanı dahî bu fazlasıyla cinsiyetçi de olan afişleri paylaşıyor. Altındağ’da Suriyelilere yönelik organize bir pogrom yapılıyor. Muhalif ve yeni sosyal demokrat(!) belediye başkanı pogroma karşı bir tutum almak şöyle dursun “misafirlerimizin bir an önce evlerine dönmesini” umuyor. Devletin yargısı tertipçileri serbest bırakıyor. Yangınlarda Kürtlere karşı etnik ve politik nefreti kaşımaya çalışan aynı odaklar tarafından yayılan dezenformasyon ve yalan ile insanlar etnik kimliklerine ve plaka numaralarına göre linç ettiriliyor ve etno-faşizme eko-faşizmin de eşlik edebileceğinin mesajı veriliyor.
Kısacası yükselen yeni etno-faşizm, sağ popülizmler sonrası dünyamızda daha çok rol oynayacak gibi duruyor. Kendini hakikat ve yeryüzünün mustazafları/ezilenleri safında konuşlandıranlar için bu durum alarme edici olmalıdır.
Dipnotlar:
[1] https://www.e-skop.com/skopdergi/alt-right-trollerin-memlerin-soleni/5894
[2] https://www.e-skop.com/skopdergi/asiri-sagin-oyunlastirilmis-katliamlari/5896
https://www.e-skop.com/skopdergi/alt-rightin-estetigi/5895
[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Kin_selection
Ayrıca bkz:
https://www.nytimes.com/2019/03/27/opinion/gaming-new-zealand-shooter.html
https://www.e-skop.com/skopdergi/populist-kulturalt-right-estetik-sunus/5900

-Yusuf kıssasından ilham alarak-
İnsan fıtratı, tarih boyunca, değişik zamanlarda ve değişik sebeplerle birçok saldırıya maruz kalmış, ama bu modern/postmodern çağda olduğu kadar yıkıcı bir durumla karşılaşmamıştır.
İnsan, Allah’ın kendisine emanet ettiği fıtratını korumak isterken şeytanın ve insan-şeytanları sinsice saldırıları sonucu mühim bir yıkıma maruz kalmıştır.
İş böyle olunca, çoğu kez asıllarla asıl olmayan olgular yer değiştirmiş, doğru-yanlış birbirine karışmış; kişinin kendi ilmine istinaden elde etmesi gereken makamların o kişiye değil de bazı sâiklerle ona layık olmayan başka kişilere tevdi edilmesi söz konusu olmuştur.
Çağdaş dönemde -o da galiba yöneticiler açısından onlara kolaylık olsun diye- birtakım konumlara çoğu kez göreve layık olmayanların getirilmesinin zıddına Yusuf’un (as) görev talebinde bulunması, o alanda var olan paradigmayı yıkması açısından önem kazanmaktadır.
Bu sorunlu paradigmanın yıkılması Kur’an’da Yusuf sûresi’nde “Yusuf kıssası” olarak geçmektedir.
Rehberimizin Kur’an olmasına rağmen, genel anlamda geçmişte olduğu üzere günümüzde de “görevin istenmeyeceği, talep dahî edilemeyeceği; olsa olsa üstteki yöneticiler (kral, padişah, devlet ve parti başkanı, amir, müdür vb.) tarafından -o da çoğu kez lütuf olarak belli bir bedel/minnet karşılığında- verilebileceği savunuluyor. Bu bedelin mahiyeti zamana, döneme ve duruma göre değişebilmektedir.
Kur’an kıssaları, kendilerine İslam’ı tebliğ eden peygamberlerin gönderildiği geçmiş dönemlerde yaşayan halkların/ümmetlerin tecrübelerine odaklanır ve bir hikmet ile olan bitenden ders alınmasını amaçlayan bir öze sahiptir.
Hikâye gibi “insani/edebi bir kurgu” değildir; bizzat yaşanmışlık üzerinden kendini ortaya koyar. Onun amacı, hikâye anlatmak değil, hadiselerden dersler ve ibretler çıkarmaktır.
Bununla birlikte, birçok din mensubuna ârız olan “dini kültürleştirme ve onu giderek foklorize etme” durumu maalesef geçmişten günümüze Müslüman çoğunluğu da etkilemiş; din yerine -hem de sözde onun adına- kültür ve folklor ön plâna çıkmıştır.
İşte bu kıssalardan birisi de Yusuf kıssasıdır.
