Connect with us

Yazılar

Deprem, Dayanışma, Eleştiri – Tuğba Ekinci

Yayınlanma:

-

 

                                       Gülemiyorsun ya, gülmek

                                                               Bir halk gülüyorsa gülmektir. 

                                                                                   (Edip Cansever)

Çoğu düşünce, pek çok duygu kâğıda dökülebilir; bu anlamda sözün iyileştirici etkisinden de söz edebiliriz. Ancak felaketin büyüklüğü, felaketten söz edebilme hakkını elimizden alır bazen.

Depremin ilk haftasında afeti romantize etmeye koşan yazarları hatırlayalım mesela. Deprem bölgesinden gelen fotoğraflar, görüntüler kendisini sunma konusunda yeterince güçlüyken deprem fotoğraflarının altına çabucak hikâyeler yazıldı. Başkalarının acıları hakkında sözcükler sarf etmenin, yasın sessizliğini bozmanın bu gibi riskleri var. İhmaller ve günahların yeniden düşünülmesi için bir taziye, bir yas suskunluğu ihtiyacı, söz enflasyonundan kurtulmamızın gerekçesi olabilir. Söze dökme yoluyla iyileşme, doğrudan yas sahipleri açısından daha meşru görünüyor. Bu açıdan dinlemek de dayanışmanın bir yolu.

1755’te Lizbon deprem felaketi üzerine şiir yazan[1] Voltaire’e nazire yaparak, 20. yy.’da tanık olduğu felaket için “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır.” diyen Alman Yahudisi bir düşünürü, Adorno’yu hatırlatmak da yerinde olacak. Peki, bu gibi şok durumları daimi bir suskunluk halini mi zorunlu kılar? Ellerimizle yapabileceklerimize ek olarak, dilimizle söylemenin, kalbimizle doğru yerde durmanın yollarını bulamaz mıyız? Doğru/iyi/güzel olanı hem söze hem de fiile taşımanın yeni biçimlerine ihtiyacımız var. İyi ve adaletli bir ses bulmak da suskun kalmakla çığırtkanlık arası bir yerde mümkün.

Yeni yollar ararken, insanın tekil ve çoğul var oluşuna birlikte yer verebilmek önemli. İnsan olmak hem başkalarından ayrışık, kendine has olmak demektir ki bu, özgürlükle karşılanabilir. Öte yandan başkaları daima benzerimizdir; eşitlik ve hakkaniyetin gerekçesi de burada. Yani birlik olmak zaten farklılıkların birlikteliğidir. İnsan toplulukları atomlaşmış bireyler olmanın ötesinde dayanışarak tek beden haline gelebilir. Benlik narsisimle değil, başkalarıyla dayanışarak güçlenir çünkü.

Dayanışmanın ön koşulu bir kopuş, bir farklılık, bir kırılma o hâlde. Dayanışmanın anlamı da kırılgan yerlerimizden birleşebilmek… Yakın zamanda fay hatlarıyla başlayıp insanların imar ettiklerine dokunan sarsıntı deneyimi; bu krizden bir eleştiri çıkarmaya vesile olmazsa yalnızca ölüleri değil, bize çok şey öğretebilecek deneyimi de tarihe ve toprağın altına gömmüş olacağız. Hatırlamak iki türlü: bir yönüyle ölülerle ve yıkılan şehirlerle vedalaşırken geriye kalanlarla dayanışmak, birbiri için var olmayı öğrenmek. Öteki yüzü “Neyi, nasıl düzeltebiliriz?”le ilgili. Dayanışma sevgi ve ilgi ile; yeni kriterler bulmak hukuk ve adalete ilişkin. Peki bu kriz, bizi hangi yeni kriterlere taşıyacak? Herhalde bu soru geleceğe dönük en önemli sorulardan.

