Yazılar
Yoktan Var Eden Güç Kim: “Kızımla Ekonomi Sohbetleri” Üzerine Bir Değerlendirme – Banu Gün

Yayınlanma:
2 sene önce-

Kitabın Adı: Kızımla Ekonomi Sohbetleri
Yazarın Adı: Yanıs Varoufakıs
Yayınevi: Epsilon Yayınları
Çevirmen: Sinan Arslaner
Baskı Tarihi: Şubat 2021
Varoufakıs, siyasetçi ve ekonomist bir yazar olduğunu bu kitaptaki metafor ve gerçek anlatımı ile okuyucuya hissettiriyor. Kitap, birçok bölümden oluşuyor. Bu bölümler ekonomi, tarih, modern dünyayı ilgilendiren önemli olayları da içerisinde barındırıyor. Kitabın ismi itibariyle ekonomi tabanlı bir okuma yapacağımızı anlıyoruz. Fakat kitabı okuyup incelediğimiz zaman sadece ekonominin ele alınmadığını görüyoruz. Ekonominin yanı sıra dünyayı etkileyen önemli piyasalar, yaşam tarzları, modernizm gibi birçok olgu da ele alınıyor. Kitabın dili oldukça sade. Okuyucu ister yetişkin biri olsun isterse çocuk yaşlarında olsun kitabın açık anlatımını anlayabilir. Ekonomi, birçok alan ile ilgili olmasına rağmen, insanlar tarafından terimsel bir ders olarak görülüyor. Bu nedenle okuyucu kitlesi, ekonomi kitapları içerisindeki ağır anlatımları anlamakta zorlanır. Bunu Varoufakıs’ın kitabında göremiyoruz. Açık anlatım, birçok örnekleme gibi öğeler kullanılarak ekonomi, herkesin anlayacağı bir şekilde özetlenmiş. Ayrıca ekonomi terimleri, hap bilgiler gibi yüzeysel bir içerik mevcut değil. Kapitalizmin gelişimi, para piyasasının çıkışı gibi temel bölümler mevcut. Böylece ekonominin birçok alanla doğrudan bir ilişkisi olduğunu görebiliyoruz.
Kitap toplam sekiz ara bölümden oluşuyor. İlk iki bölümde, dünyanın her noktasını etkileyen temel problemler ile başlanıyor. İlk bölümde, toplumlar arası eşitsizliğin nedeni sorgulanıyor. Eşitsizlik meselesinin sadece hak ve özgürlükler olarak ele alınmasına karşı çıkan Varoufakıs, bu eşitsizliği para piyasası ile ilişkilendiriyor. Bu bölüm, insanların tarıma başladıkları dönemin küçük bir özeti olarak geçiyor. Her insanın, toplumun eşit olduğu döneme gittiğimizde insanlar, avcılık ve toplayıcılık ile yaşıyordu. Fakat tarımmın keşfedilmesi ve yerleşik hayatın başlangıcı ile toplumlar gelişmişlik seviyelerine göre bu eşitliği etkilemeye başladılar. Para kavramı, bir değiş tokuş olarak tarım hayatının getirisi halinde başladı. İnsanlar, ürettikleri şeyleri, bir başka tüketilebilen bir şeyle değiştirebildiler. Değiş tokuş ile mal ,commodity, kavramı ortaya çıktı. Zamanla yazı devreye girdi ve borç kavramı şekillendi. Kitabın ilk bölümünde Aborjinler ve İngilizler arasındaki eşsiz uçurum anlatılıyor. Tarım devrimi, para ve borç kavramları bu bölümde örneklendirmeler ile açıklanıyor. Tüm eşitsizliğin bir sistem yolu olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. İkinci bölümde ise piyasa dediğimiz ve paranın hareket edeceği o ortam ele alınıyor. Piyasa için gerekli olan faktörleri değer ve emtia olarak belirtiyor. İnsanlar için eskiden değer olan bir davranış veya bir mal artık para ile satılıp alınabilen bir oluşuma yani emtiaya dönüşüyor. Bu durum küresel para piyasalarından ticaretlere kadar etki ediyor. Bu bölümde sanayi devrimi gibi bütün dünyayı etkileyen bir olgu ele alınıyor. Fabrikalar, yüksek işçi gücü, buharlı makinalar dünyada kendilerine uygun bir rol bulup piyasayı oluşturdulur. Varoufakıs, paranın bir araçtan amaca sanayi devrimi ile birlikte geçtiğini belirtiyor.
