Connect with us

Yazılar

Halkın ve Devletin “Maddi ve Manevi” Dinamikleri Üzerine – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Genel bir yargı olmasa da, Türklerin devlet tutkusu, onların özel mülkiyet bağlamında mala, mülke olan ilgilerinin yanında, modern döneme kadar pek de ön plânda olmadığı bilinmektedir.

Bu durum, salt onların tarihten bu yana komün anlayışına uygun bir düşünüş ve yaşayışa sahip oldukları anlamına gelmez elbette ama gerek yaşadıkları topraklardan Batı’ya yönelik yeni yurtlar arama ve özellikle de (hangi dinî kümeye mensup olmalarıyla ilgili, o din adına “anlam açısından”) fetih hareketlerine girişmeleri, onları bu gayeleri gerçekleştirirken mal ve mülk yığma konusunda birçok millet ile kıyaslandığında pek bir yekûn tutmaz.

Bu durumun, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, bazı çevrelerce uygulandığına dair iddialara rağmen komün anlayışıyla bir alâkası yoktu.

Onların maksadını dünyayı, salt inanılan yüce güç adına fethetmek, insanlara ilahi mesajı iletmek, onlara inançtan kaynaklanan özgürlüğü göstermek ve onların o özgürlük içerisinde yaşamalarını sağlamak olarak tanımladığımızda, elde bir tek şey kalıyordu: ölmeyecek kadar mala ve mülke sahip olmak ve var olan geçimliği sağlamak…

Buna rağmen, onlara hükmeden hanedan ailelerinin, onların bu mala ve mülke olan ilgisizliği karşısında, manevi sâiklerden hareketle, zamanla onu aşan ve unutturan ve aynı zamanda “din soslu” “cihan hâkimiyeti mefkuresi” adına, alabildiğine toprak elde etmek ve mala ve mülke sahip olmak ise, başlı başına bir gerçeklik ve garabet teşkil etmektedir.

Türklerin genel anlamda bu mala ve mülke ilgisizliği bir yana, sultanın o mefkûre adına toprakçı anlayışa sahip olması, kendi bütünlüğü içerisinde “gelenek üzere” kendine özgü bir mülkiyet ilişkisine sahip halkları da etkilemiş, yer yer geleneği bozmuştur.

Bu duruma en bariz örnek Osmanlının yükseliş döneminde Kürdistan sahrasında ya toprakları merkezileştirme ya da bir “mir”in, yine bir şekilde devletle çalışması sonucunda salt köylünün topraksızlaşması ve aynı zamanda şehirli katmanın da mülksüzleşmesini beraberinde getirmişti. Bu durum, Türklerle birlikte birçok halkı derinden etkilemiştir.

Ta ki, bir nevi günümüzde AB’ye dahil olmak için ortaya konan -ciddi bir niyet var ya da yok-çabaların hasılası sayılabilecek Tanzimat Fermanı’nın etkisiyle toprak reformu gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ama bu reform, dönemin kendi mantığı ve mantalitesi içerisinde pek sağlıklı yürümemiş ve dönemin sosyal ve siyasal şartlarının etkisiyle olsa gerek Kürt toplumu nezdinde bir toprak ağalığı anlayışı ve formu oluşmuştur.

Bu durum, aslında o tür anlayışlara taban tabana zıt olduğu iddia edilen Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Hatta sağcı politikaların bu topraklardaki öncüsü olan DP ile başlayan ve Süleyman Demirel ile devam eden ve o çizgiye hizmet eden bir oy potansiyeli Kürt halkının şahsında hem ağalık kurumunu ve hem de bu politikalar aracılığıyla yiyeceği bir parça ekmeği dahî devlet babadan bekleyen koca bir halk, özellikle de Kürt köylü yığınının oluşturduğu söylenebilir.

Burada Orta Asya orijinli Türklerin, kendi dönemlerinde uygulandığı söylenen ATÜT, yani Asya Tipi Üretim Tarzı, koca bir halkın peyderpey Doğu’dan Batı’ya göçü ve İran ile Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı devlet iradesinin sonucunda; her konuda olduğu üzere bu konuda da tüm yerleşik kültürlerden (Ör. İran ve Bizans) etkilenmelerini berberinde getirmişti.

Bir de topluma “manevi dinamikler” kazandırdığı varsayılan dönemin tarikat yapılanmalarının bir özelliğinin de, yine, sözde bir mürşide bağlanma adı altında, “maddi” sultanın, “manevi” sultanlar üzerinden geniş halk (köylü) yığınlarını tekkeler üzerinden kontrol altına alma çabası da kayda değerdir.

