Köşe Yazıları
Enkazda Kim Kaldı: “Nerede Bu Devlet?” Sorusunun Sosyopolitiği
Yayınlanma:
2 yıl önce-
Genelde büyük afetlerde felâketin düzeyi gün geçtikçe anlaşılır. Ancak 6 Şubat depremi öylesine büyük oldu ki neredeyse ilk günden itibaren her şeyden haberdar olmaya başladık. Sosyal medyanın gücü, iletişimin farklı kanalları ile yıkımın her boyutunu herkes yaşamış oldu.
Bir bakıma hepimiz artık bir depremzedeyiz. Göçüğün eziciliğini, yıkıntıların arasında şehirlerin soğuğunu ve karanlığı her birimiz yaşıyoruz artık. Belki de bundan dolayı Anadolu’nun her köşesi adeta deprem bölgelerine tüm gücüyle aktı. Görülmedik bir acının aynı ölçüde eşi benzeri görülmemiş bir dayanışma ile bölüşülmesinin arkasında galiba bu ortak travma var. Gerçi her felâketin ardından hesapsız el uzatışın örneklerini sayısız defa gördük. Depremlerden sel felâketlerine, yangınlardan savaşlara kadar kimin acısını öğrendiysek paylaştık, paylaşmayı denedik. Galiba bu coğrafyadaki insanların ortak yazgısı da bu: felaketlerde birleşmek! Tatsız kimi olayları bir kenara bırakırsak merhamet duygusunun sarmalayıcı hissini hepimiz duyumsadık.
Bir coğrafyayı bütün olarak etkileyen, on binlerce kişinin ölümüne yol açan felâketin ardından birçok konuyu konuşmak için fazlasıyla erken ancak yine de insani âciliyetler yavaş yavaş azaldıkça afetin gündemini daha sağlıklı bir zihinle yeniden düşünecek bir fırsat yakalıyoruz. Hemen her felâketin ardından neredeyse klişeleşmiş soruların cevaplarını aramaya şimdilik girmeyelim. Depremi, depreme karşı önceden alınması gereken önlemleri şu an konuşmak ne yazık ki “çaresizlik” hissini daha da güçlendiriyor fakat farkındalığımızı daha sağlıklı kullanabileceğimiz -en azından- bir çözümün altlığı olabilecek konular olduğu gibi giderek köpüren ve adaleti körelten yoğun duygusallıklara karşı şimdi konuşmamız daha doğru olabilir.
“Nerede bu devlet?”
Depremin ilk günlerinde bu cümleyi bir “Türkiye klasiği” olarak çok duyduk. Adıyaman’da bir depremzede “Adıyaman’ı unuttular!” derken hesap sormak için değil sahiden acısını katmerleştiren çaresizlik hissiyle bu cümleyi kurmuştu. 1999 depreminde, Soma maden faciasında ve hemen hemen her âfette bu cümlenin farklı yorumlarını işittik. Diğer taraftan yine bu dönemlerde “devletin işin başında” olduğunu, “ilk dakikadan itibaren kontrolün ele alındığını” neredeyse ispatlamaya çalışan bürokratlar ya da böyle olduğunu düşünenler de vardı. İlk bakışta devleti “burada olmamakla” suçlamak ile “devletimiz burada” demek arasında kesin bir çatışma olduğu düşünülebilir fakat “beklentiler” açısından düşünürsek her iki tutumun da talebi açıktır: Devleti çağırır!
Bu beklentinin gayet haklı olduğunu düşündürtecek gerekçelerimiz var. Modern dönemde kentler, kentlerdeki evler kamu gücünün birikimi ile örgütlenebilecek “şebeke”lere bağlılar. Bu bağ koptuğu anda, büyük megapollere dönüşmüş kentlerde yaşamak neredeyse imkânsızlaşıyor. Yolların yarıldığı, elektrik, su ve doğal gazın verilemediği olağan dışı durumlarda evlerimizin ev olmaktan çıktığını çok iyi anladık. Depremden hiç zarar görmemiş bile olsanız yine de yaşamınızı sürdürecek asgari koşulların kolayca kaybolduğunu görüyorsunuz. Bu açıdan kamunun örgütlü gücüne duyulan ihtiyaç tarihin hiçbir döneminde olmadığı bir düzeye yükseldi. “Devlete bağımlılığımız” artık yoksunluğu durumunda sahiden varoluşumuzu doğrudan etkileyecek düzeyde! Elbette bu durumun bir gerçeklik mi yoksa “öğrenilmiş bir çaresizlik” mi olduğu da bir başka tartışma konusu. Yani devletin olmadığı bir toplumsallık denenebilir mi, varlığını koruyabilir mi, bilmiyoruz!