Çoğunluğu tanımadığımız insanların çektiği acılara sebep olan bu felaket, başkalarının acılarını duymayı, insan olmanın farklı derecelerini hatırlattı bize. Birkaç milletten müteşekkil bir coğrafyanın mecazi sınırlarını yeniden düşünmeyi de sağlayabilir böylece. Aristoteles, her şeyin bir işi ve işlevi olduğundan söz ettiği bir yerde “Peki, insanın doğası gereği bir işlevi yok mudur?” diye sorar. Bu iş ve işlev, mesleki işlevden farklı. İnsan, doğası gereği işsiz değildir ve akla dayalı, mutluluğa ve iyi yaşama bağlanan bir erdem yaşamı insanın esas işidir. Her bir organın ayrı bir işlevi olması gibi, insanın özsel ve bütünsel işlevi de ancak akla göre eyleyen bir iyi yaşamla imkân kazanır.

Yan yana duran insanlardan bir birlik, topluluktan bir dayanışan toplum çıkması gibi acaba bundan sonra şehirlerin de incelik ve ölçü ile inşa edilmesi mümkün değil midir? Bunca ölümden ve yıkımdan bir diriliş ve uyanış çıkabilir mi? Enformasyon kirliliği, ekran ve tuşların aracılığı insanların sahici duygularının yeterince işlemesine engel oluşturabiliyor. Sözün araçsallığı, yargı dağıtmanın ve dayanışmaya dönüşmeyen bir öfke ile avunmanın kolaylığı yerine, duygulanımları dayanışma ve eyleme dönüştürmeye de ihtiyacımız var. Üstelik sistemsel dersler çıkarmanın yollarını aramak gerek. Kaybolan bağlarla birlikte şehirlerin de gerektiği gibi inşa edilmesinin yolunu… Bu yolu bulmak, deprem suçlarını unutan ve unutturan bir “birlik olacağız” edebiyatıyla çözülmeyecek elbette. Yasımızı yaşarken bu yası nereye yerleştirdiğimiz, eleştiri ve yeni yol arayışlarını bütünsel düşünmekle ilgili. Örneğin deprem ve zamlar, deprem ve yoksulluk… Felâket sonrası insanların durumunda bunları ayrı kompartımanlarda düşünmek mümkün mü bugün? Gerçek bir eleştiri görünüşlerin ötesinde ilk bakışta görünmeyen bağlantıları da işitmek/görmekle ilgili.

Felâket zamanlarında, bazen dayanışma adı altında görünürlük kazanma yarışları, sermayenin günah çıkarması durumları da baş gösterebiliyor ne yazık ki! Bu tip yardımseverliğin öteki ucunda yer alan felâket mağdurlarına da artık tek bir sıfat kalmıştır: Depremzedelik. Yani felâketin öznesi olmanın yakıcı yanlarından biri de sayısız kayıp şekli dışında -insanlar şehirler anılar vs.- kişilerin zengin ve çoğul niteliklerinin depremzede gibi tek yönlü bir sıfatın gölgesinde kaybolması…

Ece Ayhan bir şiirinde demişti: “Hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. Ama insanoğluna gelince üstelik yerde, neler olduğunu biliyorsun.” İnsanın neliği, kendini bilmesi buyruğuyla bitişik kadim soru(n)lardan. Peki, insan kelimesinin içi sözgelimi Kabil’de mi karşılık bulacak, Habil’de mi? Burada insanın iyilik ve kötülükle sembolik tasviri, depremi getiren aklın ve olgunun kötücül baskınına karşın dayanışmanın olanağına; korku ve ümit, iyimserlik ve kötümserliğin geriliminden imkânlar yaratmaya alan açıyor. Örneğin Kur’an da insanı, cahillik ve yaratıcının temsilcisi olmak arasında bir tereddüdün ortasına yerleştiriyor.

Neyse ki, yalnızca birbirine çarpan değil, göz yaşartacak kadar dayanışan, başkalarına dayanak olabilen sürprizli bir var oluşu var insanın yeryüzünde.

