Connect with us

Yazılar

Memurum, Memurlarımız – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Çocuğa kimlik çıkarmak için nüfus müdürlüğüne gitti. Olaylar orada gelişti. Sicil muhafızlığına kalkışıyor, kayıt altına alınıyor.

Elli dakika sıra bekledi. Bu çok nitelikli bekleme faaliyetinin ortalarında yeni evlenmiş genç bir çift geldi. Doğrudan şefe gidip ‘böyle böyle’ deyip arkada başka bir işle uğraşan ve kimlik çıkarmaya yetkisi olmadığını sonradan öğrendiği birine işini hâllettirdi. Şef imza attı, işlem bitti, stajyer kız, neyle uğraştığını çok merak ettiği bilgisayarın başından ağır ve bıkkın hareketlerle kalkmayı başardı. Neyse alıp başlarını gittiler, biraz eğilip bükülme ve çokça teşekkürden sonra.

Elli dakikanın sonlarına yaklaşmıştı. Zira elindeki kâğıt öyle diyordu. Makine vermişti neticede, yanlış olamazdı ya. Dipteki memurun oralarda bir olay patlak verdi. Masanın karşısında sıra bekleyen vatandaş, üst daireden getirdiği selâmla işini hâlletmek için sırayı önemsemeden atladı milletin önüne. Fotoğrafların ebadı uymadığı için, çektirip gelmesini ve sıra numarası almadan yine kendini bulmasını söyledi memur. Kenarda oturanlardan biri, “madem böyle oluyor” onun işini de arada hâlletmesini istedi. Memur tutuştu tabiî. Beyefendi öyle değildi de böyleydi de, yanlış anladınız da, falan da filan. Bu tür itirazlara karşı hazırlıklı birine benzemiyordu. Yere düşen kâğıtları almaya çalışması, ellerini kenetleyerek konuşması sıkılmış (sıkışmış) bir durumda kaldığını gösteriyordu. Yan masadaki arkadaşı duruma müdahale etmese kasılıp kalacaktı besbelli. Madem bu tür hakkını savunan kişileri başından savacak refleksi gösteremiyorsun, o zaman işlerini düzgün yap, kimseye eyvallah’ın olmasın. He, reflekslerin, tartışma kabiliyetin var diye de adam kayıracak hâlin yok elbette!

“Afakî konuşuyorsun, bak, afakî konuşuyorsun!” diye söze girdi yan masadaki “durum kurtarıcısı”. Böyle diye diye, adamı, pek de zengin olmayan lügat hafızasında bu kelimenin anlamını bulabilmek için zihninin dehlizlerine yollarken bunun yanında da bir sonraki ve sonradan kuracağı cümleler için vakit kazanıyordu. Bunu o kadar doğallıkla yapıyordu ki, şaşmamak elde değildi.

İtiraz eden kişiye bunun yanında elli kere “Ama bak işlem yapmadı işte.” dendi. Oysa işlem, fotoğraflar çok büyük geldiği için yapılmamıştı. Malzeme tam olsaydı gayet güzel yapılacaktı. Ve işi yap(a)mayan memur yollarken tanıdıklarını, “Hazırlayıp gelin, numara almadan beni bulun.” diye ayrıca bir iltimas daha yapmıştı. Bizimkinin işi de tam bu lafazanın masasındaydı. İsteyerek lafa karıştı ve bu “arkadan iş görme” vukuatını kenardan hatırlattı tekrar, ne duysa beğenirsiniz: “Ama sen şimdi bizi zan altında bırakıyorsun, niye o zaman söylemedin.” Aynı aymazlığa devam etti memur. Adam işlem yapmaya niyet etmiş, eyleme geçmiş, şartlar olgunlaşmadığından sonuç alamamış, hâlâ “Ama yapmadım ki.” diye kendini aklamaya çalışıyor; öteki de “Ama senin dediğin zaman aşımına uğradı.” diyor. Komediye bak. Al birini vur ötekine. Bozacının şahidi şıracı… Parmak yüzükten geçerken gibi, illâ tam ve net olarak göreceğiz demek ki.

Sırası geldiğinde önüne vardı ve bir şey demeden konuyu tekrar açma ihtiyacı duydu memur, memurumuz. Hiçbir şey demeden bekledi, kıpır kıpırdı önceki sözlerini tamamlayabilmek için. Çünkü haksızdılar ve olaya şahitlik eden herkes oradan ayrılmadan tatmin edilmeliydiler, muhtemel ve müstakbel şikâyetleri önlemek için. “Ben işime bakarım, vatandaşın işlemini yaparım, geçer giderim.” dedi. O zaman beş dakika önce niye arkadaşını koruma refleksi göstermişti? Bu dairenin fedaisi miydi? Ama onun gibi tıynete sahip biri olmazsa zaten orada, o şekilde hâl ve tavırlar sergileyerek kim barınabilir ki?

