Connect with us

Köşe Yazıları

Kumar Bağımlısı İle Röportaj

Yayınlanma:

-

Geçen ay bağımlılıklarla ilgili bir saha raporu yayınlandı. Hazırlayan Osman Atalay, yayınlan İHH İnsani Yardım Vakfı idi. Rapora göre internet sayesinde yaygınlaşan kumar, tehlikeli boyutlara ulaşmış. Türkiye’de 2 milyon sanal kumar bağımlısı var. Evet, dile kolay, iki milyon. Kumar sanal ama yol açtığı yıkım, kararttığı insanlar ve hayatlar gerçek.

İsveçli sanal kumar şirketlerinin gelirlerinin 1/4’ünü Türkiye’den elde ettiği biliniyor. Aynı şekilde, dünyadaki 5 milyar dolarlık kumar gelirinin %2.5’i de Türkiye’den elde ediliyor.”

Genç nüfusu ile 82 milyonluk Türkiye ulusal ve uluslararası kumar şirketlerinin ağzını sulandırıyor. Haram olduğu ve insanları mahvettiği şüphesiz bir illet kumar. Türkiye’de meşruluğu ve kolay ulaşılırlığı ile büyük bir tuzak olarak önümüze serilmiş bir halde 7/24 kurbanları bekliyor.

İleri düzeyde bir ihmal ve vahamet söz konusu. 8 yılını kumar bağımlısı olarak debelenmekle geçirmiş, dibine kadar “batmış” bir insanın yaşadıklarını okuyacağınız bu röportaj tehlikenin yakınlığını, boyutlarını ve olası neticelerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Halen “böyle şeyler benim ve çocuğumun başına gelmez nasıl olsa” düşüncesinde olanlar varsa sıkı dursunlar! (zira bu da bir kumar.)

Anlatılanlar bu ülkede geçen, bizim çocuklarımızın, arkadaşlarımızın, evlatlarımızın yaşadığı, pekala yaşayabileceği, yıkım dolu hikayeler.

Röportaj, sizi okumaya değil ibret almaya ve harekete geçmeye çağırıyor.

Kumara ilk ne zaman, nasıl başladınız?

Çevresi tarafından örnek gösterilen, az çok tanıyan herkes tarafından en yalın hali ile ‘iyi, dürüst’ insandır diye bahsedilen ‘ben’den, patolojik kumar bağımlısı teşhisi konulan ‘ben’e giden bu talihsiz yolun sonunda ben de durup derin bir muhasebe yaparak bu soruyu kendime sormuştum: ’Sen bu illete nasıl bulaştın? Nasıl bu hallere düştün?”

Hiç kimse sabah kalktığında bir anda kumarbaz olarak uyanmaz. Uçuruma giden bu ateşli yolun taşlarını yavaş yavaş sen ve çevren birlikte döşersiniz. Küçücük bir taş, bunu atsam ne olacak, derken dönüp baktığında arkanda kocaman bir yol inşa etmişsin. İşte tüm bu muhasebeleri yaparken fark ettim ki, o zamanlar her ne kadar masumane bir eylem olarak gözükse de ben kumara çocuklukta başlamışım.

Çocukken çok hırslı olduğumu hatırlıyorum. Mutlaka kazanmalıydım. Mahalle maçlarında, uzun eşekte, miskette, tasoda mutlaka kazanmalıydım. Tadında hırs iyidir ama aşırısı ileride başına ne işler açar, tahmin edemezsin.

Masumane çocuk oyunlarımızı kumara çevirmişiz, haberimiz yok o zamanlar. Çocukluğumuzun meşhur sporcu kağıtlarını bilirsiniz. Parayla alıp biriktirirdik. Sonra mahalledeki çocuklarla ‘kalmasına’ oynardık. Yenen tüm kağıtları alırdı. Bazen herkesi yener, ceplerim fışkırırcasına sporcu kağıtları dolu şekilde eve gelirdim. Benden mutlusu yoktu. Tabi bazen de cepler bomboş gelirdik, üzüntüden ağlayarak. Aynı yöntemi misketler ile yapardık. Şimdi düşününce birisi de çıkıp ‘bu yaptığınız çok yanlıştır çocuklar’ demeliydi. Kimse bir şey söylemedi. Kolasına maçlar kıran kırana geçerdi. Kaybeden kolayı alırdı.