Diğer üç bölümde piyasa, kâr anlayışı ve borç kavramı ele alınıyor. Kitabın üçüncü bölümünde Faustus oyunundan örneklendirmeler ile borç kavramı anlatılmaya çalışılmış. Cehennemi hak eden insanlar zorla cehenneme gitmek yerine özgür iradeleri ile cehennemi seçebilirler miydi? Faustus oyunundaki temel anlayış bu soru üzerine yoğunlaşır. Borç kavramı da insanın, hem zorluk çektiği hem de kendi iradesiyle istediği bir olgu olarak karşımıza çıkar. Varoufakıs, üretim ve dağıtım olan yerde borç kavramının ortaya çıkmasının çok normal olduğunu belirtiyor. İlk girişimcilerin ortaya çıkması ile rekabetin artması ve kâr anlayışının kutsallaşması bu bölümde açık bir şekilde anlatılmış. Dördüncü bölümde ise bankacılık mesleği ve onun büyüsü üzerinde durulmuş. Bankanın ortaya çıkması ile insanların kafalarında “yoktan var eden güç” anlayışı para piyasasına yoğunlaştı. İnsanlar, bankacıların bu güce sahip olduklarına inanmaya başladılar. Fakat bankacılık ile yükselen kamu borçları, devletlerin farklı politikalara yönelmelerini sağladı. Devletler politikalarını paraya göre şekillendirmeye başladılar. Beşinci bölümde ise piyasa içerisindeki emek ve para ilişkisi anlatılıyor. Bu bölüm, insan faktörü hem bir kurban hem de bir kurtuluş yolu olarak okuyucuya yansıtılıyor. Sistem, kendi çarklarını çevirirken insanı kullanmakta çekinmiyor. Fakat insanlar bu çarkı kendilerini kurtarmak için de çeviriyorlar.
Kitabın son üç bölümü dijital ve modern dünyanın bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Kitap her ne kadar ekonomi ile ilgili olsa da dünyanın kapitalist tarihini her dönem için ele almıştır. Altıncı bölümde sanayi devriminin getirdiği buharlı makineler ve onların etkileri anlatılıyor. İnsan soyunun büyük bir makine köle ordusu kazandığını görüyoruz. Modern dünyadaki teknoloji ile birlikte çevrelendiğimiz sosyal ağlardan dijital dünyaya kadar teknoloji evreninin taleplerini karşılıyoruz. Varoufakıs, bu bölümde Matrix filminin, dünyamızı ele alarak küçük bir analizini yapmış. Filmdeki gerçeklik algısının zamanla dünyamızdakine benzediğini görebiliyoruz. Aynı zamanda bu bölümde köleliğin makineler tarafından mı yoksa insanlar tarafından mı yapıldığını soruyor. Kitap her bölümde gerçekliği açık bir şekilde ele alıyor. Fakat yazar, okuyucuyu çoğu zaman umutsuzluktan kurtarıp değişimin insan ile başlayacağını hatırlatıyor. Yedinci bölümde para ile politika arasındaki ilişki inceleniyor. Yazar, paranın politikadan ayrı, özel bir kurum olamayacağını çünkü bu iki alanın birbirini hayati bir şekilde etkilediğini söylüyor. Esir kampındaki örneklemeden enflasyon ve deflasyon kavramları açıklanıyor. İnsanların parayı kullanma biçimleri ve devlet içerisindeki çeşitli politikalar, bütün piyasayı oluşturuyor. Bu faktörlerden birinin olmaması piyasanın iki farklı uç dengesine sahip olacağının bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Sekizinci bölümde ise dünyanın değişimi, piyasaların dengesi üzerinde duruluyor. Bu bölümde de bir önceki bölüm gibi politikanın paradan ayrı ele alınamayacağı ele alınıyor. Daha çok piyasa, emtialaşma gibi büyük değişimlerin dünya üzerindeki dengeleri alt üst edeceği belirtiliyor.
