Connect with us

Yazılar

Helalleşmeden Önce Yüzleşme – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

CHP Genel Başkanı, parti olarak öteden beri gerek tek parti iktidarı döneminde ortaya koyduğu “devletlû” uygulamalar ile yaklaşık yetmiş küsur yıllık “ana” muhalefet döneminde -biri iki kez iktidar olma durumunu da ekleyelim- iktidarda bulunan partilerin icraatlarına karşı ordunun gücü ile bürokrasiyi kullanarak, hükümetler üzerinden birçok toplumsal kesime karşı uyguladığı baskıya binaen helallik dileme düşüncesini dile getirdi.

Bu helallik alma işi anlık bir çıkış mıydı, yoksa geleceğe yönelik plânlı, programlı bir açılım mıydı? Bu soruyu maksadı tam olarak anlayamasak da soralım. Zira karşımızda CHP ve onun kadroları var.

Helalliğe muhatap kılınan toplumsal kesimler

Bu toplumsal kesimler, kabaca başta Sünni kesim olmak üzere Aleviler, Kürtler sol kesim, “yerine göre” liberaller ve hatta Türk milliyetçileri…

Helalleşme olgu olarak, “insan-insan ilişkisi”ne dayanan dinî (İslamî) bir kavram olarak bilinmektedir. Bununla birlikte, Kılıçdaroğlu, bu “helalleşme” söylemini dile getirdiğinde, bu işin dinî boyutunu düşünmüş müdür? Buna bakmak gerek. Zira var olan Kemalist sistemin gadrine uğrayan toplumsal kesimlerin büyük bölümünün ortak paydasının İslam olduğu kabul görecektir. Ör. Sünniler, Aleviler, Kürtler.

Kaldı ki, sistemin gadrine uğramış seküler kesimlerin de var olan kültürlerinde, dini boyutta olmasa da,  helallik isteme-alma olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Bu da, İslam’dan etkilenme ile izah edilebilir.

O halde ve o zaman helalleşme nedir?

“Helalleşme” meselesini şu şekilde tanımlayabiliriz: “İnsanların birbirleri üzerindeki haklarını karşılıklı olarak helâl etmeleri; o hakkı bir diğerine bağışlamaları, haktan vazgeçmiş olduklarını bildirmeleri.” … “Helalleşme ile, zâlim, mazlumdan üzerindeki hakkı bağışlamasını dilemiş olur. Allah’ın haram kıldığı şeyden hâsıl olan günahı bir kimsenin helâl kılması mümkün değildir.”[1]

İşin dinî boyutu esas alındığında, helalleşme işinin, yukarıda da belirttiğimiz üzere “insan-insan ilişkisi” çerçevesinde olacağı kabul edilir. Zira yukarıdaki alıntıda buna işaret edilmektedir.

Buradan hareketle, Kılıçdaroğlu’nun helalleşme niyeti, kendi bütünlüğü içerisinde bir doğruluğu içeriyor olsa da, “kendisi hariç” dünden bugüne yapılagelen yanlış işlerin, işlenen zulümlerin büyük bölümünün mağdurları ile o yanlışları icra edenlerin kahir ekseriyetinin şu an yaşamıyor olduğunu düşündüğümüzde, helalleşme işinin “insan-insan ilişkisi”ne dair boyutu şu anki maddi zeminde anlamsızlaşmaktadır.

Dememiz o ki, eğer bu olgu dine dair ise ve o çerçevede bir helallik dilenecekse, helallik konusunda bir vekalet,  yani vekillik söz konu olmayacak ve işin muhataplarının uğradığı zulümlerin helalliği söz konusu olmayacaktır. Zaten, bu olguyu kendi dini boyutundan soyutlayıp seküler bir zemine oturmak istediğinizde iş kendiliğinden karikatürize olacaktır.

Zulme uğrayıp hakkını o yanlışların uygulayıcılarından gerek helalleşme yolu ve gerekse de adil bir yargılama neticesinde alamadan vefat eden insanların (Sünni, Alevi, Kürt vb.) hakkı İslami anlamda bakî kalacaktır.

Bu böyle ise, işin sonucunu Allah’a havale edelim.