Bu durum, aynı zamanda, Haçlı saldırıları gibi özel dönemleri de işin içerisine kattığımızda, üretimden büyük oranda ayrı kalan geniş halk yığınlarının, sadece aç karınlarını doyurma adına tekkelere bağlanma ve onlar üzerinden maddi sultanın, kendi sultasını elde tutması ve koruması anlamına geliyordu.

Nakşibendiliğin, Orta Asya ve Hindistan macerası sonrasında yönünü Anadolu’ya, özellikle de Kürdistan’a dönmesi üzerine (yani Kürdîleşmesi) başta Kadirilik olmak üzere “yerli” birçok tarikatın saltanatının sarsıldığı ve yerini peyderpey Nakşiliğe bıraktığını biliyoruz.

Bir “Şeyhağa” Formu

Hatta Nakşibendiliğin, modernizasyon öncesinde uzun asırlar süren ve Osmanlı ordusunun önemli bir parçası olan Yeniçeri ocağının kaldırılmasının akabinde, askere manevi güç vermesi düşünülen bir yapıya bürünmesi, günümüzde de birçok Kürt yerleşim bölgesini merkez tutması ve yine sağcı politikaların marifetiyle siyaseti belirleyecek duruma gelmeleri bugün de yaşanılan bir durum olarak bilinmektedir.

Bu yapıların bize gösterilen karelerine bakmak bir tarafa, bakılmasının istenmediği kareler ise, iyice incelendiğinde hem işin dinî ve hem de dünyevî tarafı bir araya getirilecek olsa, ortaya apaçık bir şekilde, terkisine feodaliteyi de alan bir “şeyhağa” formunun çıkmış olduğunu görmüş olacağız.

Ağa, Şeyh, Devlet

“Şeyhağa” tanımlamasını da kapsayacak ve çok katmanlı bir bakış açısı sunacak bir kitap çalışması, Martin van Bruinessen’e ait “Ağa, Şeyh, Devlet”…

Bugüne kadar konuya dair önemini yitirmemiş bulunan eserde daha fazlasını bulmak mümkün; “Martin van Bruinessen, kitabında esas olarak -devletle ilişkileri çerçevesinde- ağalık ve şeyhlik kurumunun siyasi iktidarla çatışan/çakışan “menfaatlerini” ele alırken, diğer yandan da bu iki muktedir güç arasında sıkışan topraklı/topraksız Kürtlerin toplumsal konumlarına dair yaptığı nitelikli gözlemlerini okuyucuların dikkatine sunuyor.”*

Bugün bu anlayışın, gerek Kürt toplumu ve gerekse de Türk toplumu üzerinden nasıl konumlandırıldığını ve ona nasıl bir işlerliğin kazandırıldığını görebilmekteyiz.

Bu tür bir yapının, nasıl bir işlerlik kazandığı Nakşiliğin Kürt cenahı üzerinden görmek mümkünken, Nakşiliğin Türk vb. cenahında da muhafazakâr tandanslı, aynı zamanda “şehirli” kapitalist bir ilişki biçimi üzerinden yaklaşık 12 Eylül darbesinden bu yana okunabilir.

Bu durum, Nakşiliğin Anadolu macerasının etkisizliğine bazı şahıslar bazında agresifliğine ve yıpratılmışlığına, yıpranmışlığına işaret ederken Kürt macerasının izlediği rota dikkate alındığında her türlü yıpranmışlığa, kendi içindeki post kavgalarına ve salt din karşıtı bilumum Kemalist cenahın saldırganlığına rağmen muhafazakâr politikaların devamını sağladığı gözlemlenmektedir.

*https://iletisim.com.tr/kitap/aga-seyh-devlet/7701

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

Yardım Kuruluşları Kendilerini Kapatsın – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

“Hayatta her şeyin fazlası zarardır.” kaidesini benimseyecek olursak hayatının bütününü yardım faaliyetlerine adayan güzel arkadaşlara bir iki kelam etmek istedik.

Sahadan gelen bir arkadaşınız olarak samimiyetinizi, niyetinizi, gayretlerinizi yargılamak haddime değildir, kimsenin olmadığı gibi ama ortada had safhada bir vakıa var ve bahsedilmesi icap etmektedir. Burada mevzu bahis olan, kişilerden ziyade gelinen süreçtir; üzerimize alıp şahsileştirmeye hacet yok ama üzerimize düşen vecibeler de var.

