Connect with us

Yazılar

Müslüman, İstikâmet, Dolaylı Yol ve Noktalar – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Çoğu kez test edilmiştir ki  içi su dolu bir bardak sonsuza dek dolu kalmamış, içerisindeki su bir miktar da olsa azalmıştır.

Bu fiziki gerçeklikten yola çıktığımızda sosyal alanda da hiç bir şeyin aynı kalmadığı bilinmektedir.

En küçük ve önemli bir kurum olan aileden başlamak üzere etnik, kavmi ve belli bir kültür ögesi üzerinden oluşan insan topluluklarının da bir müddet sonra birtakım sebeplerden dolayı başkalaştığını, belli bir değişine uğradığını ve giderek çehre değiştirdiğini bilmekte ve gözlemlemekteyiz.

Bu tür toplumsal değişimler dinî kümeler açsısından ele alındığında mukadder olanın, suyun bardakta olduğu gibi sabit durmadığı fiziki gerçekliği göz önüne aldığımızda kendiliğinden belirginlik kazanacağı gerçeğidir.

Vahiy kanalıyla geldiği bilinen ama zamanla içerisine insan unsurunun karışarak tevhidî özünü kaybedip bâtıl bir karakter kazanan dinlere mensup insanların/toplulukların önce mezhep, meşrep; daha sonra da indî kanaatlerin gölgesinde asıl olan istikametten saptıkları gerçeği, “ümit ve korku arasında” yaşayan biz Müslümanları da haliyle kaygılandırmaktadır.

Bundan dolayıdır ki Müslüman bir kişi, her gün beş vakit namazında Fatiha sûresi vesilesiyle “sırât-ı müstakîm”e vurgu yapar.

Bu vurguyla birlikte dosdoğru yolda kalmak, kalabilmek için şu beyân-ı ilahî, meseleyi ne güzel özetlemektedir:

Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler, Allah’ın nimetlerini bağışladığı kimselerden olacaklardır: peygamberler, hakikatten hiç sapmamış olanlar, hakikate [hayatlarıyla] şahitlik yapanlar ve dürüst ve erdemli olanlar: işte böylelerininki ne güzel birliktelik[ler]dir! (Nisa, 69)

İstikamet belli ama  bu istikamet nasıl korunacak? Bunu birçok şekilde izah etmek elbette mümkündür fakat esas olarak yukarıdaki ayetin içeriği bize pek çok ilkeyi sunmaktadır.

Her ne iş yaparsak yapalım, her ne konumda olursak olalım ve ne tür yapılar ihdas edersek edelim, temel düsturumuz ilâhî gerçeklik ışığında hareket etmek olmalıdır.

İstikamet belli, ya dolaylı yollar?

Ama dâvâmız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz: Allah, kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir. (Ankebût, 69)

Bu yolların, tevhidî gerçekliğe aykırı olması düşünülemez bile. Aksi ise, akla ziyandır!

Burada, dinin muhatabı açısından kabul edilmesi, anlaşılması ve yaşanması bağlamında hukuk, yani fıkıh açısından bir mezhebe/ekole ihtiyaç hâsıl olabilir.

Bir yapının ortaya çıkmasının önkoşullarından en önemlisinin, vâr olan mes’elenin anlaşılmasına yönelik ihtiyaçlar olduğudur.

O zaman, salt iyi niyetle düşündüğümüzde, mezheplerin de çıkış noktalarının ihtiyaç içre olduğu kendiliğinden anlam kazanacaktır.

Burada önemli olanın, anlaşılmaya yönelik ihtiyaçların tespitinin nasıl ve hangi kriterlerle belirlendiği, hangi yol ve yöntemlerle hareket edildiği olacaktır.

Olması gerekenler iyice tespit edildikten sonra, devreye içtihat olgusu girecek veya geniş erimli bir düşünce pratiği başlayacak, kendini değişen şartlar açısından yeniden var kılacak ya da düşünce pratiğine ket vurulup, kurum devam ettiği halde bir gerileme hali yaşanacak ve mevzu, kötü bir şekilde tarihe karışacaktır.