Fakat hiç değilse devletin bugünkü biçiminin bir “zorunluluk” olmadığını biliyoruz. Bunu kuramsal bir teorinin tezi olarak düşünmeyelim. Özellikle afet durumlarının olağanüstü koşulları devletin “düşündüğümüz kadar güçlü olmadığını” gösterdiği gibi toplumsal dayanışmanın sandığımız kadar “zayıf ve dağınık” olmadığını da ispatlıyor. Üstelik sadece Türkiye’de değil örneğin Almanya’da 2021 yılında gerçekleşen sel felaketinde de toplumsal dayanışmanın daha aksiyoner olduğunu biliyoruz. Türkiye’de ise 99 depreminden bugüne afetlerin boyutu büyüdükçe devletin yetersizlikleri ortaya çıkarken dayanışma ruhu güçleniyor, yaraların sarılmasında öncü oluyor.
Devlet ve Sivil Toplum
Devlet, sivil toplum ve iktidar gibi kavramlar, tarih içinde çoğu zaman dağılıp saçılır ve sürekli yeniden inşa edilir. Toplum, coğrafya ve kültürün içinde farklı anlamlar kazanan bu kavramları tek bir tanıma indirgediğinizde kavramın onun dışında aldığı biçimleri veya değişimleri görmezden gelme eğiliminde oluruz. Oysa kavramı bir tanımın içine sıkıştırmak ve genel bir çerçeve çizmek yerine “bugün ne anlam ifade ettiğine” odaklanmak daha gerçekçi olacaktır. Elbette bu yöntemin tüm kavramlar için geçerli bir “usul” olmadığının altını çizmeliyiz. Fakat sözünü ettiğimiz “devlet” gibi fazlasıyla değişken bir kavramsa onun “bugün ve bu coğrafyadaki” karşılığına odaklanmak daha anlamlı olacaktır.
Konunun teorik tartışmalarına girmeden afet gündeminin içinde öne çıkan iki habere bakmak devletin bugünkü biçimine dair önemli ipuçlarını bize verebilir. Birinci haber, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 14 Şubat günü yaptığı açıklamadan. Şöyle diyor Bahçeli: “Devletin yapamadığı ne vardır da ‘ahbap’çılar, ‘babala’cılar akbaba gibi kanat çırpmaktadır! Bu sahtekârların Türk televizyonlarında artık yer almaması lazımdır.” [1] İkinci haber ise depremin üzerinden henüz 48 saat geçmemişken yani telefon iletişiminin çok zor sağlandığı ve internet üzerinden haberleşmenin yoğun olarak kullanıldığı kritik günlerdeki Twitter engeliydi.[2] BTK’nın bu kısıtlama için gerekçesi ise dezenformasyon ve yalan paylaşımların artması. Depremin ilk gününden itibaren artan düzeyde “Kontrol ediyoruz.” algısına yönelik daha birçok açıklama hafızalarımızda yerini koruyor. Hatta 99 depreminde hükümetin içinde yer alan Mesut Yılmaz’ın özeleştiri kabilinden demeçleri yerine yetersizliklere ilişkin eleştirilere son derece sert biçimde açıklamalar ile cevap verilmesi[3] “devlet aklının” bugünkü evrimine dair önemli bir gösterge.
Tüm bu açıklamaları ve adımları semptomatik bir okuma ile anlamaya çalışalım. Althusser’in Marksizm için kullandığı “semptomatik okuma”da amaç metnin öncelikli mesajının ötesinde derinine inerek “fısıldadıklarını” duymaya çalışmaktır. Bu tür “titiz” bir okumanın bütün bilgileri ve veri kalıntılarını dikkatle bir araya getirmesi gerekir. Ancak biz, tartışmayı daha sınırlı bir bağlamda; “devletin kendisini konumladığı yer” üzerinde bırakacağız.
