Connect with us

Yazılar

Yeni ve İlerlemiş Taliban: Amerika’nın Afganistan’a Veda Hediyesi – Hamid Dabaşi

Yayınlanma:

-

Demokrasi vaatlerinden sonra kargaşa ve yıkım getiren ABD, Afganları yönetmesi için traşsız “Proud Boys’u”* bırakıyor.

Taliban’ın “yıldırım savaşı (blitzkrieg)” Afganistan’daki 20 yıllık neo-con ve liberal emperyalizmine ve her türlü bahane ve sahtekârlığa rezilce bir son verdi.

20 yıl önce ABD Afganistan’a Taliban’ı lağv edip el-Kaide’yi de yok ederek barış, refah, liberal demokrasi ve hukukun üstünlüğünü götüreceği palavrası ile girdi. Her şeyden de öte Afgan kadınları “burka”larından kurtarıp tıpkı Amerikalı kadınlar gibi görünecekleri bir “özgürleştirme” için işgal ediyormuş gibi davrandı.

Tahmin edileceği gibi işler böyle gitmedi. ABD’nin ne böyle bir niyeti, ne de becerisi vardı. Afganistan’daki esas niyeti tamamen militaristik ve stratejik idi. Askerî, istihbârî ve güvenlik unsurlarını Rusya, İran ve Çin’in sınırlarına kadar konuşlandırılması gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığı zaman ABD’nin Afganistan’ı işgali olağanüstü bir başarı oldu. Bunun Afganistan ve Afganistan halkı için bir felaket olması Amerikan askeri stratejisi ile doğrudan alakalı değildi.

“Yeni ve İlerlemiş” Taliban Geri Döndü

Şimdi, “yeni ve ilerlemiş” Taliban Afganistan’da iktidara geldi. Bu ABD’nin tüm Afganlara bir veda hediyesi. Doha’da aylardır Taliban ile müzakerelerini sürdüren Amerikalılar, tabii ki, birliklerini çeker çekmez Taliban’ın tüm ülkede hâkimiyeti ele geçireceğinin farkındaydılar. Neredeyse her şey planladıkları gibi gitti, sadece merceklerin fazlasıyla Kabil Havaalanına dönmesi kısmını biraz hatalı yönettiler.

Bu yeni Taliban, 20 yıl önceki Taliban’dan anlamlı ölçüde farklı. Bu sefer liderleri bölgesel ve küresel politikaların parçası olmak istiyor. Görünüşe göre Doha konferanslarında yeniden iktidara gelmeleri için uluslararası tanınmaya ihtiyaçları olduğunu, hayatta kalmak için terörize etmeye değil yönetmeye ihtiyaçları olduğunu fark ettiler.

İlk basın konferansları Doha’daki şatafatlı otel odaları ve lobilerde oyalanıp aylaklık ederlerken bol bol BBC, CNN ve Al-Jazeera izlediklerini gösterdi. Artık Barack Obama kadar becerikli ve “candan” bir şekilde yalan söyleyip şakalaşabiliyorlar ve Donald Trump, Boris Johnson ve Emanuel Macron’un kombinasyonundan daha inandırıcı duruyorlar.

Bugün Amerikalı ve Avrupalı liberaller Taliban’ın Afganistan’da hızla iktidara gelmesinden ve Amerika ve müttefiklerinin Afganistan’daki askeri maceralarının ortada -ama yanıltıcı da olan- acizliğinden utanıyorlar. Utançlarının kökünde George W. Bush’a Afganistan’ın işgalinin Taliban ve İslamcı ideolojisinin yenilmesi ve Afganlara barış ile refah getirmek için olduğu yalanını satmak için yardım etmiş oldukları gerçeğinde yatıyor. Ancak acınası utançları Taliban’ın neler yapabileceğine dair gerçekçi değerlendirmeler için de “önleyici” olmamalıdır.

İslamofobik bir öcü olan; 11 Eylül’den sonra medyanın yarattığı Taliban, dünyaya Afganların belki de kendi yakından bildikleri şeytanları ile Amerikan işgalinden ve yapılmış onca yıkım ve katliamdan daha iyi durumda olduklarına dair sakin bir tefekküre izin vermiyor.

