Connect with us

Köşe Yazıları

Enkazda Kim Kaldı: “Nerede Bu Devlet?” Sorusunun Sosyopolitiği

Yayınlanma:

-

Genelde büyük afetlerde felâketin düzeyi gün geçtikçe anlaşılır. Ancak 6 Şubat depremi öylesine büyük oldu ki neredeyse ilk günden itibaren her şeyden haberdar olmaya başladık. Sosyal medyanın gücü, iletişimin farklı kanalları ile yıkımın her boyutunu herkes yaşamış oldu.

Bir bakıma hepimiz artık bir depremzedeyiz. Göçüğün eziciliğini, yıkıntıların arasında şehirlerin soğuğunu ve karanlığı her birimiz yaşıyoruz artık. Belki de bundan dolayı Anadolu’nun her köşesi adeta deprem bölgelerine tüm gücüyle aktı. Görülmedik bir acının aynı ölçüde eşi benzeri görülmemiş bir dayanışma ile bölüşülmesinin arkasında galiba bu ortak travma var. Gerçi her felâketin ardından hesapsız el uzatışın örneklerini sayısız defa gördük. Depremlerden sel felâketlerine, yangınlardan savaşlara kadar kimin acısını öğrendiysek paylaştık, paylaşmayı denedik. Galiba bu coğrafyadaki insanların ortak yazgısı da bu: felaketlerde birleşmek! Tatsız kimi olayları bir kenara bırakırsak merhamet duygusunun sarmalayıcı hissini hepimiz duyumsadık.

Bir coğrafyayı bütün olarak etkileyen, on binlerce kişinin ölümüne yol açan felâketin ardından birçok konuyu konuşmak için fazlasıyla erken ancak yine de insani âciliyetler yavaş yavaş azaldıkça afetin gündemini daha sağlıklı bir zihinle yeniden düşünecek bir fırsat yakalıyoruz. Hemen her felâketin ardından neredeyse klişeleşmiş soruların cevaplarını aramaya şimdilik girmeyelim. Depremi, depreme karşı önceden alınması gereken önlemleri şu an konuşmak ne yazık ki “çaresizlik” hissini daha da güçlendiriyor fakat farkındalığımızı daha sağlıklı kullanabileceğimiz -en azından- bir çözümün altlığı olabilecek konular olduğu gibi giderek köpüren ve adaleti körelten yoğun duygusallıklara karşı şimdi konuşmamız daha doğru olabilir.

“Nerede bu devlet?”

Depremin ilk günlerinde bu cümleyi bir “Türkiye klasiği” olarak çok duyduk. Adıyaman’da bir depremzede “Adıyaman’ı unuttular!” derken hesap sormak için değil sahiden acısını katmerleştiren çaresizlik hissiyle bu cümleyi kurmuştu. 1999 depreminde, Soma maden faciasında ve hemen hemen her âfette bu cümlenin farklı yorumlarını işittik. Diğer taraftan yine bu dönemlerde “devletin işin başında” olduğunu, “ilk dakikadan itibaren kontrolün ele alındığını” neredeyse ispatlamaya çalışan bürokratlar ya da böyle olduğunu düşünenler de vardı. İlk bakışta devleti “burada olmamakla” suçlamak ile “devletimiz burada” demek arasında kesin bir çatışma olduğu düşünülebilir fakat “beklentiler” açısından düşünürsek her iki tutumun da talebi açıktır: Devleti çağırır!

Bu beklentinin gayet haklı olduğunu düşündürtecek gerekçelerimiz var. Modern dönemde kentler, kentlerdeki evler kamu gücünün birikimi ile örgütlenebilecek “şebeke”lere bağlılar. Bu bağ koptuğu anda, büyük megapollere dönüşmüş kentlerde yaşamak neredeyse imkânsızlaşıyor. Yolların yarıldığı, elektrik, su ve doğal gazın verilemediği olağan dışı durumlarda evlerimizin ev olmaktan çıktığını çok iyi anladık. Depremden hiç zarar görmemiş bile olsanız yine de yaşamınızı sürdürecek asgari koşulların kolayca kaybolduğunu görüyorsunuz. Bu açıdan kamunun örgütlü gücüne duyulan ihtiyaç tarihin hiçbir döneminde olmadığı bir düzeye yükseldi. “Devlete bağımlılığımız” artık yoksunluğu durumunda sahiden varoluşumuzu doğrudan etkileyecek düzeyde! Elbette bu durumun bir gerçeklik mi yoksa “öğrenilmiş bir çaresizlik” mi olduğu da bir başka tartışma konusu. Yani devletin olmadığı bir toplumsallık denenebilir mi, varlığını koruyabilir mi, bilmiyoruz!

Fakat hiç değilse devletin bugünkü biçiminin bir “zorunluluk” olmadığını biliyoruz. Bunu kuramsal bir teorinin tezi olarak düşünmeyelim. Özellikle afet durumlarının olağanüstü koşulları devletin “düşündüğümüz kadar güçlü olmadığını” gösterdiği gibi toplumsal dayanışmanın sandığımız kadar “zayıf ve dağınık” olmadığını da ispatlıyor. Üstelik sadece Türkiye’de değil örneğin Almanya’da 2021 yılında gerçekleşen sel felaketinde de toplumsal dayanışmanın daha aksiyoner olduğunu biliyoruz. Türkiye’de ise 99 depreminden bugüne afetlerin boyutu büyüdükçe devletin yetersizlikleri ortaya çıkarken dayanışma ruhu güçleniyor, yaraların sarılmasında öncü oluyor.

