Connect with us

Köşe Yazıları

Rotayı Yeniden Hesaplamak İçin Pusula

Yayınlanma:

-

Modern kapitalist medeniyetin işleyişi bütün boyutlarıyla yıkıcıdır. Bunu birçok defa yeryüzünün farklı noktalarında görmüştük, Maraş depreminde tekrar tecrübe ettik. Büyük acıları beraberinde getiren yıkım bilip durduğumuz, görüp kavradığımız hakikati tekrar akıl almaz bir şekilde suratımıza çarpıverdi.

Söz konusu medeniyetin alâmet-i fârikası tabiata savaş açmaktır. Tabiata savaş açmak egemenlik iddiasının temel uygulama sahalarındandır. Tabiatın zapt u rapt altına alınması dolayısıyla şirkin açık tezahürlerinden biri olarak dikkat çeker. Sahte tanrısallığın bu göstereni yıkım ve felâket çevrimi sûretinde insanı mahkûm eder.

Disiplin toplumunun farklı veçheleri olduğunu artık bizzat yaşayarak, okuyup tartışarak iyice öğrendik. Biyopolitikadan psikopolitikaya uzanan kontrol ve tahakküm rejimlerinin inşa ettiği devasa panoptikon, uzayan bir Truman Show biçiminde arz-ı endâm ediyor. Bu hapishaneyi Trumanlar’a nasıl göstereceğiz?

Güçlü bir misal olarak Elazığ-Malatya hattında Rabbimizin vâr ettiği eşsiz tabiatın insan kalabalıklarını yutup duran bir beton cezaevine dönüşmesi üzerinde düşünülmelidir. Betonun tahakkümü insanı tutsak ederken tabiatı bir hançer gibi yaralamakta, ziraatı alabildiğine imkânsızlaştırmakta, börtü böceğe varana dek yine tabiatı katledip susturmaktadır.

Elazığ-Malatya hattı için söylediklerimizi depremde yıkılan-yıkılmayan bütün coğrafyalar için pekâlâ söyleyebiliriz, herkes bunu dillendiriyor zaten. Modern kapitalist medeniyete maruz kalıp da bunu görememek mümkün değildir. Bunu görüp onaylayanların ezen, maruz kalanların ezilen taraflarda yer aldığı da ehline malum olmalıdır. Bu kadar açık ve net bir hakikat karşısında kimin, nasıl pozisyon aldığı ya da alacağıdır aslolan.

Nasıl bir tavır alındı? Egemenlerin kurup idare ettiği dünyaya karşı fikrî/teorik ve fiilî hangi pozisyonda karar kılındı? İtiraz edildi mi, edildi ise hangi argüman ve araçlar öne çıkarıldı? Hangi düşünsel ve pratik direnişler örgütlendi? Bütün bunlar uzun erimli tartışmaları davet etmektedir, farkındayım ancak hem yüzleşmek hem de bu büyük kriz ânında ileriye doğru rotayı yeniden hesaplamak için bunu vakit yitirmeksizin yapmak zorundayız.

Rum Sûresi 41. ayette beyan olunan “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı!” tespiti şaşmaz pusula olarak müslümanlara sunulmuştur. Bu hakikatten, bu büyük tespitten yola çıkarak çağları okumak ve esaslı bir ıslah mücadelesi yürütmek gerekiyor. Rabbimiz bu sosyolojik ve ekolojik ifsada karşı insanları “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın!” (Araf, 56) uyarılarını sıklıkla tekrarlamıştır. Çünkü insan, şeytanın ayartmaları neticesinde hakikate pek çabuk sırt dönebilecek bir cehalet içine düşebilir, bu cehaletin zorunlu sonucu olarak hakikati gölgeleyecek karanlıklar üretebileceğinin farkına varamayabilir. (Ahzab, 72) Şaşmaz pusuladan uzak duruldukça insana isabet eden her musibet bu durumda kendisinin elleriyle kazandıkları dolayısıyladır. (Şûrâ, 30)

Türkiye özelinde konuşalım: Her ne kadar aydınlanmacı temelden hareket etseler de modern kapitalist medeniyetin yıkıcılığı karşısında ekolojik hassasiyetleri siyasetlerinin bir parçası yapmaya başlayan sol-sosyalist çevrelerin tabiatın talanına karşı HES protestolarıyla kendini gösteren, nükleer, maden ve turizm dolayımında gerçekleşen tabiat yıkımlarına karşı güçleri yettiğince verdikleri mücadeleye biz tanığız. Bu süreçte Karadeniz’deki yayla ve derelerle yaşayan halk kadını erkeğiyle bu çevreler tarafından harekete geçirilmiştir. Devlet-sermaye işbirliğinin tabiata, dolayısıyla kendi doğal yaşam alanlarına dönük yağma ve yıkıcılığını gören halk daha önce hayal bile edemeyeceği şekilde korkusuzca kolluk güçlerinin karşısına bile dikilebilmiştir. Aynı tecrübe ülkenin dört bir yanında, çok kez tekrar etmiştir.