Bu kıssa aile ve toplumsal hayat ve ona bağlı olarak kardeşler arası kıskançlık, babaya karşı yalan söyleme, aileyi bazı konularda beklenti içerisine sokma; kardeşlerin yaptığı yanlış karşısında “kuyuya layık görülen” Yusuf’un kuyudan çıkarılması, köle olarak Mısır’da satılması ve ondan sonra gelişen olaylar ve olgular şeklinde özetlenebilir.
Biz toplum olarak tüm kıssalardan dersler çıkarıp onda bir hikmet arayacağımıza, onu kültleştirdik. Foklorize ettik. Bu da yetmedi -insanî olan aşk duygusunu genele şâmil kılma yoluyla “yanlış bir iş yapan” Züleyha figürü üzerinden- doğruluğun, çalışkanlığın, işini en iyi şekilde yapma düşüncesi ile adaletin, Allah vergisi bir güzelliğin -bu, aynı zamanda bir imtihan gerekçesi idi- ve masumiyetin sembolü olan bir peygamberin de içerisinde bulunduğu ve belki de akılsızlık olarak tanımlanacak bir aşk hikâyesi olarak değerlendirip durduk!
Gelelim konuya.
Burada gayemiz Yusuf suresinin tümünü anlatmak değil; Yusuf’la (as) ilgili diye düşünülen, kurgulanan her türlü yanlış ve maksadı aşan gereksiz laf yığınına karşı, var olan hakikati ve onun Mısır melikinden bulunduğu taleple ilgilidir.
Bununla birlikte, yani ehliyet sahibi olduğunu belirtmenin yanında, işin esas mahiyetinin perdelenmesine sebep vermeden iki sevgiden bahis açılmaktadır: Bunlar, “Züleyha’nın tüketici sevgisi, Hz. Yakub’un üretici sevgisi.” (Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, s. 144, 4. Baskı, 2011, Akabe Vakfı Yayınları)
“İki sevgide de sevilen kişi Yusuf’tur. Fakat Züleyha Yusuf üzerinden nefsini severken Hz. Yakub, Yusuf üzerinden mazlumiyeti ve mağduriyeti sevmektedir.” (A.g.e, s. 144)
Yusuf (as) melikten ne talebinde bulunmuş ve onu nasıl ifadelendirerek dile getirmişti?
Şimdi ona bakalım.
O dönemde hemen her coğrafyada olduğu üzere Nil nehrinin beslediği Mısır’da da ekonomi tarıma dayalıydı. Dönem dönem uzun yılları kapsayan kıtlık durumu yine gelip kapıya dayanmıştı. Yusuf peygamber, kendisi de tarımdan ziyade ekonomik durum açsısından hayvancılıkla birlikte ticaretin hâkim olduğu bir ortamda büyüdüğü ve kendisine “ilim verildiği” için, kapıda olan kıtlığa karşı alınması gereken önlemlere yönelik yöneticilik talebinde bulunmuştu:
Yusuf “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. (Yusuf, 12/55)
Yusuf (as) bu sözü elbette “iş olsun” diye söylememiştir. Kendi çağında, dünya genelinde olduğu üzere Mısır’da da tarıma dayalı ekonomik döngü içerisinde var olan hengâmeyi aşmak için çözüm arayan Firavun’a, Allah’ın verdiği “rüyaları tabir ilmi” aracılığıyla kendini takdim ve kabul ettirme düşüncesinin ön plânda olduğu görülür.
Mısır’a nazaran tarıma dayalı bir iktisadi hayattan ziyade, şartlar gereği uğraş olarak hayvancılık ve ticaretle uğraşan bir toplumun ferdi olması ve o kültür içerisinde yetişmesi hasebiyle, ticareti bilmesi ve adalet vasfına sahip olmasının ağırlığıyla da yöneticiliği en iyi bir şekilde yapabileceğini belirtiyor.
Bu arada Yusuf’un (as) çocukluğundan itibaren Vezir’in yanında iyi bir eğitim aldığını; devlet, siyaset, ekonomi meselelerinin tartışıldığı bir atmosferde yetiştiğini de hatırda tutmak gerekir. Bu durumda karşımıza bütünleyici bir tablo çıkıyor.
Burada, tarımın dışında ama bir açıdan tarımla bağlantılı kaim bir mesleğin izine rastlıyoruz. O da çobanlıktır. Keza tüm peygamberler şehirli oldukları gibi bir kısmı da ekonomik uğraş olarak da çobanlık işiyle meşgul olmuşlardı.