 

[1] Yukarıda değindiğimiz isimlerden Voltaire’in Lizbon depreminden ötürü Tanrı’ya serzenişleri, depreme dair kötülük problemini de değerlendiren şiiri; deprem gibi durumları Tanrısal bir ceza, bir tür hınç olarak değerlendiren geleneğin yanlışından kaynaklanıyor. Ethica eserinde Spinoza da, deprem gibi felaketlerin dinli-dinsiz ayrımı yapmadan herkesin başına gelen ortaklığına ve bu tecrübenin sayısız kez deneyimlenmesine rağmen insanların bu saplantısal ön yargıdan kurtulamadıklarına dikkat çeker. İnsanların kusurlarından kaynaklanan felaketlerdeki insani pay ve hatırlatıcı etki bir yana, zorluğa maruz kalan kişi ya da topluluğun felaketi hak ettiğini, depremi günahların getirdiğini düşünmek, deprem gibi yeryüzü olaylarında sorumluların payını da örter.

 

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

İktidarları Aşmak, I – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Ortadoğu halkları, yüzyıllardır emperyalizmin ve sömürgeciliğin farklı biçimlerine maruz kalmaktadır. Ancak bugün, maruz kalınan baskının en karmaşık ve sinsi biçimiyle karşı karşıyayız: İşbirlikçi iktidarlar eliyle yürütülen içselleştirilmiş tahakküm! Bu yeni sömürgecilik, askeri işgallerden daha tehlikeli çünkü içeriden ve meşruiyet kılıfı altında işler. Bu bağlamda, ABD ve İsrail’in bölgedeki nüfuzu sadece dışsal bir baskıyla değil, doğrudan bölge yönetimlerinin ve onların çevresindeki STK ağlarının pasifliğiyle ve işbirlikçiliğiyle pekiştirilmektedir.

Ortadoğu’da birçok rejim, egemenlik iddiasında bulunsa da pratikte Batı’nın güvenlik, enerji ve siyasi çıkarlarının bekçiliğini yapmaktadır. Bu iktidarlar, halklarını sindirmek, muhalefeti bastırmak ve İslam dünyasındaki direniş damarlarını kurutmak için sürekli bir çaba içerisindedir. Filistin davası gibi halkların yüreğinde yer edinmiş sembolik mücadele alanları bile bu rejimlerin elinde retorik malzemeye indirgenmiş, pratikte ise İsrail’in güvenliğini önceleyen diplomatik düzenbazlıklarla sabote edilmiştir.  Dışarıdan ABD ve İsrail’in emperyalist, işgalci politikaları; içeriden ise bu işgalleri görmezden gelen hatta kimi zaman meşrulaştıran işbirlikçi iktidarlar ve onların çizgisine mahkûm olmuş sivil toplum yapılarının türlü düzenbazlıkları ile karşı karşıyayız. Ancak bu sessizliğin ortasında bir şey değişti: Halkların içinden, iktidarları aşan yeni bir direniş dili doğdu.

Gazze’de Hamas, Yemen’de Ensarullah, bu yeni direnişin en belirgin örnekleridir. Onlar devlet protokolüne değil, ümmet bilincine yaslanarak direniyorlar. Bu yüzden hem emperyalizmin hem de bölge iktidarlarının hedefindeler.

Filistin meselesi artık bir vicdan testi değil, doğrudan bir cepheleşme alanıdır. Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksâ Tûfânı operasyonu, sadece İsrail’i değil; ona dolaylı yoldan destek olan tüm Arap rejimlerini de diğer dünya ülkelerini de ifşa etmiştir. Birçok yönetim -Türkiye örneğinde de görüleceği gibi- İsrail’i doğrudan desteklemiştir. Bu destek; ticareti artırarak, petrol sevk ederek, çelik-çimento göndererek, istihbarat desteği vererek, savaş mühimmatı ulaştırarak sürmektedir. Ayrıca iktidarlar direnişe verilen halk desteğini türlü yollarla bastırmaya çalışmıştır. Soykırıma katılmış Siyonist vatandaşlar için hiçbir şey yapmayan Türk yargısının, konu Filistin dostları olunca nasıl hızlı çalıştığını hep birlikte gördük. Bu süreçte yandaş STK’ların sessizliğine ve süreci örtbas etmesine hep birlikte şahit olduk.