Devlet ve Sivil Toplum

Devlet, sivil toplum ve iktidar gibi kavramlar, tarih içinde çoğu zaman dağılıp saçılır ve sürekli yeniden inşa edilir. Toplum, coğrafya ve kültürün içinde farklı anlamlar kazanan bu kavramları tek bir tanıma indirgediğinizde kavramın onun dışında aldığı biçimleri veya değişimleri görmezden gelme eğiliminde oluruz. Oysa kavramı bir tanımın içine sıkıştırmak ve genel bir çerçeve çizmek yerine “bugün ne anlam ifade ettiğine” odaklanmak daha gerçekçi olacaktır. Elbette bu yöntemin tüm kavramlar için geçerli bir “usul” olmadığının altını çizmeliyiz. Fakat sözünü ettiğimiz “devlet” gibi fazlasıyla değişken bir kavramsa onun “bugün ve bu coğrafyadaki” karşılığına odaklanmak daha anlamlı olacaktır.

Konunun teorik tartışmalarına girmeden afet gündeminin içinde öne çıkan iki habere bakmak devletin bugünkü biçimine dair önemli ipuçlarını bize verebilir. Birinci haber, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 14 Şubat günü yaptığı açıklamadan. Şöyle diyor Bahçeli: “Devletin yapamadığı ne vardır da ‘ahbap’çılar, ‘babala’cılar akbaba gibi kanat çırpmaktadır! Bu sahtekârların Türk televizyonlarında artık yer almaması lazımdır.” [1] İkinci haber ise depremin üzerinden henüz 48 saat geçmemişken yani telefon iletişiminin çok zor sağlandığı ve internet üzerinden haberleşmenin yoğun olarak kullanıldığı kritik günlerdeki Twitter engeliydi.[2] BTK’nın bu kısıtlama için gerekçesi ise dezenformasyon ve yalan paylaşımların artması. Depremin ilk gününden itibaren artan düzeyde “Kontrol ediyoruz.” algısına yönelik daha birçok açıklama hafızalarımızda yerini koruyor. Hatta 99 depreminde hükümetin içinde yer alan Mesut Yılmaz’ın özeleştiri kabilinden demeçleri yerine yetersizliklere ilişkin eleştirilere son derece sert biçimde açıklamalar ile cevap verilmesi[3] “devlet aklının” bugünkü evrimine dair önemli bir gösterge.

Tüm bu açıklamaları ve adımları semptomatik bir okuma ile anlamaya çalışalım. Althusser’in Marksizm için kullandığı “semptomatik okuma”da amaç metnin öncelikli mesajının ötesinde derinine inerek “fısıldadıklarını” duymaya çalışmaktır. Bu tür “titiz” bir okumanın bütün bilgileri ve veri kalıntılarını dikkatle bir araya getirmesi gerekir. Ancak biz, tartışmayı daha sınırlı bir bağlamda; “devletin kendisini konumladığı yer” üzerinde bırakacağız.

Öncelikle devletin, aurasındaki pek çok kavram gibi tarih içinde bir “evrimsel” değişimden daha çok “devrimci “ bir kopuş, bir sıçrama yaşadığının altını çizelim. Aydınlanma ile birlikte değerler dünyasındaki hem devrimci hem de dramatik değişim Avrupa’da Padovalı Marsilius ile başlayan bir devlet tartışmasının neredeyse beş asır süren bir olgunlaşma sürecinin sonunda yer alır. Doğru ya da yanlış bugünün Avrupa’sında devlet ve toplum arasındaki ilişkinin bu hafızayla kuvvetli bağları varken, modern devlete “birden” maruz kalmış Anadolu coğrafyası için durum tam bir sıçrayıştır. Dolayısıyla bu coğrafya için devletin değişimindeki kopuş daha hissedilir olduğu gibi aynı zamanda çok daha kırılgandır. Belki de bu nedenle devlet, ideolojik aygıtlardan daha görünür biçimde baskı aygıtlarını kullanır. Depremin daha ikinci gününde kontrolün sosyal medyada kaybolduğunu gören “devlet aklı” yıkım ve enkaz altındaki insanların birbiriyle iletişim kurduğu bir sistemi sınırlandırmakta bu nedenle tereddüt etmedi. İşte bu noktada Althusser’in modern devletin mekaniğini anlamamızı kolaylaştıracak yaklaşımından yararlanabiliriz. Althusser eleştirilerini ve tezini Marksist gelenek üzerinden geliştirse de söz konusu ettiği devlet modern devletin ta kendisidir. Ona göre devlet amaçları doğrultusunda iki aygıtı kullanmaktan çekinmez: Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar.[4]  Baskı aygıtları devletin öteden beri “zor” yoluyla kurduğu tüm araçları ifade eder.  Kolluk kuvvetleri ve mahkemeler gibi görünür baskı aygıtlarının yanı sıra devletle ilişkisi karanlık, paramiliter bir boyut da kazanabilir. Bugün için örneğin “medya trolleri” de bir tür baskı aygıtıdır.  Hedef gösteren, bireyi toplumdan atıp “homo sacer”e dönüştürmeye çalışarak linci örgütleyen trollerin deprem sırasında bile mesailerine ara vermediklerini biliyoruz.

Devletin ideolojik aygıtları ise toplumun gündelik yaşamı içinde “görünür” çerçeveyi belirler. Milliyet, ulus ve vatan kavramlarını kutsayan, devletin çıkarlarını bütün etik kaygıların önüne çıkaran bu algı kendine referans veren bir dil kullanır. Modernleşerek gelenek ve dinin sınırlayıcı bağlarından kurtulan devlet, “özne”yi şekillendirmek için din ve geleneği de araçsallaştırır. Türkiye için düşünürsek “ideolojik” mottonun son yirmi yıl içinde “yerlilik ve millilik” üzerinden biçimlendiğini işte bu araçsallaştırma üzerinden okuyabiliriz.[5] Althusser bu noktada ideoloji kavramının akışkanlığına da dikkat çeker. “İdeolojinin tarihi yoktur.” derken dinsel, ahlaki, hukuki ya da siyasal bir tanımın içinde anlaşılamayacak / sığdırılamayacak bu kavramın temelde bir “gerçeklik tasarımı”na odaklandığını vurgular. Gerçekte öyle olmayan ama böyle yorumlanırsa “devlet”in bekası için anlam taşıyacak her kavram ve deneyim “ideolojik” karışımın mayasında yeniden anlam kazanır.  Devlet, baskı aygıtları ile kontrol etmeyi umduğu kitleleri “gönüllü destekçileri”ne dönüştürmek için ideolojik aygıtları yoğun olarak kullanır. İşte bu noktada ideolojik aygıtlar sonuç verirse Gramsci’nin tanımındaki hegemonya doğmuş olur. Hegemonya, fiziki güç ile gelişen “zorlama”nın yanı sıra bir tür “rıza”yı da içerir.[6]  Böylece sosyo-politik bir boyut kazanan hegemonik ortamda muhalefet bile egemenin argümanları içinde dilini kurar ve hegemonik değerleri bir tür ön koşul olarak görür. Türkiye özelinde siyasetin iktidarından muhalefetine hep aynı kavramlar etrafında şekillenmesini de bu hegemonik etkiyle okuyabiliriz.

