Connect with us

Yazılar

Yeni ve İlerlemiş Taliban: Amerika’nın Afganistan’a Veda Hediyesi – Hamid Dabaşi

Yayınlanma:

-

Demokrasi vaatlerinden sonra kargaşa ve yıkım getiren ABD, Afganları yönetmesi için traşsız “Proud Boys’u”* bırakıyor.

Taliban’ın “yıldırım savaşı (blitzkrieg)” Afganistan’daki 20 yıllık neo-con ve liberal emperyalizmine ve her türlü bahane ve sahtekârlığa rezilce bir son verdi.

20 yıl önce ABD Afganistan’a Taliban’ı lağv edip el-Kaide’yi de yok ederek barış, refah, liberal demokrasi ve hukukun üstünlüğünü götüreceği palavrası ile girdi. Her şeyden de öte Afgan kadınları “burka”larından kurtarıp tıpkı Amerikalı kadınlar gibi görünecekleri bir “özgürleştirme” için işgal ediyormuş gibi davrandı.

Tahmin edileceği gibi işler böyle gitmedi. ABD’nin ne böyle bir niyeti, ne de becerisi vardı. Afganistan’daki esas niyeti tamamen militaristik ve stratejik idi. Askerî, istihbârî ve güvenlik unsurlarını Rusya, İran ve Çin’in sınırlarına kadar konuşlandırılması gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığı zaman ABD’nin Afganistan’ı işgali olağanüstü bir başarı oldu. Bunun Afganistan ve Afganistan halkı için bir felaket olması Amerikan askeri stratejisi ile doğrudan alakalı değildi.

“Yeni ve İlerlemiş” Taliban Geri Döndü

Şimdi, “yeni ve ilerlemiş” Taliban Afganistan’da iktidara geldi. Bu ABD’nin tüm Afganlara bir veda hediyesi. Doha’da aylardır Taliban ile müzakerelerini sürdüren Amerikalılar, tabii ki, birliklerini çeker çekmez Taliban’ın tüm ülkede hâkimiyeti ele geçireceğinin farkındaydılar. Neredeyse her şey planladıkları gibi gitti, sadece merceklerin fazlasıyla Kabil Havaalanına dönmesi kısmını biraz hatalı yönettiler.

Bu yeni Taliban, 20 yıl önceki Taliban’dan anlamlı ölçüde farklı. Bu sefer liderleri bölgesel ve küresel politikaların parçası olmak istiyor. Görünüşe göre Doha konferanslarında yeniden iktidara gelmeleri için uluslararası tanınmaya ihtiyaçları olduğunu, hayatta kalmak için terörize etmeye değil yönetmeye ihtiyaçları olduğunu fark ettiler.

İlk basın konferansları Doha’daki şatafatlı otel odaları ve lobilerde oyalanıp aylaklık ederlerken bol bol BBC, CNN ve Al-Jazeera izlediklerini gösterdi. Artık Barack Obama kadar becerikli ve “candan” bir şekilde yalan söyleyip şakalaşabiliyorlar ve Donald Trump, Boris Johnson ve Emanuel Macron’un kombinasyonundan daha inandırıcı duruyorlar.

Bugün Amerikalı ve Avrupalı liberaller Taliban’ın Afganistan’da hızla iktidara gelmesinden ve Amerika ve müttefiklerinin Afganistan’daki askeri maceralarının ortada -ama yanıltıcı da olan- acizliğinden utanıyorlar. Utançlarının kökünde George W. Bush’a Afganistan’ın işgalinin Taliban ve İslamcı ideolojisinin yenilmesi ve Afganlara barış ile refah getirmek için olduğu yalanını satmak için yardım etmiş oldukları gerçeğinde yatıyor. Ancak acınası utançları Taliban’ın neler yapabileceğine dair gerçekçi değerlendirmeler için de “önleyici” olmamalıdır.

İslamofobik bir öcü olan; 11 Eylül’den sonra medyanın yarattığı Taliban, dünyaya Afganların belki de kendi yakından bildikleri şeytanları ile Amerikan işgalinden ve yapılmış onca yıkım ve katliamdan daha iyi durumda olduklarına dair sakin bir tefekküre izin vermiyor.

