Connect with us

Yazılar

Tasavvuf-Tarikat-Felsefe: Hangi Temel, Hangi Dinamikler? – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Bir Giriş Denemesi

Bundan önceki bir yazımızda, Selçuklu ve özellikle de Osmanlı döneminde, Türk halkı üzerinden yürüyerek bir bütün olarak Anadolu’da, işin içerisine Kürtleri de dahil ederek, tasavvuf özelinde tarikat yapılanması açısından var olan iki sultanlığın (maddi ve manevi) birbirlerini tanıma, çatışma ve yan yana durma eylemi üzerinden bir değerlendirmede bulunmuştuk.

Bu yazımızda da manevi dinamiklerin, iddia edildiği üzere ne kadar manevilik içerdiğini, içerebildiğini ve bunun da var olan hakikatten hareketle yaşanılan dünyada insanların/Müslümanların derdine ne ölçüde derman olduğunun, olabileceğinin sorusunu sormaya çalışıyoruz.

Kısacası maksat, var olan bu dinamiklere elden geldiğince bir göz atmak!

İnsanoğlu tarih boyunca, yaşadığı hayatı anlamlandırmak için kendine yönelik “iç ve dış durumlar” üzerinden bir mânâ âleminin varlığına ve o varlık ile kendisini de görüp gözeten; yerine göre ödül ve ceza vere(bile)cek bir gücün varlığını, büyük oranda eğildiği fıtratına müracaat yolu ve hisleriyle kabul etmiş olarak değerlendirilir. Bu durum, ilk insan topluluklarından günümüze kadar bir seyir çizgisi takip edilerek sürüp gelmiştir.

Ya tamamen fıtrata, elim akla onlarla birlikte vahiy ile görevli olarak gelen elçilerin sundukları mesaja uygun olarak “madde ve mana” bütünlüğünde hakikate ulaşmış ya da bunlara birçok yanlışlıklar katarak bu işi yanlış bir din anlayışı mucibince bir şekilde sürdüregelmiştir.

Kısacası, her hâlükârda insan, inanma ihtiyacını bir şekilde yerine getirmeye çalışmıştır.

Bu şekilde muharref olanından “ed-Din” vasfını sürdürmüş bulunan aziz İslam’a kadar insanlar, kendi dinamikleri içerisinde bunlara büyük anlatılar gözü ile bakmıştır. Gerçi İslam’ı büyük bir anlatı olarak değil de vahye dayalı bir inanç sistemi olarak değerlendirmek gerekir.

İslam’ın salt bir anlatı olmayıp küllî bir inanç sistemine sahip bulunduğunu ve ona yönelik yorumların haddi aşmamak şartıyla bir yere not edilecek bir din olduğunu belirtmiş olalım.

Görebildiğimiz kadarıyla temelinin vahye dayandığını düşündüğümüz ama dünde ve günümüzde de “tevhid dışı” bir kulvarda bulunan inanç sistemlerinin mahiyetine bakıldığında ve onun adına yapılan ama onun aslını içermeyen birçok anlatının marifetiyle oluşan yorumlara göz atıldığında, manevi dinamiklerin dünyevî dinamiklere dönüşmemiş olsa da, büyük oranda hakikati yansıtmadığını söyleyebiliriz.

Bu tür yorumlara en bariz örnek tasavvuf olgusu üzerinden epeyce bir oranda verilebilir.

Tabii ki tasavvuftan kastımız onu mahkûm etmek değil. Sadece bu form üzerinden dinin aslına yönelik yapılagelen yorumlara, onun üzerinden oluşan yapılaşmaya ve o yapılaşma üzerinden dünyevî alanda saltanat kurmaya ve bu saltanatın devamı içinde, maddi iktidar ile (devlet) hareket etmeye ve bu yolla dine yönelik zararlara değinmektir.

Yukarıda insanın tarih boyunca yaşadığı hayatı anlamlandırma çabalarına vurgu yapmıştık. Bu anlamlandırma ameliyesi farklı toplumlarda, farklı formlarda ve çeşitli tezahürlerle gerçekleşmiştir.