Birisi kalkıp bizim “kendi başımıza” bir mezhep oluşturacağımız zehabına kapılmasın! Öyle bir düşüncemizin olmadığını peşinen belirtmiş olalım. Niyetimiz, mezhep olayı bir tarafa, başlıkta da vurgulamaya çalıştığımız gibi oluşturulabilecek yapıların bir mutlaklık içermeyeceğini ve hakikatin yerine geçemeyeceğini izah etmektir.

Öyle ki, insanlar dünde olduğu üzere, bugünde –belki yarınlarda da- kör bir mantıkla donuklaştırıp anlaşılmaz kıldığı din ile mezhep dâhil sosyal, kültürel ve en önemlisi de siyaset kurumunu da mutlaklaştırma eğiliminde olmuştur.

Diğer din mensuplarından az buçuk sarf-ı nazar edip Müslümanların tarihine yoğunlaştığımızda Hâricîler’den tutun da Şia’ya ve Sünni paradigmaya kadar, siyaset olgusu, neredeyse, ona dinden kanıtlar bulma yoluyla şekillenmiş; elde edilen yorumlar adeta dinin aslındanmış gibi sorgulamaz bir edayla mutlaklaştırılarak kutsallaştırılmıştır.

Zaten, ilgilisince dine uygun görülen ama esas itibarıyla sakil olan bu durum günümüzde de modern olguların kullanılması sonucu başka çehrelere büründürülmüş bulunmaktadır. Sünnilikte “zalim sultan” olgusu bir açıdan muhafazakâr bir otoriterliğe, Şia’da ise Velayet-i Fakih kurumu bağlamında, heterodoks çerçevede dahî türüne özgü bir siyaset anlayışına ve diline sahip olmuştur.

Hâlbuki salt itikad/inanç açısından belirgin olan konular dışında, vâr olan tüm olgular için, esas olan yine Kur’an’da vaz edilen ilkeler bağlamında hareket edilmesi gerektiğidir.

Buradan hareketle; temeli vahyî ilkelere dayanan, başta aile kurumu olmak üzere sosyal alanda oluşturulan tüm yapılar; buna arkadaş grupları, cemaatler gibi günümüzde varlığı bilinen ama  resmî bir hüviyeti bulunmayan yapılarla birlikte, yasal çerçevede duran sivil topum örgütleri de “içerisinde vahye uygunluk ve samimiyet” varsa, bizleri birçok yola ulaştırabilir ancak esas olanın yerine ikame edilmeden!

Esas ise, Hz. Peygamber’in(s) kendi sağlığında vahiy ışığında oluşturduğu İslam cemaatinin hükmî varlığının devamı olabilecek bir tek yapının yeniden var kılınabilmesidir.

Diyeceksiniz ki, “Siz de çok ve olmadık bir şey istiyorsunuz!” Evet ama “esasa bağlı kalma” şartıyla istiyoruz. Meselenin kolay olmayacağını, bilakis zorluğunu da biliyoruz ancak olması gerekenin bu olduğu da hemen her Müslümanın malumu olmalıdır.

O hâlde bugüne dek elde ettiğimiz birikime yaslanarak bizi yolumuzdan alıkoyabilecek tarihî kir ve tortulardan kendimizi arındırmamız gerekmiyor mu?

İstikamet tamam, dolaylı yollar da tamam ama bizim birikimlerimizin birer sonucu olan noktalar/kurulan yapılar bu durumda gözden geçirilmeli değil midir?

Eğer gözden ve hakikat süzgecinden geçirilmeyecekse vâr olan bunca birikim bize yük olmayacak mıdır?

O hâlde…

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sıkışma ve Çıkışsızlık

Yayınlanma:

-

Asgari düzeyde bir örgütlülük olmayınca en kritik zamanlarda ne yapacağınızı bilemiyor, öyle ortada kalıyorsunuz.