ABD, Afganistan’daki misyonunu tamamladı. 20 yıllık işgal boyunca askeri-sanayi komlekslerine para akıttı. 20 yıllık işgalin neticesi olan asimetrik savaştan öğrendi ve rakiplerine de kapasitesini gösterecek alanlar buldu. Böylece Amerikan Başkanı Joe Biden, ABD’nin askeri hesaplarında harcanabilir görülen 40 milyon insana ne olacağını bir kez bile düşünmeden Amerikan kuvvetlerini Afganistan’dan çekti.

Taliban şimdi geri döndü ve ülkesinde dilediğini serbestçe yapmakta. Fakat Afganistan’ın kontrolünü yeniden ele geçiren ve Amerikan kuklalarını başarıyla yerinden eden silahlı grup şimdi ne yapacak? Bu, şu anlık belirsiz. Fakat şimdi yapılması gereken Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri gücünü artırmak ve ilerletmek için gittiği yere götürdüğü ölüm, yıkım ve aşağılamanın izlerinin dikkatlice çalışılmasıdır.

ABD ordusunun gittiği her yerde terör ve kargaşa dışında bir şey götüreceğini düşünmek delüzyoneldir. Bush’un “Teröre Karşı Savaş”ının adiliğini ve yeni-muhafazakar (neo-con) militanlığının yükselişini yaşamış olan bizler, Amerikalı Müslümanların hayatlarının en karanlık dönemlerinden biri olan bu dönemde İslam’a ve Müslümanlara karşı terörize edici propagandadaki ani artışı çok iyi hatırlıyoruz.

Korku ve Nefretin Emperyal Politikası

Deepa Kumar, öncü çalışması “İslamofobi ve İmparatorluğun Politikası”nda Müslümanlara duyulan korkunun ve nefretin 11 Eylül’den sonra başlayan ve Afganistan’ın işgali ile devam eden “Teröre Karşı Savaş” retoriğinin emperyal soykütüğünde nasıl belirleyici olduğunun haritasını çok detaylı bir şekilde çıkardı.

“Amerikan İslamofobisi; Korkunun Yükselişini ve Kökenlerini Anlamak” Kitabında Khalid Beydoun bu psikopatolojik müslüman nefretinin eleştirel değerlendirmesine güncel katkılarda bulundu. Bu iki ufuk açıcı kitapta Afgan savaşının müslüman nefretinin yükselişi için ne anlama geldiğine dair kati kayıtlar mevcuttur.

Afganistan, ABD işgali altında ne başardı? ABD askerî ve siyasî hegemonyasının sahte vaatlerine boyun eğmiş, kendi halkına tamamen yabancılaşmış bir komprador siyasi seçkinler sınıfı! Afganlar şimdi kendi araçlarına yeniden bindiler. Başlarına ne gelecekse gelsin Taliban askerî olarak yayılırken içi boş kumdan kale gibi hafif hafif un ufak olan komprador politikacılar sınıfı yaratan 20 yıllık askerî işgalin onursuzluğundan daha iyidir.

Taliban’ın militanları da Afgan. Aydan gelmediler. Bu onların da ülkesi. On milyonlarca Trump destekçisi, aşı karşıtı, QAnon müridi, Proud Boys* üyesi ya da diğerlerinden ne daha eksik, ne de daha fazla komplo odaklı ve fanatikler! İnsanlar, Taliban liderleri Heybetullah Ahhunzada, Muhammed Yakub,  Sirajüddin Hakkani veya Abdul Gani Baradar’dan korkuyorsa, Marjorie Taylor Greene, Marine Le Pen, Stephen Miller, Geert Wilders veya Steve Bannon’a yeterince dikkat etmiyordur. Şeker oranı aynı olan farklı ambalajlar sadece.

Afganların ezici çoğunluğunun Taliban ile yaşamaktan başka seçeneği yok. Tıpkı İranlıların, Suudilerin, Filistinlilerin, Suriyelilerin ya da Mısırlıların kendi mücrim rejimleriyle uğraşmak zorunda oldukları gibi. Hepsi şu an kaderin onlara sunduğundan daha fazlasını hak ediyor. Fanatik, reaksiyoner ve gerici ya da değil, Taliban bölgede evinde.