Hayat bütüncül bir kurgudur; dengeli, koordineli, çeşitlilik içinde tamamlanır ve anlam kazanır. Salt bir alan/meşguliyet/düşünce insanı daraltır, noksan bırakır. Bireysel noksanlığımız bir yana, birçok alandaki toplumsal sorumluluklarımızdan uzaklaştırır bizleri.

Salt tasavvuf, salt edebiyat, salt eğitim, salt ibadet, salt ideoloji, salt ticaret ne kadar yanlışsa salt yardım faaliyetleri de bir o kadar yanlıştır. Buradaki yanlışlık fiiliyatın kendisi veya alanı değil “salt” olmasında yani yanlışlık, diğer alanlarda eksik bıraktığımız yükümlülüklerimizde! Toplumdaki gelir eşitsizliğine, muktedirlerin zulümlerine, haksızlıklara, sömürülen emekçilere, katledilen ekine ve nesle dâir kelam etmeden hayatını pür para kazanma derdiyle, çiçek böcek edebiyatıyla geçirip veya varlığını akademiye vakfetmekle veya yat kalk ibadetle tekkelerde geçirmekle olmuyor. Aynı şekilde mevzumuz olan yardım faaliyetleri de benzer kategoriye tekabül etmektedir.

Bu düzleme ne vakittir nasıl düştük, düşünüp irdeleyerek tespit etmek gerekmekte. İslamsı bir iktidar döneminde muhafazakâr cenah ister istemez siyasal sorunsallara parmak basmaktan kaçınır (Sorunları halifemiz çözecek diye!) hâle gelmiş, siyasal düzlemdeki sorumluluklarını abdestli-namazlı iktidar/larına devretmiş, kendileri de boşlukta kaldığından bahsi geçen alana daha da yoğunlaşır olmuşlardır. Eskiden de Müslümanlar vakıf-dernek ve özellikle yardım faaliyetlerinde aktif ve işlevseldi ama son 15-20 yıldır tek işleri bu olur oldu! İktidara eklemlenmiş durumda olanlar haricindekiler de mevcut nizama ters düşmeyecek, siyasal bir yansıması olmayan bu kulvarda, risksiz steril bu tatmin alanında kalan ömürlerinin gününü saymaktalar!

Tabi ki yardım faaliyetlerimiz sürecek, sadece İslami kimliğimizden değil insan olmamızın bir gereğidir bu! “Komşusu açken kendi tok yatan bizden değildir.” şiârıyla yaşayanlar, ister istemez yardımını yapar ama bunun bir oranı, orantısı olur zannımızca! Diğer faaliyet alanları gibi en fazla %10-15’lik bir yere tekabül ediyor olmalı değil mi? Yukarıda ayrıntıladığımız gibi insanın hayatının yekûnunu herhangi bir şey oluşturuyorsa bu sıkıntıdır. Kurumsal olarak varlığını, zamanını, zihnini, insan gücünü, eforunu bütünüyle bu alana kanalize etmek de nedir!

İslamcı camiadan beklenen, düzen ile esaslı bir yüzleşme ve bu yüzleşme doğrultusunda toplumsal sorunlara eğilmek iken genel hassasiyet düzen ile yüzleşmeyi bir kenara bırakıp, düzen içi imkânlara hücum etmeye dönüştü. Hâliyle toplumun düzen karşısında savunulması, toplumu düzen karşısında uyarmak, düzeni toplum karşısında eleştirmek ve itiraz kültürünün örgütlenmesi terk edilmiştir. Bu yüzden hayr umarken şerre tekabül eden bir STK işgali altındayız. Kaldı ki bu yapıların da ne kadar sivil olduğu tartışılır çünkü nice STK bugün SDK’ye (sivil devlet kuruluşları) dönüşmüştür. Düzen ile esastan yüzleşme ve toplumsal alanda adaletin ikamesi doğrultusunda STK çalışmalarına ihtiyacımız var. Adaletin ikamesi konusunda mücadele etmeyi ve tavır almayı bir kenara bırakmış bu yapılar, toplumu yardımlarla oyalamakta ve zulmün/yoksulluğun müsebbibi iktidarların (bir faraş misali) ardını toplamaktadır.