Öncelikle devletin, aurasındaki pek çok kavram gibi tarih içinde bir “evrimsel” değişimden daha çok “devrimci “ bir kopuş, bir sıçrama yaşadığının altını çizelim. Aydınlanma ile birlikte değerler dünyasındaki hem devrimci hem de dramatik değişim Avrupa’da Padovalı Marsilius ile başlayan bir devlet tartışmasının neredeyse beş asır süren bir olgunlaşma sürecinin sonunda yer alır. Doğru ya da yanlış bugünün Avrupa’sında devlet ve toplum arasındaki ilişkinin bu hafızayla kuvvetli bağları varken, modern devlete “birden” maruz kalmış Anadolu coğrafyası için durum tam bir sıçrayıştır. Dolayısıyla bu coğrafya için devletin değişimindeki kopuş daha hissedilir olduğu gibi aynı zamanda çok daha kırılgandır. Belki de bu nedenle devlet, ideolojik aygıtlardan daha görünür biçimde baskı aygıtlarını kullanır. Depremin daha ikinci gününde kontrolün sosyal medyada kaybolduğunu gören “devlet aklı” yıkım ve enkaz altındaki insanların birbiriyle iletişim kurduğu bir sistemi sınırlandırmakta bu nedenle tereddüt etmedi. İşte bu noktada Althusser’in modern devletin mekaniğini anlamamızı kolaylaştıracak yaklaşımından yararlanabiliriz. Althusser eleştirilerini ve tezini Marksist gelenek üzerinden geliştirse de söz konusu ettiği devlet modern devletin ta kendisidir. Ona göre devlet amaçları doğrultusunda iki aygıtı kullanmaktan çekinmez: Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar.[4] Baskı aygıtları devletin öteden beri “zor” yoluyla kurduğu tüm araçları ifade eder. Kolluk kuvvetleri ve mahkemeler gibi görünür baskı aygıtlarının yanı sıra devletle ilişkisi karanlık, paramiliter bir boyut da kazanabilir. Bugün için örneğin “medya trolleri” de bir tür baskı aygıtıdır. Hedef gösteren, bireyi toplumdan atıp “homo sacer”e dönüştürmeye çalışarak linci örgütleyen trollerin deprem sırasında bile mesailerine ara vermediklerini biliyoruz.
Devletin ideolojik aygıtları ise toplumun gündelik yaşamı içinde “görünür” çerçeveyi belirler. Milliyet, ulus ve vatan kavramlarını kutsayan, devletin çıkarlarını bütün etik kaygıların önüne çıkaran bu algı kendine referans veren bir dil kullanır. Modernleşerek gelenek ve dinin sınırlayıcı bağlarından kurtulan devlet, “özne”yi şekillendirmek için din ve geleneği de araçsallaştırır. Türkiye için düşünürsek “ideolojik” mottonun son yirmi yıl içinde “yerlilik ve millilik” üzerinden biçimlendiğini işte bu araçsallaştırma üzerinden okuyabiliriz.[5] Althusser bu noktada ideoloji kavramının akışkanlığına da dikkat çeker. “İdeolojinin tarihi yoktur.” derken dinsel, ahlaki, hukuki ya da siyasal bir tanımın içinde anlaşılamayacak / sığdırılamayacak bu kavramın temelde bir “gerçeklik tasarımı”na odaklandığını vurgular. Gerçekte öyle olmayan ama böyle yorumlanırsa “devlet”in bekası için anlam taşıyacak her kavram ve deneyim “ideolojik” karışımın mayasında yeniden anlam kazanır. Devlet, baskı aygıtları ile kontrol etmeyi umduğu kitleleri “gönüllü destekçileri”ne dönüştürmek için ideolojik aygıtları yoğun olarak kullanır. İşte bu noktada ideolojik aygıtlar sonuç verirse Gramsci’nin tanımındaki hegemonya doğmuş olur. Hegemonya, fiziki güç ile gelişen “zorlama”nın yanı sıra bir tür “rıza”yı da içerir.[6] Böylece sosyo-politik bir boyut kazanan hegemonik ortamda muhalefet bile egemenin argümanları içinde dilini kurar ve hegemonik değerleri bir tür ön koşul olarak görür. Türkiye özelinde siyasetin iktidarından muhalefetine hep aynı kavramlar etrafında şekillenmesini de bu hegemonik etkiyle okuyabiliriz.