“Acaba kimin eylemine katılsam? Hangi protestoya dâhil olsam? Yarınki yürüyüşe gitsem mi? Ortada kimse yok, bu nasıl bir tepkisiz toplumdur!”

Çaresiz bir hâlet-i rûhiye, Aksâ Tûfânı sürecinde olduğu gibi tarihsel kırılma anlarında pek çok insanın yakasına yapışır. Kıvrandırıp durur onu. O âna değin yapıp ettiklerini vedahî yapmayıp etmediklerini önüne seriverir. Bir muhasebeden ziyade pişmanlık ya da yazıklanma denilebilecek duygu durumuna teslim olur o kişi: Tam onaylamadığı, eksik ya da yanlış gördüğü birtakım etkinliklerle vicdan söndürür. En nihayetinde esaslı tavırlar üretemeden tarihin dışına itiliverir.

İsrail’in, Gazze’ye dönük tamamen katliam amaçlı eşi benzeri az görülür vahşi saldırısı boyunca Türkiye’deki özelde İslamcı çevrelerin, genelde bütün toplumsal-siyasal kesimlerin tepkisinin son derece düşük seviyede seyrettiğine dâir ortak bir kabul oluştu neredeyse. Elbette ben de bu kanaati paylaşıyorum. Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında insanlığın mühim bir kısmının ayağa kalkmasının dayattığı bir utancı yaşadı aslında Türkiye’deki temiz vicdanlar. Öteden beri Filistin meselesinin ateşlediği bilinçleri taşıyan farklı ideolojik ya da toplumsal çevrelerdeki genel sönümlenme, yüzleşilmesi belki ertelenen hakikati kesin bir şekilde ortaya çıkarmış oldu.

AKP iktidarının uzun yılları boyunca açık bir şekilde tespit edileceği üzere Kürt ve sol/sosyalist çevreler sakınımsız hukuksuzluklarla, siyasal hareket alanlarının sürekli kısıtlanması ve kolluk marifetiyle alabildiğine baskılandı. İslami denilebilecek çevrelerin büyük bir kısmı da büyüyüp iyice obezleşen bir cemaat olan devlet yapısıyla bütünleştirilip üzerlerine toprak örtüldü. Böylece toplumsal muhalefetin kötürümleştirilmesi önemli ölçüde tamamlanmış oldu.

Esasen bu gibi durumlarda yeni dalgaların ortaya çıkması, yeni kadroların toplumsal muhalefet önderliğini üstlenmesi, yeni usullerin yeni aktörlerle örneklendirilmesi beklenir. Türkiye siyasallığında bu bir türlü olamıyor. Bunun kendine özgü toplumsal nedenleri var muhakkak ve tartışılmayı fazlasıyla hak ediyor.

Bu analiz derinleştirilebilir lâkin umuma dâir değerlendirmelerin bize pek bir faydası yok. Ülkedeki batmış ve çoktan bitmiş İslâmiliğe dâhil olmayan bir damar var ya da vardı; işte kılcalları birbiriyle birçok meselede çelişse de o damardan olan beklentinin karşılıksız çıkması bizi çıkmaza ve umutsuzluğa sürükleyen asıl sebeptir.

Bu damar, önceki kuşaklar özelinde sohbet halkalarını aşarak açık siyaset üretme temelinde örgütlenemedi; böylece kendi kendini kötürümleştirdi. Siyasal/dinî netliğe ulaştıran tevhîdî kavrayış nimetini lâyıkıyla değerlendiremeyen bu kuşak hemen hiçbir toplumsal ve siyasal meselede inisiyatif alamadı, açık siyasal hedefler belirleyemedi. Bu damar bünyesinde yer alan ve önceki kuşağı takip eden ve görece gençliğe tekabül eden kuşak ise akademik ilgi tarafından kötürümleştirildi, üniversite yıllarında neredeyse öğrenci kulübü faaliyetlerine denk düşen kısmî siyasallaşma/örgütlenme tecrübesini ileriye taşıyamayarak bireysel mevzilere çekildi ve bu sûretle kendini kötürümleştirdi.