Yirmi yıllık Amerikan İşgali bu ülkeye ne getirdi? Barış, refah, demokrasi? Amerikalılar dünyadaki herhangi bir ülkeye böyle bir armağanı verebilecek kabiliyette ya da duyarlılıkta mı; en azından “demokrasi”yi? Donald Trump’ın ülkesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin evi, bırakın bir başkasına hediye etmek şöyle dursun, kendi ülkeleri için demokrasiyi sağlamayı bile düşünebilir mi?

ABD nüfus sayımı verileri ortaya çıktıkça ve sayılarının gittikçe azaldığı da ortaya çıkınca ırkçı beyaz Cumhuriyetçiler en ufak bir demokrasi iddiasını dahi ortadan kaldıracak sistematik bir saldırıya başladılar.

Bu ülkenin dünyanın geri kalanına vermek istediği tam olarak nedir? Dick Cheney, Ronald Rumsfeld, Sarah Palin, Marco Rubio, Mitch McConnell, Kevin McCarthy’nin Afgan versiyonları mı?  Afganların kendi tıraşsız Proud Boys “Fraternite Kulüpleri”¹ ve kardeşlikleri var, bunları ABD’den ithal etmek zorunda değiller.

Krozedeki Taliban

Afganlar 20 yıllık ABD işgalinden sonra ne kazandı? Zenginleştiler mi, huzurlu bir günleri mi geçti? Taliban, Afganistan’a kendisinin ve ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin şimdiye kadar yapmadığı ne yapabilir? Ne kadar değerli Afgan kadın, çocuk ve erkek Taliban ve ABD’nin militan haydutluğunda hayatını kaybetti?

En sonundan Doha’da bir masada oturdular ve Afganistan’ın Amerikan ordusundan Taliban’a devrini ve detaylarını ayarladılar ve Eşref Gani ve Hamit Karzai gibi acınası Afgan liderler görüşmelerin parçası bile değildi. Bundan sonra Gani’nin nasıl kendine saygısı olabilir? Tabii ki, girmesine izin verilen en yakın Amerikan üssüne kaçtı!

Afgan kadınlarına ve kızlarına gelince… Onlar Taliban’ın fanatikliği ve aptallığıyla ABD kışlalarının gölgesi altında değil de kendi başlarına mücadele ederken çok daha iyi durumdalar. İranlı, Pakistanlı, Türk ve Arap kadınları, özdeş olmasa da benzeyen, kendi mahallelerindeki ataerkil haydutlukla savaşıyorlar, Afgan kadınlar da farklı değil. Hintli kadınlar memleketlerinde kök salmış tecavüz kültürüne karşı mücadele etmiyor mu? Afgan kadınlar da Taliban ile mücadele edecek.

Üreme hakları Amy Coney Barett gibi Hristiyan köktendincilerin kürsüsünde yer aldığı Yüksek Mahkemenin insafına kaldığı Amerika, Afganistan’a kadın hakları konusunda vaaz verebilecek durumda mı?

Amerika sayesinde “Yeni ve İlerlemiş” bir Taliban, Afganistan’da iktidarda. Her iktidar düşkünü gibi iktidarda kalmak isteyecekler. Bunun için yakında BM’nin toplantılarına ve diğer küresel toplantılara ne kadar medenileştiklerini uluslararası topluluğa göstermek için katılmayı talep edecekler.

Eğer Taliban’dan farklı düşünen Afganlar memleketlerinde kalır ve gün be gün bu fanatizmle mücadele ederlerse Afganistan eninde sonunda İran, Pakistan, Hindistan ve hatta belki Türkiye gibi bir hale gelebilir. Eğer kalır ve direnirlerse, işgalci bir güce yaslanmadan, Taliban- bu mücrim ve fanatik güç düşkünleri- çok daha kötü barbarları medenileştirmiş olan bu onurlu antik milletin barışçıl asaletiyle yüzleşecek ve çözülecektir.