İslamî hareketlerin, çok büyük oranlarda düzenle buluşup bütünleştiği yirmi yılı aşan son dönemde neoliberal yağma ve talan karşısında gösterdiği suskunluk ibretâmizdir. Bu meyanda eşsiz bir tablodur. Düşünsel sefaletleri bu gerçeği görmeye yetmemiş olmalıdır. Buna, bahse mevzu yılları bizzat yaşayıp gözlemleyerek tanık olmanın bahtsızlığı içindeyim. Düzenle buluşan İslami çevrelerin nispeten ve aşamalı olarak dışında kalan irili ufaklı yapıların da maalesef bu çerçevede kafa yorduklarını, tabiatın yağma ve talanına karşı koyan açık siyaset yürüttüklerini de pek söyleyemiyoruz doğrusu.

Teorik hazırlığı olmayıp pratiği de belli ezberlerin dışına çıkaramayan bu iradenin ürettiği yetersizlik elbette modern kapitalist medeniyetin sahaya doğrudan yansıyan boyutlarını kavrayıp püskürtmeye niyet edemez hatta onları yararlı bile görebilirdi. Ne acı!

Bu tablonun dışına çıkmaya çalışan, küresel ölçekte doludizgin ilerleyen neoliberal faşizmi Türkiye’yi de saran uzantılarıyla kavrayıp onunla hesaplaşmaya çalışan cılız da olsa karşı çıkışlar oldu. Bu, hakiki bir umut ışığı, gidilecek yolu gösteren işaret fişeğiydi ancak İslami çevrelerce görmezden gelindi, yalnız bırakılarak serpilip boy vermesine katkıda bulunulmadı. Bu da tarihi bir hata ve benzersiz bir yanlış olarak kayda geçmiştir.

Mera alanlarıyla orman ve zeytinliklerin sermayeye devrine, binlerce HES’le ırmak ve derelere kelepçe vurmaya; maden aramalarıyla dağı taşı zehirleyip imha etmeye; yapılaşma izinleriyle ziraat alanlarını beton ve asfalta teslim etmeye; şeker ve sigara fabrikalarının satılıp sermaye ve yapılaşmaya devredilmesiyle çiftçiliğin sona erdirilmesine; nükleer santrallerle geleceği ipotek altın almaya; rantsal dönüşümlerle 2-B kurnazlıklarına varan geniş bir yelpazede ilerleyen, tabiata ve halkın ortak kullanım alanlarına açılan savaşa dikkat çeken az sayıdaki karşı çıkışları ve tartışma faaliyetlerini örneklemek bu evrede kaçınılmaz hâle geldi. Böylece mümkün yol haritası/kaçırılan alternatif hat görünür olacaktır. Bu paragrafa bir demet örneklik bırakıyorum:

HES protestoları:

https://www.dailymotion.com/video/xevq8k

https://www.egitimilkesen.org/istanbulda-zile-ve-niksardaki-hes-direnisine-destek/

Nükleer protestoları:

https://www.haksozhaber.net/tokatta-nukleer-protestosu-23068h.htm

Ormanların maden arama faaliyetleriyle yok edilmesine karşı çıkan eylemler:

https://www.egitimilkesen.org/ikizdereden-marmaraya-deniz-ve-ormanlardan-kanal-istanbula-ekolojik-ifsada-hayir/

Şeker fabrikalarının satılarak şekerpancarı tarımının bitirilmesini protesto eylemleri:

https://www.saglikilkesen.org/eylemler/cargille-zehire-somuruye-hayir/

https://www.tokad.org/2018/03/04/seker-fabrikalari-halkindir-satilamaz/

2-B düzenlemesiyle orman alanlarının yok edilmesine karşı eylemler:

https://www.haberler.com/guncel/tokat-ta-2-b-yasasi-iptal-edilsin-eylemi-3856819-haberi/

