Connect with us

Yazılar

Tevhidî Mücadele, Ân’ın Fıkhı ve İslamcılık – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Coğrafi konumu ve kendine özgü şartlar açısından, en azından Ortadoğu çerçevesi bağlamında kendi halimize, dünden bugüne dek yapıp ettiklerimiz açısından bakarsak eğer, Kur’ani temelde ve tevhid ekseninde yapıp ettiklerimiz açısından bazı şeylerin bizlere umut verdiğini, umut olduğunu görebiliriz.

Onca geleneksel ve modern eksenli kirlenmelere rağmen bizleri var kılan kaynakların halen var olduğunu ve bizlerle birlikte bir devinim içerisinde kendisini durmadan var ettiğini çok rahatlıkla görebiliriz. Buna rağmen vahyi mesajın ilk anından bu yana olumluluk açısından yapıp edilenler ne yazık ki, hep az olagelmiştir. İşin burasında şöyle bir soru sorabiliriz; “Vahyi mesajın netliğine ve bu olguya bağlı olarak da insanlar İslam’ı bir din ve hayat nizamı olarak kabul etmelerine rağmen, neden ve ne tür saikler itibarıyla olumsuzluklar, olumlulukları geçip duruyor?

Burada, hatayı vahyi mesajda mı aramalıyız, yoksa o fevc fevc ve ölçüsüz bir şekilde dine dâhil oluşun iflah olmaz mantığında mı? Tabii ki, vahyi mesajdan yola çıkarak, olumlulukları asıl kaynağına irca edip, sorduğumuz sorunun cevabını o irca edişin zıddına oluşturulan bulanık -yer yer de simsiyah- kimlikte aramalıyız…

İşte yukarıda çizmeye çalıştığımız bu çerçeveden hareket ettiğimizde, bir nevi edinimlerimiz olan tarihi, sosyal, kültürel vb. -hatasıyla sevabıyla bize ait- mirasa ait tortuların imhamıza sebep olacak bir tarzda parmaklarımız arasından dökülen kumlar misali döküleceğini, onun yerine ise, hak edişimiz oranında vahyi mesaja uygunluk arz eden görünen hakikatlerin kalacağını bilmemiz gerekir.

İşte burada esas soru/n da bu;  yoğunluk arz eden ve bir popülerliği her daim var olan tortularla mı yaşayacağız, onlarla mı hayatımızı yeniden -ya da eskiyi baz alarak- anlamlandıracağız; yoksa, her türlü sıkıntıya, sağlam ama yavaş bir gelişime müsait tevhidi mesajla mı yaşamanın yollarını arayıp bulacağız?

Tabii ki, bu türden sorulara her kişinin, her zümrenin ve her topluluğun vereceği/verebileceği bir cevabı mutlaka olacaktır. İşte olası verilecek olan cevapların bütünü, dünümüzü bize hatırlatabileceği gibi geleceğimizi yönlendirebilmemizde de bizlere bir ipucu gösterecektir.

İşte kendi kıt imkânlarımızla kavramsallaştırmaya çalıştığımız çerçeveden baktığımızda günümüzün de bir fotoğrafını çekmiş oluruz. Burada yapmamız gereken teknik çalışma, bir bütün iken parçalara ayrılan, ayrıştırılan tabloya, yerine göre parçadan başlayarak, yerine göre de ilk önceki hali olan bütünsellikten bakmak. Böyle davranırsak, tevhidi mesajın ta ilk gününden bugüne oluşan tablodaki arızi durumları okuma imkânımız olur, içerisinden geçip geldiğimiz süreçte oluşan noktaları da safha safha inceler ve incelemelerimizi analitik bir okumaya tabi tutmuş oluruz.