Semptomatik okumaya geri dönersek modernleşmiş devlet aklının, kendisi ya da “akredite olmamış” stklar aracılığı ile gelişen her tür inisiyatifi niye bir tehdit olarak algıladığını daha açık anlayabiliriz. Hegemonyayı; yani rıza ile gelişen “gönüllü” itaati zayıflatacak, devletin “yüceliğine” ilişkin şüpheleri artıracak her girişimin tehdit tanımının içinde değerlendirilmesi kaçınılmaz olacaktır. Diğer taraftan ideolojik aygıtların yoğun olarak pompaladığı “tasarlanmış gerçekliğin” vicdani bir aşınmaya da neden olduğunu görüyoruz. Örneğin depremin “sınır ötesi”ndeki etkilerini sadece 4-5 saat uzaklıktaki “kardeşlerimiz” olarak değil, yabancı bir ülkenin vatandaşları olarak görme eğilimindeyiz. Artık “biz” tanımını farkında olmadan devletin sınırları ile çiziyoruz. Bu durumun devletin son yirmi yıldaki gelişen dış politika dili ile değiştiğini düşünebiliriz fakat yine de kendini merkeze alan ve çevresini “Osmanlı’nın kendine kalan bakiyesi / mirası” olarak gören bir üstten bakış ile şekillendiğini ve “ulus” kavramının içselleştirildiğini unutmayalım.

Peki ama böylesine “âfet” durumlarında devlet çağırılmamalı mı? Bu soru aslında kendi içinde bir paradoks taşıyor. Modern dönemde devletin sızmadığı, yönetip biçimlendirmeye çalışmadığı bir alan kalmadı. Dolayısıyla devlet, siz çağırmasanız da burada! Diğer taraftan “Devlet nerede?” diyen âfet mağdurlarının “terk edilmişlik” hissi de son derece gerçekçi ancak devleti toplumun kendisinden ayrıştırarak katı bir kurumsallık içinde tutmanın “sorumluları” flulaştırıcı bir etkisi var. Bir mekanizma olarak devlet “batıl / tâğutî” bile olsa yapısal olarak toplumdan bütünüyle ayrıştırılarak steril bir kurumsallık içinde düşünülemez.  Günün sonunda kamu gücünün örgütlülüğüne dayanan devlet, özellikle bu tür afet durumlarında aynı gücü kimler yönetiyorsa onlarla doğrudan ilişkilidir.

Kurumsallığa odaklanmanın flulaştırıcı etkisine en açık örneklerden birini depremden kısa bir süre sonra açıklama yapan eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez vermiş oldu. Görmez, deprem konusunda yaptığı çağrıda “Artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını konuşalım. Şehre girme duasından önce şehirler kurulurken işlenen haramları anlatalım.” dedi.[7] Sorumlulara, sorumlu makamlara yani depremin daha yıkıcı ve yaralayıcı olmasının sebebi olanlara herhangi bir atıfta bulunmayan konuşma, devletin kurumsallığına (yasalarına, yönetmeliklerine)  ve toplumsal ödevlere odaklanmakla yetiniyor. Bu yaklaşım günün sonunda “gerçek sorumlular” yerine “adi hırsızların” linç edilmesine ve suçlu psikolojisi ile sorumluluğun toplumda olduğu duygusunun güçlenmesine yol açıyor. 40 bin insanın öldüğü, on binlerce binanın yıkıldığı ve sayısız acıların hepimizin vicdanında bir yangına dönüştüğü bir ortamda “tek bir istifa haberi”ni bile duymayışımız, üstelik bunu duymamayı “garipsemeyişimiz”in arkasında da sanırım bu yatıyor.

 

Son not: “Necip halkım, küçük hırsıza ceza kesmeyi çok iyi bilir!”

Depremle birlikte hep beraber bir “algılama travması” da yaşıyoruz. Fazlasıyla politize edilince ve “gerçek sorumlular” devletin kurumsallığının arkasına saklanınca topluca hıncımızı “adi hırsızlar”dan alıyoruz. Bunun çarpıcı bir örneğini İlyas Salman veriyor. Salman, yaptığı paylaşımda bir yağmacı ile müteahhidi yan yana koymuş.[8] Görüntüdeki Mehmet Yaşar Coşkun, depremde çöken Hatay’ın en lüks rezidanslarından birinin müteahhidi. Onlarca kişinin ölümüne, yaralanmasına yol açan müteahhit, bir dayak görüntüsü olmaksızın hava limanında kaçmak üzereyken gözaltına alınırken deprem bölgelerinden birbirinden korkunç işkence videolarını izledik.