Adeta TC’nin sosyal devlet vasfını gönüllü olarak Müslümanlar yürütmektedir, muhafazakâr camia yardım-dernek vakıf işlerinden elini çekse Türkiye devletinin, hiçbir “sosyal devlet” vasfını yerine getirmediği çıplak gözle görünür olacak neredeyse!

Bataklığı kurutmak yerine sinekleri öldürmeyle meşgul oldukça bataklık öngördüğümüzden de daha fazla büyüdü, büyüyor, büyüyecek. Artık yokluktan açlık evresine büründü ahval; israfı doğuran, zenginle fakir arasındaki makası açan, zulüm üreten, insanları zihnen ve fiilen köleleştiren odakları bertaraf etmeden yapacağınız yardımlar dolaylı olarak bu odakların varlığını beslemektedir.

Camia içerisinde bir de son zamanlarda hobileşen arama kurtarma faaliyetleri var. Açık konuşmak gerekirse bizim işimiz arama kurtarma faaliyetleri yürütmek mi? İşiniz gücünüz bitti, ortada zalim/tâğût/firavun kalmadı da spor yapasınız dağ havası alasınız mı geldi, hayırdır! Devletin sosyal devlet ödevlerini üstlendik, doğal afet sonrası hizmetlerini de mi biz sırtlanacağız!

Pardon “artık devlet bizdik” değil mi? Unutkanlığıma, cahilliğime, ayak uyduramamışlığıma verin!

Bu alışkanlık haline gelmiş durumdan radikal kararlar alarak çıkabiliriz. Yardım faaliyetlerinin hakkını vererek bütüncül ve dengeli hareket eden, riske girip eş zamanlı olarak bataklığı kurutmaya dâir de söylem ve eylemlerde bulunan oluşumlar da arada kaynayacak! Had safhada olan mahrum bırakılmış ihtiyaç sahibi mazlumlara (kısa bir süreliğine) el uzatılamamasına da sebep olacağız ama şakası bir yana ciddi ciddi bütün dernek ve vakıfları, yardım kuruluşlarını kapatalım! Biraz boşluğa düşülecektir ama belki önceliklerini, sorumluluklarını tekrar hatırlar, bataklığı kurutmaya dair faaliyetler yürütüp yarına güzel günlerde uyanabiliriz. O vakit hâlâ ihtiyaç sahibi kalmış kişilere her türlü paylaşımla umut olabiliriz.

NOT: Olağanüstü bir durum olan deprem krizi ve depremzedelere âciliyet gerektiren yardım faaliyetleri bu vurgumuzun dışındadır.

Umarım üst perdeden ifadelendirdiğim meramım anlaşılabilmiştir.

Saygılar, sevgiler…

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Beyaz Önlük Neyi Örter?

Yayınlanma:

-

Milli Eğitim Bakanlığı, yeni eğitim yılında öğretmenlerden beyaz önlük giymelerini istedi. Böylece öğretmenler öğrenciler için “rol model” olacakmış.

Çocukluğumuz kara önlük içinde geçti. Karanlık bir dönemin nişanesi gibiydi zahir! Biçimlendirilmek için sıralanmış minnacık kalpler, dimağlar olarak ideolojik tornalara sunulduk. “Karalar bağlamış!” da denilebilirdi hâlimizi ifade etmek için! Kocaman bez, dantel ya da naylon beyaz yakalıklarla birlikte torna tezgâhının birörnek ürünleriydik.

Böyle devam etti. Kara önlüklerin yoksulluğu örttüğünü, böylece bütün öğrencilerin eşitlendiğini iddia etti öğretmenlerimiz, müdürlerimiz ve onlara inanan bir kısım büyüklerimiz. Doğruydu, fukara halkımız, evladına ikinci gün farklı bir kıyafet yetiştirmekten mahrum halkımız için kara önlükler bir kurtarıcıydı. Nasıl olsa dokuz ay boyunca farklı kıyafet derdi olmayacaktı.

Uzaktan bakılınca eşitlik tamamdı! Sosyalistler bile bu hıza şaştı!

Gelin görün ki zengin çocuklarıyla yoksulların görece eşitliği pek uzun sürmüyordu. Dökülüyordu kara önlükler! Mahallede ve evde kaçıncı tura çıkmışlardı! Eprimiş, solmuş, kendini çoktan bırakmış önlükler, türlü yamalıklarla hayatta kalma mücadelesi veren pantolonlar, siyah ipliklerle derin yırtıkları kalın kalın dikilmiş beyaz naylon yakalıklar düzenin yalanını suratlara çarpıyordu! Ayakkabılar, kara lastikler, harçlıksız cepler fukaranın çocuklarını okul duvar ve bahçelerine savurup duruyordu.

