Connect with us

Yazılar

Afganistan Kendi Hâline Terk Edildi – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Türkiye’de Taliban’a bakışta iki cenah var. Bunlar “terörist, Işidçi, cani tipler” diyenler; karşı tarafta ise “başta ABD olmak üzere batı ülkelerine karşı 20 yıldır (önceki süreçler ayrı mevzu) cihad edip zafer kazanmış, İslam nizamını kurmuş muvahhidler” diyenler… İki seçenek için de diyebiliriz ki tarihsel, somut, düşünsel veriler olmakla birlikte ikisi de büyük bir yanılsamadır. Olumlu-olumsuz, başta durumu doğru/sağlıklı/objektif tespit edip tanımlamak ilgili herkesin faydasınadır. Olguları olduğundan farklı, çoğu zaman da arzu ettiğimiz doğrultuda tanımlamanın, kendimizi kandırmanın kimseye bir faydası yok, özellikle de bölge halkına…

Başta şunu belirtip tespit etmek lazım, ortada bir zafer yok. ABD çıkarları doğrultusunda bölgeyi boşalttı ve Taliban’ın kendi deyimleriyle (rejim güçlerine karşı bile) hiç beklemedikleri kısa sürede gelişim sağlandı ve hazır değilken devleti ellerinde buldular. (Arzu edenlere delilleriyle ayrıntılı olarak ifade edebiliriz.)

Ne ölçüde İslami bir yapı ve anlayışta oldukları ayrı tartışma konusu, burada kimseyi ikna edemeyiz. Şahsen İslam’ı çok yanlış boyutlarda algılayıp yaşamakta olan sıkıntılı bir cenah var karşımızda. Taliban, bizim mahallenin ahmaklarıdır; buradan kastım hakaret değil, bir tespittir. Taliban müntesiplerinin çoğunluğu ne yazık ki gelecek tasavvuru olmayan, düşünsel olarak sığ ve kıt, pozitif/sosyal bilimlerde, ilimlerde hiçbir varlık gösteremeyen, doğma büyüme medreseden çıkmasalar da İslami olarak cahil insanlardan müteşekkil durumdadır. Samimiyetlerinde şüphe yok ama samimiyete endeksli değerlendirmek ve yobaz bir İslam düşüncesi üzerine anlayış inşa etmek kadar tehlikeli bir durum yok zannımca. Yapısal/teknik/siyasi/ekonomik sorunlardan ziyade muhatap olunan en büyük sıkıntı bu gibi makul bir anlayış çerçevesinde Batı hegemonyasını kırıp ülkesini özgürleştiren bir yapıya, hele de İslami bir yapıya kimsenin itirazı olmaz. Ama karşımızda makul bir akıl ve İslam düşüncesi işletilmemektedir.

Hangi İslam’da kadınlar mahremsiz sokağa çıkamaz, burka misali tümden kapanmak zorundadır, hatta saçları açık evinden çıkamaz diye bir kaide var? Kadınların giyimini boş verin, sakalsız erkeklerin toplum içinde barınmaları bile engellenmekte! Hangi İslam’da mahallede fişleme yapıp cami cemaatine katılmayanları tespit edip zorla cemaat namazına getirmek var? “Dinde zorlama yoktur!” ayetini hangi kafayla okuyup anlamışlar, anlamak mümkün değil, ki zorladıkları şey de dinden değil! Ayrıca hangi İslam’da televizyon, müzik, film ve on yaş üstü kızların okula gitmesi yasakmış? Bu vb. başlıklar “İslam” çerçevesinde midir, değil midir, diye konuşmak bile abes/saçma/komiktir. Kadın meselesi çokça mevzu edilmekte, sanki tek sorun buymuş gibi bir algı da var. Görünür ve hayata doğrudan dokunan mesele bu ama daha çok sorunlu başlıklar var. (Ayrıca irdelenip çözüm üretilmesi gerekmekte…)

Taliban yönetimi ve bir alt tabakası bilinçli, az çok eğitimli ama alt tabaka çok cahil ve kontrolsüz, kafasına göre ahkâm kesip halka zulmetmeye keyfi olarak öldürmeye, dövmeye başlamış durumdalar, özellikle küçük şehirlerde ve beldelerde intikam duygusuyla türlü sıkıntılar gözlemlenmekte… Belki de birçoğu iletişim kanallarının sığlığından bilinememekte…

Bu noktaya nasıl gelindi, Taliban nasıl bir yapılanmaya sahip biraz irdeleyip bilirsek daha sağlıklı okumalar yapılacaktır. Taliban 26 kişiden oluşan bir şûrâ yapısıyla yönetilmekte; ufaklar hariç güçlü 4-5 farklı yapıdan müteşekkil. Simasını görmediğimiz Haybatullah Akundzade emir’ul-mü’minin olarak anılmakta, hali hazırda Afganistan başbakanı Molla Hasan Akhund’dur. En güçlü yapı Hakkaniler, 5 yıl önce öldürülen Celaleddin Hakkani’nin ismiyle anılan (sonrasında örgütü fesh edip Taliban’a biat etseler de) iki oğlundan biri olan Sarajuddin Hakkani’nin başı çektiği bu örgüt, Taliban içinde en profesyonel ve güçlü gruptur. Taliban yönetiminden haricen talepleri var, ne yazık ki Taliban şûrâsının aldığı kararlara uymayabilir/uymamakta ve başka bir çatışma ortamı doğabilir. Bu gruptan kaynaklı sıkıntı olasılıkları haricinde günceldeki en mühim mesele, yıllardır aç karnına dağlarda cihad eden milislerin zafer ve sonra oluşan dengelerdeki talepleri. Elde edilen zafer sonrası ganimet ve şehir hayatında zorunlu olarak ihtiyaç hissedilecek ödenek talepleri iç bir isyana gebe. Ayrıca, devletleşen bir yapıya bürünülen yeni dönemde (modern manada bir devlet düşmanı olarak yetiştirilen) Taliban müntesiplerinin, hali hazırdaki yapıya karşı alacakları tekfirci tavırdan kaynaklı DEAŞ cephesine geçip içinden çıkılamayacak bir cendereye girilmesi kuvvetle muhtemel bir durumdur. Haricen Suriye ve Irak’taki (İslam devleti sevdalıları) Afganistan’a geçip, umduğunu bulamayıp DEAŞ cephesini genişleterek kaos ortamını derinleştirmesi, bölgede endişe ile gözlemlenmektedir.