Tevhidi mücadeleye ve İslamcılığa bir vurgu

Yukarıda serdetmeye çalıştığımız kavramsal çerçeveden yola çıktığımızda Peygamber (s) de dâhil mü’min, mücahit az bir topluluğun vahyi mesajı her türlü kimliksel ve zihinsel kirlilikten ve bu olguların hülasası sayılabilecek hurufattan azade kılmak uğruna ölümüne bir mücadele içerisinde olduğu, 14 asırlık zaman dilimi ele alındığında görülecektir.

Bu tespitimizin ispatı, tarihsel süreç içerisinde yerli yerinde durmaktadır. Ondan dolayıdır ki bugün bizleri kasıp kavuran milliyetçilik/ulusalcılık, millilik, yanlış ve hurafe yüklü bir din anlayışı düşünce eylemliğini bir fıkıhsızlık ve düşünce üretmeme anaforunda yitip gitme, akıcılığı olması gereken hayatı dondurma ve onun yerine bir selefizm ve “mahiyeti belirsiz” bir muhafazakârlık icat etme; onun yanında da yapıp ettiklerimizin bir nevi karşılığı olan topraklarımızı, zihnimizi işgal ve sömürü vb. olgular çözülmesi elzem olacak bir tarzda karşımızda durmaktadır.

Ele almamız gereken olgularımızı yukarıda çerçevesini az da olsa belirtmeye çalıştığımız kavramsallaştırma içerisinde tevhidi mücadeleden bahsetmeye çalıştık.

Bir Bütünlük ve Üç Süreç

O başat kavramı kendimiz açısından süreç olarak üç kategoriye ayırabiliriz: 1. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar ki tarihi süreç, 2. Hz. Muhammed’den bu yana gelinen süreç ve 3. İçinde yaşadığımız modern/postmodern süreç.

Özellikle de yaşanılan bu süreçte verilmesi olası tevhidi bir mücadele; İslam’ı yeniden hayata hâkim kılma uğraşısı demek olan İslamcılık formunun da belirginleşmesini sağlar. Bizleri kuşatan güncel sorunlar, İslamcılık adına oluşturulacak form çerçevesinde ele alınmayı elzem kılmaktadır.

Form olarak İslamcılık en başta İslam dünyasının içerisine düştüğü, -şekli olarak da olsa varlığını sürdürdüğü hilafet kurumunu kurtarıp, kaynaklar muvacehesinde ıslah etmek- bir işgal ve sömürü durumunu yok etmeye yönelik bir dürüst çabayı içeriyordu. Özellikle de Mısır’da, Osmanlı’da, Hindistan’da vs. kötü gidişe karşı tavır alışı içeriyordu.

Bu yönüyle İslamcılık, yapısına/yönetim biçimine itirazı gerektirse de, devleti (Devlet-î Âliye-î Osmanîye) kurtarma, onu sahil-i selamete kavuşturma çabası idi.

İslamcılık ve ân’ın fıkhı

Dönemin birçok âlim ve münevverleri olan İslamcı şahsiyetler, o formun oluşup bizlere miras kalmasında hayli çaba sarf etmişlerdi. O şahsiyetlerin mücadele pratiği içerisinde spontane bir şekilde oluştura geldikleri teorik çerçeve ve o çerçevenin yer aldığı zemin bugün de işlevine kaldığı yerden devam etmektedir. İslamcılığı bir diriliş, bir uyanış, bir silkiniş olarak değerlendirebilir miyiz; elbette bu doğru bir çaba olarak imkânlar dairesinde değerlendirilebilir.

Belki de geldiğimiz bu ultra süreçte İslamcılık; kendine has bir selefizm (dışa karşı saldırganlık, içe karşı durağanlık) üretmeden, hayatın akıcılığı içerisinde fayda mülahaza edilebilecek fıkıh üreten, geçmişin kalıp yargılarını değil de  ân’ın fıkhı’nı baz alan bir mezhepsel form olarak da bir şekil alabilir. Zira sorunlar karşısında ortaya çıkan her düşünce, tarihi süreç içerisinde eninde sonunda belli bir forma kavuşmuştur.