ABD, Afganistan’daki misyonunu tamamladı. 20 yıllık işgal boyunca askeri-sanayi komlekslerine para akıttı. 20 yıllık işgalin neticesi olan asimetrik savaştan öğrendi ve rakiplerine de kapasitesini gösterecek alanlar buldu. Böylece Amerikan Başkanı Joe Biden, ABD’nin askeri hesaplarında harcanabilir görülen 40 milyon insana ne olacağını bir kez bile düşünmeden Amerikan kuvvetlerini Afganistan’dan çekti.

Taliban şimdi geri döndü ve ülkesinde dilediğini serbestçe yapmakta. Fakat Afganistan’ın kontrolünü yeniden ele geçiren ve Amerikan kuklalarını başarıyla yerinden eden silahlı grup şimdi ne yapacak? Bu, şu anlık belirsiz. Fakat şimdi yapılması gereken Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri gücünü artırmak ve ilerletmek için gittiği yere götürdüğü ölüm, yıkım ve aşağılamanın izlerinin dikkatlice çalışılmasıdır.

ABD ordusunun gittiği her yerde terör ve kargaşa dışında bir şey götüreceğini düşünmek delüzyoneldir. Bush’un “Teröre Karşı Savaş”ının adiliğini ve yeni-muhafazakar (neo-con) militanlığının yükselişini yaşamış olan bizler, Amerikalı Müslümanların hayatlarının en karanlık dönemlerinden biri olan bu dönemde İslam’a ve Müslümanlara karşı terörize edici propagandadaki ani artışı çok iyi hatırlıyoruz.

Korku ve Nefretin Emperyal Politikası

Deepa Kumar, öncü çalışması “İslamofobi ve İmparatorluğun Politikası”nda Müslümanlara duyulan korkunun ve nefretin 11 Eylül’den sonra başlayan ve Afganistan’ın işgali ile devam eden “Teröre Karşı Savaş” retoriğinin emperyal soykütüğünde nasıl belirleyici olduğunun haritasını çok detaylı bir şekilde çıkardı.

“Amerikan İslamofobisi; Korkunun Yükselişini ve Kökenlerini Anlamak” Kitabında Khalid Beydoun bu psikopatolojik müslüman nefretinin eleştirel değerlendirmesine güncel katkılarda bulundu. Bu iki ufuk açıcı kitapta Afgan savaşının müslüman nefretinin yükselişi için ne anlama geldiğine dair kati kayıtlar mevcuttur.

Afganistan, ABD işgali altında ne başardı? ABD askerî ve siyasî hegemonyasının sahte vaatlerine boyun eğmiş, kendi halkına tamamen yabancılaşmış bir komprador siyasi seçkinler sınıfı! Afganlar şimdi kendi araçlarına yeniden bindiler. Başlarına ne gelecekse gelsin Taliban askerî olarak yayılırken içi boş kumdan kale gibi hafif hafif un ufak olan komprador politikacılar sınıfı yaratan 20 yıllık askerî işgalin onursuzluğundan daha iyidir.

Taliban’ın militanları da Afgan. Aydan gelmediler. Bu onların da ülkesi. On milyonlarca Trump destekçisi, aşı karşıtı, QAnon müridi, Proud Boys* üyesi ya da diğerlerinden ne daha eksik, ne de daha fazla komplo odaklı ve fanatikler! İnsanlar, Taliban liderleri Heybetullah Ahhunzada, Muhammed Yakub,  Sirajüddin Hakkani veya Abdul Gani Baradar’dan korkuyorsa, Marjorie Taylor Greene, Marine Le Pen, Stephen Miller, Geert Wilders veya Steve Bannon’a yeterince dikkat etmiyordur. Şeker oranı aynı olan farklı ambalajlar sadece.