Ekoloji meselesini tevhid bağlamında tartışan program:

https://www.ozguryazarlarbirligi.org/2019/12/09/mizan-ve-fitrat-ekseninde-ekoloji-ve-tevhid/

İfsad – mücadele aralığında ekolojiyi işleyen faaliyet:

https://yenipencere.com/videolar/ifsad-mucadele-ekseninde-ekoloji-murat-muratoglu/

Tarımda yaşanan çöküş ve çözümü tartışan etkinlik:

https://www.egitimilkesen.org/endustriyel-tarim-aclik-ve-kitliga-goturur/

Burada örneklemeye çalıştığım etkinlik ve eylemlilikler bugün yerel ve küresel ölçekte yaşadığımız yıkım tablosunun öncelikli bir mücadele alanı olduğunu işaretliyor. İslami hareket Kürt sorunundan ekolojik ifsada, her türlü kapitalist sömürü biçimine, emperyalist müdahalelere, ideolojik baskı ve tahakkümlere, emeğin yağmalanmasına, yeryüzünün mültecilere yasaklanmasına uzanan geniş bir yelpazede tavır alıp teklif üreten bütünlüklü bir yapı arz edemezse siyasal bir hat olarak vâr olamaz. Maraş depreminde yerle bir olan şehirlerin tekrar ayağa kaldırılması bağlamında zihinsel ve siyasal hazırlığı olmayan İslami çevrelerin büyük bir telâşla devleti, TOKİ’yi çağırması; başta İstanbul özelinde olmak üzere büyük bir kentsel dönüşüm için feryat etmesi yaşananlardan ders almadığını, betona ve devlete hayranlığından bir şey eksilmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Bu çerçevede Murat Kurtuldu’nun yazısını muhakkak okumalısınız.

Tabiatın kucağında, onu hiç incitmeyen bir uyumla başka bir yaşamı kurmaya dönük mesafe ve hakikati kavrayışsızlık Müslümanların bu mevzulardaki geniş zihinsel hazırsızlıklarına işaret etmekte, bağlantılı olarak da siyasal çıkmazlarının derinliğini yakıcı bir şekilde göstermektedir.

Yaşadığımız acı tecrübe yeni yollar için çıkış noktası olabilir, olmalıdır. Yardım faaliyetlerinde gösterilen her türlü takdirin üzerindeki çaba ve fedakârlık, israf edilmeyen bir bilinç enerjisi biçiminde yeni rotaya yoğunlaşmalıdır. Aksi bir durum çok daha büyük bir kayıp hâlinde karşımıza dikilecektir.

 

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sıkışma ve Çıkışsızlık

Yayınlanma:

-

Asgari düzeyde bir örgütlülük olmayınca en kritik zamanlarda ne yapacağınızı bilemiyor, öyle ortada kalıyorsunuz.

“Acaba kimin eylemine katılsam? Hangi protestoya dâhil olsam? Yarınki yürüyüşe gitsem mi? Ortada kimse yok, bu nasıl bir tepkisiz toplumdur!”

Çaresiz bir hâlet-i rûhiye, Aksâ Tûfânı sürecinde olduğu gibi tarihsel kırılma anlarında pek çok insanın yakasına yapışır. Kıvrandırıp durur onu. O âna değin yapıp ettiklerini vedahî yapmayıp etmediklerini önüne seriverir. Bir muhasebeden ziyade pişmanlık ya da yazıklanma denilebilecek duygu durumuna teslim olur o kişi: Tam onaylamadığı, eksik ya da yanlış gördüğü birtakım etkinliklerle vicdan söndürür. En nihayetinde esaslı tavırlar üretemeden tarihin dışına itiliverir.

İsrail’in, Gazze’ye dönük tamamen katliam amaçlı eşi benzeri az görülür vahşi saldırısı boyunca Türkiye’deki özelde İslamcı çevrelerin, genelde bütün toplumsal-siyasal kesimlerin tepkisinin son derece düşük seviyede seyrettiğine dâir ortak bir kabul oluştu neredeyse. Elbette ben de bu kanaati paylaşıyorum. Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında insanlığın mühim bir kısmının ayağa kalkmasının dayattığı bir utancı yaşadı aslında Türkiye’deki temiz vicdanlar. Öteden beri Filistin meselesinin ateşlediği bilinçleri taşıyan farklı ideolojik ya da toplumsal çevrelerdeki genel sönümlenme, yüzleşilmesi belki ertelenen hakikati kesin bir şekilde ortaya çıkarmış oldu.