Tabii ki, bu düşüncemizle geçmişten günümüze var olagelen mezhep olayına karşı durmuyor, aksine, ân’ın fıkhı’nın meyve vermesini baz alıyoruz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Hangi Saftayız? – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Malum son günlerde ABD işbirlikçilerinin de marifetiyle mazlum Gazze halkının zorbalıkla, zulümle yerlerinden edilmesi büyük bir gündem oluşturdu. Türkiye’deki sözüm ona aydın kalemşörler ve âlimler mazlum Gazze halkı için şunu dile getirdiler: “Bu zulüm artık dayanılmayacak noktaya geldi, bundan ötürü Gazze halkı için “hicret” vakti gelmiştir!”

O hâlde soralım bu aydınlarımıza ve âlimlerimize: Bir savaş kapıya dayandı mı, herkes evini, yurdunu bırakıp gitsin mi, bu kabul edilebilir bir durum mu? Tabii, bu söylemleriniz Gazze halkı için hiçbir şey ifade etmiyor çünkü onlar direnişle doğmuştur, direnişle büyümüştür, direnişle yaşamıştır, direniş onlar için bir mektep, bir yaşam tarzıdır. Onlar açık cezaevinde, ambargo altında her türlü zulme karşı onurlarıyla ve direnişleriyle bütün dünyaya ders veriyor. Selam ve zafer onlara ve destekçilerine olsun! Direnişleri vâr olsun!

Peki, yerinden edilmeye “hicret” adı vermek ne kadar doğru? “Hicret”in yaratıcı, kurucu, medeniyet vâr edici bir misyonu vardır. Zulümler olduğu için herkes hemen bıraksın ve hicret etsin, düşman da gelip orayı işgal etsin! Hangi kitapta var bu? Nasıl bir tutumdur bu!

Evet, zulüm görenler; özellikle âciz ve zayıf erkekler, kadınlar, çocuklar ilk etapta terk edebilir. Kaldı ki yer Filistin olunca, yer Gazze olunca bu imkânsız hâle geliyor çünkü onlar kadınıyla-erkeğiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla direnişe topyekûn destek veriyorlar, hayat veriyorlar, vermeye de devam edecekler. Onların hayatlarında yurdunu, direnişin simgesi olan karpuzu, barışın simgesi olan zeytin ağaçlarını, refahın ve mutluluğun simgesi olan portakal ağaçlarını bırakıp da gitmek yok! Direnişin zaferiyle yeni bir yaşam vâr olacak! İşte o zaman zulümden, barış ve felâh içerisinde bir medeniyete göç olacak. Bizler bu duruma, Filistin halkının bu direnişinin bu şekilde “yer değiştirip” zafere ulaşmasına “hicret” diyoruz.

Şimdi bizim aydın ve âlimlerimizin hicretine gelelim. Onların “hicret” tanımı zilletten başka bir şey değildir! Bizler de aydın ve âlimlerimize nâçizane şu tavsiyelerde bulunalım: İlk önce siz, kendinizi muhatap alarak “hicret”i kendi zihinlerinizde başlatın! Küresel emperyalist oyunların nasıl kurgulanıp sergilendiğini, bunun için halkların nasıl kurban edildiklerini görün, tezgâhlanan bu oyunları görüp anlatın. Ya bunu gerçekten bilmeyerek yanlış yorumluyorsunuz ya da gözleriniz var, görmüyor; dilleriniz var, konuşmuyor; elleriniz ve ayaklarınız var, harekete geçmiyor! Öncelikle zihninizi, söylemlerinizi mazlumlar lehine çevirin! Zaten Filistin halkı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Önemli olan bizim, direnişin hangi safında olduğumuzdur

İsterseniz gelin, bu safları netleştirelim! Sözüm, onlara! O aydınlarımız ve âlimlerimiz kendilerini çok iyi bilir! Ne zaman Filistin lehine somut adım atabildiler? Tersine; harekete geçenleri, direnişe destek verenleri utanmadan eleştirdiler, kötülediler ve sorguladılar! Katliamları sadece kınamayla geçiştirdiler. Hiçbir söylem ve eylemlerinde kınama ve “Kahrolsun İsrail!” söylemlerinden öte gidemediler. Sadece popülist ve hamâsî söylemlere takılıp kaldılar.