Şef koltuğuna dört beş ayrı kişinin oturduğunu ve bunların pervasızca birbirlerinin yerine imza attıklarına şahit oldu. Hatta çocuğunun kimliğinde, müdür kısmında kadın adı olduğunu, sonradan, cilt kaplama aşamasında gördü. Oysa oraya imzayı atan bir kadın değildi. Torpile müdahale eden kişinin aslında kendisi için torpil istediğini söyleyerek ve bu yolla onu kötüleyerek kendi hareketini gizledi memur. Kendi adamına torpil yapmasaydı, diğerinin torpil damarı harekete geçer miydi? Herkese âdil davransaydı kim niye torpil istesin ki? Benim olmayan torpil, tutanın elinde patlasın anlayışı da sakat.

O dairede kimliği halka karşı kutsallaştırıyorlar. Ama kendileri yetkisiz imza atıp pul mesabesinde gördüklerini ortaya koyuyorlar.

Orada olan tek şey; organize olmuş kötülüğün birleşememiş iyiliği iğfaliydi.

Sıra beklerken yanına 3 çocuğuyla bir kadın oturdu. Ameliyat olacak çocuğunun kimliği kaybolmuş ve hâliyle hastane işlem yapmadığı için yenisini çıkarmaya gelmişler. Onu dinliyoruz: “6 kişi 1300 lira (2015 yılında) ile geçinemiyoruz.” dediğinde, “Millet eskiden darlık zamanlarında çorbaya kuru ekmeği katık ederek idare ediyormuş, hâline şükret.” demiş sosyal yardımlaşma görevlisi.

Bunları yazmaktan kasıt Mizancı Murad’ın Mansur’undan beri Oğuz Atay’ın da yerlere vurduğu, günümüzde de hiç azalmayıp aksine artan zihniyet meselesine bir mim koymaktı.

Bir 5-6 dakika sürdü hararetli tartışma. Adam gitti, bunlar biraz daha devam etti. Adalet, hak, hakkaniyet, adam kayırma kavramlarının çokça geçtiği tartışma sonrası sırası gelince vardı memurun önüne ve dedi ki: “Bizim çocuğun adı Âdil olacak.” Adam bir baktı yüzüne, ciddi mi diye. Sandı ki, o kargaşada kızıp da söyledi. Baktı ki şaka etmiyor, yazıverdi. Ona da kontrol ettirdi. Bu ismi insanlık tarihi kadar eski, her dönemde cari olacağı için seçmişti oysa. Bu lanetlenmiş çağda yaşaması da etkili oldu elbette. O gün yaşanan hadiseler ise içinden şu zalim şüpheyi kaldırmakla kalmayıp, bir de onu oraya aldırdı, iyi mi!

Ah be ablam diyemedin mi, “Gel kardeş, bak sende 4 çocuk da yoktur, gel biz maaşları değişelim de sen geçin 1300 lira ile.” Neymiş, asgarî ücret almıyorsan, fakir değilmişsin. Yuh be kardeşim. Hem alt limitten bir fazla çocuğu da olmuş bak. “Nasıl bakacağım o kadar çocuğa?” dediyse, suçlu mu oldu şimdi.

İşlemleri yapılırken bir vatandaş “Beni de muhtara gönderdiniz, ama bak, yine gittim, sıra aldım, tekrar bekliyorum.” dedi. Memur, adam hakkında, “Sen şuradaydın da şöyle bir kişiyle geldin de şunu şunu dedin de.” vs. öyle bir detaya girdi ki, adam bu boş bilgi bombardımanı karşısında “hı hı” diyerek emme basma tulumba gibi kafayı sallamaktan kafayı buldu. Zaten bir işin başındaki kötü niyetli kişilerin en büyük marifeti manipülasyon ve (dez)enformasyon ile sürekli gündemi kendi lehine değiştirmek değil midir? “Kral çıplak” dediğin zaman, gözünün içine baka baka insanı öyle bir soyuyor ki, “Ulan benmişim ya çıplak.” diyor en sonunda. Kendi aleyhine bile olsa vatandaşa derdini anlatmasında yardımcı olması gereken/beklenenler, hem lafı ağzınıza tıkayıp hem de herkesi suçlu durumuna düşürüyorlar.