Semptomatik okumaya geri dönersek modernleşmiş devlet aklının, kendisi ya da “akredite olmamış” stklar aracılığı ile gelişen her tür inisiyatifi niye bir tehdit olarak algıladığını daha açık anlayabiliriz. Hegemonyayı; yani rıza ile gelişen “gönüllü” itaati zayıflatacak, devletin “yüceliğine” ilişkin şüpheleri artıracak her girişimin tehdit tanımının içinde değerlendirilmesi kaçınılmaz olacaktır. Diğer taraftan ideolojik aygıtların yoğun olarak pompaladığı “tasarlanmış gerçekliğin” vicdani bir aşınmaya da neden olduğunu görüyoruz. Örneğin depremin “sınır ötesi”ndeki etkilerini sadece 4-5 saat uzaklıktaki “kardeşlerimiz” olarak değil, yabancı bir ülkenin vatandaşları olarak görme eğilimindeyiz. Artık “biz” tanımını farkında olmadan devletin sınırları ile çiziyoruz. Bu durumun devletin son yirmi yıldaki gelişen dış politika dili ile değiştiğini düşünebiliriz fakat yine de kendini merkeze alan ve çevresini “Osmanlı’nın kendine kalan bakiyesi / mirası” olarak gören bir üstten bakış ile şekillendiğini ve “ulus” kavramının içselleştirildiğini unutmayalım.
Peki ama böylesine “âfet” durumlarında devlet çağırılmamalı mı? Bu soru aslında kendi içinde bir paradoks taşıyor. Modern dönemde devletin sızmadığı, yönetip biçimlendirmeye çalışmadığı bir alan kalmadı. Dolayısıyla devlet, siz çağırmasanız da burada! Diğer taraftan “Devlet nerede?” diyen âfet mağdurlarının “terk edilmişlik” hissi de son derece gerçekçi ancak devleti toplumun kendisinden ayrıştırarak katı bir kurumsallık içinde tutmanın “sorumluları” flulaştırıcı bir etkisi var. Bir mekanizma olarak devlet “batıl / tâğutî” bile olsa yapısal olarak toplumdan bütünüyle ayrıştırılarak steril bir kurumsallık içinde düşünülemez. Günün sonunda kamu gücünün örgütlülüğüne dayanan devlet, özellikle bu tür afet durumlarında aynı gücü kimler yönetiyorsa onlarla doğrudan ilişkilidir.
Kurumsallığa odaklanmanın flulaştırıcı etkisine en açık örneklerden birini depremden kısa bir süre sonra açıklama yapan eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez vermiş oldu. Görmez, deprem konusunda yaptığı çağrıda “Artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını konuşalım. Şehre girme duasından önce şehirler kurulurken işlenen haramları anlatalım.” dedi.[7] Sorumlulara, sorumlu makamlara yani depremin daha yıkıcı ve yaralayıcı olmasının sebebi olanlara herhangi bir atıfta bulunmayan konuşma, devletin kurumsallığına (yasalarına, yönetmeliklerine) ve toplumsal ödevlere odaklanmakla yetiniyor. Bu yaklaşım günün sonunda “gerçek sorumlular” yerine “adi hırsızların” linç edilmesine ve suçlu psikolojisi ile sorumluluğun toplumda olduğu duygusunun güçlenmesine yol açıyor. 40 bin insanın öldüğü, on binlerce binanın yıkıldığı ve sayısız acıların hepimizin vicdanında bir yangına dönüştüğü bir ortamda “tek bir istifa haberi”ni bile duymayışımız, üstelik bunu duymamayı “garipsemeyişimiz”in arkasında da sanırım bu yatıyor.
Son not: “Necip halkım, küçük hırsıza ceza kesmeyi çok iyi bilir!”