Afganların ezici çoğunluğunun Taliban ile yaşamaktan başka seçeneği yok. Tıpkı İranlıların, Suudilerin, Filistinlilerin, Suriyelilerin ya da Mısırlıların kendi mücrim rejimleriyle uğraşmak zorunda oldukları gibi. Hepsi şu an kaderin onlara sunduğundan daha fazlasını hak ediyor. Fanatik, reaksiyoner ve gerici ya da değil, Taliban bölgede evinde.

Yirmi yıllık Amerikan İşgali bu ülkeye ne getirdi? Barış, refah, demokrasi? Amerikalılar dünyadaki herhangi bir ülkeye böyle bir armağanı verebilecek kabiliyette ya da duyarlılıkta mı; en azından “demokrasi”yi? Donald Trump’ın ülkesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin evi, bırakın bir başkasına hediye etmek şöyle dursun, kendi ülkeleri için demokrasiyi sağlamayı bile düşünebilir mi?

ABD nüfus sayımı verileri ortaya çıktıkça ve sayılarının gittikçe azaldığı da ortaya çıkınca ırkçı beyaz Cumhuriyetçiler en ufak bir demokrasi iddiasını dahi ortadan kaldıracak sistematik bir saldırıya başladılar.

Bu ülkenin dünyanın geri kalanına vermek istediği tam olarak nedir? Dick Cheney, Ronald Rumsfeld, Sarah Palin, Marco Rubio, Mitch McConnell, Kevin McCarthy’nin Afgan versiyonları mı?  Afganların kendi tıraşsız Proud Boys “Fraternite Kulüpleri”¹ ve kardeşlikleri var, bunları ABD’den ithal etmek zorunda değiller.

Krozedeki Taliban

Afganlar 20 yıllık ABD işgalinden sonra ne kazandı? Zenginleştiler mi, huzurlu bir günleri mi geçti? Taliban, Afganistan’a kendisinin ve ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin şimdiye kadar yapmadığı ne yapabilir? Ne kadar değerli Afgan kadın, çocuk ve erkek Taliban ve ABD’nin militan haydutluğunda hayatını kaybetti?

En sonundan Doha’da bir masada oturdular ve Afganistan’ın Amerikan ordusundan Taliban’a devrini ve detaylarını ayarladılar ve Eşref Gani ve Hamit Karzai gibi acınası Afgan liderler görüşmelerin parçası bile değildi. Bundan sonra Gani’nin nasıl kendine saygısı olabilir? Tabii ki, girmesine izin verilen en yakın Amerikan üssüne kaçtı!

Afgan kadınlarına ve kızlarına gelince… Onlar Taliban’ın fanatikliği ve aptallığıyla ABD kışlalarının gölgesi altında değil de kendi başlarına mücadele ederken çok daha iyi durumdalar. İranlı, Pakistanlı, Türk ve Arap kadınları, özdeş olmasa da benzeyen, kendi mahallelerindeki ataerkil haydutlukla savaşıyorlar, Afgan kadınlar da farklı değil. Hintli kadınlar memleketlerinde kök salmış tecavüz kültürüne karşı mücadele etmiyor mu? Afgan kadınlar da Taliban ile mücadele edecek.

Üreme hakları Amy Coney Barett gibi Hristiyan köktendincilerin kürsüsünde yer aldığı Yüksek Mahkemenin insafına kaldığı Amerika, Afganistan’a kadın hakları konusunda vaaz verebilecek durumda mı?

Amerika sayesinde “Yeni ve İlerlemiş” bir Taliban, Afganistan’da iktidarda. Her iktidar düşkünü gibi iktidarda kalmak isteyecekler. Bunun için yakında BM’nin toplantılarına ve diğer küresel toplantılara ne kadar medenileştiklerini uluslararası topluluğa göstermek için katılmayı talep edecekler.

Eğer Taliban’dan farklı düşünen Afganlar memleketlerinde kalır ve gün be gün bu fanatizmle mücadele ederlerse Afganistan eninde sonunda İran, Pakistan, Hindistan ve hatta belki Türkiye gibi bir hale gelebilir. Eğer kalır ve direnirlerse, işgalci bir güce yaslanmadan, Taliban- bu mücrim ve fanatik güç düşkünleri- çok daha kötü barbarları medenileştirmiş olan bu onurlu antik milletin barışçıl asaletiyle yüzleşecek ve çözülecektir.