Kitabın son sözü ise ideoloji, doyum ve atılımları ele almış. Sonsözde kitabın ana düşüncesi özetlenerek okuyucuya toplu bir şekilde bir son nokta dersi verilmiş. Kitabın ilk bölümünden son bölümüne kadar öğrendiğimiz birçok farklı şey oluyor. Öncelikle, ekonomi sadece bir kısım insanların uğraşacağı ve üzerinde düşüneceği bir alan değildir. Herkesle ilgilidir. Ekonomi, tarih, insan davranışları ve dünyanın gelişimi ile birlikte ele alınacak bir derstir. Dünya, ilk dönemlerinden modern dönemine kadar para piyasası çerçevesinde gelişti. İnsanlar, değerlerini bir emtia olarak satmanın yolunu buldular. Bilinçli veya bilinçsizce olsun piyasa insanlar tarafından oluşturuldu. İdeolojiler, dinler ve inançlar para kavramını farklı yönde ele aldılar. İnsanlar, para piyasasını yönettiler fakat kendilerini nasıl yöneteceklerini unuttular.

-Yusuf kıssasından ilham alarak-
İnsan fıtratı, tarih boyunca, değişik zamanlarda ve değişik sebeplerle birçok saldırıya maruz kalmış, ama bu modern/postmodern çağda olduğu kadar yıkıcı bir durumla karşılaşmamıştır.
İnsan, Allah’ın kendisine emanet ettiği fıtratını korumak isterken şeytanın ve insan-şeytanları sinsice saldırıları sonucu mühim bir yıkıma maruz kalmıştır.
İş böyle olunca, çoğu kez asıllarla asıl olmayan olgular yer değiştirmiş, doğru-yanlış birbirine karışmış; kişinin kendi ilmine istinaden elde etmesi gereken makamların o kişiye değil de bazı sâiklerle ona layık olmayan başka kişilere tevdi edilmesi söz konusu olmuştur.
Çağdaş dönemde -o da galiba yöneticiler açısından onlara kolaylık olsun diye- birtakım konumlara çoğu kez göreve layık olmayanların getirilmesinin zıddına Yusuf’un (as) görev talebinde bulunması, o alanda var olan paradigmayı yıkması açısından önem kazanmaktadır.
Bu sorunlu paradigmanın yıkılması Kur’an’da Yusuf sûresi’nde “Yusuf kıssası” olarak geçmektedir.
Rehberimizin Kur’an olmasına rağmen, genel anlamda geçmişte olduğu üzere günümüzde de “görevin istenmeyeceği, talep dahî edilemeyeceği; olsa olsa üstteki yöneticiler (kral, padişah, devlet ve parti başkanı, amir, müdür vb.) tarafından -o da çoğu kez lütuf olarak belli bir bedel/minnet karşılığında- verilebileceği savunuluyor. Bu bedelin mahiyeti zamana, döneme ve duruma göre değişebilmektedir.
Kur’an kıssaları, kendilerine İslam’ı tebliğ eden peygamberlerin gönderildiği geçmiş dönemlerde yaşayan halkların/ümmetlerin tecrübelerine odaklanır ve bir hikmet ile olan bitenden ders alınmasını amaçlayan bir öze sahiptir.
Hikâye gibi “insani/edebi bir kurgu” değildir; bizzat yaşanmışlık üzerinden kendini ortaya koyar. Onun amacı, hikâye anlatmak değil, hadiselerden dersler ve ibretler çıkarmaktır.
Bununla birlikte, birçok din mensubuna ârız olan “dini kültürleştirme ve onu giderek foklorize etme” durumu maalesef geçmişten günümüze Müslüman çoğunluğu da etkilemiş; din yerine -hem de sözde onun adına- kültür ve folklor ön plâna çıkmıştır.
İşte bu kıssalardan birisi de Yusuf kıssasıdır.
Bu kıssa aile ve toplumsal hayat ve ona bağlı olarak kardeşler arası kıskançlık, babaya karşı yalan söyleme, aileyi bazı konularda beklenti içerisine sokma; kardeşlerin yaptığı yanlış karşısında “kuyuya layık görülen” Yusuf’un kuyudan çıkarılması, köle olarak Mısır’da satılması ve ondan sonra gelişen olaylar ve olgular şeklinde özetlenebilir.
Biz toplum olarak tüm kıssalardan dersler çıkarıp onda bir hikmet arayacağımıza, onu kültleştirdik. Foklorize ettik. Bu da yetmedi -insanî olan aşk duygusunu genele şâmil kılma yoluyla “yanlış bir iş yapan” Züleyha figürü üzerinden- doğruluğun, çalışkanlığın, işini en iyi şekilde yapma düşüncesi ile adaletin, Allah vergisi bir güzelliğin -bu, aynı zamanda bir imtihan gerekçesi idi- ve masumiyetin sembolü olan bir peygamberin de içerisinde bulunduğu ve belki de akılsızlık olarak tanımlanacak bir aşk hikâyesi olarak değerlendirip durduk!