Ergenlikten sonra kahve hayatı. Okey oynamalar. Masasına. Kaybeden masadaki hesabı öderdi. İşler ilerleyince sigarasına falan… O zamanlar basit bir eylem gibi gelirdi ancak şuan baktığım yerden, bunlar kumarın kralıymış meğer.

İşte bunlar kumar bağımlığına giden yolda döşediğim küçük taşlardı. ‘Resmi’ anlamda kumara başlamam çoğu insan gibi iddaa ile oldu. Maç sonuçlarını tahmin ederek para kazanma ve büyük çoğunlukla para kaybetme. Bir liralık kupon, beş liralık kupon, on liralık kupon derken, binlerce liralık kuponlara uzanan bir yol. Esas tam anlamı ile kumarbaz olduğum dönem yasadışı diye tabir edilen siteler ile tanışmam oldu. Orada kumarın her türlüsü vardı. Canlı casinolarda sınırsızca para yatırıp dakikalar içinde büyük miktarlar kazanıp kaybedebiliyordun. Hayatımı tersyüz eden de bunlar oldu.

Başlarken nasıl bir duygu ve düşünceye sahiptiniz, hatırlıyor musunuz?

İnsan, hayatında büyük sevinçler yaşayabilir ama bu genelde çok seyrek olur. Yani her gün büyük sevinçler yaşamazsınız. Ya da büyük heyecanlar, acılar, heyecanlar, üzüntüler, mutluluklar… Bir müddet sonra kumarı para için oynamadığımı fark ettim zira yüksek miktarlar kazansam bile parayı çekmiyor daha yüksek miktarlar oynayarak heyecanı katlamak istiyordum. İyi sayılabilecek bir gelirim de vardı. Kendi yağımda kavruluyordum. Ben kumarı tüm bu duyguları yaşamak için oynuyordum daha çok. Saniyeler içinde büyük heyecanlar, sevinçler, mutluluklar, üzüntüler, acılar yaşayabiliyordun. Dakikalar içinde bu kadar farklı duyguları bir arada yaşayan beyin bir süre sonra sınırı aşarak doyumsuzluğa doğru ilerler ve hata vermeye başlar. Artık mutlu olmam için kumar oynamam gerekiyordur ya da acı çekmek için. Gülmek için, ağlamak için…

Bağımlı olduğunuzu fark etme, bunu kabullenme süreci nasıldı?

Uzunca bir süre bağımlı olduğumu düşünmedim, kabul etmedim. Nihayetinde kendi isteğimle oynuyordum. Bunu bırakamayacak ne vardı ki? Kumarla dolu dolu geçen 8 senenin sonunda şöyle bir durup arkamda bıraktığım enkazın farkına varınca, dahası farkındaydım ama acısını iyiden iyiye içimde yaşayınca durumun vahameti ayan beyan ortaya çıktı. Geride büyük bir yıkım bırakmıştım.

-Kumara harcanan yüzbinlerce TL para

-Her genç kız gibi nice hayallerle evlenen, benim yüzümden hayatı tarumar olan, gün aşırı gözyaşı döken, bir umut, kurtulacak bu işten diye bekleyen vefakar bir eş

-Baba, baba diye haykırarak boynuma dolanan, 7 ve 4 yaşlarında dünyalar güzeli, masum kızım ve oğlum.

-Her telefon çalışında “acaba oğlumdan yine kötü bir haber mi geldi, yine mi kumar oynadı” diye yüreği mütemadiyen pır pır atan, gözündeki yaş artık kalıcı makyajı olmuş, yine de “oğlum, oğlum” diye feryat eden bir ana.

-Kendi babasının ölümünde dahi ağlamayan, yapmış olduğu onca rezilliğe rağmen “oğlumu kurtarın” diye gözünden yaşlar akıtan bir baba.