O torpil mağduru adamın kolundan tutup “Bak abicim şu herif sana ‘ama işlem yapmadı ki’ dedi ya, gel biz hemen buradan çıkalım.” deyip bahçede yürürken bu tip rezaletin her türlüsüne söve söve başka bir ilçede başka bir memura yaptırabilirlerdi işlerini. Ama o rezaletin içinde kalarak belki de pis kokulara burnumu tıkayarak şahitliğe devam etmesini tek bir gerekçeyle açıklayabilirdi. O da bu metni kaleme almak. Bunu ancak yergi affettirebilir.

Sürekli yeni silahlar üreten küresel emperyalistlere karşı daha tesirli silahlar üretmek elimizde bile olsa bunu yaparsak sonunda dünyayı havaya uçururuz. Ne yapmalı peki? Onların tesirli silahlarını devre dışı bırakan, daha düşük maliyetli, kullanışlı aksi sistemler geliştirmeli. Tartışmada sürekli sesini yükselten memur gibi o da onunla aynı tavrı takınsa sonunda mutlaka kavga çıkar. Ne yapmalı peki? O memuru farklı zamanlarda takip edip davranışlarını şikâyet edip hakkında dava açmalı. Yoksa adam başka türlü hatalı olduğuna yanlış yaptığına mümkün değil inanmıyor.

Memura; “Bak şu haksızlığı yaptın.” diyor. “Bunu tespit etmek ve söylemek senin yetkin değil.” diyor. Bunun üzerine daha ona ne söylenir ki!

Diğer daireden inen memurun boş bıraktığı masasında işine kim bakıyor, onun orada olması gerekip de olmadığı dakikalarda hangi beli bükük ihtiyar sıra bekliyor çaresiz. Nüfus memuru hastanede bir işini hâlletmeye gitmiş, işe bak ki hastanedeki de postaneye gitmiş 5 dakikalığına. Postane müdürü uzun bir aradan sonra ancak gelen bir misafirini pastaneye götürmüş. Müdür ya, olur o kadar. İşe bak ki özel sektör olmasına rağmen pastanenin işçileri de o gün grevdelermiş. Greve katılanlardan biri arada kaçamak yapıp çocuğunun durumunu sormaya okula gitmiş. Artık biliyorsunuz, öğretmen yeni aldığı, ilk göz ağrısı ev için tapu dairesindeymiş o sıralar. Aa, bak sen, tapucu arkadaş da kısa bir iş için nüfus idaresine gitmesin mi! Yandı gülüm keten helva. İşin ilginci, tüm bu gidip gelmeler, kaçamaklar falan öyle bir çakışmış ki, herkes burnundan soluyarak dakikalarca bekledikleri kapılardan işlerini hâlledemeden yerlerine geri dönmüşler. Bunlardan üçü kavşaktaki trafik ışıklarına dikkat etmedikleri için, öfke kaynaklı dalgınlıktan ötürü girmişler mi burun buruna. Görece kazasız belâsız iş yerlerine dönenler, havada değişik bir karartı görmüşler. Kin, nefret ve öfke ile solunmuş onlarca nefesten arda kalan kaçak mazot dumanı gibi, kara kömür renginde bir şey. Koltuklarına oturup sıradaki işleriyle ilgilenecekleri yerde, bir de sakinleşmek için sigara, çay, tuvalet molası vermişler. Ee, hak ettiler ama… O gün, olmak bilmeyen akşamı, saatlerce ona azar, buna küfür derken zor dar etmişler. Şunu da merak etmiyor değilmiş: Mesai saatinde görev yerinden ayrıldığında başına bir şey geldiğinde ne hüküm veriliyor, kanunda ne yazıyordu bu hususta?

“Ben de memurum, bu işleri az buçuk bilirim.” deyince, hemen yakınlık kurmaya çalışıp “Şimdi hocam bak, aslında şöyle de böyle de…” gibi laflarla iyice ütülenen kafasını dalgalandırmak için püfür püfür esen, Dünyanın yetenekli adamlarından rüzgâra verdi.

Son söz: Bir devlet görevlisi, yaptığı bariz bir haksızlık karşısında mukavemet edecek birine karşı kendini savunamayacaksa o zaman en baştan haksızlık edip bu sürtüşmeye girdiğinde işler trajikomik bir hâl alıyor. Ama paşalar gibi kendini savunabiliyorsa lâfebeliğiyle, mugalâtayla, o zaman yapabiliyor. Sen başka bir dairedeki memurun yakın-uzak akrabalarının işlerini hâlletmezsen, senin de onun dairesinde işin çıktığında, o da seninkini görmezden gelir. Hadi senin şahsî işin olsa gam yemezsin de bir yakının senden bunu rica ettiğinde, yaptıramazsan, madara olursun ahali arasında. “O kadar senedir oradasın, ayda yılda bir işimiz düştü, onu da hâlledemedin, tuf sana.” derler adama.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x