Benzer şekilde, Yemenli Ensarullah güçleri, ABD donanmasına ve İsrail destekli gemicilik sistemine karşı yürüttükleri saldırılarla, bölgedeki emperyal zinciri sarsmıştır. Ancak buna verilen tepki düşündürücüdür: Yemenli direnişçileri desteklemek yerine onları İran’ın ajanı ilan eden rejimler, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme plânlarına gönüllü ortak olmuşlardır. ABD ve İsrail projelerinin kendilerini yutma pahasına neden desteklendiğini, bunun nasıl bir işbirlikçilik olduğunu anlamış değiliz.

Ne yazık ki birçok sözde sivil toplum kuruluşu da bu tabloya dahildir. Çatışmayı durdurma, barış çağrısı yapma, taraflara itidal telkin etme gibi söylemlerle, direnişin haklı öfkesini yumuşatma görevini üstlenmiş durumdalar. Oysa Hamas’ı yalnızlaştırmak, Yemen’deki anti-emperyalist bloğu görmezden gelmek, direniş karşıtı bir pozisyon almaktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ya fonlara bağlılıklarından ya da iktidar korkusundan dolayı Hamas’ın adını dahî anmazken İsrail’in soykırımını kınamakla yetinmekte ancak buna karşı koyan halk hareketlerini görmezden gelmektedirler. Bu, işbirlikçilik ve ikiyüzlülük değilse en azından korkaklıktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar), halk iradesinin örgütlü biçimde dışavurumu olması gerekirken çoğu zaman rejimlerin uzantısı olarak çalışmakta, eleştiri sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin dışına çıkaramamaktadır. Demokrasi, insan hakları kalkınma vb. söylemler altında faaliyet yürüten bu yapılar, çoğunlukla dış fonlara bağımlı; başta bizim ülkemizde ve çevre ülkelerdeki STK’lar Batı’nın önceliklerine göre pozisyon alan bir bürokrasiye dönüşmüştür. ABD ve AB fonlarıyla yürütülen bu projeler, emperyalizme direnişin önünü kesmek, halkların öfkesini nötralize etmek ve mücadelenin yönünü içeriksiz söylemlere hapsetmek için tasarlanmıştır. Günümüz STK’ları adeta yeni dönemin Truva Atlarına dönüşmüş durumdadır.

Bugün dünyadaki hakiki direniş hattı Washington’da değil; Afganistan dağlarından sonra Gazze’nin tünellerinde ve Yemen’in ovalarında, İran’ın dağlarında çiziliyor. Hamas, sadece bir örgüt değil; İslam dünyasının, hatta vicdanını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olan dünyanın onurudur. Yemenli direnişçiler, sadece dar bir ideolojik yapının parçası değil; küresel sömürge sistemine karşı İslami ve insani iradeyi temsil etmektedir.

Bu hatların birleşmesi, sadece İsrail’i değil; ona lojistik, diplomatik ve siyasal destek sağlayan bölge iktidarlarını da rahatsız etmektedir çünkü halklar, devletlerin yapmadığını yapmaktadır: Siyonizm’e ve emperyalizme karşı doğrudan mücadele cephesi açıldığında sadece İsrail değil, işbirlikçi iktidarlar da devrilecektir. Tüm dünya halkları, daha iyi ve adil bir dünya için iktidarların çizdiği sınırların dışına çıkmalıdır. STK’ların diplomatik dilini değil, mazlumların direniş dilini sahiplenmelidir.

Hamaslı ve Yemenli direnişçiler doğrudan desteklenmelidir. Yuvarlak açıklamalardan artık vazgeçilmelidir. Direnişi terörize eden medya ve iktidarın dili sorgulanmalı, alternatif anlatılar oluşturulmalıdır. Ayrıca halklar nasıl boykot yapıyorlarsa iktidarlar da İsrail’i boykot etmeye zorlanmalı; her türlü direkt ya da endirekt ticaretin durdurulmasına, diplomatik, siyasi ve askeri boykotun yapılmasına mecbur bırakılmalıdır. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey değil, kulluğumuzun bir gereğidir! “Çocuklarımız daha iyi bir dünyada, daha adil bir dünyada yaşasınlar.” diye yapmak zorunda olduğumuz bir şeydir.