-Kahramanları olan abilerinin düştüğü durumdan bitap olmuş kardeşler

-Türlü sözler, türlü yeminlerden sonra aynı pisliğe bulanan ben

-Yerle bir olmuş itibar, güven, saygı

-Türlü türlü rezillikler

Nasıl oldu da bu devasa acıları hem kendim yaşayıp hem çevreme yaşatırken hâlâ ‘ben’ olarak kalabilmiştim?

Bu rezillikleri bastırmak için çeşitli reçetesiz antidepresanlar kullanıyordum. Bu da yaşadığım acıyı, pişmanlıkları sözde hafifletiyordu. Artık yeter deyip kullandığım reçetesiz ilaçları kesince, işte geride bıraktığım tüm bu enkazın acısını iliklerime kadar hissedebildim. Hissedebildim diyorum çünkü kullandığım ilaçlar bana bunları hissettirmiyordu. 14 gün ölüm döşeğindeki yatalak bir hasta gibi yataktan çıkamadım. Her an bunları düşündüm.

Sizdeki değişim her geçen gün farkında olmasanız da etrafınıza yayılmıştır. Çevrenizdeki insanlardan nasıl tepkiler aldınız?

Kumar bağımlılığı sizi tam anlamı ile bir zombiye dönüştürüyor. Normalde çevremizdeki insanlardan görüyoruzdur, küçük şeylerle büyük mutluluk yaşayanlar… Doğa gezisine çıkar, kuşlar, böcekler, ağaçları müşahede eder, içini bir huzur, sevinç kaplar. Kitap okur. Okuduğu kitap üzerine derin düşüncelere dalar, mutlu olur. Resim yapar, içini bir mutluluk kaplar. Bir yazı yayınlar, tarifsiz bir heyecan yaşar. Spor yapar, sağlıklı yaşar, sevinç duyar.

Bu ve benzerleri ‘olağan’ insana bahşedilmiş nimetler. Kumar bağımlısı olarak bizler bu nimetlerden men edilmiş gibiyizdir. Yasak elmayı yedik ve cennetten kovulduk. Küçük, basit, masrafsız işlerle mutlu, mesut, sevinç içinde yaşama cennetinden…

Tüm bu duyguları yaşayabilmek için kumara başvurmak kadar lanetlenmiş başka bir eylem yoktur. Daha önce söylediğim gibi, onlarca insanın abisi, kahramanı iken, aynı insanların sana acıyan gözlerle bakması kadar elem verici ne vardır?

Mutlu mesut, şen şakrak olarak bilinen ben, kumardan sonra nemrut, aksi, içine kapanık bir insana dönüştüm. Bağımlılığın kaçınılmaz dostu yalan… Yalan üstüne yalan…. Yalancının teki olup çıkıyorsunuz. En yakın dostunuza dahi yalan söylüyorsunuz. Ne acı bir yere çakılma!

Tüm bunlara rağmen hala yanınızda size yardımcı olmaya çalışan 1-2 dost varsa size ne mutlu. Onlara dört elle sarılmalı. Ben yine de bu konuda şanslı sayılarım. Tüm bu olanlara rağmen 3-5 yakın dostum ve ailem benden asla yüz çevirmedi. Dostlarım beni anlayışla karşıladı ve kurtulabilmem için ne gerekiyorsa yapmaya çalıştılar.

Bağımlılıktan kurtulmak için ne gibi yollara başvurdunuz?

İlk başlarda tek başınıza kurtulmaya çalışıyorsunuz ama nafile. Kumardan kurtulmak tek başınıza üstesinden gelebileceğiniz bir durum değil. Çok kez söz verdim, kutsallarım üzerine ant içtim ancak olmadı. Yine oynadım. Eşim, “ayrılırım” dedi, yine oynadım. Annem “yeter artık öldüreceksin beni” dedi yine oynadım. Babam, ömründe ilk kez benim için ağladı yine oynadım. Çoluğun çocuğunu düşün dediler, yine oynadım. Öyle sessiz feryatlar, çığlıklar kopuyordu ki içimden; sesimi duyan yok mu? Kurtarın beni?