Günümüzde yapılacak olanlara gelince: Eskinin hesabını Allah’a bırakarak, başta CHP (Kılıçdaroğlu) olmak üzere, onlarca yıldır bu topraklarda hükümet olup iktidar mevkiinde bulunan, “yürütme” konumunda bulunan tüm siyasi kadroların (sağ, sol, muhafazakâr) kendilerine biçtiği misyon gereği “muhalefette kaldığı halde” ideolojisi ve birçok uygulamaları açından, doğruların yanında yanlışları da bulunan siyasi, sosyal çevrelerin ve de bürokrasinin “daha vakit dolmadan” hem de “sıcağı, sıcağına” mazlum ve maznun kesimlerden, en önemlisi de icranın başında bulunan elemanları aracılığıyla helallik dilemeleri ve yapılan yanlışların izalesi için yoğun bir çaba içerisinde olmaları gerekir.

Daha sonra ise “yüzleşme!”

“Yüzleşme” sözlüklerde; “bir olayı ileri sürenle, inkâr eden kimselerin yüz yüze gelerek sözlerini tekrarlamaları ve yüz yüze gelmek” şeklinde tanımlanmaktadır.

Yüzleşme ile ilgili olarak bu ifadeleri baz aldığımızda, yüzleşme eylemi salt “suçlu aramak değil” var olan yanlışların ortadan kalkmasına yönelik çabaları sahih kılma adına; yine “insan-insan ilişkisi” bağlamında muhatapların bir araya gelip olan biteni, işi daha da çetrefilleştirmeden oluşan zararı def etme eylemi olarak düşünülebilir.

Yüzleşme eylemini, Kılıçdaroğlu’nun helalleşme söylemine uygulamaya çalıştığımızda; o yanlış uygulamalara kendi iradeleri sonucu imza atan kişilerin şahsında sistemin sorgulanması söz konusu olur.

Bu yolla o sistem, önünde ne kadar engel var olsa da geleceği teminat altına almak için ortadan kaldırılmalı, yenisi ve daha da orijinaliyle yer değiştirmeli ki, hem helalleşme, hem de yüzleşme sahih bir şekilde gerçekleşmeli! Yoksa bu söylem bir işe yaramayacak, var olan siyasi hengâmede yitip gidecektir.

İşin dışarısı ve içerisi…

İnsanların büyük bölümünün, kendi öncüllerine yapılan yanlışın sistemden geldiğini gördüklerinde ortaya koydukları tavır ile yanlışların sivil özneler tarafından icra edildiği gerçeği karşısındaki tavırları farklı olagelmiştir.

İşin içerisinde “hesap vermesi istenen” siviller varsa, buna yönelik karşı çıkış, çoğu kez “şüyuu vukuundan beter” bir hal almakta ve çoğu kez hak, hukuk ötelenmekte, geri plana itilmekte ve husumet bir şekilde devam edip gitmektedir.

Ama işin başına devlet, hükümet vs. varsa, iş bu kez farklılaşmaktadır. Çoğu kez getireceği hayır/iyilik dikkate alınmadan, gerek şahsi ve gerekse de toplumsal bazda elde edilebilecek faydalar göz ardı edilerek sistem yanlışlar içerisinde resmedilmekte, hükümetler ise seçim dönemlerinde oy vermeme yoluyla cezalandırılmak suretiyle yapılan yanlışlara karşı tepkiler ve tavırlar sergilenmektedir.

Bu genel çerçeveyi bir kenara koyalım ve pratik üzerinden yürüyelim; gerek helalleşme ve gerekse de yüzleşme için, o söylemde bulunduğu için Kılıçdaroğlu hariç olmak üzere sistemin ve CHP içerisinde var olan katı Kemalist blokajın kırılması nasıl mümkün olacaktır ki, bir hesap sorulmayacak olsa da, o kesimler yüzleşmeyi kabul etmiş olsunlar!

Bunun zor olduğu çok açık. Zira CHP’nin epey zamandır benimsediği ve parti için ideoloji olarak benimsendiği görülen sosyal demokrat kimliğe, birçok partili belediye başkanının şahsında sosyal demokrasiyle taban tabana zıt ideolojik söylemlerin vs. var olduğu bir vasatta, ne bir helalleşme ve ne de yüzleşme gerçekleşebilir.