Elbette böylesine büyük bir afette “yağmacılık” gibi iğrenç bir suça iştirak etmenin affedilir bir tarafı yok. Diğer taraftan bölge insanın bu tür kişilere karşı giriştiği eylemler de bir yere kadar anlaşılabilir ancak sosyal medyada paylaşılan görüntülerin hiçbir tepkiyle karşılaşmadan büyük bir iştahla yayılmasının yine savaş gibi olağanüstü durumlara ait bir basiret bağlanması olarak görmek gerekiyor. Suçlunun -ölüm dahil- cezalandırılmasının vicdanlarda bir karşılığı varken “işkence” ve daha ötesi “linç ederek katletmek” bir başka korkunç suçtur. Bu durumun “işkence”yi, “Demek ki bazı durumlarda gerekliymiş!” algısına neden olup normalleştireceği gerçeği bir yana arada suçsuz insanların da bu ağır tutumla karşılaştıklarını ne yazık ki biliyoruz.[9]

Enkazı yağmalayan, insanların erzaklarına, gönderilen yardımlara el koyanların işledikleri suçun büyüklüğü tartışılmaz ancak diğer taraftan on binlerce kişinin ölümünde payı olanların karşısına dikilmek, modern kentleri yönetilemez yığınlar halinde birer beton denizine dönüştürenlerin hesabını sormamak ne yazık ki soruları “doğru sor(a)madığımızı” gösteriyor.

 

[1] https://www.dunya.com/gundem/devlet-bahceliden-ahbap-ve-babala-tepkisi-haberi-685706

[2] https://shiftdelete.net/twitter-erisimi-neden-engellendi-resmi-aciklama

[3] https://www.sabah.com.tr/gundem/2023/02/08/son-dakika-baskan-erdogandan-deprem-bolgelerinde-asker-yok-iftirasina-yanit

[4] Althusser, Louis, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları

[5] Konuyla ilgili detaylı bir makale: Millilik-yerlilik: Tarihi toplumun afyonu yapmak, Abdurrahman Arslan, Birikim Dergisi Sayı 404 – Aralık 2022

[6] Okur, Mehmet Akif, “Gramsci, Cox ve Hegemonya: Yerelden Küresele, İktidarın Sosyolojisi Üzerine”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 12, Sayı 46, s. 131-151.

[7] https://www.karar.com/guncel-haberler/eski-diyanet-isleri-baskani-artik-binaya-girmenin-adabindan-once-bina-1729598

[8] https://twitter.com/ilyassalmansm/status/1624497589616799744

[9] https://www.dogrulukpayi.com/dogruluk-kontrolu/otobanda-darp-edilen-kamuflajli-iki-kisi-yagmaci-degil

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

BM Güvenlik Konseyi Kararına Karşı Beyazıt Meydanından Yükselen Tarihî Cevap

Yayınlanma:

-

BM Güvenlik Konseyinin ABD başkanı Trump’ın Gazze plânını onaylaması, egemen dünya düzeninin ve İsrail’in tarihî rolünün ne manaya geldiği hususunda son derece açıklayıcı bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir.

Sabit “beşli çete” ve onlara, dönemsel değişimlerle eklemlenen 10 üye ile egemen dünya düzeninin kirli işlerini plân ve onaylama makamı olan BM Güvenlik Konseyi, “Dünya beşten büyüktür!” propagandasının da hamasetten öte bir şey olmadığını bir kez daha göstermiştir. Şarm’uş-Şeyh’teki Trump şarlatanlığının şovuna koşa koşa gidenlerin yukarıdaki propagatif söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz oldukları yine kanıtlanmıştır.

Filistin’i vaktiyle Siyonist şebekeye peşkeş çeken BM, şimdi de Gazze’yi egemen dünya düzeninin inisiyatifine terk ediyor. Yirminci yüzyılın başındaki allı pullu “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söylemleriyle arz-ı endâm eden egemenler, emperyalizmin Batı Asya’ya, İslam dünyasına açılan kapısını tutmak[1] söz konusu olunca birinci elden operasyon çekiyorlar. Bu tutum elbette egemen aktörlerce ihdas edilen BM’nin karakterine de son derece uygundur, onun kuruluş amacına yakışmıştır!

İslam dünyasındaki diğer pek çok işbirlikçi rejimin yanı sıra Türkiye de Trump şarlatanlığının ortağı olarak bu plânın arkasında duruyor. Artık bunlardan bahsetmek lüzûmsuzlaşsa da dindarlığın mukaddesatçı kanadından gelen iktidara dahil olan İslamcı çevrelerin bitmek tükenmek bilmeyen aşınma sürecine eklenen yeni bir halkayla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeden duramayacağım.

Bu bahiste, 1990’lı yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken Beyazıt eylemlerimizi hatırlamadan edemiyorum. Tematik olarak Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Cezayir’e, oradan pek çok İslam coğrafyasına uzanan ve binlerce Müslümanın katılımıyla gerçekleşen eylemlerde atılan keskin sloganlardan biri de “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü!” idi. (Bu bahsi, o yılları anlattığım kitabımda işlemeye gayret etmiştim.[2]) Bu slogan, dillendirenlerinin bilinç durumlarının düzeyini ve siyasi tavırlarını ifade etmesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca şuna da dikkat çekmeliyim: Küresel işgal ve katliamlara karşı tertip edilen bu eylemler, işbirlikçi yerel rejime yönelen diğer başka keskin sloganlarla devam ederdi.

Beyazıt meydanında yankılanan bu siyasal-akîdevî bilinç, net bir ilkeselliğe yaslanırken hemen hemen aynı sosyolojinin devşirilerek yine aynı küresel düzenin zulümlerine rıza ya da en azından sükût sûretinde onay makamı kılındığı pekâlâ söylenebilir. İslam coğrafyalarındaki bir kısım siyasal iradenin işbirlikçilik ve ihanet zincirine halka eklemek iştiyakındaki baskın utancın eşi benzeri maalesef kolay kolay bulunamaz!