Akif’in dediği gibi; ‘Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum/ Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

Aile, yakın dostlar insanın yurdudur. Ben de yurda başvurdum. Ailem zaten durumu biliyordu. Dostlarıma gittim tek tek. Durumumu anlattım. Her şeyi itiraf ettim. “Ben çok ağır kumar bağımlısıyım” dedim. İtiraf edince öyle rahatlıyordu ki insan… Kimse sizi dışlamıyor, dışlamayacak. Herkes yardım elini sonuna kadar uzatacaktır. Bizim mayamızda bu var.

Kalktım İstanbul’a gittim. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıklarına bağlı BADEM (Bağımlılık Danışma Ve Eğitim Merkezi) var. Oraya başvurdum. Bizler gibi onlarca kumar bağımlısının başvurduğu bir merkez. Psikolog ve psikiyatrları ile size yardımcı olmak için elinden geleni yapmaya hazır olan doktorların olduğu bir merkez. Mutlaka başvurmalısınız. Hangi ilde olursanız olun. Uzaktan video görüşme ile de terapi yapıyorlar. Psikoloğum, ailem, dostlarım ile kuvvetli bir cephe oluşturduk ve halen mücadelemiz devam ediyor.

Bir rivayete göre Türkiye’de kumar yasak. Öte yandan kumarı Milli bir kimliğe bürüyen Milli Piyango var, at yarışları var, online kumar oynama imkanı artık akıllı telefonlarla 7/24 gençlerin, çocuk yaştaki insanların elinin altında. Futbol gibi devasa bir endüstri kumar şirketleri ile adeta sarmaş dolaş. Kumar denen illetle yıllarca mücadele etmiş biri olarak ülkenin içinde bulunduğu bu hali nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiğim kadarıyla Türkiye’de kumarhaneler 1998 yılında tamamen yasaklandı ve kapatıldı. Bu kararın alınmasında kumar yüzünden sönen gençlikler, yıkılan yuvalar, mafyalaşan kumarhaneciler arası cinayetlerin yoğun bir kamuoyu baskısı oluşturması önemli bir rol oynadı. Ama bir yandan da milli piyango, spor toto, at yarışları ve son dönemlerde artan spor bahisleri faaliyetlerine resmi olarak ve aralıksız bir şekilde rağbet devam etti.

Teknolojinin gelişmesi ile de kumarhaneler olduğu gibi internet ortamına taşındı ve telefonundan rahatlıkla girip para yatırarak canlı casinolarda dilediğince vakit geçirebileceğin sanal mekanlara dönüştü. Bu gibi yerler yasadışı yerler olarak adlandırılıyor. Bu yasadışı siteler mantar gibi çoğalarak milyar dolarların döndüğü dev bir endüstriye dönüştü. Devlet bunlarla mücadele ediyor ama yetersiz. Bir türlü önü alınamıyor. Detaylı olarak yazmak isterim ancak uzatmak da istemiyorum.

Burada devletin mücadelesi kumar ile değil. Kumardan kaynaklanan devasa bütçenin devletin kasasına girmemesiyle ilgili. Yakın zamanda milli piyango özelleşti ve kurumu iktidara yakın Demirören grubu aldı. Derhal piyango çekilişlerini neredeyse haftanın her gününe yaydılar. Alımlı sunucularla çekilişleri canlı yayın prime time da yayınlamaya başlayarak bu durumu milletin gözüne soktular. Esas, daha da vahimi, tamamen yasak olan casino slot oyunlarını, kazı kazan adı altında oynatmaya başlamaları. Buralarda saatlerce vakit geçirip sınırsız şekilde para harcayabiliyorsun.

Muhafazakar olarak adlandırılan medyadan çıt çıkmadı. Kimse iki kelam edemedi. Nihayet geçenlerde Hıncal Uluç, Sabah’taki köşesinde durumu gözler önüne serdi ve sert bir şekilde eleştirebildi. Merak edenler Google’dan araştırabilir.

Sanki kumardan binlerce aile perişan olmamış, gençler diri diri mezara girmemiş gibi, bizler ne kadar uzaklaşmaya çalışsak da, her türlü reklamla beyinlerimiz saldırıya uğruyor. En yüksek perdeden isyan etmesi gerekenler susuyor çünkü kumarı oynatanlar ‘bizden’. Sigara, uyuşturucu, alkol karşıtlığının kırıntısı kumara karşı gösterilmiyor. Sebep, sektörde dönen devasa para.