Bu böyle olmakla birlikte, Firavun’a yapılan teklifin içeriğinde, insanın üstesinden gelebileceği işe talip olmak isteyebileceği ve bu arzulanan işe dair ehliyet ve liyakatin da önemli unsurlar olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kur’an, işin ehline verilmesini ister. (Nisa, 4/58)
Bu, her şeyden önce vahiyle insanlara bildirilen bir hakikat ve ona göre hareket etmesi gereken bizler için de vaz geçilemez bir ilkedir.
Ondan dolayı liyakat ve ehliyet büyük önem arz etmektedir.
Zaten bu kurala uyulmadığında işlerin sarpa saracağı, yapılıp edilenden belli bir verim alınamayacağı ve sonuçta bir çürümenin, yıkılıp gitmenin mukadder olacağı kabul edilmelidir.
İşin ehline verilmesi meselesinin toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik içereceği de malumumuzdur.
Bu farklı durumlara rağmen genelde işin, görevin belli bir makamda yöneticilik konumunda olan kişiler ile resmi sıfatı bulunan kurullar, kurumlar tarafından çoğu kez ortaklaşa alınan kararlar sonucu verildiği gözlemlenmektedir.
Bir ya da birkaç işte kendini uzman olarak gören, o işi üstlenip yürüteceğini düşünen ve bunu açıkça dile getiren bir kişinin bu isteği çoğu zaman görmezden gelinmiş ve yadırganmıştır.
Peki, çoğu kişi için “istisnai bir durum” olarak değerlendirilebilecek Yusuf’un (as) yukarıda belirttiğimiz ayette vurguladığı mevzuyu bu durumda nasıl okumalıyız?
Kur’an’ı anlayarak okuma, onu tahlil etme, ondan ders çıkarma suretiyle elde edeceğimiz ilkeler eşliğinde, günlük hayatta reel olarak kabul gören ama hakikate terslik içeren mevzulara hayatiyet kazandırmak gibi bir vakıa ile karşı karşıyayız.
Kendisine rüyaların tabir edilmesi ilmi verilen ama yönetici makamında bulunmadığı hâlde kendi bilgisine güvenen bir ehil insanların, aslında çoğu kez görevin yönetici/ler tarafından ilgili kişilere verilmesinden ziyade kendini o işe ehil gören insanların üstesinden gelebileceklerine inandıkları için Yusuf (as) örneğinde olduğu gibi birçok sorumluluğu/görevi talep edebileceğini gösterir.
“Hz. Yusuf’un ülkenin hazinelerinin başına geçme isteği, bir işe ehil olan kimsenin o işe talip olabileceğine delil getirilmiştir. Kuşkusuz, Hz. Yusuf’un bu işe talip olması makam sevgisinden kaynaklanmıyordu. Onun hedefi adaletin hâkim olması ve insanlara haksızlık yapılmamasıydı. Ayette, zalim bir yönetimde görev almanın caiz olduğuna dair de delil vardır. Yeter ki kişi o zalim yönetime alet olmasın ve adaletle davransın.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 3. cilt, s. 33, Beyan Yayınları)
Yusuf’un (as) Allah’tan kendisine verilen bir ilim verilmesi ve iktisadi olarak çobanlık ile birlikte ticaretten de anlaması üzerine kendisine istediği o görev verilmektedir.
“Yusuf bu sözleriyle (12/55) ülkenin maliyesinin başına geçmek istediğini ve bu konuda hem güvenilir biri olduğunu hem de bu işten anladığını anlatıyordu. Kralın rüyasından hareketle yedi yıl sonra ülkede kıtlık olacağını biliyordu. Buna hazırlık yapacak, açlıktan insanların telef olmalarına engel olacaktır.” (A.g.e, s. 33-34)
Buna binaen Allah’ın, Yusuf peygamberin Mısır melikinden görev talebine karşılık olarak belirttiği “Böylece Yusuf’a dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkân ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) beyanı görev talep etmeyi, her iki taraf için de açıklığa kavuşturmaktadır.
Burada öne çıkan espri, Yusuf’un (as) doğruluğu adil oluşu ile birlikte yönetilenlerle yöneticilerin aynı toplumun ferdi olmaları bir açıdan kolaylığa mebni iken, bir açıdan da ehliyetsizliğe ve liyakatsizliğe yol açan akraba kayırıcılığının (nepotizm) önüne geçmek, onu törpülemek ve -Yusuf (as) işin istisnası olmakla birlikte- katılıp yaşadığı toplumda yabancı olan ve istese de yanlış yapma lüksüne düşmeyecek insanların eğer işin ehli iseler yöneticilik yapmaları mümkün olabilir, gerçeğidir.