BM’nin egemen dünya düzeni bahsindeki rolü, onu çekip çeviren baş aktörlerin niyet ve icraatları açıktır, değişmez. Birtakım ayartmalarla o işleyişe dahil olanların ezilen halkların, özgürleşmeye çalışan mazlum ve mustazaf coğrafyaların layıkıyla yanlarında durmaları söz konusu bile edilemez. Gazze’yi imha etmeye ayarlı soykırım savaşı, emperyalist-Siyonist kuşatmaya peşinen itiraz eden Aksâ Tûfânı’nın arkasında yatan temel gerekçenin anlaşılmasını kısmen engellemiş olabilir. Filistin; emperyalizmin “koçbaşısı” olarak vâr ettiği İsrail sûretinde İslam halkları yoğunluklu Batı Asya’ya geçmek durumunda olduğu “kapı” ise Direniş, o kapıyı, o geçidi tutma sorumluluğu ile hareket etmiştir/etmektedir. Bir halk, bir asrı geçkin bu tarihsel misyon için bedel ödedi. Emperyalistlerin son enerji hatları projelerinin Gazze’ye ulaşıp Akdeniz’de vanalanma arzuları, Filistin’in tümden yıkımı ile İslam coğrafyasının mutlak talanını hedeflediği için son ve büyük bir hurûç “Aksâ Tûfânı” ismiyle tarih sahnesinde şaşılası bir bedenlenme olarak sahneye çıktı.

Köleliğe çektiği kılıcı, isyan sancağını korkusuzca yükselten Direniş, belki yanında bulmayı ümit ettiklerini Şarm’uş-Şeyh’te şarlatanlık halkasında sıralanmışlar olarak bir kez daha gördü ama çok şükür ki mutlak zaferin Allah katında ve nihâî olarak âhirette olduğuna herkesten çok iman etmiş bir itminana sahiptir.

Trump tarafından sunularak BM Güvenlik Konseyinde oylamaya çıkarılan sözüm ona “barış” plânı, direnenlere verilmek istenen bir köleleştirme tehdidi olarak okunmalıdır. “İki devletli çözüm” tuzağını alenen dillendirerek Direniş’i uzun vadede mahkûm edecek işbirlikçi rejimlerin desteği, kuşatmanın “olmazsa olmaz” lojistiği olarak hizmet görmüştür/görmektedir.

Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki oylamada “çekimser” kalmaları, öteden beri kavramsallaştırmaya gayret ettiğimiz “egemen dünya düzeni”nin neliğine dâir güçlü bir açıklayıcılık taşımaktadır. Egemen dünya düzeni bir ve bütündür. Kendi aralarındaki çekişmeler, tabiri caizse ancak “aile içi bir kavga” olabilir. Bütün bunların paralelinde seyreden Ukrayna savaşı dolayımındaki diplomatik gelişmeler, savımızı desteklemektedir. Ukrayna’da kurulan savaş sahnesi, yüz binlerin canını hiçe sayan devasa bir tatbikattan öteye gitmemektedir. Irak ve Afganistan işgalleri de pek çok yönleri itibariyle öyleydi. Devlet-sermaye ortaklıklarının bu tatbikatlarda bir yandan kazanç bir yandan da mazlum halklara dönük tehdit fırsatları kendini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu hakikati tekrar edelim: Egemen dünya düzeninin bütün kritik meselelerde yekpâre bir blok olduğu/olacağı, Filistin’le ilgili son BM kararı ve Ukrayna ile ilgili son tutum ve dayatmalarla bir kez daha anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu egemen unsurlar arasındaki birtakım çekişmelere bel bağlamak ise hayal kırıklığı ve zilletten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Son yıllarda Suriye-Filistin-Lübnan merkezli Batı Asya cehennemi esasen vurgulamak istediğim hakikatin kanıtı olarak yeter. Rusya’ya bel bağlamak, Çin’den medet ummak, ABD saflarına geçerek iktidar bileti almak gibi tercihler alenen mahkûm edilmelidir.

Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden uzaklaşmamak mü’minler için esas alınmalı ve Ashâb-ı Uhdud örnekliği iyi okunarak lâyıkıyla anlaşılmalıdır. Bu dünyadaki kayıp ya da kazançlar mutlak değildir. Mutlak kazanç ve zafer de mutlak kayıp ve yenilgi de Allah katındadır. Dünya hayatını merkeze alıp neye mâl olursa olsun kazanmaya odaklanmak ve bu yolda problemli münasebetlere girişmek, büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verecek asıl hata ve zaafiyet olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Ateşkes ve Garantörlük Sahte; İşgal, Katliam ve Ticaret Gerçek!

“Emperyalizm; Filistin’i, İslam dünyasını tahakküm altında tutup sömürebilmek için bir kapı, bir geçit, bir üs olarak görüyor. Bu kapı, bu üs sağlama alınırsa bütün bir Batı Asya’yı, bütün İslam halklarını kendisine boyun eğdirebileceğine inanıyor.”

https://www.tokad.org/2025/10/30/ateskes-ve-garantorluk-sahte-isgal-katliam-ve-ticaret-gercek/

[2] İlim Yayma’nın Penceresi; Ahmet Örs, Okur Kitaplığı

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sosyal Adalet Arayışlarının Zemin ve Çerçevesi

Yayınlanma:

-

Köleleştirme ve sömürünün alabildiğine derinleştiği neoliberal dönemde adalet arayışları, hayatın bütün alanlarına yayılmış durumdadır. İnsanın ve tabiatın kapitalizmin son sürümü neoliberalizm tarafından ayrım gözetmeden, istisnaya tabi tutulmadan süratle sömürge hâline getirilmesi ne denli ürkütücü zamanlarda yaşadığımızı göstermektedir.

Sömürü ve tahakkümün çok boyutlu hâli, bütün toplumsal alanları krize sokmuştur. Modern kapitalist medeniyetin karakteristiğinin tabii sonucu olarak son yüzyıllarda adım adım mesafe kat eden bu sürece karşı direnç gösteren pek çok ideolojik teori ve fiili hat tespit edebiliriz.

