Connect with us

Yazılar

İklim Değişikliği, Küresel Isınma ve Çevre Felaketine Dâir – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Eskilerin dile getirdiği “Bir şeyin dedikodusunun yapılması, lafının çıkması onun gerçekleşmesinden daha kötüdür.” anlamına gelen “Vukuu şuyuundan beter!” ifadesi günümüz dünyasında birçok konuda karşımıza çıkmaktadır.

Eskiler, kendi yaşadıkları ortamlarda meydana gelen olayların ortaya çıkış şeklinden ziyade, onun birden ve nasıl yayıldığına dikkat çekmek için yukarıda belirttiğimiz deyişi dile getirmişler.

İmdi, bu deyişten yola çıkıp hareket ettiğimizde geçmişte de olduğu üzere, birkaç yıldır gerek dünyada ve gerekse de içerisinde yaşadığımız toplumda meydana gelen hadiselere baktığımızda onların çeşitli şekillerde belli araçlar vasıtasıyla hızlı bir yayılım göstermesi işi ilginç ve önemli kılmaktadır.

Medya organları ve özellikle de sosyal medya ortamında, ya meydana gelmiş ya da meydana gelme durumu söz konusu edilen bir olayın ve olgunun, arkasında birçok endişeye yol açarak yayılması bu deyişi haklı çıkarmakta ve önemini arttırmaktadır.

Buna dair, yaşadığımız dünyadan ve kendi ülkemizden, toplumumuzdan sosyal, siyasal, ekonomik vb. birçok alanla ilgili epeyce örnek verilebilir.

Bu saydığımız konular elbette çok önemlidir ama büyük oranda yapısı ve oluşan hadisenin/hadiselerin yayılışının şekli ve zihinsel planda bıraktığı “kalıcı” iz/ler söz konusu olduğunda, saydığımız diğer kalemler arka plânda kalabilir.

Hatırlayacak olur isek, geçen kış aylarında “belki” dünyada ve ülkemizde de pek yağmur yağmadı. (Bir de koca bir deprem felaketi yaşadık.)  Yine geçmişten kalan birçok yanlışa binaen pek de sel felaketinin yaşanabileceği “pek” düşünülmeyen bölgelerde sel felaketlerine şahit olduk.

Bu sel felaketlerine rağmen, ciddi oranda yağmur yağmayışından hareketle özellikle de büyük şehirlerde bulunan barajlarda su seviyesinin normalin epeyce altında olduğu tespit edildi. Depremi, sel felaketini ve yağmur yağmayışını bir tarafa koyduk, bu kez mayıs ayından itibaren aşırı derecede hava sıcakları ile muhatap olduk.

Normalde havası, yazın dahî olabildiğince serin geçmesi düşünülen bölgelerde bile sıcaklıklar “aşırı” derecede artış eğilimine girdi. Bu olan bitenin çoğunun birbiri ile ilintili birçok sebebi var. Bu sebepler, bir takdir sonucunu ortaya koymuş olsa da, “insanın kendi eliyle yaptığı kötülüğün, yanlışlığın bir eseri olduğu” konusunda hiç şüphe yok. (Rum, 30/41)

Yapılan kötülükler ne yazık ki, dünden beri adeta “bir -sanal- gereklilik içre” bizler tarafından sürdürülmektedir. Bunun öncelikle şahıs, daha sonra toplum, devlet ve en nihayetinde küresel güç boyutu var.

Kısacası hepimiz bu yapılan edilen kötülüklerden, yanlışlardan sorumluyuz. Yetkili bir konumda olmayışımız nasıl ki bizi şahıs ve toplum olarak kurtarmayacaksa, devletlerin ve özellikle de tabiri caizse kumanda masasında bulunan büyük güçleri de kurtarmayacak, belki de en çok onlar zarar edeceklerdir.

Zurnanın “zırt” dediği yere gelince, istisnaları elbette olmakla birlikte, yerelden başlamak üzere küresel çaptaki medya iletişim araçları ile adeta “her gereksizin” eline oyuncak kabilinden tutuşturulan araçlar üzerinden oluşan sosyal medyaya baktığımızda, suçlu olanların kendi suçlarını unuttururcasına insanların adeta maymuna, yetmedi şebeğe dönüştürdükleri bir vakıadır.

Neredeyse, her Allah’ın günü, özelikle de bu kavurucu yaz sıcaklarının hüküm sürdüğü günlerde bilen de, bilmeyen de tutturmuşlar “Elnino” sıcaklarını, adeta yaşanan sıcakları, kendi yaydıkları haberlerin haklılığını ispatlarcasına “cehennem ateşi” gibi takdim etmektedirler. İnsan, bu kavurucu yaz sıcaklarından değil de sunulan haberlerde çölden  estirilen sam rüzgarlarından ve o rüzgarın ateşe dönmüş şeklinden ne yapacağını, nereye gideceğini dahî şaşıracak duruma geliyor.