Şimdi gelelim direniş safında hizalanan bir avuç vicdan sahibi insana! Niye bunlar gözaltılara, sorgulamalara, işkencelere, tutuklamalara maruz kaldı? Neden kolluk güçleri, iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan toplanınca böyle bir tavır takınıyor? Direnişin safında yer alan bir avuç insan çok mu korkutuyor Filistin düşmanlarını? Sahi korkunuz nedir? Bulunduğunuz statünün daha bilinçli ve daha sözü dinlenir bir statü olması gerekmiyor mu? Yoksa statünüzü, mevkiinizi kaybetme korkunuz mu var?

Oysa direniş safları, korkularını yenen, ölümü öldürenlerin safıdır! Bu safta olmayacaksınız eğer, gölge de etmeyin! Artık bu aşamada saflarımızı belirlemeyelim mi? Zulmün safında, mazlumlara karşı mı yoksa mazlumların safında, direnişin safında mı! Aslında vicdan sahibi insanlar için çok açık: direnişin safında, zafere dek!

Devamını Okuyun

Yazılar

Amerikan-İsrail Soykırımı ve Globalist Projenin Ayak Sesleri – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Yirmi birinci yüzyılın ortasında insanlık, tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Ne yazık ki bu karanlık, yalnızca bombaların gökten yağmasıyla değil; ahlakın, vicdanın ve insanlığın sistematik bir şekilde yok edilmesiyle derinleşiyor. Bugün Gazze’de yakılan her ev, yıkılan her cami, parçalanan her çocuk bedeni sadece İsrail’in değil, Amerikan emperyalizminin ve ona akıl veren küresel efendilerin ortak cinayetidir. Bu, bir savaş değil; soğukkanlı bir soykırım ve topyekûn bir medeniyet yıkımıdır!

Bugünün dünyasında insanlık olarak “medeniyet” kavramının altının boşaltıldığı, değerlerin metalaştırıldığı ve vicdanın sistematik olarak bastırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu çağda “medeniyet”, Batı’nın elinde bir propaganda aracına dönüşmüş, içerdiği tüm anlamları kaybederek yeni-sömürgeci projelerin vitrini haline gelmiştir. İşte bu vitrinin ardında Gazze gibi yerlerde akan kan, soykırım, tehcir aslında yeni dünya düzeninin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

İsrail: Sadece Bir Terör Devleti Değil, Bir Proje

İsrail, yalnızca bir terör devleti değil, bir projedir! Bu proje, Batı’nın kadim Haçlı kiniyle, çağdaş Siyonist ideolojinin birleşiminden doğmuş bir yapay organizmadır. Gazze’de yürütülen katliamlar, spontane gelişen askeri hamleler değil; sistematik bir etnik temizlik politikasının ürünüdür. Her bomba, bir plânın; her keskin nişancı kurşunu, bir küresel stratejinin parçasıdır.

İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri garnizonu, bir “medeniyet istasyonu” değil; etnik temizlik ve soykırım mühendisliğinin canlı örneğidir. 1948’den bu yana Filistin topraklarında uygulanan şiddet politikaları, Siyonist ideolojinin teolojik temellerinden beslenen bir ırkçılıkla harmanlanmış, Yahudi üstünlüğünü mutlaklaştıran bir etno-devlet modeline dönüşmüştür.

Bu bağlamda İsrail’in eylemleri, salt “güvenlik kaygılarıyla açıklanamaz. Aksine, bu sistematik saldırılar, bölgede kültürel, demografik ve dini bir dönüşüm hedefleyen uzun vadeli bir “resetleme” planının parçasıdır. Bu plânın aktörleri ise sadece İsrail devlet aklı değil; onu destekleyen hatta yöneten global sermaye ve stratejik akıllardır.