Gelelim konuya.
Burada gayemiz Yusuf suresinin tümünü anlatmak değil; Yusuf’la (as) ilgili diye düşünülen, kurgulanan her türlü yanlış ve maksadı aşan gereksiz laf yığınına karşı, var olan hakikati ve onun Mısır melikinden bulunduğu taleple ilgilidir.
Bununla birlikte, yani ehliyet sahibi olduğunu belirtmenin yanında, işin esas mahiyetinin perdelenmesine sebep vermeden iki sevgiden bahis açılmaktadır: Bunlar, “Züleyha’nın tüketici sevgisi, Hz. Yakub’un üretici sevgisi.” (Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, s. 144, 4. Baskı, 2011, Akabe Vakfı Yayınları)
“İki sevgide de sevilen kişi Yusuf’tur. Fakat Züleyha Yusuf üzerinden nefsini severken Hz. Yakub, Yusuf üzerinden mazlumiyeti ve mağduriyeti sevmektedir.” (A.g.e, s. 144)
Yusuf (as) melikten ne talebinde bulunmuş ve onu nasıl ifadelendirerek dile getirmişti?
Şimdi ona bakalım.
O dönemde hemen her coğrafyada olduğu üzere Nil nehrinin beslediği Mısır’da da ekonomi tarıma dayalıydı. Dönem dönem uzun yılları kapsayan kıtlık durumu yine gelip kapıya dayanmıştı. Yusuf peygamber, kendisi de tarımdan ziyade ekonomik durum açsısından hayvancılıkla birlikte ticaretin hâkim olduğu bir ortamda büyüdüğü ve kendisine “ilim verildiği” için, kapıda olan kıtlığa karşı alınması gereken önlemlere yönelik yöneticilik talebinde bulunmuştu:
Yusuf “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. (Yusuf, 12/55)
Yusuf (as) bu sözü elbette “iş olsun” diye söylememiştir. Kendi çağında, dünya genelinde olduğu üzere Mısır’da da tarıma dayalı ekonomik döngü içerisinde var olan hengâmeyi aşmak için çözüm arayan Firavun’a, Allah’ın verdiği “rüyaları tabir ilmi” aracılığıyla kendini takdim ve kabul ettirme düşüncesinin ön plânda olduğu görülür.
Mısır’a nazaran tarıma dayalı bir iktisadi hayattan ziyade, şartlar gereği uğraş olarak hayvancılık ve ticaretle uğraşan bir toplumun ferdi olması ve o kültür içerisinde yetişmesi hasebiyle, ticareti bilmesi ve adalet vasfına sahip olmasının ağırlığıyla da yöneticiliği en iyi bir şekilde yapabileceğini belirtiyor.
Bu arada Yusuf’un (as) çocukluğundan itibaren Vezir’in yanında iyi bir eğitim aldığını; devlet, siyaset, ekonomi meselelerinin tartışıldığı bir atmosferde yetiştiğini de hatırda tutmak gerekir. Bu durumda karşımıza bütünleyici bir tablo çıkıyor.
Burada, tarımın dışında ama bir açıdan tarımla bağlantılı kaim bir mesleğin izine rastlıyoruz. O da çobanlıktır. Keza tüm peygamberler şehirli oldukları gibi bir kısmı da ekonomik uğraş olarak da çobanlık işiyle meşgul olmuşlardı.
Bu böyle olmakla birlikte, Firavun’a yapılan teklifin içeriğinde, insanın üstesinden gelebileceği işe talip olmak isteyebileceği ve bu arzulanan işe dair ehliyet ve liyakatin da önemli unsurlar olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kur’an, işin ehline verilmesini ister. (Nisa, 4/58)
Bu, her şeyden önce vahiyle insanlara bildirilen bir hakikat ve ona göre hareket etmesi gereken bizler için de vaz geçilemez bir ilkedir.
Ondan dolayı liyakat ve ehliyet büyük önem arz etmektedir.
Zaten bu kurala uyulmadığında işlerin sarpa saracağı, yapılıp edilenden belli bir verim alınamayacağı ve sonuçta bir çürümenin, yıkılıp gitmenin mukadder olacağı kabul edilmelidir.