Bu yeni mücadele yöntemi, İslami direniş geleneğine yaslanmalıdır. Bu ne İran’a körü körüne bağlanmak ne de mevcut Sünni rejimlerin himayesine sığınmak anlamına gelir.

Ortadoğu halklarının önünde iki yol vardır: Ya işbirlikçi iktidarların diline ve sınırlarına mahkûm kalıp Filistin, Yemen, Suriye, İran’daki katliamları kınamakla yetinecek ya da kendi bağımsız seslerini ve mücadele biçimlerini inşa ederek, emperyalizmin doğrudan karşısında yeni bir tarih yazacaklardır.

Kurtuluş, ne Batı’nın lütuflarında ne de diktatör rejimlerin göz boyayan hamasetiyle mümkündür. Kurtuluş, bizlerin kendi öz iradesini keşfetmesinde, örgütlenmesinde ve kendi kaderini tayin etmesinde yatmaktadır. Ortadoğu’nun yeni tarihi, bu iktidarları aşan halkların elleriyle yazılacaktır ve bu tarih, yalnızca ABD’yi ve İsrail’i değil, onların içerideki işbirlikçilerini de yerle bir ederek devirecektir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kürt Meselesi’nde Mevcut Gelişmelerin Doğru İsmi: Tanıma-Bağlanma Süreci – Arif Karaçam

Yayınlanma:

-

1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin yasama yılı açılış töreninde DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasının üzerinden bir yıla yakın zaman geçti. O günden bu yana Kürt Meselesi bağlamında yaşanan gelişmeler Türkiye’de inşa edilen yeni normalin önemli dayanaklarından biri haline gelmiş durumda. Öcalan’ın çağrısından sonra PKK’nın bir genel kurul sonucunda kendini fesih kararı vermesi önemli bir eşikti. Sırada 12 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de gerçekleştirilecek silah bırakma töreni var.

Sanırım yaşanılan gelişmelerle birlikte ilk günlerdeki belirsizliğin yoğun ölçüde dağıldığından bahsetmek mümkün. Bu sürecin ne için organize edildiği, nasıl bir niteliği haiz olduğu ve ne yönde işlevselleştirilebileceği aşamalar içinde aşikâr oldu. Farklı tanımlar mümkün ve herkes kendi durduğu yerden çok çeşitli kelimeleri seferber ediyor fakat bana göre yaşanan bu gelişmelerin en iyi tarifi bunun bir çeşit “tanıma-bağlanma” süreci olduğudur.

Bunu tarif etmek için öncelikle mevcut sürecin iki aktör arasında bir mutabakat niteliğinde olduğunu vurgulamam gerek. Henüz masanın hiçbir yerinde kültürel, kimlik temelli, temsile dayanan haklar ve düzenlemeler yok. İki ana aktör dışında hiçbir gücün bu süreçle kurucu bir ilişkilenme içine girilmesine alan açılmıyor. Muhtemelen bu iki aktörün üst düzey yetkilileri ve parti gruplarındaki milletvekilleri dahi neyin, neden ve nasıl yapıldığı konusunda ancak kendi yorumlarına sahipler. Aslında, toplumun bizzat kendisi ne özne ne de nesne olarak bu yaşanan sürecin herhangi bir kısmında yer almıyor. Yaşananlar çok katmanlı tarihi bir sorunu çözmeye yönelik adalete dayalı toplumsal bir barışın teminiyle ilgili temel unsurları ihtiva etmiyor. Yaşanan şey, dediğim gibi daha ziyade iki politik aktörün “diplomatik” mutabakatından ibaret.