Kılıçdaroğu’nun bu blokajı kırması bir hayli zor görülmektedir. Bir de bu blokaj kırıldığında CHP’nin, gelecekte var olması için geçmiş ideolojik bagajını, düşünce ve yaşam biçimini ne adına olursa olsun terk etmesi daha akıllıca olacaktır. Bu ifadeler, sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, ulusalcı, solcu vb. tüm partiler ve ideolojik tortusu bulunan tüm çevreler için de gereklilik arz etmektedir.

Rejimin sahibi kim?

Bu konuda “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” özdeyişini referans aldığımızda, seküler bir anlayışa sahip sosyal ve siyasal çevrelerin aksine, görünür planda Batıcı olmayan, bunun yanında özellikle de siyasi arenada kendi kimliğini gizleme sevdasına düşen siyasi partilerin “iki arada, bir derede” olduğu söylenebilir.

Bir de sürekli ve işi talim edercesine “devlet kuran parti” söylemini dillendiren CHP örneğinde olduğu üzere bir helalleşmeye ve yüzleşmeye “rejimin bekası adına” karşı çıkan siyasi partilerin (Ör. MHP) varlıkları devam ettiği sürece bu helalleşme, öyle görülüyor ki, Kılıçdaroğlu’nun bir tık sonrasında yapılacağı öngörülen seçimlere yönelik oy avcılığı olarak okunmaya elverişli bir durum olarak görülmektedir.

Kılıçdaroğlu’nu, yapılacak olan iş açısından arî bir şekilde değerlendirecek olsak da,  yapı (parti) içi katı Kemalist blokaj kolay kolay yıkılmayacaktır. Belki de Kılçdaroğlu’nun da böylesi bir yıkımı kabul etmeyeceği söz konusu olabilirdi.

En sonda şunu da ekleyebiliriz: Kılıçdaroğlu’nun görünen iyi niyetine rağmen, onun, helalleşme çağrısına son bir kez kulak kabarttığımızda şunu da görebiliriz: CHP, devlet/rejim kuran parti olarak “olan biteni, biraz da ‘balık hafızalı olduğu/muz için’ büyük oranda unuttuğu varsayılan halkın, yani bizim geçmişe takılmadan  bu söyleme kani olacağını düşündüğünü; on dokuz yıllık “muhafazakar” AK Parti iktidarından kaynaklanan yanlışların, seküler kafayla işlenen yanlışları gölgeleyeceği, hatta onları, hiç vuku bulmamışçasına yok sayacağını düşündüğümüzde  Kılıçdaroğlu hem kendi geleceğini teminat altına almaya çalışacak ve hem de rejim dimdik ayakta duracaktı.

Helalleşmeden önce, yapılan yanlışlardan ötürü yüzleşme ve sağlam bir geleceğin temellerinin atılması için “makul ve bir miktar faturası olacaksa da ‘kırıp dökmeden’ yapılması gerekli bir hesaplaşma” olmadan, bu helalleşme anlamsız kalacaktı. Bunu dikkate almak gerekir.

Tabii ki, mağdur kesimlerin kendi ideolojik hırsı ve hıncı için devr-i sabık oluşturmadan!

Görsel çalışma: Carlo Cordua

[1] Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, VII, 376, https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/helallesmek

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Amerikan-İsrail Soykırımı ve Globalist Projenin Ayak Sesleri – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Yirmi birinci yüzyılın ortasında insanlık, tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Ne yazık ki bu karanlık, yalnızca bombaların gökten yağmasıyla değil; ahlakın, vicdanın ve insanlığın sistematik bir şekilde yok edilmesiyle derinleşiyor. Bugün Gazze’de yakılan her ev, yıkılan her cami, parçalanan her çocuk bedeni sadece İsrail’in değil, Amerikan emperyalizminin ve ona akıl veren küresel efendilerin ortak cinayetidir. Bu, bir savaş değil; soğukkanlı bir soykırım ve topyekûn bir medeniyet yıkımıdır!