Yalanlar suratlara çarpılmayı hak ederler elbette!

Sonra mavi, daha sonra rengârenk oldu önlükler, formalar. Kısmen serbestleşti kıyafetler lâkin zihinsel kuşatma aynen devam etti. Öğretmenler devlet memurlarının kılık-kıyafet şartnamesine bağlıydılar, ancak yaklaşık on yıldır sendika kararlarıyla serbestler. Başörtüsü yasakları kalktı, yerine “Siyah ya da lacivert olacak!” dayatması geldi.

Zihinlerdeki prangalar pek bir muhkemdi. Yeni bakan memleketi biçimciliğe dönüşün kurtaracağını düşünen bahsettiğimiz saplantının bir uzantısı olarak “Beyaz önlük!” dedi. “Beyaz”dı nihayetinde, nispî bir olumluluk barındırıyordu. Örteceği meselelere dâir antipati uyandırma ihtimali düşüktü.

Resmî ideoloji ile kapitalizmin eğitim hayatını, çocukların ufkunu kapatmasını örtebilirdi mesela! Mesela “eğitim” denen alanın kökten sorgulanmasını engelleyebilir, “okul”un ne manaya geldiğini, küreselleşme çağında nereye evrildiğini, dijital zamanlarda fonksiyonunun ne durumda olduğuyla ilgili tartışmaları öteleyebilirdi. Başta Kürtçe olmak üzere baskılanıp yasaklanan dillerde onca insan evladının Allah tarafından verilen haklarının nasıl gasp edildiğini gizleyebilirdi mesela! Yine, yıllarca dirsek çürüten çocukların önemli oranda okuduğunu anlama probleminin olduğunu, üniversite sınav sonuçlarına bağıra bağıra yansıyan akademik sefaleti sorgulamayı unutturabilirdi. Piyasalaşmanın hakikati nasıl yuttuğunu, geleceksizlik batağında çırpınan milyonlarca gencin oluşturduğu devasa kitleye yenilerinin eklenmekte olduğunu tartıştırmazdı!

Karasından beyazına önlük ve formalar, ulus devlet aracılığıyla muhafaza olunan sermaye düzenine ideolojik formasyonla terbiye edilmiş kitleler üreten okul gerçeğini örtmeye çalışırken hakikatin ışıkları da elbette hayatlara sızmaya devam edecek etmesine ya bakalım bunca hakikati örtmeye çalışacakların sıradaki yeni örtüleri neler olacak!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yol Haritasında Yeni Durak: İfsada Karşı Akbelen Direnişi

Yayınlanma:

-

Bir yandan aşırı sıcaklar, bir yandan Akbelen direnişi… “2023’ün yaz mevsimi ileride nasıl hatırlanacak?” diye sorulsa bu ironik cevap düşecek aklımıza. Zam yağmurunu da ekleyen olacaktır haklı olarak.

Bakın “orman, yağmur, sıcak” kelimeleri peşi sıra nasıl da diziliveriyorlar! İsmet Özel’in “Amentü” şiiri yetişsin burada imdadımıza! (Her ne kadar “Şiir öldü mü?” muhabbeti yapılsa da şiir, hayatı kavrama/kurtarma kabiliyetine her zaman sahiptir.):

Hayat

dört şeyle kaimdir, derdi babam

su ve ateş ve toprak.

Ve rüzgâr.

ona kendimi sonradan ben ekledim

İnsan da bu terkiple bir manaya kavuştuğundan yine o terkibe kendini ekleyerek Akbelen direnişine koşmalıdır. Karadeniz’i boydan boya kaplayan HES inşaatlarına koşmalıydı. (Pek çok yer için hâlâ geç kalmış değil.) Taş ocaklarına, JES’lere, altın madenlerine, kıyılara, zeytinliklere vedahî benzer bütün yıkımlara koşmalıdır.

Koşanlar oldu, vâr olsunlar ancak benzer anlarda olduğu gibi azdılar, hatta azın azı! Çünkü devletin ve sermayenin karşısına dikilmek birçok bariyeri aşmakla mümkündür. O bariyer her farklı kişi ve çevreye göre değişir. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanar, bir yandan sermaye koca ormanları her bir ağaca motorlu hızarlarla saldırarak yok eder, bir yandan kolluk bütün imkân ve araçlarıyla tabiatı savunan halkın karşısına dikilir ve bu bütün bu tabloya alenen “Hayır!” demeyi engelleyen bariyerler vardır!