İnsanlığın hakikat arayışı ile de paralel ilerleyen bu sürecin siyasal, onunla bağlantılı olarak da ekonomik boyutları baskın biçimde öne çıkmaktadır. Sosyal adalet kavramının genel çağrışımı, takdir edilmeli ki ekonomik ağırlıklıdır ancak bunun politik alandaki kuramsal tartışmaları davet eden tarafları fazlasıyla öne çıkmaktadır. Siyasal, hukukî çerçeveyle onun güçlü fiilî karşılıklarından iktisadî işleyişin birlikte oluşturduğu çerçevenin neticelerine dönük itirazların, buna mukabil vücut bulan taleplerin şemsiye söylemi olarak sosyal adalet kavramının geniş bir çeperde sahiplenildiği söylenebilir.

Sosyal ve adalet kavramlarının geniş karşılıkları, muhatap olduğumuz zeminin de ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Neredeyse sınırları belirsiz bu zeminde, politik ve ekonomik boyutlara yoğunlaşmanın tartışmaları yürüten çevreler için kolaylaştırıcı olduğu söylenebilir. Seyyid Kutup’un meşhur eseri “İslam’da Sosyal Adalet”, vurguda bulunduğum o geniş zemini eksiksiz sunma cesaretini göstermiş ve sosyal adaleti besleyen neredeyse bütün alanları tartışmıştır.

Küresel kapitalizme bütün siyasal yapıların neredeyse tümüyle dahil olduğu bir dünyada tahliller de itirazlar da illâki eksik kalacaktır ancak bu bilinci kaybetmeden iddialı bir karşılama yapılması da bir zorunluluktur. Sosyal adalet vurgusunda bulunulduğunda çok boyutlu eşitsizlikler ve hukuksuzluklarla karşı karşıya olduğumuz iddiasıyla muhatap olduğumuzu anlıyoruz: Hakça bölüşüm, adil paylaşım temelli bir işleyiş; bağlantılı olarak da “Herkes için yeterli ekmek yoktur ve bunu besleyen/bundan beslenen bir hukuksuzluk vardır! Hukuksuzluklar da zorunlu olarak siyasal alanı kötürümleştirmede, özgürlükler baskılanmaktadır.

Sosyal adalet tartışmalarında, bahsi geçen sömürü ve hukuksuzlukların telafisi bahsindeki taleplerin muhatabının doğrudan devlet organizasyonunun olması ve bu temaslanmalardaki usûlün liberal teorilere yakın hatlarda seyretmesi, üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Modern kapitalist medeniyetin ulus devlet örgütlenmesi, kendini vâr eden zihinsel çerçeve karşısında bir kurtuluş kapısı açabilir ya da kısmî bir felâha izin verebilir mi?

Eşyanın tabiatı gereği bu sorunun cevabı bana göre kesin olarak menfi istikamettedir. Hastalığı üretenden deva beklemek olacak şey midir! İnsan hakları söylemindeki temel zaaf, burada da karşımıza çıkmaktadır. Keynesçi refah devleti arayışları, Rawlsçı liberal adalet teorileri derken devleti, modern kapitalist medeniyeti vâroluşsal bir sorgulamaya tâbi tutmayıp temel hakikat arayışını sorunsallaştırmayan arayışlar, insanlığı oyalamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Buradaki “insanlık”ı da söz konusu medeniyet dairesinde sınırlandırmakta fayda olacağını ayrıca belirtmeliyim.

Sermaye tarafından domine edilen modernliğin tekçiliği dayatan yapısı bir bütün olup insanı ve tabiatı boyunduruk altına almışken adalet arayışçılarının hâlâ o çerçevenin hiçbir bileşenini dışarıda bırakmayan bir devrimci tutuma gönül indirmemesi anlaşılır gibi değildir. Kapitalist üretim biçimlerinin bütün unsurlarıyla reddedilmeksizin bir felâhtan bahsedilebilir mi? Refah kavramının -zaten hatalı olan tercihinin- ürettiği yanılsamalar şimdiye kadar derin bir hayal kırıklığından başka bir şey üretmemiş, diğer yandan da hakikate giden yolları tıkayarak kurtuluşu bütünüyle engellemeye azmetmiştir.

Tabiatı açık açık ifsat eden üretim ve tüketim biçimlerinden -Musa peygamberin İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışı gibi- cesaretle kopmayı hedef olarak belirlemeyen bir mücadele, müfsit işleyişten pay kapma zilletiyle malul kalmayacak mıdır? Toplumsal-siyasal dayatmaları, onları üreten yerel ve küresel düzenleri aşmaya niyet etmeyerek yine onların içinde kalıp köklü paradigmatik kopuşlara tevessül etmeden püskürtmek (Aslında bu durumda püskürtmek-aşmak sözcükleri de kullanılamaz!) imkânsızdır.

Hakça üreterek bölüşmeyi, adil paylaşımda bulunmayı reddeden modern kapitalist medeniyet bu tutumunun neticesi olarak politik ve iktisadî hiçbir alanda infaka yönelemez. Musa peygamber bu zorba ve değişmez yapıyla Rabbimizin emri mucibince Mısır’da karargâhlar edinerek örgütlü bir mücadele yürütmüş ancak oradaki güçlü sömürü mekanizmasını alt edememiştir. Firavun düzeni; bekası için sınıflı yapıyı, sömürü işleyişini muhafaza etmede kararlı olunca Musa peygamber köleleri o sömürü işleyişi ve mekânsallığından çıkarmıştır. Güçlü sömürü mekanizmasının çarklarını hidayet ve direniş aşamalarıyla parçalayarak herkes için bir özgürleşme vâr edebilseydi hârika olacaktı ancak olmadı, olabileceğine dâir örneklikler de doğrusu pek mevcut değil.

Musa peygamberin bahsettiğim modeli, örgütleyip çıkarabildiği köle topluluğu bakımından aynı olmasa da çıkış bakımından benzeri olan İbrahim peygamberde de vardır. Resuller; güçlü, hayatın bütün alanlarına yayılmış devasa müfsit sömürü düzenlerinden çıkmayı salık vermektedirler. Aşamaların ilki, az evvel bahsettiğim gibi tebliğ-hidayet basamaklarıdır lâkin orada Sabâ melikesi gibi içsel bir devrim yaşanmazsa çıkış, kaçınılmaz aşama olacak ve sahih bir model için özgür bir alanda yeni bir yurtlanma başlayacaktır.