Ek olarak, sırada Pakistan gözüküyor. Pakistan’ın İslami toplumsal yapısı malum, Taliban aslında orada örgütlü, arka planda konuşulduğuna göre “Afganistan’da yaptıysak Pakistan’da da bu tür bir girişim ve yönetim devri sağlayabiliriz” denilmekte… Pakistan’da da selefi ve radikal gruplar örgütlenmeye başlamış ve yakında orada da Taliban temelli bir ayaklanma bekleniyor. Bu olasılık gerçekleşirse Pakistan’ın başı belada demektir.

Bilindiği üzere Taliban eskiden güneyde aktifti hatta kuzeyde hiç etkisi yoktu ama son yıllarda kuzeyde güneydekinden daha kuvvetli hale geldi ve son başarısının sırrı da burada. Buradaki Özbek ve Tacik nüfusun Taliban’a (bu gerçek ışığında halk nezdindeki meşruiyeti tartışılmaz) katılımı ve desteklemesiyle oldu. İktidarı elde ettikten sonraki dönemde %30’luk bu Özbek ve Tacik kitleye, Peştun çoğunluk tarafından hak verilmemiştir. Kabil düştükten sonra Taliban içindeki Peştunlara birçok ganimet ve kadro verilmiş ama onlara verilmemiş. Verilmek bir yana, bazı Özbek/Tacik komutanlar görevden el çektirilip etkisiz hale getiriliyor, son olarak Makhdum Alim isimli Özbek komutan hapsedildi, Tacik komutan Qari Vekil de tutuklandı. Onlar da haklı olarak “Biz de savaştık, bizi niye dışarıda bırakıyorsunuz?” diyorlar, aralarındaki güç savaşımı hız kazanmış durumda. Kuzeydeki Faryab beldesinde insanlar günlerdir sokaklarda.

Eski yönetimin ve yeni muhalefetin durumu ise daha içler acısı; ABD ve Avrupa ülkelerinin her türlü desteğine rağmen 20 yılda ülkeye bir tek çivi çakılmamış durumdadır. Afaki gelecek ama kırsalın tümü bir yana Kabil’in çevre mahalleleri dâhil merkezin birçok yerinde su tesisatı ve kanalizasyon alt yapısı dahi yok. Elektrik ve internet zaten sıkıntılı, hastane sayısı çok çok az sayıda, yani ülkeye hiçbir yatırım yapılmamış. Yatırım bir yana verilen hibelerin büyük bir kısmı kirli politikacılar tarafından el altından yurtdışına çıkarılıp ailelerinin refahı için tüketilmiş. Ortalıkta Taliban ismini kullanıp halka zulmeden tiplerden ziyade eşkıyalık kol gezmekte, polisler dâhil mafyalık düzeni hakim durumdaydı. 8 aylık Taliban döneminde en azından can/mal/ırz güvenliği had safhada deniliyor. Ülkenin kaynakları şimdilik hiçbir şekilde hortumlanmamakta, halk güven içinde bir hayat sürmekte.

İlk dönemlerde Penşir’de toplanan Şah Mesud’un oğlu Ahmed Mesud daha 32 yaşında olmasına rağmen babasının adıyla eski komutanlardan bazılarını çevresinde toplamış, diğer seküler muhalefet de kısmen arkasında. Penşir’in düşmesine yakın Tacikistan’a geçen Ahmed Mesud’un ve muhalefetin nasıl örgütlenip nasıl konumlanacağını ilerleyen dönemlerde göreceğiz. Yıllardır ön planda olan Raşid Dostum’un pislikleri herkesin malumu. Gelinen noktada özellikle eski mücahitlerin Afganistan halkına vaat edecekleri bir şey kalmadığı söylenmekte, Mücahidin komutanlarının neredeyse tamamının dünyalık sevdasıyla savruldukları ve ülkeyi hortumlayıp yurt dışında refah içinde yaşadığı dilden dile dolaşmakta… Zaten bu çürümüşlükten dolayı bu noktadayız.

Geçmiş hesaplaşmaların ve son dönemlerdeki güç savaşımının doğrudan taraflarından olmamasına rağmen, her iki yönetiminde türlü yöntemlerle baskılayıp zulmettiği Hazaralar ayrı bir konu. Eski yönetimin hiçbir yatırım yapmadığı, türlü sıkıntılar çıkarttığı Afganistan’ın en fakir bölgesi ve etnik yapısı olan Hazaralar şimdilerde de Taliban yönetiminin gadrine uğramaktalar.

Hali hazırda Taliban’ın kendi imkânlarıyla devleti yönetme kabiliyeti kesinlikle yok, ki onlar da bunu istemiyor. En kısa sürede ortaklaşa bir yapı kurulmalı yoksa iç savaş kaçınılmaz gibi, ki kurulsa bile iki yıla kalmaz iç savaş olur deniyor. Ne yazık ki Afganistan felah bulamayacak!

Halkın ahvali ayrı bir trajediye dönüşmüş durumda; savaşın bıraktığı umutsuz kitleler, harap olmuş koca bir ülke, milyonlarca uyuşturucu müptelası, ülkenin başından sonuna kadar suç ağlarıyla örülen eski rejimin bıraktığı izler, göç ve muhacir sorunu, yoksulluk, işsizlik her biri kan donduran boyutlarda. İktidar mücadeleleri içinde çıkmaza giren iktisadi çark bir an önce işlevselleştirilmelidir, yoksa büyük bir açlık ve çaresizlik hâkim olacaktır/olmak üzeredir.