Tabiatın kesiksik, yaygın ve derinlemesine yağmalanmasının ne anlama geldiğini daha önce tartışmıştık. Bu sistematik, görülemez, gözden kaçırılır bir hakikat değilse bunca bariyer nasıl da çıkıveriyor ortaya! Biraz Müslümanlığınız, biraz insanlığınız, biraz siyasal bilinciniz, biraz tabiatla temasınız varsa bu talanın, bu amansız saldırının karşısına hemen dikilmelisiniz.

Zamlardan gözünü açamadı mı halkımız 2023 yazında? Evet, açamadı. Ekonomik göstergeler halkımızın üzerine bir çığ gibi, bir karabulut gibi, dehşetli bir afet ve belâ gibi çökmedi mi? Evet, çöktü. Peki, bu hengâmede koca orman nasıl yok ediliyor Akbelen’de? Erbaa’da, Tokat’ta, Fatsa’da, Dersim’de, Kaz Dağlarında, Şebinkarahisar’da ve adını çıkaramadığımız pek çok yerde devletin korumasında sermaye tabiatı nasıl delik deşik ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor? Bu zamlar ve ekonomik yağma düzeni ile bütün bu tabiat talanı arasında nasıl bir münasebet olabilir?

Neoliberal iman, tevhid ve adalete düşman bir müfsid sapkınlıkla her tür ıslah cephesinin tam karşısındadır ve şu ayetin alenen muhatabıdır: “Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın!” (A’raf, 56) Bu ifsad, kapitalizm sıkışıp duvara tosladıkça derinleşecektir. “Geriye pek bir şey kalmadı!” da diyebilirsiniz elbette. Bilemiyorum, belki öyledir ancak şundan eminim ki bu şeytanlık, kendisi için gidilebilecek hiçbir menzilden vazgeçmeyecektir.

Bu durumda lafı uzatmadan ve izninizle net bir şey söylemeliyim: Şeytan ve tağut yeryüzünde kol gezerken (Tony Judt’un “Kötülük Kol Gezerken” adlı kitabını hatırladım şimdi!) ve Rum sûresinin meşhur 41. ayeti “İnsanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı.” diye zihnimizde çınlayıp dururken Akbelenlere koşmamak da utanç olarak cümle ümmet-i müslümana yeter!

Bu kadar net bir perspektif eğer inananını harekete geçirmiyorsa söyleyecek hem çok şey var, hem pek bir şey yok! Akbelen direnişine ve benzer direnişlere destek verenler üzerinden birtakım spekülasyonlar yapanlara meydanı boş bırakmayan ve hakikati haykıran gür sada olmak mümkündü. Yine mümkündür çünkü yeryüzünde ifsad çağrı ve çabası bitmeyecektir. Bu yıkım cephesine karşı hayatı savunan bir ıslah cephesi inşa etmek açık akidevî bir sorumluluktur.

Takip edilecek yol için buraya bir pusula bırakmıştım. Çürümüşlüklere karşı gerekçe ve güzergâh tartışma ve pratiklerle elbette zenginleştirilebilir. Çokça konuşulan iman-amel bütünlüğü her ifsat alanında olduğu gibi bu yaşamsal mevzuda da belirleyici olmalıdır. Tüm yeryüzündeki benzer talan ve yağmalara karşı direniş mevzi ve halkalarıyla sahih, sağlam bir cephe hattı kurmak zorundayız; imanî ve insanî olarak başka seçeneğimiz yok.

İsmet Özel’in hayatın ikamesi için kendini beşinci unsur olarak eklemesi, su, ateş, toprak ve rüzgârdan oluşan toplama doğru bir kapışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamak içindir. Kapitalizm duvara tosladıkça daha bir saldırgan olacaktır. Zamla, yağmayla, talanla, her tür sömürü mekanizma ve aracılığıyla saldıracaktır. Neoliberalizm denen tâğûtî düzenin karakteri budur. Bu düzene karşı cevabımızı yine İsmet Özel’den bir şiir başlığı ile verelim, ancak o kapışmada taraf olarak hayatın kâim olabileceğini unutmadan:

Evet, İsyan!

Devamını Okuyun

GÜNDEM