Afganistan dünyaya Rumi’yi (Mevlana Celaleddin Rumi Afganistan kökenlidir.), Herat Sanat ve Mimari Okulunu; sayısız filozofu, şairi, mistiği, tarihçiyi ve bilimciyi vermiş olan topraklardır. Peştunluğunu kuşanmış kendi “Proud Boys” çetesinin üstesinden gelebilir.

Yazı, Al-Jazeera International’ın Görüş kısmında yayınlanmıştır. Hamid Dabaşi ise Columbia Üniversitesinde İran Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde öğretim üyesi olup dünyanın pek çok farklı ülkesinde çalışmıştır. Belirtilen görüşler yazara aittir.

(Çev: M. Murat Muratoğlu)

——————————————————————————————————————————-

*ABD’de Trump destekçisi aşırı sağcı, beyaz üstünlükçü, QAnon gibi komlo teorilerine de inanan grup.

1)Anglo-Sakson kültüründe yaygın olan üniversitelerdeki erkek öğrenci birlikleri. Genelde sınıfsal bir kültürleşmenin ve sosyalleşmenin alanı olmaları ile meşhurdurlar. Ayrıca fazlasıyla ırkçı ve ayrıştırıcı bir temele sahiptirler.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

Yazılar

“İki Devletli Çözüm” Hamas’ın Silahını Teslim Almaya Yönelik Bir Tuzaktır – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Filistin meselesi yüz yılı aşkın bir süredir emperyalist plânların, Siyonist yayılmacılığın ve işbirlikçi yönetimlerin sahnesi olageldi. Bugün yeniden gündeme getirilen “iki devletli çözüm” söylemi, barış ve adaletin değil, bilakis Direniş’in elini kolunu bağlamanın, Hamas’ı ve Gazze halkını silahsızlandırmanın diplomatik kılıfıdır. Görünürde bir “barış projesi” gibi sunulsa da gerçekte İsrail’in askerî alanda başaramadığını masada elde etme girişiminden başka bir şey değildir!

“İki devletli çözüm” fikri ilk kez Oslo süreci ile somut biçimde gündeme geldi. O süreçte Filistin halkına vaat edilen şey, Batı Şeria ve Gazze’de sınırlı bir otorite, kısıtlı bir egemenlik ve sahte bir “devlet” umuduydu fakat gerçekte İsrail’in yerleşimlerini genişletmesi, Batı Şeria’nın duvarlarla bölünmesi ve Gazze’nin açık hava hapishanesine dönüştürülmesi sonucunu doğurdu. Oslo, Filistin için bir “kurtuluş belgesi” değil, tam tersine İsrail’in işgalini kalıcılaştıran bir teslimiyet belgesi oldu.

Bugün yeniden ısıtılan iki devletli çözüm, aynı reçetenin yeni bir kılıfla piyasaya sürülmesidir. Amaç, Filistin direnişinin en güçlü unsuru olan Hamas’ın elindeki silahı devre dışı bırakmak ve Direniş hattını çözmektir.

Gazze’de son aylarda yaşananlar, İsrail’in askerî olarak Hamas’ı tasfiye edemediğini gösterdi. Onca yıkım, onca vahşet, onca sivil katliama ve ABD, İngiltere, Almanya ve bölge ülkelerinin tam desteğine rağmen Direniş hâlâ ayakta. Hamas, İslam ülkelerinin ihanet ve düşmanlığına rağmen savaşmaya devam ediyor; İsrail’in ileri teknolojisi, hava gücü ve kara saldırıları Hamas’ın iradesini kıramadı. İşte bu noktada Washington ve Tel Aviv, askerî alanda elde edemediklerini siyasal alanda elde etmeyi planlıyor. Sözüm ona “İslam ülkeleri” liderleri aracılığı ile Hamas’a silah bırakma konusunda tam saha baskı kuruluyor.