Otoriter rejimlerden çıkışın en önemli anahtarı olarak siyaset görülmektedir. Sistem içi muhalefet yürüten akımlarda siyasetin anahtar rolü oynaması doğal bir sonuçtur. Ancak aynı rolü, başka bir dünya arayışı olan ve/veya olması gereken Müslümanların siyasete yüklemesi tabii bir durumdan öte kolaycılığı/yetersizliği ifade etmektedir çünkü başka bir dünya hakikat, insan, toplum üzerine başka bir irade ortaya koymaktan geçmektedir. Sistemin kendi ürettiği siyasallık kendisini değiştirecek bir paradigma ya da bu iradeyi sunmayacaktır.
Modern iktidarın yapısı üzerine önemli tespitleri olan Foucault, iktidarın ikili ilişkilerde başladığını dile getirmektedir. İkili ilişkilerde kendisini görünür hale getiren ve yeniden üreten iktidar üzerine konuşmak tartışmayı derinleştirmektedir. Bu derinlik İslam açısından hâlâ bir yeterlilik sunmamaktadır. Ra’d sûresinde “Siz benliğinizde olanı değiştirmediğiniz müddetçe Allah size ikramını değiştirmez.” buyurulmaktadır. Burada ekonomik, toplumsal, siyasi vb. her türlü iktidara yönelik değişimin ikili ilişkilerden de öte insanın benliğinde başladığı görülmektedir. İslam’ın öngördüğü benliğin ikili ilişkilerle ve kamusallıkla görünür hâle gelmesi değişimin en umut vaat edeni ve tek mümkün olanıdır. Bu süreçte rehber olarak modern siyasetin liderleri değil peygamberin varisi âlimler rehber olmalıdır. Müslümanların bugün “modern dünyanın nimetlerine” çağıran siyasi liderlerle değil, Müslümanca vâr oluşun imkânları üzerine fıkheden âlimlere ihtiyacı bulunmaktadır. Siyasetçi/âlim ikileminde âlimden yana tavır göstermek, parti/medrese ikileminde de medreseden yana tavır göstermeyi gerekli kılmaktadır.
Günümüzde değişimi siyasal yollarla mümkün gören anlayışlar bazı çelişkileri açıklamakla mükelleftir. Radikal biçimde ayrışan siyasi tabanlarda dahî aynı yerden bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri görünmektedir. Örnek verecek olursak, Ayasofya’da duygusal yoğunluk yaşayan bir gençle, Anıtkabir’de duygusal yoğunluk yaşayan genç arasında saydığımız (bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri vb.) insanın benliğine işaret eden alanlarda pek bir farklılık bulunmamaktadır. Kendi tabanında dahî değişimi görünür kılamayan herhangi bir siyasi parti bize nasıl bir değişim vaat edecektir?
Konuyu ayrıca post-modern düşüncenin modern siyasete etkileri bağlamında da tartışmakta gerekmektedir. Postmodernizm, hakikati bireye indirgeyerek modernitenin herkes için geçerli olan mutlak kaidelerini yerinden etmiştir. Modern dünyanın bu kaideler üzerine inşa ettiği insan, toplum, devlet algısı da bu minvalde anlam kaybına uğramıştır. Modern siyaseti var kılan bu mefhumların anlamını kaybetmesi kendisi içinde aynı kaderi doğuracaktır. Muhatap olacağımız post-modern kültüre, anlamını kaybedecek olan modernitenin siyasal, sosyal, ekonomik araçlarıyla itiraz sunmak bizi en başta kaybetmeye mahkûm edecektir. Bizatihi bu kültüre karşı sunacağımız itiraz, İslam’ın özgün duruşunu ve insanda görünür kıldığı benliği ortaya koymakla başlamalıdır. Değişim modern siyasetin parantezinden çıkarılmalıdır.

Modern dünyanın doğrusal tarih yorumu, antik Yunan ve Hint felsefesinin döngüsel tarih yorumunu yerinden etmiştir. Ancak herhangi bir zevale uğramayan, uğramama konusunda da net bir görüntü sunan ve hepimizi yakından ilgilendiren bir döngü daha mevcuttur: modern Türkiye’nin siyasi tarihi.
Ne yazık ki Türkiye’nin siyasi tarihi, kirli vesayetler ve bu kirli vesayete karşı aynı şekilde kirli olan küresel işbirlikleriyle doludur. Türkiye siyaseti bu hâliyle bir döngü görüntüsü sunmaktadır. Bu döngü, bizi sürekli bir vesayetin ve vesayete itiraz sunan kirli işbirliklerinin içerisinde tutmaktadır. Yakın vakte kadar kendini bu döngünün dışında tutan farklı arayışlar olmakla birlikte, ne yazık ki bu arayışlar kendi toplumsallığını oluşturamamış, resmi ideoloji tarafından cezalandırılmış ve/veya topluma yabancılaştırılmıştır.