Bu mutabakatın zeminine dair çok şey söylendi. Elbette (1) 7 Ekim’den sonra Esat rejiminin çökmesi önemliydi. Türkiye, eğer Suriye’de başat aktör olacaksa oradaki Kürt entitesiyle çatışmayı bırakması hatta ülkedeki Kürt varlığının bir çeşit hâmiliğini üstlenerek Suriye’de kendini derinleştirmesi gerekliydi. (2) Bazı saldırıların ardından İran’ın iç sorunlarla çalkalanacağı iddiası da hâlâ masada. Oradaki PJAK güçlerinin olası kazanımlarının yönetilmesi ve NATO ittifakı adına avantaja çevrilmesi için bölgesel bir aktörün yakın angajmanı önemli. (3) Öte yandan ittifak içi bir rakip olarak İsrail işgal rejimi de bölgedeki nüfuz alanını gitgide genişletti ve Türkiye’ye bu bölgede Kürt yapılarının hâmiliği konusunda da rakip olduğunu yadsınamaz biçimde hissettirerek süreci kızıştırdı. (4) Bunlardan ayrıca, Türkiye’nin bölgesel politikalarında iş birliği yapacağı “Arap olmayan” bir aktöre ihtiyacı da aşikâr. Zira tecrübeyle sabit, günün sonunda Araplar diğer Araplarla daha yakın ilişkiler kurmaya fevkalade yatkın oluyor. (5) Son olarak Türkiye, PYD örneğinde olduğu gibi bu Kürt yapısallığının kendisini atlayarak ABD’yle ilişkilenecek seviyede kurumsallaşmasından çok mustarip. İllâ kurulacaksa bu ilişkinin kendisi üzerinden kurulmasını dayatmaya belirgin bir eğilimi var. Bunlar Türk devlet aklının bu mutabakata nasıl ikna olduğuna ilişkin tespitler. Elbette bir de böyle bir mutabakatın iç siyasetteki dengeleri ters yüz etmek için çok elverişli imkânlar temin ettiği gerçeği de var, ki o başka bir yazının konusu.

Öte yandan PKK için de bu mutabakatın çok rasyonel olduğu bir aşamadaydık. Zira Türkiye içinde özellikle askeri yöntemlerle yeni kazanımlar elde etme kapasiteleri yoğun ölçüde tavsatılmıştı. Üstelik Suriye’deki kazanımları Amerikan menşeili bir pamuk ipliğine bağlıydı ve anlaşıldığı kadarıyla kısa süre içinde Suriye’deki askerlerini çekmeyi plânladığını ilan eden ABD yönetimi, ülkedeki Kürt örgütlülüğüne Türkiye’yle anlaşmaya varmaları konusunda ağır baskı altında tutuyordu. Son olarak, Öcalan’ın 25 yılın ardından artık özgürlüğe ve gücü fiilen kullanma olanaklarına yeniden kavuşma ve belki bu meseleyi yaşarken bir yere bağlama yönünde yoğun bir motivasyonu da içsel bir dinamik olarak mevcut gibi görünüyor.

Tüm bunların birleşimi, kamuoyunda çokça İdris-i Bitlisi referanslarıyla anlatılan ve “Türklerle Kürtlerin (Safevilere/İran’a karşı) ittifakı” olarak çerçevelenen bu yeni mutabakatın zeminini hazırladı. Fakat bu elbette eşit güçler arasında bir ittifak anlaşması değil; daha ziyade, bölgedeki Kürt yapısallığının Türk devleti tarafından tanınması ve bu gücün kendini Türk devletine bağlaması niteliğini taşıyor. Türk devleti, kendine bağlanması karşılığında Kürt yapısallığını tanımaya razı geldi. PKK ise Türk devleti tarafından tanınarak bölgesel siyasette ve uluslararası sistemde kalıcı ve güçlü bir yer edinmek karşılığında Türkiye’ye bağlanmayı kabul etti. Böylece artık yeni bir ilişki biçimine geçiliyor. En az 1990’lardan beri MİT gibi kurumlar eliyle masada tutulan ve en azından Öcalan tarafından odaklanılan bu ihtimal, sonunda hayata geçiyor. 9 Temmuz 2025’te yayınladığı ilk video mesajında Öcalan’ın “PKK hareketinin” dağılması gerekçesi olarak ifade ettiği gibi, “varlık tanınmış, ana amaç gerçekleşmiştir”.