Bahse mevzu önceki kuşağın, sabiteleri güçlü olduğundan siyasallaşamama kötürümlüğüne rağmen akîdevî bağlılık pozisyonunu muhafaza ettiği rahatlıkla söylenebilir ancak bu durum dertlerimize derman olmuyor. Artık Rableriyle aralarında gerçekleşeceklere terk edilmiş zamanlara ulaşmış gibiler. Diğer bölük ise ne yapacağı hususunda teslimiyetten gerçekliğe dâir yaşadığı çokça zaafın, belirsizliğe mahkûmiyetin tutsağı olduğundan, temel ilkeler alanına dâir mühim şüpheleri merkeze aldığından kıpırdayamıyor ve hakikate dâir güçlü şüphelerle neredeyse zincirlenmiş durumda; çoğunlukla da yalnız ve yol haritalarına mesafeli.

Bu iki ana hat hâlâ birbirleriyle çözümsüz ve çıkışsız müzakereler yürütüyor lâkin ufukta görünür bir kurtuluş emaresi yok. “Sıkışma” sözcüğü durumu topyekûn ifade edebilir. Buradaki zengin tarihsel birikim siyasal önderlik makamına eremediğinden ülkedeki İslamî duyarlıklı geniş toplumsal kesimleri sevk edebilmede güç ve potansiyelini de neredeyse tümüyle yitirmiş durumda. Bu durumda halk, devşirmelerin yönlendirmesiyle ilerleyip rakipsiz siyaset yapan egemenin gölgesine sığınmaktan başka bir seçenek bulamıyor.

Birincisinin tabii ve sosyolojik ömrünü neredeyse tamamlamak üzere olduğu bu tarihsel evrede yer yer sahte örgütlenme ve söylemlere savrulmuş ikinci kuşaktan bir çıkış/açılım gelebilir mi, diye baktığımızda bir şey görebilenin olacağını zannetmiyorum doğrusu.

Bu sağlam mücadele geleneği kurmanın uzağına düşmüşlüğün çaresiz ve karanlık tablosu bize başka bir şey sunacak değildi. Örgütlülüğün türlü çeşit zulümlere karşı ülke içinde ve küresel düzeyde oluşan mücadele birikimi, tecrübesi olmaksızın sokaklar, meydanlar çekip çevrilemezdi. Yapılamadı da, yapılacak gibi de değildi. Elbette yalnız bırakılmış küçük çırpınışlar bu değerlendirmelerin dışındadır.

Rafine bir tevhidî söylem üretmenin gerekli şartları vardır. Çoğu zaman imrendiğimiz festival tarzı protestoların ötesinde red ve inşayı keskin ve yakıcı bir biçimde vahyin penceresinden işaret eden kurucu söylemlerin halklar ve egemenlerle buluşma yolları vardır. Bunlar bir çemberde pişer ve kesintisiz devam eden örgütlü bir adanış ve açık mücadele sürecini zorunlu kılar.

Türkiye İslami çevrelerinin görece en kolay yapabildikleri İsrail karşıtı eylemlilikleri bile ideolojik bir netlik ve toplumsal bir genişlikte örgütleme kabiliyetinden büyük oranda uzaklaşmaları muhasebe için elbette bereketli bir zemin sunan bir nimet olarak algılanmalıdır. Böylece yakın ya da uzak bir gelecek için yeni ufuklar kendini gösterebilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Biden, Filistinlilerin Gazze’den Göç Ettirilmesine Yeşil Işık mı Yakıyor? – Mario Nawfal

Yayınlanma:

-

Biden’ın 106 Milyar Dolarlık Teklifi, Filistinlilerin Mısır’a Önceden Planlanmış Olası Göçü Konusunda Endişe Yaratıyor

Biden, Gazze’nin yerinden edilmiş sakinleri ve Ukraynalı mülteciler için 106 milyar dolarlık ek mali yardım talebinde bulundu ve teklifin bir bölümü önemli endişelere neden oldu.