Amerika: “Özgürlük” Maskesiyle Cinayet İhracı

ABD ise bu plânın taşeronudur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi söylemlerle tüm dünyaya ihraç ettiği şey gerçekte savaş, yıkım ve kaostur. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da oynanan kirli oyun şimdi Gazze’de, tüm acımasızlığıyla yeniden sahnelenmektedir. Amerikan uçaklarıyla gelen bombalar, Amerikan silahlarıyla vurulan çocuklar ve Amerikan medyasıyla aklanan katliamlar… Bu, barbarlığın dijital çağdaki hâlidir.

ABD, tarihin en büyük askeri gücü olarak sadece savaş değil; kültür, medya ve teknoloji yoluyla da küresel tahakküm kuran bir imparatorluk inşa etmiştir. “Özgürlük ihracı” adı altında yürütülen her askeri müdahale; aslında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarların ele geçirilmesi ve küresel düzenin yeniden dizaynı anlamına gelmektedir.

Amerikan dış politikası, İsrail’in politikalarını yalnızca desteklemekle kalmaz; onun bölgede bir taşeron devlet olarak işlev görmesini sağlar. Pentagon’un mühendisliğini yaptığı, CIA’nın finansal destek verdiği soykırım projeleri NATO medyasıyla meşrulaştırılırken, dünya kamuoyu, “Batılı değerler” ambalajıyla uyuşturulmaktadır.

Globalistler: Tanrıcılık Oynayan Yeni Firavunlar

Ancak bu cinayetlerin arkasında yalnızca devletler değil, çok daha büyük bir güç vardır: Küresel sermayeyi, medya tekellerini, ilaç ve teknoloji devlerini elinde tutan bir avuç elit azınlık! Bu azınlık, kendini Tanrı yerine koymuş, insanlığı kontrol altına almak, milletleri köleleştirmek ve nihayetinde “tek tip” bir insan modeli oluşturmak istemektedir. Gazze’de denenen şey, bu küresel plânın bir test sahasıdır: Direnen toplumları kır, yok et, susmayanları aç bırak, yılmayanları bombala, direnlere destek olanları tutukla, hapset!

Modern dünya sisteminin gerçek yöneticileri devletler değil; sınırları aşan, ulusal egemenlikleri hiçe sayan bir sermaye oligarşisidir. Bu oligarşi; küresel finans kurumları, büyük medya tekelleri, farmasötik ve teknoloji devleri aracılığıyla insan hayatını, bilgiyi ve algıyı kontrol etmektedir.

İsrail’in Filistin’de denediği, ABD’nin Irak’ta uyguladığı şey aslında bu globalistlerin nihâî plânının laboratuvar deneyleridir. Bu plân, ulus-devletleri ortadan kaldırmak, aileyi çözmek, dini inancı yok etmek ve bireyi yalnız, kontrol edilebilir bir dijital varlığa indirgemek üzere kuruludur.

Gazze’de öldürülen bir çocuk; yalnızca bir can değil, global düzene direnişin sembolüdür. Onun bedeni, dijital totaliterliğe karşı insanlığın verdiği son savaşın siperidir!

Modern çağın en büyük yalanı, insanlığın özgürleştiği yalanıdır. Oysa gerçekte yaşanan; bireyin, toplumun ve milletlerin adım adım küresel bir denetim sistemine mahkûm edilmesidir! Bu sürecin arkasında ise ne sadece devletler ne de ideolojiler vardır. Arkasında bir sınıf vardır: globalist elitler. Onlar, kendilerini tanrı yerine koymuş, insanı yeniden biçimlendirmek ve yeryüzünü mutlak bir tahakkümle yönetmek isteyen modern Firavunlardır.