Bugünün dünyasında insanlık olarak “medeniyet” kavramının altının boşaltıldığı, değerlerin metalaştırıldığı ve vicdanın sistematik olarak bastırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu çağda “medeniyet”, Batı’nın elinde bir propaganda aracına dönüşmüş, içerdiği tüm anlamları kaybederek yeni-sömürgeci projelerin vitrini haline gelmiştir. İşte bu vitrinin ardında Gazze gibi yerlerde akan kan, soykırım, tehcir aslında yeni dünya düzeninin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

İsrail: Sadece Bir Terör Devleti Değil, Bir Proje

İsrail, yalnızca bir terör devleti değil, bir projedir! Bu proje, Batı’nın kadim Haçlı kiniyle, çağdaş Siyonist ideolojinin birleşiminden doğmuş bir yapay organizmadır. Gazze’de yürütülen katliamlar, spontane gelişen askeri hamleler değil; sistematik bir etnik temizlik politikasının ürünüdür. Her bomba, bir plânın; her keskin nişancı kurşunu, bir küresel stratejinin parçasıdır.

İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri garnizonu, bir “medeniyet istasyonu” değil; etnik temizlik ve soykırım mühendisliğinin canlı örneğidir. 1948’den bu yana Filistin topraklarında uygulanan şiddet politikaları, Siyonist ideolojinin teolojik temellerinden beslenen bir ırkçılıkla harmanlanmış, Yahudi üstünlüğünü mutlaklaştıran bir etno-devlet modeline dönüşmüştür.

Bu bağlamda İsrail’in eylemleri, salt “güvenlik kaygılarıyla açıklanamaz. Aksine, bu sistematik saldırılar, bölgede kültürel, demografik ve dini bir dönüşüm hedefleyen uzun vadeli bir “resetleme” planının parçasıdır. Bu plânın aktörleri ise sadece İsrail devlet aklı değil; onu destekleyen hatta yöneten global sermaye ve stratejik akıllardır.

Amerika: “Özgürlük” Maskesiyle Cinayet İhracı

ABD ise bu plânın taşeronudur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi söylemlerle tüm dünyaya ihraç ettiği şey gerçekte savaş, yıkım ve kaostur. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da oynanan kirli oyun şimdi Gazze’de, tüm acımasızlığıyla yeniden sahnelenmektedir. Amerikan uçaklarıyla gelen bombalar, Amerikan silahlarıyla vurulan çocuklar ve Amerikan medyasıyla aklanan katliamlar… Bu, barbarlığın dijital çağdaki hâlidir.

ABD, tarihin en büyük askeri gücü olarak sadece savaş değil; kültür, medya ve teknoloji yoluyla da küresel tahakküm kuran bir imparatorluk inşa etmiştir. “Özgürlük ihracı” adı altında yürütülen her askeri müdahale; aslında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarların ele geçirilmesi ve küresel düzenin yeniden dizaynı anlamına gelmektedir.

Amerikan dış politikası, İsrail’in politikalarını yalnızca desteklemekle kalmaz; onun bölgede bir taşeron devlet olarak işlev görmesini sağlar. Pentagon’un mühendisliğini yaptığı, CIA’nın finansal destek verdiği soykırım projeleri NATO medyasıyla meşrulaştırılırken, dünya kamuoyu, “Batılı değerler” ambalajıyla uyuşturulmaktadır.

Globalistler: Tanrıcılık Oynayan Yeni Firavunlar

Ancak bu cinayetlerin arkasında yalnızca devletler değil, çok daha büyük bir güç vardır: Küresel sermayeyi, medya tekellerini, ilaç ve teknoloji devlerini elinde tutan bir avuç elit azınlık! Bu azınlık, kendini Tanrı yerine koymuş, insanlığı kontrol altına almak, milletleri köleleştirmek ve nihayetinde “tek tip” bir insan modeli oluşturmak istemektedir. Gazze’de denenen şey, bu küresel plânın bir test sahasıdır: Direnen toplumları kır, yok et, susmayanları aç bırak, yılmayanları bombala, direnlere destek olanları tutukla, hapset!

Modern dünya sisteminin gerçek yöneticileri devletler değil; sınırları aşan, ulusal egemenlikleri hiçe sayan bir sermaye oligarşisidir. Bu oligarşi; küresel finans kurumları, büyük medya tekelleri, farmasötik ve teknoloji devleri aracılığıyla insan hayatını, bilgiyi ve algıyı kontrol etmektedir.