Adalet mücadelesini gayba iman temelli “tevhid-adalet-özgürlük” ekseninden koparan yorumlarda eksik kalan, bütünlüğü yakalayamayan taraflar kaçınılmaz olarak vâr olacaktır. Az evvel kendisinden bahsettiğimiz sermaye destekli modern ulus devlet zoru karşısında sadece imandan ilhamla somutlaşacak gönüllü iradeler durabilir. Ahirete iman, bu siyasal duruşun en güçlü motivasyonu olacaktır. Aksi durumda hâl-i hazırdaki işleyişin birtakım sözüm ona iyileştirme ve rötuşlarla kendini tekrar etmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Hayat

Yayınlanma:

-

Zeki Demirkubuz’un 2023 yılında izleyici ile buluşan son filmi Hayat’ı sinemada değil dün bilgisayar başında seyrettim. Dünden beri kafamda gezinip duruyor pek çok sahnesi. Hakkında yazmak için belki de çok erkendir. Bu, uzun süre okurun zihninde demlenecek sanat eserlerinden biri bana kalırsa.

Filmi seyretmemiş olanlar buradan geri dönebilirler. Üzerinde saatlerce konuşulmayı hak eden bu eserle ilgili dört başı mamur bir değerlendirme yapma iddiasında değilim. Sadece beni en çok etkileyen belli başlı kısımlar üzerine birkaç kelam etmekten alamıyorum kendimi.

Pandeminin alışkanlığımızı değiştirmesi, bilet fiyatlarının yüksek olması ya da yoksullaştırma politikaları sonucu sinemaya gitmenin bu ülkede artık lüks haline gelmesi… Nasıl değerlendirirseniz artık… Sinemaya gitmiyorum 5 yıldır. Ne var ki böyle sanatsal filmleri sinemada seyretmek gerektiğini düşünüyorum.

Filmin künyesinde 193 dakika olduğu yazıyor, bense tam 3 saatlik (180 dakikalık) bir film seyrettim. TV’de yayınlanırken genel izleyici için bir kısım çıkartılmış olabilir. Hayat, bu haliyle, yönetmenin diğer filmlerine nazaran bir aile filmi olmuş, iyi de olmuş, diyebilirim.

Ben Kader ile kıyaslama yoluna sapacağım. Bu filmi kolayca Masumiyet ve Kader’in yanına koymak yanlış olmayacaktır. Ne var ki bende Masumiyet ne kadar yoksa Kader o kadar var! Benim için en iyi Zeki Demirkubuz filmi halen odur. Dahası, en sevdiğim filmlerden biridir de. Hayat’ı da beğendiğimi, yer yer çok beğendiğimi de ifade edeyim peşinen. Ama bir Kader değil, o kadar değil.

(Elbette bu beğeni işleri fazlasıyla görecelidir. Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilge Ceylan, biraz da magazinin köpürtmesi ile kıyaslanırlar sürekli. Dostoyevski mi Tolstoy mu diye tartışılır durulur. Orhan Pamuk “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında, romancıları ikiye ayırır. Kendisini Düşünceli romancı sınıfına koyar. Ben kendimi saf romancılara, sezgilerine güvenen, içten insanlara daha yakın hissediyorum. Düşünceli romancılar, analitik düşünen, bilinçli, aşırı hesap kitap yapan insanlardır. Bu bakımdan her iki yönetmeni de yazarı da -bu arada Orhan Pamuk’u da- izler, okur, beğenir, takdir ederim. Ne var ki illa birini tercih etmem gerekirse Demirkubuz derim, Dostoyevski derim.)

Hayat’ta Hicran ve Rıza’nın umutsuz aşkına odaklanıyoruz. Tam da yönetmenin tarzına uygun olarak saplantılı, arızalı ilişkilerin ortasında yine bir kadın duruyor. İlk bölümde Rıza’nın gözünden okuyoruz olan biteni, ikinci bölümde Hicran’ın ve bu iki hayat/hikâye bir yerde kesişiyor ve giderek kesintiye, parçalanmaya uğruyor.

Daha en başında bu iki genç insanın isimleri bile bize epey şey söylüyor. Kadın hep rıza gösteren midir? Kadın ona erkeklerce çizilen hayata razı gelmeli mi? Her seferinde mi? Ya isyan edip çekip giderse?

Hicran da öyle yapıyor. Küçük bir taşra kasabasından, evden kaçıp İstanbul’a gidiyor. Gerekçe: istemediği biriyle evlendirilmek üzere nişan yapılması. Kaçarak, babasının zorlamasına, kendisine çizdiği kadere isyan mı ediyor? Ortadan mı kayboluyor? Kendini mi kaybediyor? Yoksa buluyor mu? Biraz ondan biraz bundan. Hem öyle hem böyle. İç içe geçmiş halkalar içinde çözülüyor bağlar.

Hicran’ın ilk anlamı “ayrılık, ayrılık acısı”. İkinci anlamı: “İnsanın içinde yer alan unutulmaz, onulmaz, dinmez acı.”

Kader’de Bekir’in Uğur’a, Uğur’un ise Zagor’a olan aşkı, bu iki insanı perişan eden, yakıp yıkıp yok eden, akıl ve mantığın sınırlarını fazlasıyla aşan bir boyut taşıyordu. Zagor ise psikopatın önde gideni, cezaevi cezaevi dolaşan, suça bağımlı bir tipti. Zagor’u pek görmüyorduk. Bekir’i ise Uğur’un peşinde sürüklenirken görüyorduk film boyu.