Globalizm, sermayenin ve gücün ulusal sınırları aşarak küresel bir otorite haline gelmesidir. Bu ideolojinin hedefi, bağımsız ulus-devletlerin çözülmesi, kültürel kimliklerin yok edilmesi ve tek tip bir tüketim bireyinin oluşturulmasıdır. Uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası), büyük teknoloji tekelleri (Meta, Google, Microsoft), ve küresel medya devleri bu yapının yürütme organlarıdır.

Onların gözünde insan bir ruh değil, istatistiksel bir varlıktır. Bir QR kod, bir algoritmadır. Her hareketi izlenebilir, yönlendirilebilir, gerektiğinde etkisizleştirilebilir.

Sessiz Dünya, Suç Ortaklığıdır

Batı’nın sessizliği masum değildir. Her sessizlik, bir onaydır. Her tarafsızlık, bir suç ortaklığıdır. Bugün İsrail’e silah satan da ona “savunma hakkı” diyen de soykırıma sessiz kalan da insanlık suçu işlemektedir. İsrail’le ticarete devam edenlerle diplomatik, siyasi, askerî ilişkileri kesmeyenler soykırım suçuna ortak olmuştur. Bu yeni dünya düzeni, “kanla yazılmış bir distopya”dır.

Çünkü sessiz kalmak, işlenen suça ortak olmaktır. Barbarlığa karşı susmayan her ses, insanlığın geleceğine atılan bir tohumdur. Bugün Gazze’deki mücadele; sadece bir toprağın değil, tüm insanlığın değerlerinin, kimliğinin ve haysiyetinin savunusudur. Tüm insanlığın Gazze direnişine sahip çıkma borcu vardır.

Direniş: Medeniyetin Son Kalesi

Bu kirli düzene karşı direnmek, sadece bir hak değil, ahlâkî bir görevdir. Direniş, sadece silahla değil; kalemle, sözle, fikirle, şiirle de mümkündür. Çünkü bu savaş, sadece toprakların değil, zihniyetlerin de savaşıdır. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz! Ya bu barbarlığa sessiz kalacağız ya da yeni bir insanlığın hayalini kuracağız!

Unutma: Gazze düştüğünde yalnız Filistinliler değil, insanlığın onuru da düşmüş olacak! O nedenle bu mücadele, sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir.

Küresel elitlerin uyguladığı yöntemlerin başında, kriz üretmek ve bu krizlere çözüm sunma bahanesiyle özgürlükleri geri almak gelir. Pandemiler, ekonomik buhranlar, savaşlar ve sun’î göç dalgaları bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her büyük kriz, globalistlerin “yeni düzen”e geçişte kullandığı bir merhaledir.

COVID-19 pandemisi, bir sağlık krizinden çok, dünya çapında denetim mekanizmalarının test edildiği bir laboratuvardı. Dijital pasaportlar, kitlesel gözetim sistemleri, sosyal medya sansürleri bu dönemle birlikte normalleştirildi. İnsanlar korkutularak itaatkâr hale getirildi.

Tek Dünya Devleti: Dinin, Ailenin ve Kimliğin İflası

Küreselcilerin nihai hedefi tek merkezden yönetilen bir dünya sistemidir. Bu sistemin önünde duran en büyük engeller ise şunlardır: din, aile ve milli kimlik.

  • Din; insanın üst bir otoriteye bağlılığını temsil eder. Bu da globalistlerin mutlak hâkimiyetini tehdit eder. Bu yüzden din ya yozlaştırılır ya da marjinalize edilir.
  • Aile; bireyi sistemin mutlak kontrolünden koruyan en küçük direnç birimidir. Onun yerine cinsiyetsiz, köksüz bireylerden oluşan sözde özgür topluluklar inşa edilir.
  • Milli kimlik; yerli olanı, özgün olanı ve bağımsızlığı temsil eder. Bu da tek tip insan modeline engeldir. Dolayısıyla kültürler ya homojenleştirilir ya da çürütülür.