Bire beş katmak, abartı, olan biteni alabildiğine büyütmek, insanlar ve toplum üzerinde “isteğe binaen” etki oluşturmak, baskı ağı kurmak, kaos ortamı oluşturmak, olaydan hareketle arzulanmaktadır.

Yani, vukuunun şuyuundan beter olması buna denirdi.

Tamam, bir iklim değişikliği ve buna bağlı olarak bir küresel ısınma -ya da soğuma- hadisesi var. Bunun inkâr edilecek bir tarafı yok. Ama oluşan bu “küllî” yanlışlara her ne kadar sıradan insanlar da sebep olmuş olsalar dahî bu durumun esas müsebbibi küresel güçler, o kapitalistler, onlara düşünsel zemin hazırlayan bilumun liberaller ve bunların toplamı olan Batılı emperyalistler değil mi?

Adına “çevre felaketi” denen ve bu felakete iyi niyetlerle karşı çıkmak için bir araya gelen çevre gönüllülerinin bir kısmının adeta insanı başka hiçbir konu ilgilendirmezmiş edasıyla “çevrecilik” adı altında ideolojik bir angajmana girmesi gibi tehlikeli bir durumla da karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir.

Kaldı ki, bu çevreci zevatın bir kısmı, olaya bütüncül bakacağına, parçacı yaklaşma suretiyle çevreyi kirleten ve devletlere hâkim olan küresel şirketlerin onayı, izni ve onların aktardıkları finansal kaynaklarla çevrecilik yapmaktadırlar.

Küresel güçler üzerinden dile getirmeye çalıştığımız ve “vukuu şuyuundan beter” kabilinden şahit olduğumuz hadiselerin kabul edilecek ki, bir de yerel ayağı var. Bu yerel ayak en başta yaşadığımız belde, bölge, ülke ve çevremizde bulunan bölge ülkelerini de içermektedir.

Daha geçen yıl yoğun bir şekilde yaşadığınız Marmara Denizi’nde vuku bulan ve besbelli ki, sanayide kullanıma binaen kirlenip atık hale gelen suların onlarca yıldır denize akması, akıtılması sonucu oluşan müsilaj ve deniz yosunu hadisesi de, bizim birçok sanayicimizin, yereldeki yöneticilerin, iktidarın denetimsizlikleri sonucu meydana gelmişti.

Bunlara bir de -felaket tellallığına konu edinilsin, ya da edinilmesin- iklim değişikliğine ve küresel ısınma ile ilintili olan kuraklık ister istemez tarımı ve o kalemde zikredilen birçok konuyu ve alanı da olumsuz şekilde etkilemekte olup bunun faturası başta çiftçiye çıkmakta/çıkarılmakta ve sonuçta da son noktada bulunan ve olan bitene, yapılan yanlışa karşı eli kolu bağlı olan tüketiciye kesilmektedir.

Bunun elbette, daralan dünya ekonomileri ile reddedilemez bir ilintisi olmakla birlikte ülkede uygulanan ekonomik politikaların da devasa ölçülerde etkisinden bahsetmek gerekir.

Bu felaketler, zincirleme şeklinde, ekonomik anlamda hemen her alana sirayet etmektedir. Bu alanların bir kısmını, aile ve şahıs bazında geçim ekonomisinin uygulandığı bir ortamda turizm gibi bazı ekstrem kalemlerden sarf-ı nazar ettiğimizde en önemli kalemin elbette boğaz tokluğuna yaşama ve barınma alanında olduğu şayiadan ziyade vuku bulan hadiseler üzerinden okunabilir.

Geldiğimiz noktada, yukarıda da belirttiğimiz üzere, en sıradan insandan topluma, devlet(ler)e ve küresel emperyalist güçlere kadar zincirleme bir şekilde bir felakete adım adım yaklaştığımız söz konusu… Konunun küllî çözümü için herkesin bir şeyler yapması gerekir. Ama konuya dair bir milim dahî hareket etmeyen o “koca” güçlerin yanlış tutumlarını değiştirmesi elbette iyi olur ama onların dünya tamahı kendilerini bundan alıkoymaktadır.

Bir gerçeklik olmasına rağmen, yine kontrolü büyük oranda küresel güçlerin elinde olan medyanın/sosyal medyanın, felaketi onlar tetiklememişçesine ortalığı velveleye vermeleri, işin vukuunu alabildiğine öne çıkarmaktadır.

Felaketler üzerine kurulu densizlikleri, yine o küresel güçlerin çıkardıklarından asla şüphe duymadığımız kovit-19 salgını hadisesinden biliyoruz. Öyle ki, ulusal ve uluslararası alanda sağlık alanında güven duyulması gereken birçok kurum, kuruluş ve şahsın -ya saflıklarından(!) dolayı, ya da bile isteye- pandemi politikaları üzerinden küresel sistemden yana tavırlarından öğrendik, gördük.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x