Felsefeyi de bu minvalde değerlendirdiğimizde bu formun antik Yunan’da neşvünema bulması da, insanın hayatı anlama, anlamlandırma ve algılamasına yönelik insanî bir çaba olarak karşımız çıkar.

Yunan’da felsefe, Doğu’da mistik anlayış ve arayışlar, İslam dünyasının önemli bir bölümünde de temeli büyük oranda mistisizme dayanan tasavvuf düşüncesinin Müslümanlaşması şeklinde kendini belirgin kılar.

Öncelikle şunu belirtelim: Arap olmayan Müslüman toplumlarda var olan tasavvuf anlayışının, genel anlamda Arap toplumunda pek yer edinmeyişinin önemli bir sebebi o toplumlarda Selefiliğin önemli bir yer edinmesi ile bağlantılı olabilir. Gerçi, imam İbn Teymiyye, onun talebesi İbn Kayyım El-Cevziyye dahil birçok eski dönem Hanbeli/Selefilerin de az oranda da olsa tasavvuf düşüncesine bir eğilimin olduğunu söylemek gerekir.

Aralarında basit bir benzeştirme yapmadan, olaya maksat açısından baktığımızda, hayatı anlama ve anlamlandırma sadedinde nasıl ki felsefede birçok teoriden söz ediliyor ise, tasavvuf bünyesinde de aynı maksada binaen birçok teori, söylem söz konusudur.

Felsefede; örneğin Aristo’dan kinaye ilk İslam (Arap) filozofu El-Kindi’nin kurucularından olan Meşşaîlik ekolü.

Tasavvufta; örneğin Muhiddin İbnü’l-Arabî’nin kurucusu olduğu Vahdet-i Vücud, İmam-ı Rabbanî’ye atfedilen Vahdet-i Şuhud, Nur-u Muhammediye teorileri akla gelir.

Felsefenin kaynağı Batı, yani antik Yunan; tasavvufun kaynağı, çıkış yeri ise Hint alt kıtası…

Bu ikisinin de hayatı anlama ve anlamlandırma çabası içerisinde olduğunun bilindiği, birçok yanlış yönlerine rağmen ola ki hikmetten de az bir şeylere sahip olmalarına rağmen Müslümanların kahir ekseriyeti felsefeyi sapkınlık olarak değerlendirdikleri halde iş tasavvufa gelince akan suların durduğuna şahit oluruz.

Bizce, bu manzaraya bakıldığında, birinde (tasavvuf) her ne kadar iç arınma söz konusu ise de bu yolda en başta aklı kullanma düşüncesi olmadığı, meyyitin (ölü kişi) gassala kayıtsz ve şartsız, hiçbir şey demeden, itiraz etmeksizin şeyhe bağlılığın aksine felsefe ne olursa olsun düşünmeyi ve dolayısıyla düşünceyi önceler, bağımsız düşünmeyi önerir.

Bir de felsefe bir oluşun ve eylemin ne maksat için yapılacağına dair bir temel vazifesi görür. Zaten ona bu bariz özelliğinden dolayı “kurucu” bir gözle bakılır. Ama bırakın tarikatı, şunu, bunu; bir yol ve yöntem olan tasavvuf için bu hiç söz konusu değildir.

Yine ayrıca belirtmek gerekirse, felsefe insanı düşünceye, düşünmeye sevk ettiğinden dolayı insanların büyük bölümü tarafından pek makul, daha doğrusu kullanışlı bulunmaz. Ama tasavvuf söz konusu olacaksa, hem manevi kazanç peşinde olunacak ve hem de şeyhe tam bir teslimiyet (körü körüne biat) ile birçok “maddi ve manevi” sorumluluktan yırtılacak ve kurtulunduğu var sayılacaktır.