Afganistan’ın dünya bankasındaki paralarının bloke edilmesi, ülke içindeki bankaların çalışmasını (kısmen açılsa da) sekteye uğratmış ve iktisadi sistemi felç etmiştir. Gümrükler çalışmamaktadır, ithalat ve ihracat tamamen durmuş vaziyette. Bölgede üretilen meyve-sebze ve pirinç gibi hayati öneme sahip ihraç ürünler sevk edilememekte… İşsizler ordusuna ülkenin memurları da eklenmiş durumda. Çocuklarını açlıktan satan anneler, geceleri caddelerde dilenmeye çıkan kadınlar, yollarda pazarlarda saatlerce dilenen insanlar neredeyse ülkenin üçte birini teşkil ediyor. Savaşta hamilerini kaybeden 1 milyona yakın yetim ayrı bir travma konusu… Sokaklarda soğuk havada beton üzerinde yatan yüzlerce çocuk olağan manzaralardan… Haricen savaştan etkilenmiş, evleri yıkılmış binlerce muhacir parklarda, çadırlarda yaşam savaşı vermektedirler. Ülkeye ilaç girişinin, bu adı konulmamış ambargoda yavaşlatılmasıyla büyük ölçüde aksayan sağlık yapısı hayati öneme haiz durumdadır.

“Yeni rejimin tanınması siyasi bir mesele, bu ülkelerin kendi maslahatları, devletlerin kaygıları/hesapları anlaşılabilir bir durum. Fakat göz göre göre bir felaket yaklaşmaktadır. BM saha raportörlerinin resmî verileri an itibari ile 14 milyon insanın açlık sınırında olduğu yönündedir. Kimi veriler 22 milyon gibi korkunç bir rakamı işaret ediyor. Buna çok acil bir çözümün üretilmesi gerekiyor. Yeni rejimin tanınma kaygısı bir kenara, adil siyaset adamlarına insani kriz meselesinin aciliyeti duyurularak ara bir formül ile bir çözüm geliştirilmelidir.” (İHH’dan Abdullah Alageyik) Makul görüp görmemek ayrı mesele, bölgenin ve mevcut durumun gerçekliğine uygun hareket edip Taliban yönetimi tanınıp hayatın kısmen de olsa normale dönmesine hizmet etmek gerekiyor.

Konuya duyarsız kalınmasını doğuran çarpık bir anlayış mevcut. Taliban iktidarı ele geçirdi geçireli yapılan ve yapılması gereken yardımlar, mevcut yönetimi destekler gibi algılanıp hareket edilmektedir. Bölgede tarih boyu görülmemiş bir insani kriz varken, bu tür yersiz düşüncelerle hareket edilmemelidir. İletişim çağında olmamıza rağmen malumat olarak da çok kurak bir ortam var, belki de duyarsızlıktan haber edinme ihtiyacı dahî hissetmiyoruzdur. Artık gündemlerimiz o kadar hızlı ve dolu ki, herkes kendi derdi içinde olan bitenden bile bihaber, haber kanallarımızda doğru dürüst bilgi aktarılmamakta.

Ümmetin mazlum coğrafyalarının başında gelen Afganistan’a sahip çıkıp ondan haberdar olalım, Afgan halkıyla dertlenelim; onlar için kapılar aralamaya, umut olmaya çalışalım.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’in Zehirli Mirası: Güney Lübnan’a Beyaz Fosfor Bombaları

Yayınlanma:

-

Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde (AUB) çevre kimyası araştırmacısı olan Abbas Baalbaki, yaklaşık altı aydır İsrail tarafından Lübnan topraklarına atılan beyaz fosforu inceliyordu.

Sonra bir gün, bir meslektaşıyla birlikte inceledikleri bir numune alev aldı.

Böyle bir şey olmamalıydı. Örnekler, 17 Ekim’de Kfar Kila üzerine bırakılmış ve 10 Kasım’da bölgede yağmur yağdıktan sonra toplanmıştı.

Baalbaki, onları test ettiğinde neredeyse bir aydır “kullanılmış” durumdaydılar.

Beyaz fosforla ilgili tüm literatürü okumuş ve tüm önlemleri almıştı, numunelerin aktif olmaması gerekiyordu.

Baalbaki, El Cezire’ye “Duman yaymaya başladılar!” diye anlattı.

Dumana birkaç saniye maruz kalmak, Baalbaki’nin günlerce beyin sisi, konsantrasyon eksikliği, aşırı baş ağrısı, yorgunluk ve mide krampları yaşamasına yetmiş.

“Meslektaşımı aradım ve ona nasıl hissettiğini sordum,” dedi. “Onda da aynı belirtiler vardı. Ne kadar zehirli olduğunu anlamamıştım.”

Baalbaki, Lübnan’a atılan beyaz fosforun, konuyla ilgili bilgilerin gösterdiğinden çok daha uzun süre aktif, çok zehirli ve yanıcı kaldığını düşünüyor.

Baalbaki, İsrail’in taktiklerinin Güney Lübnan’ın çevresine, tarımına ve ekonomisine uzun vadeli ve potansiyel olarak geri dönüşü olmayan zararlar verdiği ve bu bölgeyi yaşanmaz hâle getirebileceği konusunda uyarıda bulunan Lübnanlı araştırmacı ve uzmanlar korosuna katılıyor.

Baalbaki, Lübnan Hizbullah’ı ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ardından sınır ötesi saldırılar düzenlemeye başlamasından bu yana “tehlikeli maddeler; toprağımıza, suyumuza ve toprağımıza giren yabancı maddeler” üzerinde çalışmak zorunda kaldı.

