Connect with us

Yazılar

Yoktan Var Eden Güç Kim: “Kızımla Ekonomi Sohbetleri” Üzerine Bir Değerlendirme – Banu Gün

Yayınlanma:

-

Kitabın Adı: Kızımla Ekonomi Sohbetleri

Yazarın Adı: Yanıs Varoufakıs

Yayınevi: Epsilon Yayınları

Çevirmen: Sinan Arslaner    

Baskı Tarihi: Şubat 2021

Varoufakıs, siyasetçi ve ekonomist bir yazar olduğunu bu kitaptaki metafor ve gerçek anlatımı ile okuyucuya hissettiriyor. Kitap, birçok bölümden oluşuyor. Bu bölümler ekonomi, tarih, modern dünyayı ilgilendiren önemli olayları da içerisinde barındırıyor. Kitabın ismi itibariyle ekonomi tabanlı bir okuma yapacağımızı anlıyoruz. Fakat kitabı okuyup incelediğimiz zaman sadece ekonominin ele alınmadığını görüyoruz. Ekonominin yanı sıra dünyayı etkileyen önemli piyasalar, yaşam tarzları, modernizm gibi birçok olgu da ele alınıyor. Kitabın dili oldukça sade. Okuyucu ister yetişkin biri olsun isterse çocuk yaşlarında olsun kitabın açık anlatımını anlayabilir. Ekonomi, birçok alan ile ilgili olmasına rağmen, insanlar tarafından terimsel bir ders olarak görülüyor. Bu nedenle okuyucu kitlesi, ekonomi kitapları içerisindeki ağır anlatımları anlamakta zorlanır. Bunu Varoufakıs’ın kitabında göremiyoruz. Açık anlatım, birçok örnekleme gibi öğeler kullanılarak ekonomi, herkesin anlayacağı bir şekilde özetlenmiş. Ayrıca ekonomi terimleri, hap bilgiler gibi yüzeysel bir içerik mevcut değil. Kapitalizmin gelişimi, para piyasasının çıkışı gibi temel bölümler mevcut. Böylece ekonominin birçok alanla doğrudan bir ilişkisi olduğunu görebiliyoruz.

Kitap toplam sekiz ara bölümden oluşuyor. İlk iki bölümde, dünyanın her noktasını etkileyen temel problemler ile başlanıyor. İlk bölümde, toplumlar arası eşitsizliğin nedeni sorgulanıyor. Eşitsizlik meselesinin sadece hak ve özgürlükler olarak ele alınmasına karşı çıkan Varoufakıs, bu eşitsizliği para piyasası ile ilişkilendiriyor. Bu bölüm, insanların tarıma başladıkları dönemin küçük bir özeti olarak geçiyor. Her insanın, toplumun eşit olduğu döneme gittiğimizde insanlar, avcılık ve toplayıcılık ile yaşıyordu. Fakat tarımmın keşfedilmesi ve yerleşik hayatın başlangıcı ile toplumlar gelişmişlik seviyelerine göre bu eşitliği etkilemeye başladılar. Para kavramı, bir değiş tokuş olarak tarım hayatının getirisi halinde başladı. İnsanlar, ürettikleri şeyleri, bir başka tüketilebilen bir şeyle değiştirebildiler. Değiş tokuş ile mal ,commodity, kavramı ortaya çıktı. Zamanla yazı devreye girdi ve borç kavramı şekillendi. Kitabın ilk bölümünde Aborjinler ve İngilizler arasındaki eşsiz uçurum anlatılıyor. Tarım devrimi, para ve borç kavramları bu bölümde örneklendirmeler ile açıklanıyor. Tüm eşitsizliğin bir sistem yolu olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. İkinci bölümde ise piyasa dediğimiz ve paranın hareket edeceği o ortam ele alınıyor. Piyasa için gerekli olan faktörleri değer ve emtia olarak belirtiyor. İnsanlar için eskiden değer olan bir davranış veya bir mal artık para ile satılıp alınabilen bir oluşuma yani emtiaya dönüşüyor. Bu durum küresel para piyasalarından ticaretlere kadar etki ediyor. Bu bölümde sanayi devrimi gibi bütün dünyayı etkileyen bir olgu ele alınıyor. Fabrikalar, yüksek işçi gücü, buharlı makinalar dünyada kendilerine uygun bir rol bulup piyasayı oluşturdulur. Varoufakıs, paranın bir araçtan amaca sanayi devrimi ile birlikte geçtiğini belirtiyor.

