Connect with us

Köşe Yazıları

Toplum; ya Allah’ın Kulu, ya Sultan’ın!

Yayınlanma:

-

İdeolojik ve kültürel farkları ayırt etmeden Anadolu’da yaşayan insanların toplumsal ve siyasal yaşam biçimlerini bilimsel verilerle anlamak ya da kategorize etmek mümkün olmaz. Buranın kendine has tarihsel ve kültürel genetiği, davranışsal kodlarının olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Örneğin bu toplum her tür kaosa şerbetli ve krizlere alışıktır; uzun süren istikrarlı bir düzene bağışıklı olmadığı gibi.

İnsan; iklim ve coğrafyanın şartlarına, imkânlarına veya imkânsızlıklarına karşı kendini ayarlayabilen bir varlık olduğu gibi sosyo-ekonomik, politik şartlara ve imkânlara veya kısıtlamalara göre de şekillenen bir yapıyı tesise de koşulludur.

Hangi uzmanlık alanında olursa olsun bilimsel veriler genel bir skala yapar; öznel-yerel ve tarihsel-kültürel şartları ve verileri dikkate almadan bir ortalamaya ulaşmayı amaçlar. Böylece tüm denekleri ortalamanın içinde görür; dolayısıyla çoğu kere sahici sonuçlara ulaşamaz, doğru izahta yetersiz kalır.

Anadolu sakinlerine dönersek… Anadolu’yu oluşturan halklar bu coğrafyaya geldi geleli başları selamete erdirmeyen koşullarda ve bugüne fazlasıyla benzer sosyo-politik şartlarda yaşadı; dolayısıyla bize bugün için berbat görünen koşullara gayet şerbetlidir, bağışıktır. Kendini bu tür koşullara göre ayarlamasını iyi bilir.

Aksi olsaydı bugünkü siyasi ve ekonomik şartlarda, hukuki düzende, hızla değişimi zorlayan ve nerede durulacağını kaybettiren teknolojik değişimlerde, böyle bir ülkenin olmaması, böyle bir toplumun yaşamaması gerekecekti; ya iç savaş, parçalanma veya fiili düşman işgali konuşulacaktı…

İspanyollar, Amerika’nın zengin tarım topraklarına sahip güneyini işgal ettiklerinde büyük zenginlik elde ettiler.

Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar bu işte geç kaldıkları için, verimsiz arazilere ve kaynaklara sahip kuzey Amerika’ya razı geldiler; İspanyollar o zamanlar süper güçtü, bunları güneye sokmamıştı.

Kuzeyi işgal edenler zorunlu olarak tarıma değil imalata, sanayiye ve define avcılığına yöneldiler; eldeki kısıtlı imkânları büyütmeye ve geliştirmeye çalıştılar. İç savaş başlayana kadar böyle gitti. Savaşı kuzeyliler kazanacaktı; zira teknolojik fark, savaşın kaderini tayin edecekti.

Burada söylenmesi gereken veya cevabı aranan şu: Dört yüz yıl öncesinin zengin güneylisi, neden bir süre sonra yoksullaştı, yoksul kuzeylisi nasıl zenginleşti?.

Bu durum sadece Amerika kıtasına da has durum değil üstelik.

Vaziyet veya değişim farklı açılardan yorumlanabilir; illa sanayileşme ve teknoloji ile de sınırlı kalınmaz. Başka şeyleri göz ardı etmemek gerek.

Göze batan sonuca yoğunlaşırsak zenginlik, konfor ve güçlenme toplumları bir süreliğine aldatıyor, tembelleştiriyor, zevke, sefaya ve eğlenceye yönlendiriyor; hazırı eritiyor, sonra da sıfırı tükettiriyor!

Yoksulluk ve imkânsızlık koşulları insanları zorluyor; araştırmaya, icada yönlendiriyor, başka alternatiflere motive edip zenginleştiriyor ve güçlendiriyor.