Baalbaki’nin test ettiği beyaz fosfor; İsrail’in, Lübnan’ın güney köylerine ve tarım arazilerine saldırdığı silahlar arasında yer alıyor.

8 Ekim’de Hizbullah, İsrail işgali altındaki Şebaa Çiftliklerine saldırılar düzenlerken İsrail de Güney Lübnan’a saldırılar başlattı.

Lübnan Ulusal Bilimsel Araştırma Konseyi’ne (CNRS) göre 6 Mart’a kadar Güney Lübnan’a 117 fosforik bomba atıldı. Saldırılar devam ediyor.

İsrail, beyaz fosfor mühimmatını savaş alanında sis perdesi oluşturmak için kullandığını iddia ediyor. Ancak İsrail’in beyaz fosfor kullanımıyla ilgili olarak Lübnan’da çeşitli alanlardaki uzmanlarla yapılan görüşmelerde ortak bir teori ortaya çıktı: İsrail bunu, sivilleri bölgeden uzaklaştırmak ve Güney Lübnan’ı şimdi ve gelecekte yaşanmaz hale getirmek için daha büyük bir stratejinin parçası olarak kullanıyor.

El Cezire, araştırmacıların beyaz fosfor kullanımının kasıtlı olduğu yönündeki sonuçlarına ilişkin yorum almak üzere İsrailli yetkililere ulaşmış ancak yayın saati itibariyle herhangi bir yanıt alamamıştır.

AUB Doğa Koruma Merkezi (AUB-NCC) müdür yardımcısı Antoine Kallab, beyaz fosforla ilgili yakın zamanda düzenlenen bir panelde “Beyaz fosfor bir mermi ya da hedefe yönelik mühimmat gibi değildir, araziyi yaşanmaz hale getirmek için kullanılır.” dedi ve görüntülerin etkilerinin yayıldığını, “hedeflenen yerler” sınırlı kalmadığını gösterdiğini ekledi.

Baalbaki, “[İsrail ordusu] beyaz fosforun zararlı olduğunu, çok daha sonraki durumlarda yeniden alevlendiğini ve çevre üzerindeki toksik etkilerini iyi biliyor.” dedi.

Savaştan önce Lübnanlılar, İsrail’e İbranice konuşulduğunu duyabilecekleri kadar yakın olan eski bir sınır kapısı olan Fatima Kapısında bir gün geçirebiliyorlardı ancak ziyaretçilerin dikkatini çeken tek şey bu değildi.

Arap Reform Girişimi İcra Direktörü Nadim Houry, El-Cezire’ye yaptığı açıklamada “Güneye doğru gittiğinizde çok çarpıcı bir manzara ile karşılaşıyorsunuz!” dedi.

“Lübnan tarafı tamamen çorak bir arazi iken İsrailliler sınırdan önceki son santime kadar ekim yapıyorlar. İsrailliler [Lübnanlıların] ekim yapmasını neredeyse imkânsız hale getirdiler!”

Uluslararası Göç Örgütü’ne göre savaşın başlamasından bu yana 91,000’den fazla insan Güney Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı.

BM’ye göre 60,000 kişi de hâlâ aktif çatışma bölgelerinde bulunuyor ve bunların çoğu kaynak yetersizliği ya da yaşlılık veya engellilik nedeniyle hareket kabiliyetinden yoksun oldukları için kaçamıyor.

Baalbaki, El Cezire’ye yaptığı açıklamada bu insanların çoğunun artık sarımsağa benzeyen beyaz fosfor kokusunu tanıdığını söyledi.

Beyaz fosfor -doğada bulunmayan mumsu, beyaz veya sarımsı bir katı- 30C (86F) üzerindeki sıcaklıklarda havadaki oksijene maruz kaldığında tutuşur ve fosfor oksitlerle karışık yoğun beyaz duman şeritleri yağdırır. Fotoğraflar, yanan tarım arazileri veya yapılar üzerinde uçan gaz halindeki beyaz denizanalarını andırıyor.

Ateşli parçalar tamamen oksitlenene ya da oksijensiz kalana kadar bitki örtüsü, binalar ya da insan eti üzerinde yanmaya devam eder.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC), “Beyaz fosfor, havada oksijenle hızla reaksiyona girerek dakikalar içinde nispeten zararsız kimyasallar üretir” derken “toprakta ise partiküllere yapışabilir ve birkaç gün içinde daha az zararlı bileşiklere dönüşebilir!” diyor.

Bu sözler, 2014’ten bu yana revize edilmedi.

Beyaz fosforun etkilerini inceleyen Lübnanlı araştırmacı ve akademisyenler, beyaz fosforun uzun vadede toprağı, bitkileri ve hayvanları nasıl etkileyeceğini belirlemek için çok az yararlı veri bulunduğunu söylüyor.

Bu tür çalışmaları yürüten gruplar sadece beyaz fosforu sağlayanlar, ABD ordusu ve bu vakada Gazze’den araştırmacılar olan bazı kurbanlardır.

(…)

“İsrail ordusu 1982 işgalinde sivilleri beyaz fosforla hedef aldı ve 7 Ekim’den bu yana ormanlarda, tarlalarda, zeytin ve meyve ağaçlarında çok sayıda beyaz fosfor kullanıldı.

(…)

2006 savaşının son günlerinde İsrail, özellikle çatışmanın son üç gününde, her iki tarafın da bir anlaşmanın yakın olduğunu bildiği bir zamanda Güney Lübnan’ın geniş bir bölümünü 2,6 ila 4 milyon misket bombasıyla vurdu.

(…)

Beyaz fosfor ve diğer silahların toprak üzerindeki uzun vadeli etkilerinin araştırılması gerekirken, BM’ye göre tarımın yerel GSYİH’nin yüzde 80’ini oluşturduğu güney Lübnan halkı için âcil bir ekonomik kriz söz konusudur.