Dijital Tahakküm: Gözetim, Manipülasyon ve Veri Diktatörlüğü

Yeni dünya düzeni, fiziksel işgallerle değil; veriyle, yapay zekâyla, algoritmalarla yürütülmektedir. Google aramalarınızdan kredi notunuza, sosyal medya etkileşimlerinizden alışveriş alışkanlıklarınıza kadar her şey kayıt altındadır.

Bu veri setleri, bireylerin zihinsel haritasını çıkarır ve kitlesel yönlendirme için kullanılır. Bugünün en büyük silahı ne bombadır ne tank! Bugünün en güçlü silahları bilgidir, veridir, algoritmadır.

Ya Direniş ya Dijital Esaret

Ya bu sistemin sunduğu sanal özgürlüklerle ruhumuzu satacağız ya da bedel ödeyerek gerçek insan kalacağız. Bugün Gazze’de direnenler, sadece İsrail’e değil, bu küresel düzene de karşı koymaktadır. Bu yüzden bu savaş; yalnızca bir toprak meselesi değil, insanlığın ruhunu kurtarma mücadelesidir.

İslam’ın Teklif Ettiği Dünya

Adaletin, Merhametin ve Tevhid’in Egemen Olduğu Bir Varlık Düzeni

Sadece Karşı Çıkmak Yetmez, Bir Teklifin Olmalı

Tarihte hiçbir karşı çıkış, bir teklif olmadan kalıcı olamamıştır. Bunu “Arap Baharı” sürecinde tecrübe ettik, eleştiriler yıkıcı olmaktan çıkıp dönüştürücü hâle ancak alternatif bir yapı önerisiyle gelir. Bugün globalist barbarlık, dijital tahakküm, Siyonist zulüm ve liberal çürüme karşısında; insanlığın sadece “direniş” değil, aynı zamanda “yeniden inşa”ya ihtiyacı vardır. İslam medeniyeti, bu yeniden inşanın yegâne evrensel modelidir. Çünkü o, insanı merkezine alan, ilahi ilkeyi temel alan ve adaleti tüm boyutlarıyla sistematikleştiren yegâne medeniyet tasavvurudur.

Tevhid: Birliğe Dayalı Ontolojik Bir Bakış

İslam medeniyeti, varlığı parçalanmış bir bütün olarak değil; anlamlı bir birlik içerisinde kavrar. Tevhid inancı, sadece Allah’ın birliğini değil; hayatın her alanında bütünlük ve adaletin hâkim olması gerektiğini öğretir. Ekonomi, siyaset, hukuk, aile, çevre… Her şey ilahi denge (mîzan) ile ahenk içinde olmalıdır.

Bu anlayışta insan, doğaya hükmeden değil; doğa ile birlikte bir emaneti taşıyan varlıktır. Devlet, halkın efendisi değil; adaletin taşıyıcısıdır. Bilgi; güç değil, sorumluluktur.

Adalet: İslam Medeniyetinin Omurgası

İslam’ın medeniyet teklifinde adalet, merkezî ilkedir. Adalet, sadece hukuki değil; ekonomik, sosyal, kültürel ve epistemolojik bir düzendir. Kur’an’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” emri, evrensel hukuk için erişilmesi zor bir zirvedir.

Bugün dünyada adalet, sadece güçlü olanın ayrıcalığına dönüşmüşken; İslam, en zayıfı, en yetimi, en kimsesizi merkez alan bir düzeni öncelemektedir. Bu adalet, sınıfsız bir toplum vaadi değil; her sınıfın hakkını koruyan bir denge sistemidir.

Aile ve Toplum: İnsanlığın Çekirdeği

İslam medeniyetinde aile, toplumun temeli değil, bizzat kendisidir! Kadın ve erkek cinsiyetsizleştirilmiş eşitlik yarışında değil; birbirini tamamlayan iki hakikat olarak kavranır. Çocuk, nesil değil; emanettir. Bu bakış açısı, Batı’daki aile krizinin ötesinde; sağlıklı, üretken ve sorumlu bir toplumun yapı taşlarını sunar.