Petrol ve doğal gaz zengini Araplarla İranlılar, kuzey-güney Amerika misalinde güneyi temsil ediyor; Türkler öylesine zengin kaynaklara sahip değil ama bunlardan daha gelişmiş, zenginlikte boy ölçüşen bir ülke yaratarak kuzeyi andırıyor.

Bu işlerin neden böyle olduğunu anlamaya çalışan tarihçiler, sosyologlar, ekonomistler, arkeologlar, etnografyacılar değişik tezler ileri sürdüler.

Aristo’dan Cicero’ya İbn Haldun’dan Machiavelli’ye kadar tarihin ender bilgeleri bu durumu başka şekilde izah ederken detaylarda ayrışsalar da genelde ortak kanaat belirttiler;

Toplumsal yaşamda ve değişip duran koşullarda “evreler”var; her evre kendi koşullarıyla ilerliyor, bir zirveye gelip oradan geri saymaya başlıyor ve başa dönüyor. Böylece döngüsel bir hareket devam ediyor.

Bu dönüşüm politik nedenlerle izah edildiği kadar ekonomik nedenler, hukuk sistemi ve kurumsallaşma ile de izah ediliyor.

Dünya görüşünün ne olduğu burada çok fark etmiyor, sadece süreleri uzatıyor veya kısaltıyor. Şablondaki evre adaleti veya zulmü gösteriyor, bunların evreleri gösteriliyor.

Bu bağlamda Amerikalı Acemoğlu ve araştırmacı arkadaşının buldukları cevap özetle şöyle: “Toplumlar şayet kurumsal yapıları sağlam kurdularsa, adil ve eşitlikçi kuralları yaşattılarsa, zenginlik ve refah, adalet ve huzur devam ediyor; değilse kayıp başlıyor, dibe dönüş engellenemiyor.

Anadolu da benzer bir kaderi yaşıyor. İslam’la ilişkisi bağlamında bakacak olursak Anadolu insanının şeriatla, şer’î hukuk ve siyasi düzenle olan ilgisi göçer toplumun gündelik ve kısa vadeli ihtiyacını karşılamaktan öteye geçmedi. Sembolik unsurlarla yetindi. Derinliğe ve içeriğe sahip şeriatçılık sınırlı bir zümrede kaldı; geniş halk yığını ahlaktan bağımsız bir dini anlayış ve yaşayışla yetindi.

Bu tarz toplumsal yapılar istikrarlı ve uzun süreli bir tarzla değil, gel-gitlerle meşhur, geçici başarılarla hayat sürüyor. Kurallar oturmuyor. En uzun istikrarı Osmanlı’da tecrübe eden Anadolulu, bunun 150 yıl gibi bir zaman diliminde İslami görünümü belirgin ve şer’î düzeni sağladı; sonrası bu güne ışık tutan ve hatta anlamlandıran değişimlerle idare etti.

Geçmişi siyasi krizlerle dolu Anadolu göçmeni ve sonradan Anadolu’nun yerleşiği olan halkı, işte bu nedenle türlü istikrarsızlığa hem şerbetli, hem hazırlıklıdır. Diğer taraftan Anadolu, toplumsal ve yaşamsal kült “menfaat” ilişkisini, geçici ilişkilerin getirisini “ahlaki” ilkelerin ve tutarlılığın önünde tutuyor.

İlahi mesajı buraya yorumlarsak, burada toplumsal evrelerdeki “elitlerin” ahlaksızlığını görmek mümkündür. Elitlerin şu veya bu dinden, kültürden, mensubiyetten olması belirleyici olmuyor; toplumu birlik, düzen, barış ve huzur içinde tutup geleceği sağlam temellerde kurup kurmamakta ayrışıyor…

Velhasıl bu ülkede, bu toplumda, genetik kültür ve davranış kodlarına da bakıldığında, bu toplumun Müslüman elitlerinin “ahlaksız” olduğunu tespit pek mümkün, hatta gerekli!