İsrail’in Filistin’de denediği, ABD’nin Irak’ta uyguladığı şey aslında bu globalistlerin nihâî plânının laboratuvar deneyleridir. Bu plân, ulus-devletleri ortadan kaldırmak, aileyi çözmek, dini inancı yok etmek ve bireyi yalnız, kontrol edilebilir bir dijital varlığa indirgemek üzere kuruludur.

Gazze’de öldürülen bir çocuk; yalnızca bir can değil, global düzene direnişin sembolüdür. Onun bedeni, dijital totaliterliğe karşı insanlığın verdiği son savaşın siperidir!

Modern çağın en büyük yalanı, insanlığın özgürleştiği yalanıdır. Oysa gerçekte yaşanan; bireyin, toplumun ve milletlerin adım adım küresel bir denetim sistemine mahkûm edilmesidir! Bu sürecin arkasında ise ne sadece devletler ne de ideolojiler vardır. Arkasında bir sınıf vardır: globalist elitler. Onlar, kendilerini tanrı yerine koymuş, insanı yeniden biçimlendirmek ve yeryüzünü mutlak bir tahakkümle yönetmek isteyen modern Firavunlardır.

Globalizm, sermayenin ve gücün ulusal sınırları aşarak küresel bir otorite haline gelmesidir. Bu ideolojinin hedefi, bağımsız ulus-devletlerin çözülmesi, kültürel kimliklerin yok edilmesi ve tek tip bir tüketim bireyinin oluşturulmasıdır. Uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası), büyük teknoloji tekelleri (Meta, Google, Microsoft), ve küresel medya devleri bu yapının yürütme organlarıdır.

Onların gözünde insan bir ruh değil, istatistiksel bir varlıktır. Bir QR kod, bir algoritmadır. Her hareketi izlenebilir, yönlendirilebilir, gerektiğinde etkisizleştirilebilir.

Sessiz Dünya, Suç Ortaklığıdır

Batı’nın sessizliği masum değildir. Her sessizlik, bir onaydır. Her tarafsızlık, bir suç ortaklığıdır. Bugün İsrail’e silah satan da ona “savunma hakkı” diyen de soykırıma sessiz kalan da insanlık suçu işlemektedir. İsrail’le ticarete devam edenlerle diplomatik, siyasi, askerî ilişkileri kesmeyenler soykırım suçuna ortak olmuştur. Bu yeni dünya düzeni, “kanla yazılmış bir distopya”dır.

Çünkü sessiz kalmak, işlenen suça ortak olmaktır. Barbarlığa karşı susmayan her ses, insanlığın geleceğine atılan bir tohumdur. Bugün Gazze’deki mücadele; sadece bir toprağın değil, tüm insanlığın değerlerinin, kimliğinin ve haysiyetinin savunusudur. Tüm insanlığın Gazze direnişine sahip çıkma borcu vardır.

Direniş: Medeniyetin Son Kalesi

Bu kirli düzene karşı direnmek, sadece bir hak değil, ahlâkî bir görevdir. Direniş, sadece silahla değil; kalemle, sözle, fikirle, şiirle de mümkündür. Çünkü bu savaş, sadece toprakların değil, zihniyetlerin de savaşıdır. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz! Ya bu barbarlığa sessiz kalacağız ya da yeni bir insanlığın hayalini kuracağız!

Unutma: Gazze düştüğünde yalnız Filistinliler değil, insanlığın onuru da düşmüş olacak! O nedenle bu mücadele, sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir.

Küresel elitlerin uyguladığı yöntemlerin başında, kriz üretmek ve bu krizlere çözüm sunma bahanesiyle özgürlükleri geri almak gelir. Pandemiler, ekonomik buhranlar, savaşlar ve sun’î göç dalgaları bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her büyük kriz, globalistlerin “yeni düzen”e geçişte kullandığı bir merhaledir.

COVID-19 pandemisi, bir sağlık krizinden çok, dünya çapında denetim mekanizmalarının test edildiği bir laboratuvardı. Dijital pasaportlar, kitlesel gözetim sistemleri, sosyal medya sansürleri bu dönemle birlikte normalleştirildi. İnsanlar korkutularak itaatkâr hale getirildi.

Tek Dünya Devleti: Dinin, Ailenin ve Kimliğin İflası

Küreselcilerin nihai hedefi tek merkezden yönetilen bir dünya sistemidir. Bu sistemin önünde duran en büyük engeller ise şunlardır: din, aile ve milli kimlik.