Toplum, yalnızca bireylerin toplamı değil; birbirine karşı ahlâkî sorumluluklarla bağlı bir “ümmet”tir. Bireyin özgürlüğü, başkasının hakkını yok sayarak değil; onu gözeterek vâr olur.

Ekonomi: Faizsiz, İsrafsız, Hakkaniyetli Bir Model

İslam’ın ekonomik teklifi; faizsiz, israfsız ve üretim temelli bir düzene dayanır. Kapitalist sistemde paradan para kazanmak makbuldür; İslam’da ise bu, zulümdür. Fakirlik bir kader değil; zenginlerin vebali olarak görülür. Servetin dolaşımda olması, belirli ellerde toplanmaması, zekât ve infak gibi kurumsal sistemlerle garanti altına alınmıştır.

Bu anlayış, bugünün krizlere gebe olan finansal sistemine karşı hem adil hem sürdürülebilir bir modeldir.

Bilgi ve İrfan: Gerçekliğe Yolculuk

İslam medeniyetinde bilgi, sadece nicel birikim değil; hakikatle buluşma sürecidir. Modern bilgi epistemolojisi, hakikati parçalayan bir tahakküm aracına dönüşmüşken; İslam düşüncesi, akıl ile vahiy arasında denge kurarak, insanı hem maddi hem manevi olarak inşa eder.

Bilgi; kibir değil, tevazudur. Güç değil, emanettir. İşte bu anlayışla, İslam medeniyeti, bir yandan astronomide zirveye çıkmışken öte yandan tasavvufta insanın iç yolculuğuna da rehberlik etmiştir.

Savaş ve Barış: Onur Temelli İlişkiler

İslam, savaşla barış arasında denge kuran bir sistem sunar. Ne pasifist bir kabulleniş ne de emperyalist bir yayılma… İslam’ın savaş anlayışı, mazlumları korumak, adaleti tesis etmek ve fitneyi (bozgunculuğu) durdurmak içindir. Barış ise zulmü meşrulaştıracak bir örtü değil, adaletin tesisinden sonraki durumdur.

Bu yönüyle İslam, Batı’nın “barışçıl işgali”ne, “demokrasi için savaş” yalanına karşı hakikate dayalı bir duruş sergiler.

Şehir ve Mekân: Ruhu Olan Coğrafyalar

İslam medeniyetinde şehir; rantın değil, rûhun mekânıdır. Camiinin merkezde yer aldığı, sokakların komşulukla örüldüğü, mimarinin estetikle, insanla ve doğayla barışık olduğu bir modeldir. Bu anlayış, modern şehirlerin beton ormanına dönüşmesine karşı; yaşanabilir, huzurlu ve ruhu olan şehirler teklif eder.

Sonuç: Medeniyet, İnsanlık Onurunun Mimarisidir

İslam’ın teklif ettiği medeniyet; insanı ilahlaştırmaz ama ona onur kazandırır. Teknolojiyi reddetmez ama onun efendisi olmayı öğretir. Kültürü dondurmaz ama yozlaşmasına izin vermez. Bu medeniyet, sadece Müslümanlara değil; tüm insanlığa bir davettir. İnsanlığın geldiğimiz noktada tek kurtuluş reçetesidir.

Gazze’deki direniş, bu medeniyetin küllerinden doğuşunun habercisidir. Batı’nın çöküşü sadece bir yıkım değil; hakikat medeniyetinin yeniden inşası için bir başlangıç olabilir, olmalı, biz istersek, irade ortaya koyarsak bu mümkün, bu olursa iyi olur babından bir şey değil kulluğumuzun gereğidir. Çünkü hakikat yalnızca savunulmaz; aynı zamanda inşa edilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x