İşin ehline verilmesi meselesinin toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik içereceği de malumumuzdur.
Bu farklı durumlara rağmen genelde işin, görevin belli bir makamda yöneticilik konumunda olan kişiler ile resmi sıfatı bulunan kurullar, kurumlar tarafından çoğu kez ortaklaşa alınan kararlar sonucu verildiği gözlemlenmektedir.
Bir ya da birkaç işte kendini uzman olarak gören, o işi üstlenip yürüteceğini düşünen ve bunu açıkça dile getiren bir kişinin bu isteği çoğu zaman görmezden gelinmiş ve yadırganmıştır.
Peki, çoğu kişi için “istisnai bir durum” olarak değerlendirilebilecek Yusuf’un (as) yukarıda belirttiğimiz ayette vurguladığı mevzuyu bu durumda nasıl okumalıyız?
Kur’an’ı anlayarak okuma, onu tahlil etme, ondan ders çıkarma suretiyle elde edeceğimiz ilkeler eşliğinde, günlük hayatta reel olarak kabul gören ama hakikate terslik içeren mevzulara hayatiyet kazandırmak gibi bir vakıa ile karşı karşıyayız.
Kendisine rüyaların tabir edilmesi ilmi verilen ama yönetici makamında bulunmadığı hâlde kendi bilgisine güvenen bir ehil insanların, aslında çoğu kez görevin yönetici/ler tarafından ilgili kişilere verilmesinden ziyade kendini o işe ehil gören insanların üstesinden gelebileceklerine inandıkları için Yusuf (as) örneğinde olduğu gibi birçok sorumluluğu/görevi talep edebileceğini gösterir.
“Hz. Yusuf’un ülkenin hazinelerinin başına geçme isteği, bir işe ehil olan kimsenin o işe talip olabileceğine delil getirilmiştir. Kuşkusuz, Hz. Yusuf’un bu işe talip olması makam sevgisinden kaynaklanmıyordu. Onun hedefi adaletin hâkim olması ve insanlara haksızlık yapılmamasıydı. Ayette, zalim bir yönetimde görev almanın caiz olduğuna dair de delil vardır. Yeter ki kişi o zalim yönetime alet olmasın ve adaletle davransın.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 3. cilt, s. 33, Beyan Yayınları)
Yusuf’un (as) Allah’tan kendisine verilen bir ilim verilmesi ve iktisadi olarak çobanlık ile birlikte ticaretten de anlaması üzerine kendisine istediği o görev verilmektedir.
“Yusuf bu sözleriyle (12/55) ülkenin maliyesinin başına geçmek istediğini ve bu konuda hem güvenilir biri olduğunu hem de bu işten anladığını anlatıyordu. Kralın rüyasından hareketle yedi yıl sonra ülkede kıtlık olacağını biliyordu. Buna hazırlık yapacak, açlıktan insanların telef olmalarına engel olacaktır.” (A.g.e, s. 33-34)
Buna binaen Allah’ın, Yusuf peygamberin Mısır melikinden görev talebine karşılık olarak belirttiği “Böylece Yusuf’a dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkân ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) beyanı görev talep etmeyi, her iki taraf için de açıklığa kavuşturmaktadır.
Burada öne çıkan espri, Yusuf’un (as) doğruluğu adil oluşu ile birlikte yönetilenlerle yöneticilerin aynı toplumun ferdi olmaları bir açıdan kolaylığa mebni iken, bir açıdan da ehliyetsizliğe ve liyakatsizliğe yol açan akraba kayırıcılığının (nepotizm) önüne geçmek, onu törpülemek ve -Yusuf (as) işin istisnası olmakla birlikte- katılıp yaşadığı toplumda yabancı olan ve istese de yanlış yapma lüksüne düşmeyecek insanların eğer işin ehli iseler yöneticilik yapmaları mümkün olabilir, gerçeğidir.

Otoriter rejimlerden çıkışın en önemli anahtarı olarak siyaset görülmektedir. Sistem içi muhalefet yürüten akımlarda siyasetin anahtar rolü oynaması doğal bir sonuçtur. Ancak aynı rolü, başka bir dünya arayışı olan ve/veya olması gereken Müslümanların siyasete yüklemesi tabii bir durumdan öte kolaycılığı/yetersizliği ifade etmektedir çünkü başka bir dünya hakikat, insan, toplum üzerine başka bir irade ortaya koymaktan geçmektedir. Sistemin kendi ürettiği siyasallık kendisini değiştirecek bir paradigma ya da bu iradeyi sunmayacaktır.