Diğer üç bölümde piyasa, kâr anlayışı ve borç kavramı ele alınıyor. Kitabın üçüncü bölümünde Faustus oyunundan örneklendirmeler ile borç kavramı anlatılmaya çalışılmış. Cehennemi hak eden insanlar zorla cehenneme gitmek yerine özgür iradeleri ile cehennemi seçebilirler miydi? Faustus oyunundaki temel anlayış bu soru üzerine yoğunlaşır. Borç kavramı da insanın, hem zorluk çektiği hem de kendi iradesiyle istediği bir olgu olarak karşımıza çıkar. Varoufakıs, üretim ve dağıtım olan yerde borç kavramının ortaya çıkmasının çok normal olduğunu belirtiyor. İlk girişimcilerin ortaya çıkması ile rekabetin artması ve kâr anlayışının kutsallaşması bu bölümde açık bir şekilde anlatılmış. Dördüncü bölümde ise bankacılık mesleği ve onun büyüsü üzerinde durulmuş. Bankanın ortaya çıkması ile insanların kafalarında “yoktan var eden güç” anlayışı para piyasasına yoğunlaştı. İnsanlar, bankacıların bu güce sahip olduklarına inanmaya başladılar. Fakat bankacılık ile yükselen kamu borçları, devletlerin farklı politikalara yönelmelerini sağladı. Devletler politikalarını paraya göre şekillendirmeye başladılar. Beşinci bölümde ise piyasa içerisindeki emek ve para ilişkisi anlatılıyor. Bu bölüm, insan faktörü hem bir kurban hem de bir kurtuluş yolu olarak okuyucuya yansıtılıyor. Sistem, kendi çarklarını çevirirken insanı kullanmakta çekinmiyor. Fakat insanlar bu çarkı kendilerini kurtarmak için de çeviriyorlar.

Kitabın son üç bölümü dijital ve modern dünyanın bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Kitap her ne kadar ekonomi ile ilgili olsa da dünyanın kapitalist tarihini her dönem için ele almıştır. Altıncı bölümde sanayi devriminin getirdiği buharlı makineler ve onların etkileri anlatılıyor. İnsan soyunun büyük bir makine köle ordusu kazandığını görüyoruz. Modern dünyadaki teknoloji ile birlikte çevrelendiğimiz sosyal ağlardan dijital dünyaya kadar teknoloji evreninin taleplerini karşılıyoruz. Varoufakıs, bu bölümde Matrix filminin, dünyamızı ele alarak küçük bir analizini yapmış. Filmdeki gerçeklik algısının zamanla dünyamızdakine benzediğini görebiliyoruz. Aynı zamanda bu bölümde köleliğin makineler tarafından mı yoksa insanlar tarafından mı yapıldığını soruyor. Kitap her bölümde gerçekliği açık bir şekilde ele alıyor. Fakat yazar, okuyucuyu çoğu zaman umutsuzluktan kurtarıp değişimin insan ile başlayacağını hatırlatıyor. Yedinci bölümde para ile politika arasındaki ilişki inceleniyor. Yazar, paranın politikadan ayrı, özel bir kurum olamayacağını çünkü bu iki alanın birbirini hayati bir şekilde etkilediğini söylüyor. Esir kampındaki örneklemeden enflasyon ve deflasyon kavramları açıklanıyor. İnsanların parayı kullanma biçimleri ve devlet içerisindeki çeşitli politikalar, bütün piyasayı oluşturuyor. Bu faktörlerden birinin olmaması piyasanın iki farklı uç dengesine sahip olacağının bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Sekizinci bölümde ise dünyanın değişimi, piyasaların dengesi üzerinde duruluyor. Bu bölümde de bir önceki bölüm gibi politikanın paradan ayrı ele alınamayacağı ele alınıyor. Daha çok piyasa, emtialaşma gibi büyük değişimlerin dünya üzerindeki dengeleri alt üst edeceği belirtiliyor.

Kitabın son sözü ise ideoloji, doyum ve atılımları ele almış. Sonsözde kitabın ana düşüncesi özetlenerek okuyucuya toplu bir şekilde bir son nokta dersi verilmiş. Kitabın ilk bölümünden son bölümüne kadar öğrendiğimiz birçok farklı şey oluyor. Öncelikle, ekonomi sadece bir kısım insanların uğraşacağı ve üzerinde düşüneceği bir alan değildir. Herkesle ilgilidir. Ekonomi, tarih, insan davranışları ve dünyanın gelişimi ile birlikte ele alınacak bir derstir. Dünya, ilk dönemlerinden modern dönemine kadar para piyasası çerçevesinde gelişti. İnsanlar, değerlerini bir emtia olarak satmanın yolunu buldular. Bilinçli veya bilinçsizce olsun piyasa insanlar tarafından oluşturuldu. İdeolojiler, dinler ve inançlar para kavramını farklı yönde ele aldılar. İnsanlar, para piyasasını yönettiler fakat kendilerini nasıl yöneteceklerini unuttular.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x