“İki devletli çözüm” söylemi, bu stratejinin merkezindedir. Çünkü,

  • Hamas’ın silahı yalnızca bir askerî güç değil; aynı zamanda Filistin halkının onurunun ve caydırıcılığının teminatıdır.
  • Direniş’in silahsızlandırılması; Filistin’i, İsrail karşısında tamamen savunmasız bırakacaktır.
  • ABD, Hamas’ı uluslararası zeminde “barışa engel” gibi göstermek için bu formülü kullanmaktadır.

Böylece “Bakın, biz barış istiyoruz ama Hamas istemiyor!” denilerek, Filistin’in haklı direnişi şeytanlaştırılmaya çalışılıyor.

Bugün dillendirilen plânın satır aralarına bakıldığında şunlar görülüyor:

  • Kudüs’ün, İsrail’in “ebedi başkenti” olarak kabul edilmesi,
  • Filistin devletinin silahsız, ordusuz ve İsrail’e bağımlı bir yapı olması,
  • Gazze’nin yeniden inşasının, Hamas’ın silah bırakmasına bağlanması,
  • Batı Şeria’da İsrail yerleşimlerinin kalıcılaştırılması.

Bu tablo, aslında bir “Filistin devleti” değil, İsrail’in vesayeti altında bir “özerk bölge” anlamına gelir. Yani Filistin’in hakları değil, İsrail’in güvenliği esas alınmaktadır.

Hamas ve diğer direniş örgütleri, defalarca ifade ettikleri gibi, “iki devletli çözüm”ün özünde bir teslimiyet projesi olduğunun farkındadır çünkü tarih göstermiştir ki,

  • İsrail, verilen hiçbir tavizle yetinmez; her seferinde daha fazlasını ister.
  • Silah bırakmak, Filistin halkını yeni katliamlara açık hâle getirir.
  • Bugüne kadar kazanılan her mevzii masadan değil sahada, Direniş’in bedelleriyle elde edilmiştir.

Hamas için silah yalnızca bir araç değil; varlığının ve halkının korunmasının en temel dayanağıdır. Dolayısıyla silah bırakmak, Gazze’nin iradesini bırakmak demektir.

Seyyid Kutub’un “Amerika’dan nefret ediyorum ama daha çok Amerika’nın vicdanına sığınan Müslümanlardan nefret ediyorum!” sözü, bugün yeniden Filistin sahasında yankılanmaktadır çünkü “iki devletli çözüm” gibi projelerin asıl taşıyıcıları çoğu zaman Tel Aviv ya da Washington değil; onların gölgesinde siyaset yapan işbirlikçi ve teslimiyetçi yönetimlerdir. Bu yönetimler, adaletin değil; kendi iktidarlarının ve koltuklarının bekasını esas almakta, ümmetin onurunu pazarlık konusu etmektedir.

Ali Şeriati’nin sıkça vurguladığı gibi, sömürgecinin en büyük gücü tankları, uçakları değil; zihinsel esaret altına aldığı yerli işbirlikçileridir. Bugün, Arap dünyasında ve daha geniş anlamda İslam coğrafyasında, İsrail’in güvenliğini İslam ümmetinin maslahatının önüne koyan yöneticiler, aslında bu işbirlikçiliğin ve teslimiyetin en somut örneğidir.

“İki devletli çözüm” çağrılarını sahiplenenler, Filistin’in gerçek kurtuluşunu engelleyen birer modern mandacıya dönüşmüştür. Onlar, Batı’nın “vicdanına” sığınarak zalimle mazlumu aynı masada eşitlemeye çalışmaktadır. Oysa mazlumla zalim, aynı terazide tartılamaz; işgalciyle işgale direnen aynı kefeye konulamaz!

Bugün teslimiyet ve iş birliği yalnızca Filistin’in değil, bütün ümmetin geleceğini ipotek altına almaktadır. Çünkü Filistin’de silahların susturulması, yarın bütün Müslüman coğrafyalarda Direniş’in susturulması anlamına gelecektir. Direniş’i “terör” olarak yaftalayanlar, aslında kendi korkularını, kendi zilletlerini gizlemektedirler.