Bu tür kalıcı sebeplerden dolayı tarih boyunda tasavvuf içerisinde birçok yol ve tarikat kurulmuş olduğu halde hemen hemen hiçbir kimsenin aklına bir felsefe tarikatı kurmak gelmemiştir. Bu da olsa olsa birisinin salt düşünceye -onların kahir ekseriyeti spekülasyon da olsa- diğerinin ise salt teslimiyet temeline dayanması, işin rengini göstermektedir.

İnsanların büyük bölümü maneviyat dendiğinde ne diyeceklerini, nasıl davranacaklarını şaşırıp dururlar.

İlla da “maneviyat” deyip dururlar ama bu maneviyat denen şeyin nasıl bir şey olduğu konusunda elle tutulur, akla uygun bir şeyler söyleyemezler.

“Bunun sebebi nedir?” diye sorulduğunda o insanların yine büyük bir bölümünün Müslüman olduğumuz halde “Kur’an nasıl bir kitaptır” sorusuna yönelik verilmesi gereken cevabı bizzat Kur’an’dan değil de, onunla pek bir ilgisi olmayan tali (ikincil) kaynaklardan, ya da şifahi (sözlü) olarak birisinden, onu da cidden teyit etmeden duymuşlardır.

Kur’an’la ilgili soruya bu yollarla cevaplar verildiği için olsa gerek, aynen bir gömleğin iliğinin sıra atlayarak iliklenmesi hadisesinde vaki olduğu gibi, din ile ilgili sorulara verilen ve haliyle alınan cevaplarda pek bir hakikat içermeyecek ve birçok konu speküle edilip durulacak ve spekülasyon dinin yerini alacak ve hakikat ise ters yüz edilecektir.

Ondan sonra gelsin “Hadis, Kur’an’dan üstün müdür? Hadis, Kur’an ayetlerini nesh eder mi? Kabir azabı var mı?” gibi sorular! Bir yandan da bu soruları haklı çıkarmaya yönelik uygun cevaplar da verilir durur!

Gerçi bu türden sorular, direkt tasavvuf ile ilgili sorular olmayıp “bize özgü” Sünnilik anlayışı içerisinde sorulan sorular ve verilen cevaplar olmakla birlikte, bizim insanımızın din ile tanışma kaynağı genel itibarıyla tasavvuf düşüncesi üzerinden gerçekleştiği için, bu yaklaşımın bizlik bir tarafı var.

Bununla birlikte, tasavvuftaki mürit-şeyh ilişkisinde vaki olduğu üzere düşünmeye değil, sorgusuz sualsiz teslimiyete rağmen felsefede “düşünme eylemi” ön planda olduğu halde, bu inceliğine rağmen onun da bünyesi büyük oranda spekülasyona dayanmakta ve her sonra gelenin teorisi, bir öncekinin -belki de üstadının- teorisine zıt düşmekte, yer yer onu yerle bir etmekte ve yok saymaktadır. Böyle bir yol takip edilirken de, en azından “hikmeti anlama, bilgiye hürmet ve “bir önceki” bilgeye saygı” durumunun devrede olması gerekirken, bu tür bir yolun pek de izlenmediğini söyleyebiliriz.

Ama İslam ilim geleneğinde, bazı yanlışlıklarla birlikte, bu incelikli yolun mümkün mertebe takip edildiğini söyleyebiliriz. Her daim böyle olursa, düşünceyi öncelediği bilinen felsefenin de tasavvuftan kalır bir yanı bulunabilir mi? Tabii ki de hayır!

Burada şuna da değinmekte fayda var: Allah’ın cinlerle birlikte, kendisine ibadet etmesi için yarattığını belirttiği** insanın dünyanın, yani yaşanılan hayatın öznesi olması ve eylemlerinden dolayı da bir imtihana tabi tutulacak oluşu, insanın maddi ve manevi boyutta düşünce üretmesini de öncelerdi.

İşte, insanın kendi “indî” gerçekliğinden hareketle üretegeldiği doğru ve yanlış düşünsel kalıplar, “insanî eylemler” olarak karşımıza çıkar. Ki, bu durum onun kınanmasını da, gönendirilmesini de berberinde getirir. Gönendirmeyi herkes yapabilirdi ama ya kınanma işini kim yapabilir?