Savaş başlamadan önce bile çiftçiler geçinmekte zorlanıyordu.

Dünya Bankası’na göre Lübnan, modern tarihin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşarken para birimi 2019’da serbest düşüşe geçti. Lira, değerinin yüzde 95’inden fazlasını kaybetti ancak son zamanlarda 89.700 lira / 1 dolar civarında dengelendi (kriz öncesi döviz kuru 15.000 dolar / 1 dolardı).

(…)

2019’dan önce çiftçiler, ihtiyaçları olan şeyleri krediyle satın alabiliyor ve tedarikçilere hasattan sonra ödeme yapabiliyordu ancak bugün çiftçiler peşin ve nakit ödeme yapmak zorunda ve ekonomi dolarize olduğu için her şey daha pahalı hale geldi. Salloum, “[Eski] sistem krizden bu yana öldü!” dedi.

Lübnan Merkez Bankası’na göre Güney Lübnan’ın toplam ihracatı yılda yaklaşık 94 milyon dolar değerindedir. Salloum, 2006’daki savaş sırasında “Tarımdan kaynaklanan kayıp 280 milyon dolardı” dedi. “ve 2006’da ekonomik bir kriz yaşamadık.”

Güney Lübnan Tarım Birliği Başkanı Hüseyin, El Cezire’ye yaptığı açıklamada “Ekonomik açıdan felç olmuş durumdayız! Sınırdan Sidon’a kadar [sınırdan yaklaşık 62 km ya da 38,5 mil uzaklıkta] insanlar hareketlerine çok dikkat ediyor. Ekonomik olarak büyüme yok ve herkes korkuyor.” dedi.

Kaynak: aljazeera.com

Devamını Okuyun

Yazılar

İstanbul’da Üç Noktadan Geleceğe Sesleniş – Ömer Bilal Karakaya

Yayınlanma:

-

Üç araç değiştirip gittiğinizde bulmak isteyeceğiniz yeni bir şey olmasıdır, değil mi?

Ya da en azından bir sıcaklık ararsınız, söyleneni değil söylenmek isteneni anlayacak kadar söyleyene değer verildiği yer olabilir.

Bakalım, baskının en koyusuna giderken karanlığı durdurup hepimiz için bir kıvılcım olma potansiyelindeki üç farklı yere gidiyoruz. Farklı insanlar sözlerini nasıl söylüyorlar, birlikte nasıl yürüyorlar; izleyenlerine, sempatizanlarına nasıl umut oluyorlar, görelim istedim.

Bu üç noktanın birincisi olarak İstanbul TÜSİAD’ın önünde, İsrail’le ticarete devam eden şirketleri, kurumları protesto eden “Filistin İçin 1000 Genç”in eylemine gidiyoruz. Sonrasında, devrimci Akıncı (sadece Akıncı değil) Metin Yüksel ile solcu devrimci Deniz Gezmiş’in birlikte anılacağı Balat’taki programa; ertesi gün ise Şişli’de 23 emek örgütünün katıldığı paneli takip edeceğiz.

Filistin İçin 1000 Genç eylemine geldik. Y&Z jenerasyonlarının ikisini bir arada görüyoruz. Gezi’den az evveline kadar bu jenerasyonlar için, “Çok zekiler ama acımasızlar, sekterler, vefasızlar; saman alevi gibi parlayıp sönüyorlar; sadece bağımsız, yakın hedef odaklı, farklı farklı ilgi alanları var, vb.” eleştiriler oluyordu. Ama görüldü ki her jenerasyon kendi döneminde başına gelenlerle mücadele edebilir. Geçmiş tecrübelere takılmadan, herkes beklerken yola çıkabilir. Üstelik teknoloji çağında yola koyuldukları konuları dünyaya duyurabilir, olağan bir haksızlığa itirazı bile kitleselleştirebilir hatta oradan birleşik mücadele hattı çıkarabilirler.

Neyse, ön koşullu soruları geçip, büyük bir yapının, partinin desteği olmadan özellikle muhafazakâr yapıların hışmını üzerine çekecek tarzda yandaş sermayeyi protesto etmek gibi cesurca protesto etme ahlâkını gösterenlerin artılarına bakmak daha insanî! “Diriliş Buluşmaları” programları yaparak iktidardaki bizim mahallenin ettiklerini umursamayan İHH gibi yerlerden gençler olur mu diye bakındık.  “Abi bürokrasisi”ni tekrar hatırlamak zorunda kaldık tabii!

15 Temmuz’dan sonra kurulup hak mücadelesi veren platformlardan da gelen yoktu. Her ziyarete gidilen yere “Bizi niye gündem etmiyorsunuz?” derken buradaki eylemlerden nefes almayanlara sözüm, “Lütfen üstünüze alının ama bu, siyasetsizliğe düşüp yalın, özcü bir mağduriyetten kurtulma çabasıdır.” oluyor.

Dileğimiz tabii ki karar verdikleri yolda yürürken farklı yapıların kurduğu geniş çaplı birliklerde yer almaları… Bunun için ters düşebildikleri konulara, yaklaşımlara takılmadan buralarda sebat etmeleri…

Taksim’de, TÜSİAD önündeki genç topluluğun bahsettiğim birliklere tecrübelerini aktarabilecekleri, katalizör ve turnusol olabilme imkânı buluyorlar. Her itirazın, çıkışın sözünü kitleselleştirmesi ve ülke genelinde hareket kurmanın paydaşı olacaklar. Bu olamazsa özcülükte, sterilde kalma ve siyasetini kitleselleştirmede zorlanabilecektir. Buradaki gençlerin eşit katılımcı (hiyerarşisiz, ortak akılla) doğru yerden başladıklarından klişe hâle gelmeyeceklerinden umutla ayrılıyoruz TÜSİAD önündeki eylemden. Darısı; iradelerin önce büyüklerin, sonra iktidarların patentine uygun hale getirildiği insani yardım vakıflarındaki gençlere….

Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş’in, anma programında yan yana getirilişinin hikmetini öğrenmeye geçiyoruz Balat’a, “Antikapitalist Müslümanlar”ın programına… (https://www.youtube.com/watch?v=YUt9ZVlMQM4)

İnşa’daki programa yola çıkarken “Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş birlikte anılır mıymış?” diye bir serzeniş duymuştum, Kemalistti vb. gibi itirazlarla.

Oysa program başlayınca bence solun ideoloğu olmayı hak eden, video konferansla katılan  Demir Küçükaydın’dan ayrıntıyı öğrenmiş olduk. Zaten yol boyunca “Türk ve Kürt halklarının eşitliğine, bağımsızlığına vurgu yapan birisi böyle olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Küçükaydın, “CHP veya Kadıköy’ün solcularının bayrak yapabileceği bir Deniz Gezmiş var artık!” dedi. Gerçek Deniz Gezmiş, bizler gibi son Mohikanlar dışında kimse tarafından bilinmiyor artık!” diye ekledi. Yani Deniz’i, kendi anlayışına uygun biçimde icat edenleri özetledi.

Deniz Gezmiş ve Metin Yüksel’i anma programda ikisinin de yanlışlarına vurgu yapılmasını beklemiyorduk doğal olarak. Belki eleştirilerde cevap verilirdi. Bu konuda kitaplar izaha daha uygun olduklarından onların devreye girmesi gerekiyor tabii. Mesela “Bizim Deniz” kitabında dönemin diğer solcularının “Kır Gerillası” hedefine getirdikleri karşı açıklamaları dinlememekteki ısrarı anlatılır. Erdal Öz’ün “Deniz Gezmiş Anlatıyor” kitabında, odaklandığı yer itibarıyla bunlar yer almıyor. Deniz Gezmiş’in karşılıklı çatışmaları olmasına rağmen pusu kurma olaylarına karışmadığı belirtildi. Bu tür panellerde birinci dereceden tanıklar olması çok iyi ama yarım kalan ayrıntılar, sorular için kitaplara, kaynaklara atıflara yer verilmeli.

Anma programından ilginç anekdot: Köy çalışmasına giden solcuların köylülerin işlerini yapması ve sempati kazanması ama Cumaya gitmeyince olayın akamete uğraması!

Bence solcuların Cumaya o dönemde neden gitmediklerinin dezavantajını analiz etmek yerine bu durumu “Müslümanlardan da bazı gerekçelerle gitmeyenlerin olduğu” bilgisiyle açıklayabilmeliydiler ya da “İlkesinden sapmış Cumalara Müslümanlar nasıl gidebiliyorlar?”ı sorabilmeliydiler oradaki köylülere. “Cuma” demek, “toplanmak, dertleşmek” değil mi; “Kurtaralım Cumaları devletin hegemonyasından! Onu özgürleştirelim ki Müslümanlar amacına uygun ibadet etsin!” derlerdi. Sivil Cumaları canlandırırlardı.

Yoksa “Mısır’daki komünistler gibi katılmak isteriz.” derlerdi belki… Özgür, bağımsız bir Cuma’nın nasıllığını anlatabilecek durumda olmalıydılar. Mısır’da komünistlerin Cuma meselesini örnek gösterebilmeliydiler. Madem kuyudan birlikte çıkabilmek birbirine tutunarak olacak, o zaman Müslümanlar ve solcuların birbirlerini bir an önce görmek-tanımakanlamakkabul etmek sürecini tamamlamaları gerekiyordu nicedir. Bu dört aşamayı Gezi zamanında Beşiktaş Çarşı grubu temsilcilerinden biri, hârika bir şekilde anlatmıştı.

Bence Deniz Gezmiş, Filistin’den geldiği zaman mücadele tarzını belirlerken/değiştirirken  Ertuğrul Kürkçülerin bunun yerine mevcut direnişlere devam edilmesi yönündeki tavsiyesini dinlerken Metin Yüksel ve Sedat Yenigün gibi devrimci Müslümanlarla da gelip konuşabilmeliydi. Tabi bunu karşılıklı istemek gerekiyordu. Bence bunun gerçekleşmeme hatası daha çok Denizlerdeydi. Duvarlara “Sınıfsız, Sınırsız İslam Toplumu” ve Türkçe-Kürtçe sloganları birlikte yazan Yükseller, Yenigünler cidden muhatap alınmalıydı.

Velhasıl sıcacık bir anma programı oldu. Ancak gelecek yıl sadece Yüksel-Deniz anması değil de “Yüksel-Yenigün-Kaypakkaya-Deniz tarihçesi” gibi programlara geçilmeli.

“İslam ve Sol” veya “Müslüman Sosyalistler” programlarından ileri geçerek bir tarihsel bölüm alınarak “Şu tarih aralığında Müslümanlar ve Sosyalistler” vb. programlara geçilebilmeli.

İstanbul’daki önemli programların üçüncüsündeyiz. Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezinde yapılan “Sınıf Hareketinin Durumu: Deneyimlerimiz Işığında Ne Yapmalı” başlıklı panele yirmiden fazla işçi-emekçi örgütü ve sendikalar ayrı ayrı bu mücadelenin nasıl yapılacağına dair “Ne diyoruz, birbirimizden duyalım!” amacıyla yapılmış. (https://youtu.be/YCDpGPoYhMw?si=v30XWrZvRoQmmSA3)

Birbirine pek ters düşmeyen 23 kurumun bir araya geldiği salon canlı görünüyor.