AKP iktidarının uzun yılları boyunca açık bir şekilde tespit edileceği üzere Kürt ve sol/sosyalist çevreler sakınımsız hukuksuzluklarla, siyasal hareket alanlarının sürekli kısıtlanması ve kolluk marifetiyle alabildiğine baskılandı. İslami denilebilecek çevrelerin büyük bir kısmı da büyüyüp iyice obezleşen bir cemaat olan devlet yapısıyla bütünleştirilip üzerlerine toprak örtüldü. Böylece toplumsal muhalefetin kötürümleştirilmesi önemli ölçüde tamamlanmış oldu.

Esasen bu gibi durumlarda yeni dalgaların ortaya çıkması, yeni kadroların toplumsal muhalefet önderliğini üstlenmesi, yeni usullerin yeni aktörlerle örneklendirilmesi beklenir. Türkiye siyasallığında bu bir türlü olamıyor. Bunun kendine özgü toplumsal nedenleri var muhakkak ve tartışılmayı fazlasıyla hak ediyor.

Bu analiz derinleştirilebilir lâkin umuma dâir değerlendirmelerin bize pek bir faydası yok. Ülkedeki batmış ve çoktan bitmiş İslâmiliğe dâhil olmayan bir damar var ya da vardı; işte kılcalları birbiriyle birçok meselede çelişse de o damardan olan beklentinin karşılıksız çıkması bizi çıkmaza ve umutsuzluğa sürükleyen asıl sebeptir.

Bu damar, önceki kuşaklar özelinde sohbet halkalarını aşarak açık siyaset üretme temelinde örgütlenemedi; böylece kendi kendini kötürümleştirdi. Siyasal/dinî netliğe ulaştıran tevhîdî kavrayış nimetini lâyıkıyla değerlendiremeyen bu kuşak hemen hiçbir toplumsal ve siyasal meselede inisiyatif alamadı, açık siyasal hedefler belirleyemedi. Bu damar bünyesinde yer alan ve önceki kuşağı takip eden ve görece gençliğe tekabül eden kuşak ise akademik ilgi tarafından kötürümleştirildi, üniversite yıllarında neredeyse öğrenci kulübü faaliyetlerine denk düşen kısmî siyasallaşma/örgütlenme tecrübesini ileriye taşıyamayarak bireysel mevzilere çekildi ve bu sûretle kendini kötürümleştirdi.

Bahse mevzu önceki kuşağın, sabiteleri güçlü olduğundan siyasallaşamama kötürümlüğüne rağmen akîdevî bağlılık pozisyonunu muhafaza ettiği rahatlıkla söylenebilir ancak bu durum dertlerimize derman olmuyor. Artık Rableriyle aralarında gerçekleşeceklere terk edilmiş zamanlara ulaşmış gibiler. Diğer bölük ise ne yapacağı hususunda teslimiyetten gerçekliğe dâir yaşadığı çokça zaafın, belirsizliğe mahkûmiyetin tutsağı olduğundan, temel ilkeler alanına dâir mühim şüpheleri merkeze aldığından kıpırdayamıyor ve hakikate dâir güçlü şüphelerle neredeyse zincirlenmiş durumda; çoğunlukla da yalnız ve yol haritalarına mesafeli.

Bu iki ana hat hâlâ birbirleriyle çözümsüz ve çıkışsız müzakereler yürütüyor lâkin ufukta görünür bir kurtuluş emaresi yok. “Sıkışma” sözcüğü durumu topyekûn ifade edebilir. Buradaki zengin tarihsel birikim siyasal önderlik makamına eremediğinden ülkedeki İslamî duyarlıklı geniş toplumsal kesimleri sevk edebilmede güç ve potansiyelini de neredeyse tümüyle yitirmiş durumda. Bu durumda halk, devşirmelerin yönlendirmesiyle ilerleyip rakipsiz siyaset yapan egemenin gölgesine sığınmaktan başka bir seçenek bulamıyor.

Birincisinin tabii ve sosyolojik ömrünü neredeyse tamamlamak üzere olduğu bu tarihsel evrede yer yer sahte örgütlenme ve söylemlere savrulmuş ikinci kuşaktan bir çıkış/açılım gelebilir mi, diye baktığımızda bir şey görebilenin olacağını zannetmiyorum doğrusu.