Modern iktidarın yapısı üzerine önemli tespitleri olan Foucault, iktidarın ikili ilişkilerde başladığını dile getirmektedir. İkili ilişkilerde kendisini görünür hale getiren ve yeniden üreten iktidar üzerine konuşmak tartışmayı derinleştirmektedir. Bu derinlik İslam açısından hâlâ bir yeterlilik sunmamaktadır. Ra’d sûresinde “Siz benliğinizde olanı değiştirmediğiniz müddetçe Allah size ikramını değiştirmez.” buyurulmaktadır. Burada ekonomik, toplumsal, siyasi vb. her türlü iktidara yönelik değişimin ikili ilişkilerden de öte insanın benliğinde başladığı görülmektedir. İslam’ın öngördüğü benliğin ikili ilişkilerle ve kamusallıkla görünür hâle gelmesi değişimin en umut vaat edeni ve tek mümkün olanıdır. Bu süreçte rehber olarak modern siyasetin liderleri değil peygamberin varisi âlimler rehber olmalıdır. Müslümanların bugün “modern dünyanın nimetlerine” çağıran siyasi liderlerle değil, Müslümanca vâr oluşun imkânları üzerine fıkheden âlimlere ihtiyacı bulunmaktadır. Siyasetçi/âlim ikileminde âlimden yana tavır göstermek, parti/medrese ikileminde de medreseden yana tavır göstermeyi gerekli kılmaktadır.
Günümüzde değişimi siyasal yollarla mümkün gören anlayışlar bazı çelişkileri açıklamakla mükelleftir. Radikal biçimde ayrışan siyasi tabanlarda dahî aynı yerden bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri görünmektedir. Örnek verecek olursak, Ayasofya’da duygusal yoğunluk yaşayan bir gençle, Anıtkabir’de duygusal yoğunluk yaşayan genç arasında saydığımız (bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri vb.) insanın benliğine işaret eden alanlarda pek bir farklılık bulunmamaktadır. Kendi tabanında dahî değişimi görünür kılamayan herhangi bir siyasi parti bize nasıl bir değişim vaat edecektir?
Konuyu ayrıca post-modern düşüncenin modern siyasete etkileri bağlamında da tartışmakta gerekmektedir. Postmodernizm, hakikati bireye indirgeyerek modernitenin herkes için geçerli olan mutlak kaidelerini yerinden etmiştir. Modern dünyanın bu kaideler üzerine inşa ettiği insan, toplum, devlet algısı da bu minvalde anlam kaybına uğramıştır. Modern siyaseti var kılan bu mefhumların anlamını kaybetmesi kendisi içinde aynı kaderi doğuracaktır. Muhatap olacağımız post-modern kültüre, anlamını kaybedecek olan modernitenin siyasal, sosyal, ekonomik araçlarıyla itiraz sunmak bizi en başta kaybetmeye mahkûm edecektir. Bizatihi bu kültüre karşı sunacağımız itiraz, İslam’ın özgün duruşunu ve insanda görünür kıldığı benliği ortaya koymakla başlamalıdır. Değişim modern siyasetin parantezinden çıkarılmalıdır.

Modern dünyanın doğrusal tarih yorumu, antik Yunan ve Hint felsefesinin döngüsel tarih yorumunu yerinden etmiştir. Ancak herhangi bir zevale uğramayan, uğramama konusunda da net bir görüntü sunan ve hepimizi yakından ilgilendiren bir döngü daha mevcuttur: modern Türkiye’nin siyasi tarihi.
Ne yazık ki Türkiye’nin siyasi tarihi, kirli vesayetler ve bu kirli vesayete karşı aynı şekilde kirli olan küresel işbirlikleriyle doludur. Türkiye siyaseti bu hâliyle bir döngü görüntüsü sunmaktadır. Bu döngü, bizi sürekli bir vesayetin ve vesayete itiraz sunan kirli işbirliklerinin içerisinde tutmaktadır. Yakın vakte kadar kendini bu döngünün dışında tutan farklı arayışlar olmakla birlikte, ne yazık ki bu arayışlar kendi toplumsallığını oluşturamamış, resmi ideoloji tarafından cezalandırılmış ve/veya topluma yabancılaştırılmıştır.