Fon, İsrail’deki mültecilere ve insani yardım çabalarına destek olmayı amaçlarken, talebin belirli bir yönü dikkat çekti:

– Talebin 40. sayfasında, devam eden çatışmalardan etkilenen sivillerin desteklenmesi için fon tahsis edilmesine ilişkin bir hüküm yer almakta ve özellikle Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinli mültecilerden bahsedilmektedir.

– Endişe uyandıran husus, bu fonların bu tür amaçlar için kullanılacağını düşündüren potansiyel sınır ötesi ‘yerinden edilme’ ve ‘sığınma’ya yapılan atıftır.

– Bu talebin Filistinlilerin Mısır’a zorla göç ettirilmesini garanti altına almasından endişe ediliyor.

Bu durum, Mısır hükûmetinin tutumunu ve Filistin egemenliği üzerindeki potansiyel sonuçlarını sorgulatmaktadır.

Mısır Cumhurbaşkanının Biden ile yaptığı telefon görüşmesinde “Mısır’ın, Filistinlilerin Gazze’den kendi topraklarına göç etmesine izin vermeyeceğini” açıkça ifade ettiğini belirtmek önemlidir

Üç Aşamalı Yer Değiştirme Plânı:

İsrail İstihbarat bakanı Gila Gamliel de Gazze’deki Filistin nüfusu üzerindeki potansiyel etkisi konusunda endişelere yol açan tartışmalı bir teklif hazırladı.

– Sina’da Çadır Kentlerin Kurulması:

Bakan Gamliel’in plânı, özellikle Gazze Şeridi’nin güneybatısında yer alan Sina Yarımadası’nda geçici çadır kentlerin kurulmasıyla başlıyor.

Bu çadır kentler Gazze’deki Filistinliler için ilk yer değiştirme çözümü olarak hizmet ediyor.

– İnsani Yardım Koridorunun Uygulanması:

Genellikle “insani koridor” olarak adlandırılan ikinci aşama, Filistinlilerin Gazze’den çıkışını kolaylaştırmaya odaklanmaktadır. Bu aşama, Filistinlilerin Gazze Şeridi’ni terk etmeleri için bir rota oluşturmayı ve onları etkili bir şekilde evlerinden uzaklaştırmayı amaçlamaktadır.

– Kuzey Sina’da Şehirlerin İnşası:

Planın üçüncü ve son aşamasında İsrail, Sina Yarımadası’nın kuzey kesiminde kalıcı şehirler inşa etmeyi öngörüyor.

Bu şehirlerin, yerlerinden edilen Filistinli nüfusu barındırması ve yerinden edilenler için uzun vadeli bir çözüm sağlaması amaçlanıyor.

– Geri Dönüşü Engellemek için İnsansız Bölge:

Planın önemli bir yönü de Mısır toprakları içinde bir “insansız bölge” oluşturulmasıdır.

Bu yasak bölgenin amacı Sina’ya yerleştirilen Filistinlilerin Gazze’deki evlerine dönmelerini engellemektir.

 

Bu Neden Önemli?

Bu öneri, Biden yönetiminin Filistin halkının yerinden edilmesi için fon tahsis etme konusundaki potansiyel ön niyetini vurgulamaktadır.

Ayrıca bu plânın, Biden’ın önerisinin kamuoyuna duyurulmasından yedi gün önce İsrail İstihbarat Bakanlığının onayını taşıdığı bildirilen ve potansiyel olarak benzer niyetleri özetleyen sızdırılmış İsrail belgesiyle aynı zamana denk gelmesi de endişe vericidir.