Bu sağlam mücadele geleneği kurmanın uzağına düşmüşlüğün çaresiz ve karanlık tablosu bize başka bir şey sunacak değildi. Örgütlülüğün türlü çeşit zulümlere karşı ülke içinde ve küresel düzeyde oluşan mücadele birikimi, tecrübesi olmaksızın sokaklar, meydanlar çekip çevrilemezdi. Yapılamadı da, yapılacak gibi de değildi. Elbette yalnız bırakılmış küçük çırpınışlar bu değerlendirmelerin dışındadır.

Rafine bir tevhidî söylem üretmenin gerekli şartları vardır. Çoğu zaman imrendiğimiz festival tarzı protestoların ötesinde red ve inşayı keskin ve yakıcı bir biçimde vahyin penceresinden işaret eden kurucu söylemlerin halklar ve egemenlerle buluşma yolları vardır. Bunlar bir çemberde pişer ve kesintisiz devam eden örgütlü bir adanış ve açık mücadele sürecini zorunlu kılar.

Türkiye İslami çevrelerinin görece en kolay yapabildikleri İsrail karşıtı eylemlilikleri bile ideolojik bir netlik ve toplumsal bir genişlikte örgütleme kabiliyetinden büyük oranda uzaklaşmaları muhasebe için elbette bereketli bir zemin sunan bir nimet olarak algılanmalıdır. Böylece yakın ya da uzak bir gelecek için yeni ufuklar kendini gösterebilir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Süt Güğümleri

Yayınlanma:

-

Ağlıyoruz.

Gazze için, Filistin için, gökyüzüne bakmaktan korkan çocuklar için, kulakları tırmalayan yırtıcı mekanik seslerin yaktığı her sokak için!

Sanki dünyanın karanlık bir dönemindeyiz fakat çıkamıyor gibiyiz.  Sadece günler içinde bu psikolojinin hepimizi sarıp sarmalaması ne kadar dehşet verici! Sanki Gazze şeridinde sıkışıp kalmış, çoluğunu çocuğunu nereye saklayacağını bilemeyen bir anne, baba gibi biz de bir sıkışmışlık duygusunun içinde kalakaldık. Yamultulmuş, yaralanmış; sağ kalanların ne yapacağını bilemediği, uzaktan bakanların yutkunabildiği bir hâl bu! Üstelik gerçekliği bu kadar uzaktan tam olarak anlamlandıramıyoruz da… Gerçek, enformatik bir çağda bile mesafelerle ölçülüyor hâlâ. Ne kadar uzaktaysanız, ne kadar dışındaysanız algılayıp anlamak zorlaşıyor, bozuluyor, değişiyor. Yaklaştıkça her şeyi sıkıştırıp yutmaya çalışan devasa makinenin kokusu genizlerinizi yakmaya başlıyor. Kudüs’te TOMA’lardan üzerine lağım suyu sıkılan muhabiri hatırlıyoruz değil mi? Şaşırarak nasıl koktuğunu anlatmaya çalışıyordu.

Yine de bu yazının konusu Filistin’de ateş düşen bir ‘ân’a, siyasi hesapların delirtici ruhsuzluğuna ait değil. Bu yazı Ringelblum’u hatırlatacak size. ‘Umut’ kavramının durduğu son noktayı, son kırıntısını insanın nasıl var kılabileceğini hatırlatacak. Gazze niye yenilmeyecek, bunu hatırlatacak. Büyük direniş öyküleri üzerinden değil üstelik. Doğruca kıyıcı savaş makinelerine motosikletine atlayıp dalan iki Hamas gönüllüsünün delirtici cesareti üzerinden de değil.

***

1942 yılındayız. Topluca sürülen, gettolara sıkıştırılan bir mezalim dönemi. Sadece Varşova gettosunda sıkıştırılmış 60 bin insan vardır. 60 bin kadın, çocuk, erkek.  Tarihçi Ringelblum, çıkışın olmadığı, günün sonunda herkesi yok edecek büyüklükte ruhsuz ve insafsız bir savaş makinesine karşı insan olmanın son durağına sığınır: hatırlamak, hatırlanmak.