Fatih’ten sonra devlet müessesesine dönüştürülen medreseleri ya da ilim merkezlerini bu bağlamda anlamak gerekir. Medreselerde ilim ve kültür üretmesi beklenen hocalar (hassaten bu işi tekelinde tutan başkenttekiler) sultanların halk nezdindeki meşruiyetini sağlamaktan ve hukuki ihtiyacını teminden öte geçemediler. Öyle ki, devletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sektöre, sınıfsal bir yapıya dönüştüler. Devlet kurumlarından biri oldular. Devleti yöneten resmî bürokrasinin eğitiminden ve ahlaki kayıtlarla saygın mürebbiliğinden uzak tutuldular. Selçuklu’dan gelen eski güçlerini ve etkilerini yitirip sıradanlaştılar.

Bizim tarihsel genetikte ne ilim ehli, ne de mülk sahibi kaynaklı elit bir zümre yoktur. Tek elit zümre vardır:“devletlü sınıf!” Her şeyin sahibi, her şeyin sorumlusu! Bunlar kendilerine rakip de istemedi; olmak isteyeni ise daha kaynağında teslim aldı.

Şunu yeniden sormalıyız: Kökleri, gelenekselleşmiş ahlaki tutum ve istikrarlı kuralları olmayan elit bir sınıf olur mu? Olmayınca ortak iyide uzlaşmış istikrarlı bir yaşam mümkün mü? Peygamberler misali üst sınıftan değil de kendi içinden elit bir zümre çıkartamayan toplum, niteliğe erişebilir mi?

Bugün bile hâlâ tek siyasi elit zümresi devletlü olan, bu devletlünün hamilik ettiği tüccar, esnaf, sanatkâr, STK, medya, akademyadan müteşekkil resmî elit üreten koşullarda istikrarlı bir düzene, adil bir hukuk sistemine kavuşması ve geleceğe güvenle bakacağı gün görmesi mümkün müdür? Değildir!

Bunun böyle olduğunu devlet de bilir. Anadolu toplumu da bilir.

Özetle;

Tarihin hangi döneminde ve toplumsallık bağlamında hangi evrede yaşadığımızı, hangi koşullarda ve davranışsal ilişki içinde olduğumuzun tespitini yapmayı öncelemeliyiz.

Daha sonra sonuçlara değil, sebeplere yönelecek, ne yapılması gerektiği hususunda aydınlanacağız. Elimizde bir referans ve modelleme varsa hakikatle yüzleşip olması gerekene yöneleceğiz.

Bizim yaşadığımız bu toplumsal evre ve tarihsel zaman dilimi, kendine has olmadığı gibi biricik de değil. Döngüdeki bir evre! Olumlu olduğu çok da söylenemeyecek zirveden hızla aşağı doğru, dibe doğru inilen bir evre!

Şu halde bize devletlü elitin ve devletin hamiliğini yaptığı elit görünümlülerin fısıldadıkları değil, ilahi hakikatin vahyedip örneklediği istikamette hareket edenler gerek!

Anadolu insanı tipik göçer toplum karakteri olan “yağmacı” bir zihniyete sahip öteden beri. Çünkü hala göçer tabiatını koruyor; günlük yaşıyor. Kısa vadeli hesap içinde! İslam’ın ahlaki kurallarının kendisine ayak bağı olmasını istemiyor. Mensubiyeti ve dirliği sağlayacak ritüeller ve sembollerle ihtiyacını gideriyor.

Çünkü uzun vadeli güven ve istikrarı epeydir tanımıyor; başa gelene göre değişen koşullarda yaşamayı sürdürüyor. Bu koşullarda devletçi olması kaçınılmaz çünkü yaşamının zorunlu koşulu, canını ve mülkünü emniyette hissetmeyi gerektiriyor.

Fakat daha fazlası yok; adil bir düzene, hukuki bir teminata nadiren sahip olduğu için kaybettiği şeyin peşinde de değil, dolayısıyla kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş.