İsrail İstihbarat bakanı Gila Gamliel’in üç aşamalı tehcir planı, Biden yönetiminin fon tahsisi ile bağlantılı olarak Filistinlileri anlaşılır bir şekilde derinden endişelendirdi, travmatik Nekbe anılarını çağrıştırdı ve potansiyel bir ikinci tehcir korkusunu yoğunlaştırdı.

Nekbe, 1948 Arap-İsrail savaşı sırasında ve sonrasında yüz binlerce Filistinlinin zorla yerinden edilmesi ve mülksüzleştirilmesidir.

Pek çok Filistinli göç etmiş ya da kovulmuş, mülteci durumuna düşmüş, bu da bugüne kadar İsrail-Filistin çatışmasında merkezi bir mesele olmaya devam eden önemli bir demografik ve insani krize yol açmıştır.

Kaynak: Kişisel hesap (@MarioNawfal)

Devamını Okuyun

Yazılar

Frankfurt Kitap Fuarı, Zizek, Filistin – M. Salih Kaya

Yayınlanma:

-

Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapan filozof Zizek, “Filistinlileri de dinlemeliyiz.” dediği için salonda sesler yükseldi ve bazı dinleyiciler salonu terk etti. Protokolden üst düzey siyasilerden sahneye yürüyenler ve konuşmasını bölüp cevap yetiştirmeye çalışanlar oldu. Bir tür arbede yaşandı ama buna karşı yine de Zizek konuşmasını bitirebildi.

Aslında konuşmanın tamamına baktığımızda Zizek gibi sıra dışı bir entelektüelden daha iyisini beklerdik. Zizek, “Filistinlileri de dinlemeliyiz!” cümlesini kuruncaya kadar defalarca Hamas’ı ve terörü lanetledi ve buna rağmen bu kadar tepki gördü ama yine de bu konuşma fuarın açılışında soğuk duş etkisi yaptı çünkü fuar direktörü, fuarın İsrail’le dayanışma içinde hareket edeceğini defalarca basın yoluyla ifade etti. Hatta somut adımlar attı. Fuarda ödül alması gereken Filistinli yazar Adania Shibli’nin ödül törenini iptal etti.

Shibli, Berlin’de yaşayan bir yazar. Ödül alan romanı “Küçük Bir Ayrıntı” (Nebensache), Filistinli bir genç kızın İsrail askeri tarafından öldürülmesini anlatıyor.  Zizek de konuşmasını bitirirken Filistinli yazarın burada olmamasını “skandal” olarak niteledi.

Aslında fuarda yaşananlar buz dağının görünen yüzü. Bütün Avrupa ve özellikle Almanya son yaşananlarda kesin bir şekilde İsrail’in yanında ve İsrail’le dayanışma içinde olduklarını hem açıkladılar hem de somut eylem ve politikalarla bunu ortaya koydular. Devlet kurumları, meclisteki tüm partiler, medya ve sivil toplum bir bütün olarak ağız birliği yapıp Filistin ve Gazze’de yaşananları görmezden geldiler. Bir taraftan Filistin’le dayanışma mitinglerini yasaklayıp bir yandan da İsrail’le dayanışma mitinglerini devlet eliyle ve desteğiyle yaptılar.

Önceki pazar günü Berlin Brandenburg kapısı önünde Cumhurbaşkanı Steinmeyer’nın da katılıp kitleye seslendiği büyük bir miting yapıldı. Buna karşı aynı gün Filistin’le dayanışma için Berlin’in Neuköln semtinde yapılmak istenen eylem güvenlik gerekçesiyle yasaklandı. Miting yasakları sadece bununla sınırlı değil tabi. Küçük istisnaları saymazsak Almanya, tüm eyaletlerinde Filistin eylemlerini iptal etti, yasaklara rağmen sokağa çıkanları gözaltına aldı.