Yeniliriz, yok ediliriz; çocukların ölümünü, çocukların sarıldığı ölü baba ve annelerinin acı hatıraları hiç kimsenin umurunda olmayabilir. Fakat bir şey var ki “hatırlandığın” sürece suç ve suçlu kendini temize çıkaramayacaktır. Hatırlandığın sürece “Burada biz vardık!” sözü yanlışlanamayacak, bu sözün izi silinemeyecektir. Ringelblum, hatıraları toplamaya başlar. Arkadaşlarıyla Varşova gettosunda her gün bitebilecek bir hikayenin karalamalarını, yaşanmışlıklarını bir araya getirmeye çalışırlar. Gettonun kaldırılacağı ve herkesin toplama kamplarında nihai sonunu bekleyeceği kesinleştiğinde Ringelblum ve arkadaşları bulabildikleri her metal kutuya “Biz buradaydık!” diyen her şeyi koymaya başlarlar: kitaplar, günlükler, çizimler, fanzinler, afişler…

Ringelblum’un süt güğümlerinden çıkan çizimlerden: “Hamalın Karısının Cenazesi”

Ringelblum’un içi, bu notlarla dolu süt güğümleri savaştan sonra bulunmuş. 1946’da çamura batmış, savaş bitmiş, her şey başka bir istikamet almışken üstelik. On binlerin öldüğü, kaçamadığı, kurtulamadığı; adeta öğütüldüğü bir “delilik hâli” içinde süt güğümleri “korunmuş”tur. Bütün o notlar, çizimler ve yaşanmışlığın günlükleri katillerini hiçbir gerekçeye sığınamayacak derecede çıplak bırakacaktır. Bir başka Yahudi yazar Arendth’in dediği gibi katiller insanlara “Ne korkunç şeyler yaptım!” demek yerine “Görevimi yerine getirirken korkunç şeyler görmek zorunda kaldım!” psikolojisine kolayca sığınır. Ancak hatıralar, her bina yıkılıp toza dönse bile kalanlar, “biriktirilenler” böyle olmadığını söyleyecek, katili tutamaksız bırakacak.

Ringelblum’un süt güğümleri

Emanuel Ringelblum, biri hiç bulunamayan (belki hâlâ bir yerlerde bir zaman keşfedilecek) üç süt güğümüne doldurduğu anılarının ardından ailesiyle birlikte 1944’te idam edilir. Yahudidir, tarihin bir başka anında, insan soyunun kendini tanrının yerine geçiren müthiş egosunun altında sadece bir sayı olarak kalır. Çocukları ve komşularıyla ve diğer yüz binlerce kişi ile birlikte. Fakat o süt güğümleri “kötülüğü” ve kayboluşun izlerini öylesine hafızalara çakar ki…

Ringelblum bugün Gazze’de. Tarihin bir başka anında stratejistlerin, analistlerin, felsefecilerin hiç şans tanımadığı kapatılmış bir coğrafyada yine o süt güğümleri toplanıyor, birikiyor ve gömülüyor. Katili haklı çıkaramayacak, her şeyi ve anıları yok edemeyeceklerini öğretecek izler bırakıyor.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Büyü Bozulur mu?

Yayınlanma:

-

Toplumsal ve siyasal hayatta öyle çok büyü var ki kalpleri tesir altında tutan, gözleri kör kulakları sağır eden… “Hangi büyü bu?” diyenlere “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” büyüsü diyelim. Anlaşılmak için baştan söylemek gerek: Bir şeyi “evrensel” yapanlar, bunun dışında tuttukları şeyleri temlik etmiş, tekel kurmuşlardır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki büyü, “insan” ve “hakları” kelimeleri, sözleri, bunların telâffuzuyla yapıldı. Dikkatler ve idrakler bu sebeple telâffuza kilitli.

Oysa telâffuzdaki maksat ve murad, “haklar”ının tanındığı ve korunmasının gerektiği söylenen insanın “hangi insan” olduğu sorusu ve sorgusunu yapma idraksizliğini sağlayan şey bu büyü!

Yaşlı dünyanın şimdiki zamanındaki insanlık aleminde olup biten total gerçekliği anlamanın iki yolundan bahsedelim:

1. Modern çağda “Söylemle gerçek, uyumlu olmaz!” sabit kuralı. Gerçeği bulmak isteyen, söylemin büyüsüne aldanmayıp ötesine geçecek. İdeolojik iknanın, eğitimin ve propagandanın burada ne işe yaradığını kavrayacak.