Elbette bu tanıma-bağlanma sürecinde bazı jestler yapılacaktır. Birtakım anlamını yitirmiş politikalar değiştirilecektir. Dolayısıyla halklar açısından da çeşitli sonuçların açığa çıkmasını beklemek gerekir. Lâkin bunlar ancak bu yeni ittifakın yan çıktıları niteliğinde olacaktır. Neticede en azından şimdiye kadar, işin odağında tarihsel bir soruna toplumsal bir çözüm arayışı olmadığı net bir biçimde görünüyor. Türkiye’de yaşayan halklar yalnızca bu işin öznesi olmaktan kasten dışlanmıyor, henüz nesnesi olarak bile kabul edilmiyorlar. En başta söylediğimi tekrar etmem gerekirse: Elimizde tarihi sosyo-siyasal sorunların kapsamlı çözümlere ulaştırılabileceği toplumsal bir barış girişimi yok; yalnızca bir tarafın diğerini tanımasına, diğer tarafın da bu tarafa bağlanmasına dayanan aktörler arası “diplomatik” bir ittifak girişimi mevcut.

Mevcut sürecin bu hâlini teşhis etmek büyük önem taşıyor çünkü tedavi ancak doğru teşhisi takip edebilir. Türkiye toplumu olarak omuzlarımızda, yürütülen süreci aktörler arası bir mutabakat olmaktan çıkararak toplumsal bir zemine ayrılmaz bir şekilde raptetmek gibi tarihi bir görev var. Bu yolla, karşı karşıya kalınabilecek çok ciddi birtakım risklerin de bertarafı söz konusu olabilir. Bu, bir sonraki yazının konusu.

Devamını Okuyun

Yazılar

Parrhesia: Filistin Eylemleri Üzerine – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Antik Yunan kavramlarından biri olan parrhesia; diğer dillere “özgür konuşma”, “dürüst konuşma”, “açık sözlülük” diye çevrilmiştir. Aslında bu tanımlamalar “parrhesia”nın sınırlarını daraltmaktadır.

Parrhesia; ölüm, sürgün ve zindan pratiklerine ya da var olacak bütün tehlikelere rağmen hakikat aktarımıdır. Peki, her doğruyu söyleyen kişi parrhesia eylemini gerçekleştirmiş olabilir mi? Hayır çünkü hakikatin bir bedeli olmalıdır! Bedeli olmadan beyan edilen hakikat, sadece doğru olabilir ama parrhesia, “rahatsız edici” olmalıdır.

“Rahatsız edicilik” derken büyük bir parrhesist kişilik olan merhum Ali Şeriati’nin; “Sizi rahatız etmeye geldim” sloganından yola çıkarak bu yazımızda sadece Filistin eylemlerinin yansımalarından bahsedelim.

Filistin direnişi hiç şüphesiz küresel çapta bir vicdan intifadası yarattı. Bu vicdan intifadasının yansımaları gerek evlerimizde, sokaklarımızda toplumlarımızda, gerek devlet erkanında ve uluslararası devlet ilişkilerinde insanların/toplumların Filistin meselesindeki samimiyetini, gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Türkiye’nin şu âna kadar Filistin direnişi sınavını nasıl verdiği üzerine biraz duralım.

Özellikle 7 Ekim’den sonra Filistin dostları bir avuç da olsalar eylem alanlarından direnişin yanında ve destekçi olduklarını ilan eden sesler yükselttiler. Evet, “bir avuç insan” diyoruz, gerçekten de öyle! Bu bir avuç vicdan sahibi insan; sokaklarda, kampüslerde, limanlarda, iktidarın ve devletin kurumları önünde, şirket binalarında ayaklarının yere bastığı ve seslerinin ulaşılabileceği her yerde direnişin sesini yükseltme gayreti içerisinde oldular. (Vâr olsunlar!)

Direnişe destek olmak için birçok Filistin dostu arkadaşımız -Bu arkadaşlarımız içindeki özellikle işçi/emekçi arkadaşlarımız işlerini kaybetme pahasına; öğrenci arkadaşlarımız ise “Okulu bitireyim, hemen mesleğe atılayım ya da akademik kariyer yapayım.” gibi düşüncelerini bir tarafa bıraktılar.- birçok şeyden feragat etti! Büyük bir fedakârlık örneği gösterdiler. Bu bahsettiğimiz bir avuç insanın söylemlerini ve eylemlerini diğer gruplardan ayıran neydi peki?