Katılımcılardan Emek ve Adalet platformu konuşmacısının anlattıklarına ayrı parantez açıyorum. En çok tanıdığım kurum olarak linkteki videodan konuşmanın tamamı ve X hesabından takip edilebilir. İKEP temsilcisinin “En az 1-2 maddelik, anlaştığımız kararlar alalım!” isteği önemliydi. Bu gerçekleşseydi elbette Emek ve Adalet Platformu’nun altını çizdiği tahlillere odaklanılmış olabilecekti. Bana göre önemli tespitler şöyle:

  • İlerlemenin ve aydınlanmanın idealist tanımlarına yaslanarak dahası Kemalizm’in açtığı alanda bu terimleri sınıf siyasetinin merkezine alarak Türkiye sosyalist hareketi, bu topraklardaki sınıfın maddesinden, sınıfın kaynağındaki yapıdan uzaklaşmıştır
  • Sınıf mücadelesinin kitleselleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz aydınlanmacı anlayışın ve kültür savaşının terk edilmesi: İdeolojik gücümüzü (işçilere giderken) önümüzde değil, ardımızda götürelim.
  • İşçilerin bir temsilci beklediğini var saymaktansa onların kendi kendilerini temsil ettikleri direnişlerin sınıf hareketine egemen olmasına çalışmalıyız.
  • İşçi sınıfının gündelik pratiğine onları kurtaracak olan bir ideolojik yük ile değil, onların gündelik hayatlarında ürettikleri direncin bizi kurtaracak şey olduğunu söyleyerek dahil olalım
  • Bunlar yıllarca süren tartışmalar , araştırmalar, sahada yüzleşilen tecrübeler olduğundan yukarıda bahsettiğim İKEP temsilcisinin en az 1-2 maddeyi anlaştığımız kararlar olarak ilan edelim isteğinin önemi belli oldu. Böylesi kararlar alınsa birliğin işçi cephesi olmasına yarar.
  • Kaldıraç’ın özetlediği slogan “rekabet böler, eylem birleştirir” ile birbirini tamamlayan görüşler ile yoluna devam edilebilecek bir birlik yapısı gelecek mesajı verilebildi bence.
  • Kapanış bölümünde soruları cevaplayan bir konuşmacıya dinleyicilerin müdahelesine salonun bir tepki vermesini beklerken, bu defa Çorlu’dan gelen işçiyi, konuşmaya kışkırtıcı bir şekilde giriş yapmış olsa bile o denli susturmaya yönelik tepki yine salona yakışmadı tabii. Ancak katılan kurumların kitlesel birleşik bir emek cephesinin başlangıcını kurabilecelek potansiyeli olduğunu söylemek isterim. Kaosları beklerken ve yılgınlıklar arasında toplanıp konuşmak herkese iyi geldi.

Devamını Okuyun

Yazılar

Allah’la Konuşmak – Emir Faruk Sevim

Yayınlanma:

-

Bir film, bir tiyatro oyunu, bir de dizi…

Üçü de benzer duygu ve düşünceler uyandırıyor bende. Kayda değer farkları bir kenara, üçünde de imana bir kapı açma imkânı mevcut.

Matrix: Evreni Sorgulatan Bir Fikir

Evrenin gerçek olmadığı fikri, onunla yüzleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak zorluklar içeriyor. Dış dünyayı gerçekte olduğu şekilde algılıyor olduğumuz sağ duyusunu aşmak başlı başına bir mesele. Ama örneğin insan bilincinin türlü etkenlerle değişebilmesi dikkate alındığında bu adımı atmak kolaylaşabilir. Yine de bu idrak seviyesini günlük hayatta sürdürmek pek mümkün gözükmüyor, eğer bahis konusu idrak fiili bir düşünme egzersizinden ibaretse. Peki, ya yüzleştiğimiz hakikat evrene bakışımızı radikal bir şekilde dönüştürme kudretine sahipse? İşte bu durumda nesnelere bakıp onları var eden kodu görme imkânı söz konusu olabilir.

Evreni kuran hakikatin kudretine şüphe yok. Fakat teslim olma iradesini kişi kendisi ortaya koymak zorunda. Hakikate adanmayı seçmek insana bırakılmış. Kim kaderini bu adayış üzere tayin ederse, yeni bir sağduyu kazanabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Bana Bir Şeyhler Oluyor: Ruha Dokunan Bir Şiir

Nesnelliğin hegemonyasında içe bakmak delilik addediliyor. Üzerindeki biyopolitik baskının altında ezilen içe bakışın yerini kişisel gelişim dolduruyor. Yüreklere yerleşen gelecek kaygısının güdülediği fasılasız hayatlarda içe dönmeye vakit yok. Ancak ruh, kendisinden kaçılabilecek fuzuli bir antite değil. Dış dünyanın tecrübesi dahî ruhun marifetiyle gerçekleşiyor. Fakat içe dönmenin vesilesi sıklıkla bu tip teorik düşünceler değil, varoluşsal sancılar oluyor. Bunalımlar içinde bir odaya kapanmak, bir yalnızlık anında insanın kendisiyle hemhal olmasını sağlayabilir. Yoğun duygularla dolu bu yalnızlık kendini bilmenin imkânını doğurabilir. Kendinin bilgisine erişmek bir veçhesiyle hakikate de erişmek anlamına gelir. Zira hakikat hiçbir şekilde görünüşte nesnel olanla sınırlanamaz. Dışarıdaki nesnelliğin mutlak olmaması ölçüsünde içerideki öznellik de mutlak değil, her ikisi de zıddını içeriyor.