Bugünün vesayetinin ideolojisi olan Yerlilik ve Millilik (Cumhur ittifakı) bir önceki yazımızda kritik edilmişti ancak bu yazımızda bahsedilen döngünün görünür kılınması için tekrar değinilmesi gereken bölümler mevcuttur. Yerlilik ve milliliğin kurucu ideolojik partisi AKP kendi siyasallığına, bugün yine kendisinin itiraz sunduğu (gerektiğinde “anlaşan” şekilde) küresel emperyalizmle kurduğu işbirliğiyle başlamıştır. Ulusalcı vesayete karşı girdiği işbirliği, kendini Irak işgalinden Arap baharına kadar Ortadoğu’ya yapılan tüm emperyalist müdahalelerin ortağı yapmıştır. Nihâî olarak da bu süreçte kendi vesayetini kurmuştur. Gelinen nokta bize herhangi bir parti ve/veya ittifakın vesayet karşıtı olmasının oy vermek, kader birliği yapmak için yeterli olmadığını tarihsel olarak göstermektedir.
Yeni politik kültür, klasik emperyalizmin dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Modern dünya, yaptığı müdahalelerle yeryüzünde bakir bir coğrafya bırakmamıştır. Yeni emperyalizm bu aşamada fiziki müdahaleden daha çok, “kapalı toplum” olarak adlandırılan ve bunu besleyen düşünce yapılarına yönelmektedir. Yeni emperyalizmin bu görüntüsü, ne yazık ki antiemperyalist damara sahip İslamcılığın klasik dönemde gösterdiği tepkiyi yeniden üretememesi sonucunu doğurmuştur. Kimliği belirsizleşen yeni emperyalizm, karşıtında yüksek motivasyonun oluşmasını da engellemiştir.
Konuyu, Türkiye’nin güncel siyasal iklimine taşıdığımızda yeni politik kültüre angaje olan siyasallığa Millet ittifakının daha uygun bir model olduğunu söyleyebiliriz. Seçim sürecine Batıya yaptığı ziyaretlerle başlayan Kılıçdaroğlu, yalnızca küresel sermayeyi değil, küresel siyaseti, toplumsallığı, kimliği ve bilgi biçimlerini de Türkiye’ye çağırmış ve referans olarak kabul etmiştir. Bu referanslar “daha fazla özgürlük” temelinde sloganlaştırılmıştır. Peki, bu özgürlük toplumun hangi taleplerine karşılık gelmektedir? Kendine ait kimliği, merkeziyeti, gündemi ve müfredatı olan cemaat, tarikat vb. yapılara aynı özgürlük alanı sunulacak mıdır? Kur’an’a dayalı toplumsallıkları, kadın ve erkek rollerini, cinsiyet tanımlarını, haram ve helal ölçütlerini yapıbozumuna uğratan yeni politik kültür (neoliberalizm) itiraz sunacağımız bir emperyalizm üretmiyor mu?
Müslüman kimliğiyle bilinen birçok isim bizzat CHP aday listelerinde kendilerine yer bulabildiler. Bu kişilerin ortak noktası gerçekten Müslüman kimlikleri mi, yoksa neoliberal referansları mıydı? Millet ittifakında özgürlük, yalnızca neoliberal çerçeve içerisinde konuşmanın siyaset üretmenin özgürlüğüdür.
Bu minvalde yeni emperyalizmi gerçekleştirmede önemli bir rol de İskoçya örneğinde olduğu gibi LGBTİ’yi savunabilecek neoliberal Müslümanlara verilmiştir. “Yerli ve milli” çizginin ürettiği dini araçsallaştıran dil ve zihin burada tekrar karşımıza çıkacaktır. İnandığımız değerleri araçsallaştıran bu siyasallığa karşı seçim süreci sonrasında İslamcı camianın ilk eylemi, “yerli ve milli vesayet”le, “küreselci siyaset”e angaje olan bu iki yoldan kendisini ayırdığı bilgi, kimlik, toplum, kurumsallaşma gibi konularda yaklaşımını tekrar açığa çıkarmasıdır.
İslamcılar zemini kendilerine ait olmayan siyasallıkta kutuplaşmayı, oyalanmayı bırakıp tüm insanlığın ihtiyacı olan Rahmanî toplumsallığın arayışında birleşmelidirler.