Bugünün vesayetinin ideolojisi olan Yerlilik ve Millilik (Cumhur ittifakı) bir önceki yazımızda kritik edilmişti ancak bu yazımızda bahsedilen döngünün görünür kılınması için tekrar değinilmesi gereken bölümler mevcuttur. Yerlilik ve milliliğin kurucu ideolojik partisi AKP kendi siyasallığına, bugün yine kendisinin itiraz sunduğu (gerektiğinde “anlaşan” şekilde) küresel emperyalizmle kurduğu işbirliğiyle başlamıştır. Ulusalcı vesayete karşı girdiği işbirliği, kendini Irak işgalinden Arap baharına kadar Ortadoğu’ya yapılan tüm emperyalist müdahalelerin ortağı yapmıştır. Nihâî olarak da bu süreçte kendi vesayetini kurmuştur. Gelinen nokta bize herhangi bir parti ve/veya ittifakın vesayet karşıtı olmasının oy vermek, kader birliği yapmak için yeterli olmadığını tarihsel olarak göstermektedir.
Yeni politik kültür, klasik emperyalizmin dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Modern dünya, yaptığı müdahalelerle yeryüzünde bakir bir coğrafya bırakmamıştır. Yeni emperyalizm bu aşamada fiziki müdahaleden daha çok, “kapalı toplum” olarak adlandırılan ve bunu besleyen düşünce yapılarına yönelmektedir. Yeni emperyalizmin bu görüntüsü, ne yazık ki antiemperyalist damara sahip İslamcılığın klasik dönemde gösterdiği tepkiyi yeniden üretememesi sonucunu doğurmuştur. Kimliği belirsizleşen yeni emperyalizm, karşıtında yüksek motivasyonun oluşmasını da engellemiştir.
Konuyu, Türkiye’nin güncel siyasal iklimine taşıdığımızda yeni politik kültüre angaje olan siyasallığa Millet ittifakının daha uygun bir model olduğunu söyleyebiliriz. Seçim sürecine Batıya yaptığı ziyaretlerle başlayan Kılıçdaroğlu, yalnızca küresel sermayeyi değil, küresel siyaseti, toplumsallığı, kimliği ve bilgi biçimlerini de Türkiye’ye çağırmış ve referans olarak kabul etmiştir. Bu referanslar “daha fazla özgürlük” temelinde sloganlaştırılmıştır. Peki, bu özgürlük toplumun hangi taleplerine karşılık gelmektedir? Kendine ait kimliği, merkeziyeti, gündemi ve müfredatı olan cemaat, tarikat vb. yapılara aynı özgürlük alanı sunulacak mıdır? Kur’an’a dayalı toplumsallıkları, kadın ve erkek rollerini, cinsiyet tanımlarını, haram ve helal ölçütlerini yapıbozumuna uğratan yeni politik kültür (neoliberalizm) itiraz sunacağımız bir emperyalizm üretmiyor mu?
Müslüman kimliğiyle bilinen birçok isim bizzat CHP aday listelerinde kendilerine yer bulabildiler. Bu kişilerin ortak noktası gerçekten Müslüman kimlikleri mi, yoksa neoliberal referansları mıydı? Millet ittifakında özgürlük, yalnızca neoliberal çerçeve içerisinde konuşmanın siyaset üretmenin özgürlüğüdür.
Bu minvalde yeni emperyalizmi gerçekleştirmede önemli bir rol de İskoçya örneğinde olduğu gibi LGBTİ’yi savunabilecek neoliberal Müslümanlara verilmiştir. “Yerli ve milli” çizginin ürettiği dini araçsallaştıran dil ve zihin burada tekrar karşımıza çıkacaktır. İnandığımız değerleri araçsallaştıran bu siyasallığa karşı seçim süreci sonrasında İslamcı camianın ilk eylemi, “yerli ve milli vesayet”le, “küreselci siyaset”e angaje olan bu iki yoldan kendisini ayırdığı bilgi, kimlik, toplum, kurumsallaşma gibi konularda yaklaşımını tekrar açığa çıkarmasıdır.
İslamcılar zemini kendilerine ait olmayan siyasallıkta kutuplaşmayı, oyalanmayı bırakıp tüm insanlığın ihtiyacı olan Rahmanî toplumsallığın arayışında birleşmelidirler.