Afganistan dünyaya Rumi’yi (Mevlana Celaleddin Rumi Afganistan kökenlidir.), Herat Sanat ve Mimari Okulunu; sayısız filozofu, şairi, mistiği, tarihçiyi ve bilimciyi vermiş olan topraklardır. Peştunluğunu kuşanmış kendi “Proud Boys” çetesinin üstesinden gelebilir.

Yazı, Al-Jazeera International’ın Görüş kısmında yayınlanmıştır. Hamid Dabaşi ise Columbia Üniversitesinde İran Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde öğretim üyesi olup dünyanın pek çok farklı ülkesinde çalışmıştır. Belirtilen görüşler yazara aittir.

(Çev: M. Murat Muratoğlu)

——————————————————————————————————————————-

*ABD’de Trump destekçisi aşırı sağcı, beyaz üstünlükçü, QAnon gibi komlo teorilerine de inanan grup.

1)Anglo-Sakson kültüründe yaygın olan üniversitelerdeki erkek öğrenci birlikleri. Genelde sınıfsal bir kültürleşmenin ve sosyalleşmenin alanı olmaları ile meşhurdurlar. Ayrıca fazlasıyla ırkçı ve ayrıştırıcı bir temele sahiptirler.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

Yazılar

Temel İhtiyaçların Giderilmesi İmkânsızlaşırken – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Beslenme/Gıda: insanların en temel ihtiyaçlarından biri gıdadır. Tarih boyunca insanlar gerek avcılıkla gerek araç gereçlerle gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle gıda konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir. Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu var. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor.

Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor, onları ne kadar temin edebiliyor?

Zenginler bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor. Şu örnek daha açık olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz.

Gelelim zenginin durumuna! Eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından onlarda besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor. Zenginler bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Tabii bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma: Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince halk gittikçe daha da yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir hâle geliyor. Müteahhitlerin daha büyük kârlar peşinde koşmaları ve evi olurundan çok daha yüksek fiyatlarla satışa çıkarması, geçim derdiyle uğraşan yoksul halk için bir konutun hayali dahî kurulamıyor, açlık sınırının altında bir gelire mahkûm edilen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahî karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayal ettiği bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 52-53 yaşlarında emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu. Anlattıkları gerçekten de el-insaf dedirtiyor! “Son 27 senesi aynı firmada olmak üzere tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş hâlen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var. Biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum ama ne bir evim var ne de bir arabam! Fakat bize iş verenler her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahî yok, yok işte!”

Sohbet ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Bahsini ettiğimiz abinin anlattıklarından sonra aklıma TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım:

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833 (İş yerleri, dükkânlar hariç; sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) Her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor! Peki, gerçek öyle mi? Tabii ki hayır! Nüfusun %45’i kiracı (42 milyon kişi). 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı! Peki, neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten. Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Adil bölüşüm ve hakça paylaşımın olmadığı yerde toplumsal eşitsizlik ve felâketler başını alıp gider.

 

Sağlık: Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor hatta bazı randevular için 6 ay, bir sene bile beklemek gerekebiliyor! Bu nedenle özel hastanelere gitme mecburiyetinde bırakılan fakir halk, borçla da olsa bunu yapmak zorunda kalıyor.

Sorun sadece bu değil. Sağlık sektörü küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu hâlde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler… Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim: Ülkemiz eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği!”

Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor. Bunun en büyük sebebi eğitimin dershane/özel okul/kurs merkezi adları altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi! Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken fakir halkın çocukları ancak devlet okullarına gidebiliyor.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anekdotla açıklarsak durum şöyle: “Üniversite 2. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık aşçılık okuyorum Yıllık 140 bin lira sadece eğitim parası veriyorum çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor. Burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak bir işte çalışıyor, akşam da üniversiteye gidiyorum ve benim gibi gelen on binlerce öğrenci var sadece İstanbul’da ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.” Bu da eğitimde özelleştirmenin hâlini göz önüne seren başka bir durum!

En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim imkânsız olmamalı; kolay yoldan eşit bir şekilde herkesin bu imkânlara ulaşması gerekmektedir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x