2. “En büyük yalan, en büyük yalancıya söyletilir!” gerçeği. Doğruyu bulmak isteyen, yalancıların üretildiği, şöhret edildiği ve “doğrucu Davud” olarak pazarlandığı gerçeğini kavrayacak!

Bu iki kuralla ne istediğimizi çarpıcı bir metafora başvurarak açalım: “Rahipler ve rahibeler kesin olarak inanmak zorundadır. Baş rahip ve rahibeler şüphe edebilirler, Kardinaller ateist olabilir.”

Bu metafordaki rahiplerin, baş rahiplerin ve kardinallerin toplumsal yaşamda kimleri temsil ettiğini, nelere tekabül ettiğini çözebilenlerde başlıktaki büyünün tesiri bitecektir.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki söylemle büyülenenler kimlerdir, söylemin ötesindeki gerçek nedir? Her toplumda var olan bilge azınlık ve dikkatli gözlemcilere sır kalmayan ama büyük insanlık ailesini tesirinde tutan bu büyü çok etkili. Anlamaya çalışalım:

Bildirideki “insan” söylemindeki insanlar gerçekte bildiğimiz her insan değildir: “Avro-Amerikan kökenli, beyaz, erkek, seküler, burjuva, politbüro üyesi, kardinaller”dir.

Başka bir deyişle “dünyada sosyo-ekonomik ve siyasi düzeni ellerinde tutanlar, değerler sistemini mülk edinen hükümranlar”dır.

Bunu bilgi ya da tecrübe ile kavrayabilmişsek insandan sayılmayanları açığa çıkartmak kolaylaşır: “Avro-Amerikalı olmayanlar, kadını-erkeği ayırt etmeksizin siyahlar, sarı benizli çekik gözlüler; Rus steplerinde, Hind alt kıtasında Ortadoğu’da, Afrika’da yaşayanlar, Avrupa ve Amerika’da yaşayanlar dâhil işçiler-yoksullar-yaşlılar-zayıflar ve Yahudi/Hristiyan/Müslüman şeriatçılar.”

Başka bir deyişle “yeryüzünün lanetlileri, kıyıya ulaşamayanlar, aciz ve çaresiz bırakılıp köleleştirilenler, dezavantajlılar”dır.

Anlaşılması için misal sayıla: Doğru yanlış bakılmadan; geç de olsa bu büyüyü fark edenlerden “feministler”, Fransız devriminden sonra özellikle, ataerkil toplum yapısında erkek egemen kültüre ve toplumsal yaşama son vermek için, aristokrat ve elit kadınların uzun süreli ve örgütlü mücadelesi sonrası BM’de “Kadın Hakları Evrensel Bildirisi” yayımlatarak “mevzii” de olsa bir zafer kazandılar.

Kolektif hareket edemeyen her türden sosyo-siyasi zümreler ya da diğerleri, henüz büyülendiklerinin farkında olmadıkları için “insan hakları” büyüsü etkisiyle “bireysel, yerel, lokal, etnik, mezhebi ya da ulusal” var oluş ve bağımsızlık büyüsünün tesirindeler.

“Evrensel”likle propaganda edildiği için dışarıda tutulmuş ve temlik edilmiş “bildirideki insanın” dışındakiler, insandan sayılmadıkları dolayısıyla da insani hakları ve özgürlük imkanları ellerinden alındıklarının fotoğrafı yerelde ve normalde göze pek batmasa da bölgesel veya küresel çapta bir kriz anında dikkatli gözlere batırılır.

Bahse konu büyüyü gözlere sokacak en son ve en veciz biçimdeki ifadeyi İsrailli savunma bakanı dillendirdi; Filistinliler için “insanımsı hayvanlar” tanımıyla…

Son İsrail-Filistin krizi büyüyü bozabilir mi? Görüldüğü kadarıyla büyücüler daha dikkatli, büyülenenler hâlâ büyünün tesirinde. Zira şahsiyeti, ahlakı ve adaleti bozucu propagandayı sürdüren kardinallar hâlâ etkili.

Bunu şuradan da anlayabiliyoruz:

Büyünün farkında olanların bir kısmı, insani değerleri pazarlayıp ait oldukları insanlık alemini terk ederek sınıf atlama ve beyazların arasına katılma çabasıyla “baş rahip”lik pozisyonundayken farkında olmayan çoğunluk “rahipler”se bunların peşinde!

Devamını Okuyun

GÜNDEM