İzin verilen nadir eylemlerde de İsrail’i eleştiren slogan atılmaması ve döviz taşınmaması şartı vardı. Aslında yasaklar sadece eylemlerde değil günlük hayatta da uygulanıyor. Mesela Filistin bayrağı ve Filistin poşusu günlük hayatta yasak. Sebep ise, terör propagandası ve antisemitizm. Olay sadece yasaklardan ibaret değil tabii. Devamında ‘tehdit’ler de var. Bazı siyasiler işi daha da ileriye götürüp kendi değerlerine aykırı davrananları yani kendi durdukları tarafta değil de karşı (Filistin) tarafta duranları ülkeden sürmeyi, onların oturum haklarını iptal etmeyi hatta eğer bu kişiler Alman vatandaşı iseler hepsinin pasaportlarını iptal etmeye kadar ileri gittiler. Buna benzer demeçleri SPD’li içişleri bakanı Nancy Faesar basın açıklamalarında dile getirdi.

Biraz da medyadan bahsetmek gerekiyor. Alman basınının amiral gemileri Zeit, Welt, FAZ, Spiegel, Tagesschau vb. tüm gazeteler ağız birliği yapmış şekilde Gazze’de bir şey yokmuş gibi davranıyorlar ve İsrail’le saf tutma yarışındalar. Beni şaşırtan ise mülteci dostu ve enternasyonal bir politika yapan sol gazetelerin de aynı yerde saf tutmasıydı. Hatta Sol Parti (Die Linke) İsrail’le birçok dayanışma mitingi yaptı.

Şunu söyleyebilirim ki çok az sayıda marjinal hale gelmiş ve sesleri az duyulan bir kaç küçük sol parti (mesela Almanya Komünist Partisi) ve sivil toplum örgütünün dışında herkes Gazze’de yaşananlarla ilgili üç maymunu oynuyor. Sadece kendi duruşlarını dile getirmekle kalmıyorlar aynı zamanda en ufak farklı ses çıkaranları hedef gösterip terörize etmeye çalışıyorlar. Mesela biraz önce bahsettiğim küçük sol grupların çıkardığı farklı sesten rahatsız olan basının amiral gemileri bu sol grupları kriminalize edecek düzeyde yazılar yazıp onlara hiza vermeye çalışıyorlar. Ayrıca Zizek’in fuardaki konuşmasını ve daha önce de Filistin meselesi ile gündeme gelen Edward Said’in Filistin meselesindeki tutumunu birleştirip, entelektüellerle terör arasındaki ilişki mahiyetinde yazılar kaleme alınabiliyor.

En başa dönersek, Zizek’i neredeyse sahneden indirecek dereceye varan totalitarizm tekrar hortlamaya başladı. Almanların, demokrasilerinin en temel esası olarak gördükleri; en çok övünüp bir kutsal gibi bahsettikleri ‘ifade özgürlüğü’ (Meinungsfreiheit) Filistin meselesinde duvara çarptı. Alman anayasasının 5. başlığında güvence altına alınan ifade özgürlüğünün bir istisnası başkasının kişisel onuruna dokunmak…  Medyadaki yorumlarda ve siyasilerin demeçlerinde vurguladıkları şey, “İsrail’e karşı eylem yapmak antisemitik bir eylemdir ve bu da insanlık onuruna yakışan bir davranış olmaması sebebi ile bu türden eylem yapanların ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği” özellikle vurgulanıyor. Yani şunu iyi anlıyoruz ki yasalar sadece yasa değildir, onu uygulayanların yorumudur biraz da.

Aslında tüm bunlar bize gösteriyor ki totalitarizm çok kısa sürede bütün toplumu kuşatabiliyor. Bunu da en çok Almanya’nın geçmişinden biliyoruz. Burada Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nı hatırlamakta yarar var. Kötülük yayılmaya başladığında yasalarınız ve kurumlarınız ne kadar güçlü olursa olsun bunun önüne geçemiyor. O zaman konuşacak olan bir tek konjonktür oluyor.

Devamını Okuyun

GÜNDEM