Bu zihniyet başkasına neden güvenmez, kendini neden hep garanti altında görmek ister? Elbet bunun birçok sebebi var. Sahip olduğu devletlü elit bunun en belirgin örneği, ne zaman ne yapacağı veya değişen iktidarlarda ne olacağı belli olmaz!

Selçuklular, Bağdat’ı Buveyhilerden aldığında “yabancı” yöneticiydiler. Yönettikleri halk, tüm çeşitliliğiyle yerliydi. İkisi arasında meşruiyet sorunu vardı; yöneticiler bu işin zor gücüyle sağlanamayacağının pekâla bilincindeydi.

Buraya dikkat lütfen, çünkü bu gün dahî aynı yerdeyiz..

Ne yapacaktı Selçuklu? Ya da yönetici zümre?

Halk ile barışık olmak, itaat ve güven sağlamak için ne yapacaktı?

Burada geleneksel toplumlarda var olan medreseye ve ilim ehline, özellikle İslam hukukçularına ihtiyaç vardı; bu ikisinin arası iyi olmak zorundaydı. Kendisi ilk halifeler gibi hukukçu da olmayan sultanların farklı yapıdaki toplumu yönetmek için de hukukçuya gerek duydu. Bunları yüceltti, özerkliğine çok müdahil olmadı.

Fatih’e kadar bu ilişki böyle gitti; sultanlar, medrese ve ilim ehlini el üstünde tuttu. Onlara yüksek maaşlar verdi. Devlet idaresinde imtiyazlı kıldı..

Fatih, devlet dahil her şeyi “merkezileştirirken”, medreseyi ve ilmiye sınıfını da merkezileştirdi, devletin bünyesine aldı, resmi görevli yaptı..

Bugünkü devlet merkezli İslam telakkisi ve içeriğinin kökü de işte tam burada; dinin, “devletin dini” olmasının arka planı da yine burada!

Biz bu dini “din” biliyoruz, halk da böyle biliyor. Devlet etkisi olmadan düşünemiyoruz.

Oysa aynı süreçte veya Selçuklu’da olduğu gibi devlet memurluğunu kabul etmeyen ilim erbabı, özellikle fakihler de vardı ve biz bunları, kavgalarını bilmiyoruz. Bizim kaybımız burada, kafa karışıklığımız da burada!

Gazali’nin “Sultanla yapılacak ticaret de haramdır!” sözü bize bir şey anlatmayabilir; “Sultanın yanına giden ya dininden olur, ya da canından!” sözü de anlamlı gelmeyebilir, sözün bağlamını bilmezsek şayet!

Şayet medrese-devlet ilişkisindeki süreci ve değişimi, bu sözlerin neden söylendiğini bilmiyorsak, ne ifade ettiğini de anlamayız. Burada mesele Gazali’nin “helal ticareti haram kılması” değildir, başka bir şey var. İşte bu “şey”i aramalıyız.

“Ahlak, haram-helal titizliği” bir yanda; “itaat-iktidar ilişkisi” bir yanda; o sözler çok şeyi çağrıştırıyor anlamak isteyene!

Bağlayalım:

“İki tür insan vardır.” ya da “İnsanlar iki kategoriye ayrılır.”

“Ya Allah’ın kulusundur ya da devletin kulu!”

Sonu bağlamadan, buradan “Memuriyet küfürdür.” tekfirciliği çıkartılmamalıdır; okuldu, diplomaydı, vergi levhasıydı vs. kasıt bu değildir. Böyle bir saçmalık murat edilmiyor.

Kasıt veya murat, devletin neyi ifade ettiğini bilmek; devletle kurulacak ilişkide ahlaki titizliği göstermektir.

Ve devlet memurluğundan ilim erbabının çıkmayacağını, ahlaktan bağımsız bir dinin yaşatılmasının mahirlik olduğunun tespitidir.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

GÜNDEM