“İki devletli çözüm” söylemi, uluslararası diplomasi sahnesinde bir aldatmacadan ibarettir. İsrail’in askerî hezimetini örtmek, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını güvenceye almak ve Hamas’ın direniş mirasını tasfiye etmek için ortaya atılmış bir tuzaktır. Tüm erdemli insanlar bu tuzağın perdesini yırtmak, işbirlikçi bölge ülke liderlerini ifşa etmek ve Filistin’in mazlum halkının yanında durmak ödevinden sorumludur.

Gerçek çözüm, İsrail’in işgaline son vermesinden, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının tanınmasından ve Filistin halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesinden geçer.

Gazze’nin molozları arasından yükselen direniş iradesi, bu tuzaklara düşmeyecek kadar tecrübeli ve kararlıdır. Hamas’ın elindeki silah, sadece bir tüfek değil; bir halkın bağımsızlık umududur. Ve bu umut, hiçbir masa oyunuyla teslim alınamayacaktır.

Devamını Okuyun

Yazılar

Lübnan: Hizbullah’ı Silahsızlandırma Çabalarının İç Yüzü

Yayınlanma:

-

Lübnan, Hizbullah’ın silahları konusunda derin bir çıkmaza girmiş durumda.

Geçen ay, Emmanuel Macron ile görüşmek üzere Paris’e yaptığı ziyaret sırasında Başbakan Nevvaf Selam, Lübnan’ın durumunun birçok kişinin sandığından çok daha kırılgan olduğunu fark etti.

Lübnan’ın siyasi krizlerinde arabuluculuk yapmasıyla tanınan Fransa, Selam’a, ülkenin uluslararası denetim altında reformlar yapmadan, özellikle de devlet dışı aktörleri (yani Hizbullah’ı) silahsızlandırmadan ayakta kalamayacağını açıkça ifade etti.

Fransa ayrıca, ABD’nin finansman desteği olmadan tüm masrafları karşılayamayacağı için BM barış gücü UNIFIL’in görev süresinin uzatılmayacağını, Suudi Arabistan’ın katılımı olmadan bağışçı veya yeniden inşa konferansı düzenlenemeyeceğini ve Lübnanlı yetkililerin yapmaması durumunda İsrail’in Hizbullah’ı zorla silahsızlandırma kararlılığı nedeniyle güvenlik istikrarının sağlanamayacağı da vurguladı.

Selam, Cumhurbaşkanı Joseph Aoun ve Parlamento Başkanı Nebih Berri’yi bu hususlarda bilgilendirdi ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına ilişkin ABD önerisini tartışmak üzere bir kabine toplantısı düzenledi.

Aoun, kabinenin oybirliğiyle kabul edebileceği bir dil bulmak için Hizbullah ile temasa geçti. Öncelikle Filistinlilerin silahlarının sınırlandırılmasına öncelik verdi, uluslararası olarak dayatılan takvimlerden kaçındı ve konuyu Lübnan’ın önceliklerine dayalı bir strateji geliştirmek üzere Yüksek Savunma Konseyi veya Lübnan Ordusu’na havale etti.

Bununla birlikte iki haftadan kısa bir süre sonra, ABD Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack tarafından sunulan ABD önerisini kesin olarak onaylamaya karar vermiş görünen Selam, “devleti bir sonraki uluslararası gerginlik dalgasından korumak” amacı ve süreçle ilgili bir takvimle birlikte medyadan uzak bir şekilde Baabda Sarayına çıkıp Cumhurbaşkanı Aoun’a ve Hizbullah’ın önemli müttefiki Berri’ye bilgi verdi. Berri, cumhurbaşkanını önceki anlaşmayı ihlal etmekle suçladı. O andan itibaren cumhurbaşkanlığı ile Hizbullah arasındaki ilişkiler keskin bir şekilde kötüleşti.