Kader, izleyicinin ciğerini sökmeye niyet etmiş, nakavt yumrukları savurup duran bir film. Hayat bu denli radikal değil. Tutku var yine ama dozu düşük, mahvetmeye meyilli değil. Zagor’un yerini bu defa “z kuşağı”ndan bir genç diyebileceğimiz Ferit alıyor. Psikopatlık değil zırtapozluk düzeyinde bir arkadaş!

Dedesinin, beğenirsen evlenmek üzere bir görüşürsün kendisiyle, diyerek Rıza’ya fotoğrafını verdiği kızdır Hicran. Bir fotoğraf üzerine tutkuya kapılır Rıza. Bu durum da Metin Erksan’ın meşhur Sevmek Zamanı filmine götürür bizi haliyle.

Yönetmenin sinemasında öne çıkan bir özellik olan etkili tiratlar bu filmde de hak ettiği gibi yerini alır. Rıza’nın, anne babasının vefatı üzerine hayatını dolduran fırıncı dedesi aklın ve sağduyunun, peygamberlere yaraşır duruşun rüzgârını estirir.

Kader’de kahvehanede görülen bir hesaplaşma vardı. Hayat’ta ise artık modern bir cafede unutulmaz bir karşılamada patlamıştır silah. Açıkçası Rıza gibi eli yüzü düzgün, halim selim görünümlü bir erkekten beklemiyordum bunu. Dahası o silah, Ferit’in üzerinde tereddütsüz patladıktan sonra birkaç saniye Hicran’ın üzerinde de gezindi ki, bu tüyler ürperticiydi. Yönetmen, ustalığını konuşturmuş bu sahneyi çekerken. Kader’de buna tekabül eden sahneyi de 2006 yılından beri unutamıyorum. Bu sebepledir belalı bir tip gördüm mü, “erkek”liğin onda dokunuzu devreye sokup olay yerinden uzaklaşırım!

Erkeklik demişken… Zeki Demirkubuz’un büyük hesaplaşmasına, arıza dolu erkeklikler sergisine bizi davetine icabet ederiz her seferinde.

Hayat’ta beni şaşırtan ve mutlu eden rüya sahnelerini de kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum. Bu sahnelerin ikisi aynı, biri farklı.

Filmin ilk çeyreği içinde Rıza, rüyasında Hicran’ı görüyor. Hicran Rıza’nın evine gelmiştir ve kendisine su ikram edilir. Emil Cioran Umutsuzluğun Doruklarında dolaşmıştı, yönetmen de bu sahnede sembolizmin doruklarına tırmanmış. Bayıldım bu sahneye. Gördüğümüz rüyadan aşinayızdır hepimiz az çok. Bir şeyler arar bulamayız, debelenir dururuz. Bardak bulunamıyor mutfakta. Sonra birden beliriveriyor. Ve su bardağa dolmasına rağmen dökülmeye devam ediyor. Filmin sonlarına doğru Hicran da aynı rüyayı görecektir.

Hayat’ta kapanış sahnesi ise hoşuma gitmedi. Hevesimizi kursağımızda bırakan, boğazımızda yumru olup takılı kalan o alametifarika tavrını bir kenara bırakmış yönetmen. Kimin olduğu belirsiz bir rüya ile bitirmiş filmi. Mutlu, umutlu son yakışmadı Zeki Demirkubuz’a!

Bir bayram sabahı memlekete gidiyorlar. Hicran ve Rıza evlenmiş. Hicran hamile. Babasının onu bu defa affedeceğini umuyorlar. Direksiyonda yine bir erkek var diye eleştirenler olmuş. Nuri Bilge’nin Kuru Otlar Üstüne filmindeki benzer bir sahne ile kıyaslanmış. Orda da biri kadın üç öğretmen var. Karlı ve karanlık bir yolda ilerliyorlar. Kadın önde oturuyor ama direksiyonda yine bir erkek var. Oysaki orda kadın engelli, burada ise hamile. Bu da mı erkek egemen dünya! Yapmayın arkadaşlar.

Benzer şekilde Hayat’ta, rüya olduğu bence aşikâr sahnede araba karanlık bir tünele giriyor ve film yine de yönetmene yaraşır tekinsizlikte bitiyor. Oysaki Hicran’ın, Rıza ile çay bahçesinde konuşmasının ardından, doğanın bağrında bir ağacın altında ağladığı sahneden sonra filmin sona ermesini beklerdim. Ne gerek vardı uzatmaları oynamaya!

Geçen gün okuduğum bir romanda (Mumlar Sonuna Kadar Yanar) kahraman şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Asıl olanı ancak ayrıntılardan anlayabiliriz; kitaplar ve hayat bana bunu öğretti.”

Hayat’ta pek çok ayrıntı gözüme ilişki ve üzerinde konuşmaya beni sevk etti. O ayrıntılardan biri ile virgül koyayım bu yazıya. Siz bu yazıyı okurken belki yazıldığı günlerde, belki yıllar sonra, ben yine bu ayrıntıları hatırlıyor, üzerine düşünüyor olacağım hayattaysam. Neyi ne zaman niye nasıl hatırlıyoruz, bunları da fena halde merak ederek… Tüm bunların yaşlanmakla veya yaş almakla bir alakası olmalı.

Hicran rüyasında Rıza’yı görür. Aynı rüya. Hicran mutfağa su getirmek üzere gittiğinde Rıza odaya, salona oturduğu yerden şöyle bir göz gezdirir. Kitaplığa gözü ilişir. 10-15 kitap görürüz. Bu kitaplar içinde iki-üçü ancak seçilebiliyordur. Ben hemen seçtim kitabımı: Hakan Günday’ın Az’ı. Yazar ve eser ile yönetmen ve filmleri arasında bağlantıyı aramaya başladı zihnim. En iyisi dedim, şu kitabın arka kapak yazısına bir bakayım:

“Bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğun kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontulup birbirlerine hazırlanışlarının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın onları birleştirmesinin hikâyesi. Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”

Anahtar kelimeler: Evlendirilmek, şiddet, aşk, hırs…

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x