  • Din; insanın üst bir otoriteye bağlılığını temsil eder. Bu da globalistlerin mutlak hâkimiyetini tehdit eder. Bu yüzden din ya yozlaştırılır ya da marjinalize edilir.
  • Aile; bireyi sistemin mutlak kontrolünden koruyan en küçük direnç birimidir. Onun yerine cinsiyetsiz, köksüz bireylerden oluşan sözde özgür topluluklar inşa edilir.
  • Milli kimlik; yerli olanı, özgün olanı ve bağımsızlığı temsil eder. Bu da tek tip insan modeline engeldir. Dolayısıyla kültürler ya homojenleştirilir ya da çürütülür.

Dijital Tahakküm: Gözetim, Manipülasyon ve Veri Diktatörlüğü

Yeni dünya düzeni, fiziksel işgallerle değil; veriyle, yapay zekâyla, algoritmalarla yürütülmektedir. Google aramalarınızdan kredi notunuza, sosyal medya etkileşimlerinizden alışveriş alışkanlıklarınıza kadar her şey kayıt altındadır.

Bu veri setleri, bireylerin zihinsel haritasını çıkarır ve kitlesel yönlendirme için kullanılır. Bugünün en büyük silahı ne bombadır ne tank! Bugünün en güçlü silahları bilgidir, veridir, algoritmadır.

Ya Direniş ya Dijital Esaret

Ya bu sistemin sunduğu sanal özgürlüklerle ruhumuzu satacağız ya da bedel ödeyerek gerçek insan kalacağız. Bugün Gazze’de direnenler, sadece İsrail’e değil, bu küresel düzene de karşı koymaktadır. Bu yüzden bu savaş; yalnızca bir toprak meselesi değil, insanlığın ruhunu kurtarma mücadelesidir.

İslam’ın Teklif Ettiği Dünya

Adaletin, Merhametin ve Tevhid’in Egemen Olduğu Bir Varlık Düzeni

Sadece Karşı Çıkmak Yetmez, Bir Teklifin Olmalı

Tarihte hiçbir karşı çıkış, bir teklif olmadan kalıcı olamamıştır. Bunu “Arap Baharı” sürecinde tecrübe ettik, eleştiriler yıkıcı olmaktan çıkıp dönüştürücü hâle ancak alternatif bir yapı önerisiyle gelir. Bugün globalist barbarlık, dijital tahakküm, Siyonist zulüm ve liberal çürüme karşısında; insanlığın sadece “direniş” değil, aynı zamanda “yeniden inşa”ya ihtiyacı vardır. İslam medeniyeti, bu yeniden inşanın yegâne evrensel modelidir. Çünkü o, insanı merkezine alan, ilahi ilkeyi temel alan ve adaleti tüm boyutlarıyla sistematikleştiren yegâne medeniyet tasavvurudur.

Tevhid: Birliğe Dayalı Ontolojik Bir Bakış

İslam medeniyeti, varlığı parçalanmış bir bütün olarak değil; anlamlı bir birlik içerisinde kavrar. Tevhid inancı, sadece Allah’ın birliğini değil; hayatın her alanında bütünlük ve adaletin hâkim olması gerektiğini öğretir. Ekonomi, siyaset, hukuk, aile, çevre… Her şey ilahi denge (mîzan) ile ahenk içinde olmalıdır.

Bu anlayışta insan, doğaya hükmeden değil; doğa ile birlikte bir emaneti taşıyan varlıktır. Devlet, halkın efendisi değil; adaletin taşıyıcısıdır. Bilgi; güç değil, sorumluluktur.

Adalet: İslam Medeniyetinin Omurgası

İslam’ın medeniyet teklifinde adalet, merkezî ilkedir. Adalet, sadece hukuki değil; ekonomik, sosyal, kültürel ve epistemolojik bir düzendir. Kur’an’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” emri, evrensel hukuk için erişilmesi zor bir zirvedir.

Bugün dünyada adalet, sadece güçlü olanın ayrıcalığına dönüşmüşken; İslam, en zayıfı, en yetimi, en kimsesizi merkez alan bir düzeni öncelemektedir. Bu adalet, sınıfsız bir toplum vaadi değil; her sınıfın hakkını koruyan bir denge sistemidir.