Gerginliğe rağmen tüm taraflar, 5 Ağustos’taki oturuma hazırlandı. Oylamanın birkaç gün sonraya erteleneceği beklentisi vardı ancak olaylar farklı bir yöne gitti.  Selam; Lübnan Güçleri, İlerici Sosyalist Parti ve Ketaib bakanlarının desteğiyle teklifin derhâl onaylanması için baskı yaptı.

Cumhurbaşkanı ve Şii bakanların erteleme talebini Selam, zaten “pek çok fırsatın kaçırıldığı”nı söyleyerek bunu reddetti. 7 Ağustos’ta, Şii bakanların çekildiği oturumda hükümet, ABD plânını kabul etti.

Hizbullah’ın öfkesi

Hizbullah, Selam’ı, resmî taahhütlerini ihlal etmekle suçlayarak şöyle dedi: “Başbakan Nevvaf Selam, Amerikan elçisinin yol haritasını benimseyerek bakanlık açıklamasında ve cumhurbaşkanının göreve başlama konuşmasında verdiği tüm taahhütlere aykırı davranıyor!”

Grup yakınındaki kaynaklar da Aoun’un oturum öncesi anlaşmayı yerine getirmemesinden duydukları hayal kırıklığını dile getirerek onu daha önceki “ulusal savunma stratejisi” çağrılarına geri dönmeye çağırdı ve hiçbir devletin toprakları işgal altında iken “direnişini” silahsızlandırmayacağını savundu.

Geçen Kasım ayından bu yana İsrail, Lübnan’dan tamamen çekilmesini gerektiren ateşkes anlaşmasını defalarca ihlâl etti. İsrail ordusu güneyde beş mevzide kalmaya devam ediyor ve Hizbullah hedeflerine sık sık hava saldırıları düzenliyor.

Kaynaklar, Ekim 2019’daki hükümet karşıtı protestolar sırasında ordu komutanı olan Aoun’un sivillere karşı asker göndermeyi reddettiğini hatırlattı.

Yine kaynaklar, “Bugün hükümet, topu ordunun sahasına attı!” açıklamasını yaptı ve “Direniş’in tabanı, Lübnan halkının bir kısmı, silahsızlanmayı reddetmek için sokaklara dökülürse, orduyu onlarla doğrudan çatışmaya sokacak mısınız?” diye sordu.

Hizbullah’ın “Şura Konseyi”, yönetime sokak eylemlerinden kaçınmaları talimatını verdi ve protestoların hızla kontrol edilemez olaylara dönüşebileceği uyarısında bulundu.

‘Büyük günah’

Hizbullah, hükümetin bu hamlesini, Lübnan’ı İsrail’e karşı “Direniş silahından” mahrum bırakan “büyük bir günah” olarak nitelendirdi ve bunu ciddiye almayacağını söyledi.

Gruba yakın kaynaklar, Hizbullah’ın ulusal savunma stratejisi konusunda diyalog için çaba göstermeye devam edeceğini, İsrail’in geri çekilmesi ve Lübnan’ın güney ve kuzeydoğu sınırlarının korunması için uluslararası garantiler olmadan silahsızlanmayı reddedeceğini söyledi.

Hizbullah’ın parlamentosu grubunun başkanı Muhammed Raad, hükümeti, kararın sonuçlarının farkında olmadığı konusunda uyardı.

ABD’nin önerisine göre ordu, plânını 31 Ağustos’a kadar kabineye sunmak durumunda. Uygulamanın 1 Eylül’de başlayıp 31 Aralık’ta tamamlanması gerekiyor.

Aşamalı plân; önce Litani Nehri’ne, ardından Awali Nehri’ne, daha sonra Beyrut’a ve son olarak da Bekaa Vadisi’ne kadar silahsızlanmayı öngörüyor: Tüm bunlar üç ay içinde gerçekleşecek!

Pazartesi günü Lübnan Cumhurbaşkanı ile görüştükten sonra Barrack, nispeten memnun olduğunu söyledi ve İsrail’in ateşkes anlaşmasının hükümlerine saygı duymasını ve Lübnan’ın kabul ettiği plânı uygulamaya başlaması gerektiğini vurguladı.