İşte soru da, sorun da burada düğümlenmektedir.

Bazılarının iddia edegeldiği üzere “hakikatin kendisinde bulunduğu” bazı özel ve imtiyazlı kişiler(!) değil de, kınanma eylemini gerçekleştirebilecek akli, ilmi ve ahlaki bir altyapıya haiz olan hikmet ehli insanlar yapabilir.

Tabii ki de, bu da gelişi güzel ve harcı âlem bir tarzda olmayıp işi künhüne vakıf olunabildiği oranda yapabilecekler tarafından…

Böylece, manevi değil de maddi kıstasların işin ehlince hikmetle yoğrulması sonucunda, insani eylemler ele alınır ve kendi kıymeti mucibince değer kazanır. Böyle bir kıstasa sahip isek, bizzat dinin kendisi, felsefe ve tasavvuf vb. olgular büyük bir vukufiyet içerisinde ele alınır ve değerlendirilebilir.

* Zariyat Sûresi, 56

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

Yazılar

Temel İhtiyaçların Giderilmesi İmkânsızlaşırken – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Beslenme/Gıda: insanların en temel ihtiyaçlarından biri gıdadır. Tarih boyunca insanlar gerek avcılıkla gerek araç gereçlerle gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle gıda konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir. Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu var. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor.

Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor, onları ne kadar temin edebiliyor?

Zenginler bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor. Şu örnek daha açık olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz.

Gelelim zenginin durumuna! Eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından onlarda besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor. Zenginler bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Tabii bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma: Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince halk gittikçe daha da yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir hâle geliyor. Müteahhitlerin daha büyük kârlar peşinde koşmaları ve evi olurundan çok daha yüksek fiyatlarla satışa çıkarması, geçim derdiyle uğraşan yoksul halk için bir konutun hayali dahî kurulamıyor, açlık sınırının altında bir gelire mahkûm edilen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahî karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayal ettiği bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 52-53 yaşlarında emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu. Anlattıkları gerçekten de el-insaf dedirtiyor! “Son 27 senesi aynı firmada olmak üzere tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş hâlen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var. Biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum ama ne bir evim var ne de bir arabam! Fakat bize iş verenler her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahî yok, yok işte!”

Sohbet ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Bahsini ettiğimiz abinin anlattıklarından sonra aklıma TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım:

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833 (İş yerleri, dükkânlar hariç; sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) Her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor! Peki, gerçek öyle mi? Tabii ki hayır! Nüfusun %45’i kiracı (42 milyon kişi). 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı! Peki, neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten. Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Adil bölüşüm ve hakça paylaşımın olmadığı yerde toplumsal eşitsizlik ve felâketler başını alıp gider.

 

Sağlık: Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor hatta bazı randevular için 6 ay, bir sene bile beklemek gerekebiliyor! Bu nedenle özel hastanelere gitme mecburiyetinde bırakılan fakir halk, borçla da olsa bunu yapmak zorunda kalıyor.

Sorun sadece bu değil. Sağlık sektörü küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu hâlde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler… Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim: Ülkemiz eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği!”

Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor. Bunun en büyük sebebi eğitimin dershane/özel okul/kurs merkezi adları altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi! Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken fakir halkın çocukları ancak devlet okullarına gidebiliyor.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anekdotla açıklarsak durum şöyle: “Üniversite 2. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık aşçılık okuyorum Yıllık 140 bin lira sadece eğitim parası veriyorum çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor. Burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak bir işte çalışıyor, akşam da üniversiteye gidiyorum ve benim gibi gelen on binlerce öğrenci var sadece İstanbul’da ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.” Bu da eğitimde özelleştirmenin hâlini göz önüne seren başka bir durum!

En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim imkânsız olmamalı; kolay yoldan eşit bir şekilde herkesin bu imkânlara ulaşması gerekmektedir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x