Aile ve Toplum: İnsanlığın Çekirdeği

İslam medeniyetinde aile, toplumun temeli değil, bizzat kendisidir! Kadın ve erkek cinsiyetsizleştirilmiş eşitlik yarışında değil; birbirini tamamlayan iki hakikat olarak kavranır. Çocuk, nesil değil; emanettir. Bu bakış açısı, Batı’daki aile krizinin ötesinde; sağlıklı, üretken ve sorumlu bir toplumun yapı taşlarını sunar.

Toplum, yalnızca bireylerin toplamı değil; birbirine karşı ahlâkî sorumluluklarla bağlı bir “ümmet”tir. Bireyin özgürlüğü, başkasının hakkını yok sayarak değil; onu gözeterek vâr olur.

Ekonomi: Faizsiz, İsrafsız, Hakkaniyetli Bir Model

İslam’ın ekonomik teklifi; faizsiz, israfsız ve üretim temelli bir düzene dayanır. Kapitalist sistemde paradan para kazanmak makbuldür; İslam’da ise bu, zulümdür. Fakirlik bir kader değil; zenginlerin vebali olarak görülür. Servetin dolaşımda olması, belirli ellerde toplanmaması, zekât ve infak gibi kurumsal sistemlerle garanti altına alınmıştır.

Bu anlayış, bugünün krizlere gebe olan finansal sistemine karşı hem adil hem sürdürülebilir bir modeldir.

Bilgi ve İrfan: Gerçekliğe Yolculuk

İslam medeniyetinde bilgi, sadece nicel birikim değil; hakikatle buluşma sürecidir. Modern bilgi epistemolojisi, hakikati parçalayan bir tahakküm aracına dönüşmüşken; İslam düşüncesi, akıl ile vahiy arasında denge kurarak, insanı hem maddi hem manevi olarak inşa eder.

Bilgi; kibir değil, tevazudur. Güç değil, emanettir. İşte bu anlayışla, İslam medeniyeti, bir yandan astronomide zirveye çıkmışken öte yandan tasavvufta insanın iç yolculuğuna da rehberlik etmiştir.

Savaş ve Barış: Onur Temelli İlişkiler

İslam, savaşla barış arasında denge kuran bir sistem sunar. Ne pasifist bir kabulleniş ne de emperyalist bir yayılma… İslam’ın savaş anlayışı, mazlumları korumak, adaleti tesis etmek ve fitneyi (bozgunculuğu) durdurmak içindir. Barış ise zulmü meşrulaştıracak bir örtü değil, adaletin tesisinden sonraki durumdur.

Bu yönüyle İslam, Batı’nın “barışçıl işgali”ne, “demokrasi için savaş” yalanına karşı hakikate dayalı bir duruş sergiler.

Şehir ve Mekân: Ruhu Olan Coğrafyalar

İslam medeniyetinde şehir; rantın değil, rûhun mekânıdır. Camiinin merkezde yer aldığı, sokakların komşulukla örüldüğü, mimarinin estetikle, insanla ve doğayla barışık olduğu bir modeldir. Bu anlayış, modern şehirlerin beton ormanına dönüşmesine karşı; yaşanabilir, huzurlu ve ruhu olan şehirler teklif eder.

Sonuç: Medeniyet, İnsanlık Onurunun Mimarisidir

İslam’ın teklif ettiği medeniyet; insanı ilahlaştırmaz ama ona onur kazandırır. Teknolojiyi reddetmez ama onun efendisi olmayı öğretir. Kültürü dondurmaz ama yozlaşmasına izin vermez. Bu medeniyet, sadece Müslümanlara değil; tüm insanlığa bir davettir. İnsanlığın geldiğimiz noktada tek kurtuluş reçetesidir.

Gazze’deki direniş, bu medeniyetin küllerinden doğuşunun habercisidir. Batı’nın çöküşü sadece bir yıkım değil; hakikat medeniyetinin yeniden inşası için bir başlangıç olabilir, olmalı, biz istersek, irade ortaya koyarsak bu mümkün, bu olursa iyi olur babından bir şey değil kulluğumuzun gereğidir. Çünkü hakikat yalnızca savunulmaz; aynı zamanda inşa edilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x