Hakikate bu içeriden bakış nefis muhasebesinin çok ötesine, Yaradan’la yakınlık kurmaya kadar varabilir. Çoğumuzun hazır olmadığı fikir şu ki bu yakınlık belirli bir zümreye mahsus kılınmış değil. Hangi kalb-i selîm murat etse, O’nunla içten bir bağ kurabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Kübra: Topluma Seslenen Bir Çağrı

Kapitalist statüko toplumsallaşmanın yöntemlerini kat’i bir şekilde belirlemiş durumda. Topluma farklı bir yolla seslenmek çoğu zaman hayal bile edilemiyor. Halbuki adalete karşı olan arzunun önüne geçilemez. Bu arzu huzurlu bir kötülük düzenini imkânsız kılar. Böylece adalet, her huzursuzlukta, yağmur bulutlarının aralanmasıyla aydınlığı açığa çıkan güneş gibi yüzünü gösterir. Kendisine atanmış rolü oynamaktan vazgeçip özgür bir eylemde bulunmaya cesaret edenler, hakikatin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Çünkü hakikatin mekânı ne evrenin kodlarıyla ne de ruhun derinlikleriyle sınırlıdır. Esasen onun en aşikâr olduğu yer insan ilişkileridir.

Çeşitli çıkar ilişkileriyle kuşatılmış insanın özgür bir eylemde bulunabilmesi için sûret-i haktan görünen telkinleri hiçe sayması gerekebilir. Özgürlüğünün bilinciyle kendi yolunu seçip adaletin sesine kulak veren bir yiğit, hakikatle aramızdaki duvarları yıkabilir. Umulur ki hepimiz için bir kapı açılır.

Mucize: Temas Kurmak

İnsanı hayrete düşüren açıklanamaz bir mucize isteyenler boş bir beklentiyle oyalanıp dururlar. Beklenen gerçekleşse bile bu isteklerin sonu gelmez, insanoğlu tatmin olmaz. Şımarıklık yolunun varış noktası ya sahte kutsalların egemenliği ya da başıboş bir bocalama hâlidir. Geçtiğimiz iki yüz yıl, iki seçeneği de sırasıyla bize yaşatmadı mı? Pozitivizm saplantısı, açıklanabilenleri ipotek altında tutarken hakikatle temasımızı açıklanamazlar alanına hapsetti. Böylece birbiriyle çatışan iki huzursuzluk düzeninden mürekkep bir dünya doğdu. Bu dünyada mucizelere yer yok. Fakat bu mucize yoksunu dünya huzursuz yürekleri tatmin etmiyor. O yüzden bu rüya yarıda kalmaya mahkûm.

Belki de mucize denilen şey, her yerde ve her şeyde bulunan hakikatle temas kurmaktan ibarettir. Bu temas her zaman bir yönüyle açıklanabilirdir: Sünnetullahta bir zemini vardır. Öteki yönüyle ise tecrübîdir. Tecrübe edenin görebildiği ama gösteremediği bir hâldir. Bununla beraber mucizeyi gören kişi diğerlerini de görmeye davet edebilir. Dileyen açılan kapıdan girer.

Belki de mucize aslında bir tanedir ve buradadır, yanı başımızda. Ona erişim tüm zamanlarda ve mekânlarda mümkündür. Allah bu imkânı insana vererek bir mucize yaratmıştır. Bizden muradı bu imkânı kullanmamızdır. Çünkü bizimle irtibata geçmek ve bize ağır ama taşıyabileceğimiz bir yük yüklemek istiyordur. Bu sarp yokuşu çıkmaya talip olanlar, evrene, ruha ve topluma baktıklarında mucizeyi görürler.

İman: Allah’la Konuşmak

Bir fetret döneminde vahyin devam etmesi için Allah’a yalvaran bir peygamberin ıstırabını paylaşan samimi bir sorgulayıcı, Allah’ın nasıl olup da gözlerine, kulaklarına, hislerine, düşüncelerine, eylemlerine rehber olacağını sorarsa, iyi bir cevabı hak etmiş olur. Birtakım usullerden dem vuran akademik cevaplar, mucizenin tecrübî yönünü göz ardı eder. Hakikatle temas, bir dizi teknik talimatın kuru kuru uygulanmasıyla gerçekleşemez. Çünkü esasen temasa konu olan şey, orada bir yerde keşfedilmeyi bekleyen dışsal bir nesne değil, tecrübe ettiğimiz dünyanın kurucu öznesidir. Soru aslında kişinin Allah’la konuşma talebini ifade ediyor. Bu talebin olumlu karşılanma imkânı, imana açılan kapıdır.

Allah’la konuşan kişinin adanma niyeti edimsellik kazanır. Konuşmanın etkisinde olduğu sürece, onun için artık dünya meşgalesi bir oyundan ibarettir. Sağlam bir imanın tadına varır. Oyunun kural koyucusuyla temasta olmak ona öyle bir güç verir ki gerçekliği manipüle etmenin bile ihtimal dahilinde olduğunu düşünebilir. Ancak sünnetullahın sürekliliği buna izin vermez. Kurallar herkes içindir. Kimse dünya meşgalesinden âzâde değildir. Zor olan da bu bilinç seviyesini taşıyarak bir yandan oyuna devam etmektir. Allah’la konuşmanın verdiği güç, bu esas zorluğun üstesinden gelmeyi ve ardından hayat içindeki cüz’î zorluklara hikmetli çözümler üretmeyi sağlayabilir.

Her şeyin sahtesi olduğu gibi Allah’la konuşanların da sahtesi olmuştur ve olacaktır. Allah’la konuştuğu iddiasına yaslanarak sorgulanmaya kapalı hükümler koyanlar ancak şarlatanlar olabilir. Ama imtiyazlı bir makama sığınmadan, herkese hitaben ve açık yüreklilikle öneriler sunanların sözü dinlemeye değerdir. Kimseyi hiçbir şeye zorlamadan herkese meydan okurlar. Muarız meydan okumalar elbette her zaman çıkabilir. İnsanlık mucizesi sayesinde, hangi meydan okuyan sözün hakikatten izler taşıdığını görme imkânı herkes için mevcuttur. Ne mutlu görenlere!

Devamını Okuyun

GÜNDEM