Depremle birlikte hep beraber bir “algılama travması” da yaşıyoruz. Fazlasıyla politize edilince ve “gerçek sorumlular” devletin kurumsallığının arkasına saklanınca topluca hıncımızı “adi hırsızlar”dan alıyoruz. Bunun çarpıcı bir örneğini İlyas Salman veriyor. Salman, yaptığı paylaşımda bir yağmacı ile müteahhidi yan yana koymuş.[8] Görüntüdeki Mehmet Yaşar Coşkun, depremde çöken Hatay’ın en lüks rezidanslarından birinin müteahhidi. Onlarca kişinin ölümüne, yaralanmasına yol açan müteahhit, bir dayak görüntüsü olmaksızın hava limanında kaçmak üzereyken gözaltına alınırken deprem bölgelerinden birbirinden korkunç işkence videolarını izledik.
Elbette böylesine büyük bir afette “yağmacılık” gibi iğrenç bir suça iştirak etmenin affedilir bir tarafı yok. Diğer taraftan bölge insanın bu tür kişilere karşı giriştiği eylemler de bir yere kadar anlaşılabilir ancak sosyal medyada paylaşılan görüntülerin hiçbir tepkiyle karşılaşmadan büyük bir iştahla yayılmasının yine savaş gibi olağanüstü durumlara ait bir basiret bağlanması olarak görmek gerekiyor. Suçlunun -ölüm dahil- cezalandırılmasının vicdanlarda bir karşılığı varken “işkence” ve daha ötesi “linç ederek katletmek” bir başka korkunç suçtur. Bu durumun “işkence”yi, “Demek ki bazı durumlarda gerekliymiş!” algısına neden olup normalleştireceği gerçeği bir yana arada suçsuz insanların da bu ağır tutumla karşılaştıklarını ne yazık ki biliyoruz.[9]
Enkazı yağmalayan, insanların erzaklarına, gönderilen yardımlara el koyanların işledikleri suçun büyüklüğü tartışılmaz ancak diğer taraftan on binlerce kişinin ölümünde payı olanların karşısına dikilmek, modern kentleri yönetilemez yığınlar halinde birer beton denizine dönüştürenlerin hesabını sormamak ne yazık ki soruları “doğru sor(a)madığımızı” gösteriyor.
[1] https://www.dunya.com/gundem/devlet-bahceliden-ahbap-ve-babala-tepkisi-haberi-685706
[2] https://shiftdelete.net/twitter-erisimi-neden-engellendi-resmi-aciklama
[3] https://www.sabah.com.tr/gundem/2023/02/08/son-dakika-baskan-erdogandan-deprem-bolgelerinde-asker-yok-iftirasina-yanit
[4] Althusser, Louis, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları
[5] Konuyla ilgili detaylı bir makale: Millilik-yerlilik: Tarihi toplumun afyonu yapmak, Abdurrahman Arslan, Birikim Dergisi Sayı 404 – Aralık 2022
[6] Okur, Mehmet Akif, “Gramsci, Cox ve Hegemonya: Yerelden Küresele, İktidarın Sosyolojisi Üzerine”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 12, Sayı 46, s. 131-151.
[7] https://www.karar.com/guncel-haberler/eski-diyanet-isleri-baskani-artik-binaya-girmenin-adabindan-once-bina-1729598
[8] https://twitter.com/ilyassalmansm/status/1624497589616799744
[9] https://www.dogrulukpayi.com/dogruluk-kontrolu/otobanda-darp-edilen-kamuflajli-iki-kisi-yagmaci-degil
Yorumlayın
-
Toplum; ya Allah’ın Kulu, ya Sultan’ın!
-
Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine
-
Deprem, Dayanışma, Eleştiri – Tuğba Ekinci
-
Halkın ve Devletin “Maddi ve Manevi” Dinamikleri Üzerine – Sait Alioğlu
-
Rutte’nin Bisikleti, Bisikletli Polis ve Parisli Nahel – Ömer Carullah Sevim
-
Dilaver Demirağ: Doğadan Koptuğumuz İçin Onun Göstergelerini Okuyamıyoruz
2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.