Yazımızın başında dediğimiz gibi parrhesia; ne pahasına olursa olsun hakikat söylemini aktarabilmektir ve bu hakikat aktarımının bir bedeli olmalıdır. Linçlenme, zindan ve hatta canı pahasına dahî olsa bu hakikati aktarabilmektir. Elbette bu hakikat aktarımı “rahatsız edici” olmalıdır. Rahatsız edici olmayan, rahatsızlık vermeyen her türlü söylemin açıkçası hiçbir faydası olmayacaktır ve sadece kendimizi avutmakla kalmış olacağız.

Filistin eylemleri için birçok grup meydanlara büyük kalabalıklar topladı. Bu kalabalıkların en sert söylemleri şu oldu: “Kahrolsun İsrail!” Maalesef bu kadar basit klişe bir sloganın ötesine geçemeyip yüz binler toplayabilen, sözüm ona Filistin sevdalıları(!) gruplar ve insanlar neden hâlâ Filistin lehine etkin ve caydırıcı söylemler üret(e)miyor!

Her zaman çok merak etmişimdir: Kolluk güçleri ve bunlara emir verenler için bu toplanan bu yüz binlerce insan, Filistin lehine ve İsrail aleyhine hiç mi rahatsızlık vermiyor? Bahsettiğimiz fedakâr Filistin dostu vicdan sahibi insanların eylemlerdeki sayıları ise ancak yirmileri, otuzları bulabiliyor ve bu eylemlerde onlarca çevik kuvvet otobüsü, yüzlerce çevik kuvvet sadece 20-30 insan için geliyor da bahse mevzu diğer Filistin eylemi için toplanan yüz binlerce insan için neden çok çok az sayıda kolluk gücü toplanıyor? Sizce de burada büyük bir çelişki yok mu?

Tabii ki var!

Fedakâr Filistin dostu eylemcilerinin ağzından çıkan sözler belli ki bam teline dokunuyor ve bir tarafları aşırı rahatsız ediyor ki bu eylemlerin sonunda Filistin dostları söylemlerinin, hakikat beyanlarının bedelini gözaltı, tutuklama, yargılanma, mahkeme mahkeme dolaşma olarak ödüyor!

Peki, Filistin için gösterilere gelen yüz binler, neden ve niçin, kimin safında ve kime karşı bu gösterileri yaptıklarını hiç sorgulamıyorlar mı?

Gösterilerinde işgal rejimiyle ilgili, işgal rejimi aleyhine, mazlumların lehine herhangi bir siyasi/diplomasi/askerî/ticari vd. ilişkiden bahsediyorlar mı?

Onlara düşen ya da verilen görev sadece “Kahrolsun İsrail” sloganları atmak, eylem bittikten sonra gezilerini yapmak, üzerine bir de yemeklerini yiyip iki ayda bir, üç ayda bir tekrar toplanmak mıdır? Bu mudur Filistin ve mazlum halkların yanında olmak? Bu mudur İsrail aleyhtarı olmak? Bu sorgulamaları yapmadan bir yerlere varabilir miyiz? Tekrardan bu soruları kendimize sormamız elzemdir.

Bizler fedakâr Filistin dostları olarak; önümüze arkamıza, sağımıza solumuza bakmadan; “Kimler ne söyler, ne söylemez?” demeden; kınayıcının kınamasından korkmadan hakikat bildiğimiz yolda, sadece Filistin halkının değil, Ortadoğu’nun, dünyanın bütün mazlum halklarının, mustazafların, ezilenlerin, yurdundan edilmişlerin yanında olacağımıza dâir sözümüzü yinelemek isteriz.

Bizlerin, direnişin onurlu evlatlarına sözü var: Bedeli her ne olursa olsun Direniş’ten yana saf tutacağımıza, Direniş’e destek olacağımıza, Filistin’i ve bütün mazlum halkları yalnız bırakmayacağımıza söz veriyoruz!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x