‘Paranın rengi, dini olmaz’ demişti Cumhurbaşkanımız. Dindar medya bu haberi sitelerinde ‘paranın rengi olmaz’ diye verdi. ‘Dini’ kısmını haber başlığında sansürlediler. Benim bildiğim, Müslüman için paranın dini olurdu. Haram para ve helal para.

Her türlü kumar ayaklarımın altındadır, lanet olsun oradan gelecek paraya, denilerek, kumar bu topraklardan silinip atılmalıdır.

Bu röportaj vesilesiyle sesinizi duyacak insanlara neler tavsiye edersiniz?

İlk sözüm anne babalara… Çocuğunuzun davranışlarını gözetim altında tutunuz. Bağımlılığa giden yolda ilk tohumlar belki de çocuklukta atılıyor. Önemsemediğiniz çocuk davranışlarının ileride hangi çığlara dönüşebileceğini tahmin bile edemezsiniz.

Bahis, kumara giren her türlü eylem, büyük küçük demeden, anında ciddi bir şekilde müdahale edilmesi gereken konulardır.

Kumar bağımlısına “sen bu işten kurtulmak istiyor musun” diye sorulmaz. Zira, karşında alevler içinde yanan bir insan gördüğünde, “heyy kurtulmak istiyor musun” diye sormazsın. Derhal müdahale için atılırsın. Kumar da aynen böyledir.

Bir TL’lik kupon yapan bir genç gördüğümüzde, sorgusuz sualsiz atılmalıyız ve yaptığının ne kadar büyük bir hata olduğunu vurgulamalıyız. Geldiğim noktada benim için kumarın büyüğü küçüğü yok. Var mısın iddaya, şu kazanacak gibi masum görülen eylem dahi benim için kocaman bir canavar. İşin hangi boyutlara varabileceğini yaşayarak gördüm çünkü.

Asla kendinizi yalnız hissetmeyin. Binlerce insan bizim gibi bu illetten kurtulma peşinde. Bu yolda beraber yürüyebiliriz. Benimle şuradan (kumarsizyasam@gmail.com) iletişim kurarsanız daha detaylı tavsiyelerde bulunabilir ve sizlere günlük reçete verebilirim.

Tüm arkadaş, dost, aile, çevrenizi durumunuzdan haberdar edin. Büyük destek göreceksiniz.

Aynı hayatı yaşayarak farklı sonuçlara ulaşamazsınız. Hayatınızda köklü değişikler yapın. Yeni hobiler edinin. Kesinlikle kumar oynayan bir çevreniz varsa bunlarla iletişimi tamamen kesin. Size bir şeyler katabilecek arkadaşlarınız ile daha fazla vakit geçirin ve asla içinize kapanmayın.

Kumar borcunu kumar ile kapatmaya çalışmayın. Olan oldu, giden gitti. Bu gün bıraktığın anda kâra geçmeye başlayacaksın. Bankaya çok borcunuz varsa yapılandırın. Gerekirse bir süre ödemeyin. Kara listeye girin. İnanın bu durum kumardan daha hayırlıdır!

Kumar bağımlısı bir yakınınız dostunuz varsa kesinlikle nakit para vermeyin. Ona kötülük yapmış olursunuz zira verdiğiniz para ile ya kaybettiklerini kazanmaya çalışacak ya da eski bir borcunu kapatarak yeniden borçlanabilmenin önünü açacaktır.

Kültürel, sanatsal etkinliklere zaman ayırın. Bir kitap kulübüne üye olun, gidin okuduğunuz kitabı tahlil edin. Çok büyük bir terapi.

Unutmayın, içinizdeki bu canavar belki de hiç ölmeyecek ancak bizler derince bir mezar kazıp bu canavarı oraya gömeceğiz. Çıkmaya çalıştıkça üzerine toprak atacağız. Yukarıda bahsettiğim her bir eylem bir kürek topraktır. Mezarda canlanmaya çalıştıkça, siz her gün üzerine toprağı atacaksınız ta ki iyice boğulup hareketsiz kalsın ve “ben asla buradan çıkamayacağım galiba” deyip ölüm uykusuna yatsın.

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

GÜNDEM