Ordunun endişeleri

MEE’ye açıklamada bulunan askerî kaynaklar, ordunun iç barışı koruma konusunda derin endişe duyduğunu ve “ateş topunu” ordunun sahasına atmanın yeterli olmadığı konusunda endişelerini dile getirdiler.

Şii bakanların çekilmesinin ardından tam bir siyasi destekten yoksun olan hükümet, dış çatışmaları önlemeye çalışırken iç çatışmalara neden olma riskiyle karşı karşıya.

Başbakan’a yakın kaynaklar ise MEE’ye, hükümetin kararının Hizbullah’ın kendi açıkladığı taleplerini yansıttığını; bunlar arasında İsrail’in çekilmesi, saldırıların sona ermesi, tutukluların serbest bırakılması ve sınırların belirlenmesi gibi maddelerin bulunduğunu söylerken Şii bakanların çekilmesinin bir “istifa” değil, aslında bir “hayır” oyu anlamına geldiğini ve bunun abartılmaması gerektiğini eklediler.

Aynı kaynaklar şu soruyu da gündeme getirdi: Hükümet bu kararı almasaydı, Lübnan’ın hâli ne olurdu?

Lübnan’ın bu adımı atması yönündeki baskıyı vurgulayan Aoun, Pazar günü yaptığı açıklamada, Washington’ın, öneriyi onaylamaması hâlinde ülkenin “gündemden çıkarılacağı” konusunda uyardığını söyledi.

Bu hamle dışarıda hükümete “itibar” kazandırarak İsrail’in olası müdahale tehdidini hafifletti ancak içeride, Lübnan’ı, bu “itibar”ın nakde çevrilmesini imkânsız hâle getirebilecek bir siyasi krize sürükledi.

Direniş, silahlarını teslim etmeyecek

Sonuç olarak ordunun misyonu iki önceliğe dayanmaktadır: iç barışı korumak ve herhangi bir Lübnanlı grupla çatışmaktan kaçınmak. Bu hedefleri -silahları kısıtlarken istikrarı korumak- dengeleyip dengeleyemeyeceği ise temel soru olmaya devam ediyor.

Geçen hafta, Hizbullah lideri Naim Kâsım, grubun, silahlarını Lübnan devletine teslim etmeyi reddedeceğini ve buna zorlanması durumunda her türlü girişime karşı hazır olduğunu açıkladı. Bu açıklama, Lübnan siyasetinin tüm kesimlerinden sert eleştirilerle karşılandı.

Kâsım; hükümeti, silahsızlanmayı teşvik ederek ülkeyi İsrail’e “teslim etmekle” suçladı ve iç karışıklık konusunda uyardı.

“Direniş, saldırganlık ve işgal devam ettiği sürece silahlarını teslim etmeyecek. Bedeli ne olursa olsun bu projeye karşı koymak için gerekirse savaşacağız!” dedi.

Aoun, iç savaş uyarılarını “haksız” olarak nitelendirdi ve bunların sadece “söz”den ibaret olduğunu söyledi.

Berri ise mesafeli bir tutum alarak, “İç savaş korkusu yok ve iç barışa yönelik bir tehdit bulunmuyor!” dedi.

Hizbullah’a yakın kaynaklar, MEE’ye yaptıkları açıklamada, sert söylemlere rağmen konuşmanın kasıtlı mesajlar içerdiğini ve bunların dikkatle okunması gerektiğini belirttiler.

Buna göre Hizbullah, İsrail geri çekilip saldırılarını sonlandırana kadar silahsızlanmayacak ve bu koşullar sağlandıktan sonra silahlarla ilgili görüşmelere açık kapı bırakacak.

Kaynaklar, Hizbullah’ın kimseyi Lübnan’da iç savaşla tehdit etmeyi amaçlamadığını ancak toplumunun köşeye sıkıştığını ve çok fazla zorlanırsa silahsızlanmaktansa silahsız ölmeyi tercih edeceğini iletmeyi amaçladığını söylediler.

Kaynak: middleeasteye.net

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x