Connect with us

Yazılar

Lüzumunda Gelmeyen – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Aklıma bir imaj düştü. Onu yazıp “İşte hayatım bu şekilde geçiyor!” diye artistik bir cümle kurmaya niyetlenmiştim. O anda kaydetmeyi ihmal ettim, kafamdan silindi gitti. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış Han Duvarları’na belki de kömür parçalarıyla yazmış kalem yoklukta, benim ne mazeretim vardı, hiç, hep tembellik.

Dağ bayır gezdiği bir gün yorgunluktan kendini yarı kuru ağacın altına bırakan, en çok tâbi olduğumuz kanunu zihninde yerli yerine oturtabilmek için düşündüğü sırada kafasına elma düşünce en yakınındaki kayıt cihazına; dünya tarihine geçeceğinden haberi olmayan şaşkın çobanın epizodik anıları daha sonra erişmek için kaydettiği temporal lobundaki hipokampuse nakşeden Newton kardeşim vardır mesela.

Murdar kurnada bakır tasın yüzdüğünü görünce, zatürreeyi önemsemeden peştamalıyla çarşılarda, Anadolu Rock güftelerine girmeyi hak edecek şekilde ıslak ıslak kendini rüzgâra veren Arşimedciğim, kardeşim bir sakin ol, ayıp değil mi o yaşta. “Evraka evraka!” diye bağırmanız asırlardan aşıp bana kadar geldi. Sevdiğini sevdiğine söyle demişler, bu sözü ucundan da olsa tutmanız iyi olmuş. Kendime o kadar fazla yüklenmek haksızlık sayılır, ihmallerimden bir kitap çıkardı şimdiye kadar.

Sincapların palamutları gömdükleri yerleri unutmasının ormanları çoğaltması gibi, zihnimin derinliklerine hapsolan imajların, geçen seferlerde bahsini geçirdiğim mahir köstebek sayesinde yerli yersiz zamanlarda açığa çıkacağından eminim. Ama keşke istediğim zaman gelseler. Adını unuttuğumdan günlerce aramak zorunda kaldığım bilgisayar dosyalarına benzemeseler. Onlarcasından en az beş tanesini niçin açtığımı unuttuğumdan, anlamak için işaret parmağımla fareyi gıdıklayarak sayfayı aşağı yukarı kaydırırken yüzümdeki mavi ekranla başlıklara dalıp dalıp gittiğim sekmeler gibi olmasalar.

Babaannem anlatmıştı. Dedemden müsaadeyle anlattığı pek az şeyden biridir madem, ölüme çare olsun diye buraya kaydedeyim bari. Eski köyümüz ilçeden 7 km. yukarıda. Akrabamızdan bir adam bir akşamüstü, gün içerisinde çarşıda görüp selamını babasına ileteceği adamın adını unutuvermiş aniden. Birkaç ipucu verse de diğerlerinin hatırlamasına yettirememiş. Ailesinin ricalarına, tutmalarına aldırmadan atla onca yolu tepip evin kapısına varmış. Bu kadarla kalsa iyi, tam kapıya vuracakken aklına gelmesin mi, gece gece rahatsız etmeyeyim diye vazgeçmiş de köşe başında suret bulan musluklu çeşmeden kendini, yalaktan atını sulayıp gerisin geri dönmüş köye. Bu trajik durum, yanında bir eksiklik hissedip komediye de yer veriyor. Kendine fazlaca güvendiği için yolda belde tekrar etmediğinden köye vardığında ismi bir daha unutmuş. Atına söyleseydi keşke, geçtiği patikalardaki çalılara, gürgenlere, dişbudaklara fısıldasaydı, mevsimi bilmiyoruz ama yemişlerden ne varsa bildirseydi hepsine, yol boyunca kendine yarenlik eden, baştan sona bittiğinde köye yaklaştığını haber veren türkü repertuarı yanında birkaç kere de adını ansaydı. Uzaktan köy gözüktüğünde bir hamleyle dilini döndürmüş ağzında, ama şaşkınlıktan gözleri yerinden uğramış da isim çıkmamış yine. Kafasında dank ettikten sonra menzile varana kadar hatırlamak için çok zorlamış kendini. O kadar meşakkatten sonra bir delilik daha yapıp geri dönmeyi yedirememiş kendine. Öyle ya, dağın taşın da hakkı vardır, yol gösteren yıldızlar da ayıplar belki. Atı da yormuştur gereksiz diyemeyeceğimiz bu meşgaleyle ama Genceli’ye selâm çakıp Ferhat olup sırtlaması gerekirdi madem öyle. Bilirsiniz bu tür durumlarda ailedekileri uyku tutmaz. Geceliklerinin üstüne kalın montunu atan babasının avluda sakin adımlarla aşağı yukarı voltaladığını görünce ne yaptığının farkına ancak varmış bizimki. Babacan baba, babaca kaygılarla bir elinde fincan diğerindeki çubuğundan derin nefesi buğulu gözlerle salarken imalı kinayeli olmayan bir tonda “gel Mükerremim gel” diye yitiğini zikrettiğinde ne kadar sevinse azdır. Babası da o gittikten az sonra bağlantıları kurup hatırlamış meğerse. Oğlu dönene kadar yatakta bir o yana bir bu yana dönmek yerine avluda yarenlik etmiş geceye, yıldızlı geceye. Tamam, belki mermiye kafa atan dayıoğlumuz yok ama bu konularda biz de kendi çapımızda belalı bir aileyiz yani. Kimse bizi test etmeye kalkmasın, hatırlayana kadar basmadığımız ayak kalmaz sonra.

“Senin de amma önemli fikirlerin varmış he!” diyenler olabilir. Evet, öyle, belki fazla önemli değil, ama sonuçta bir duvar örüyorum, elimde yonttuğum tuğla, yoldan geçenlere bakarak bir süre öylece bekliyorum ve çırak harç getirmiyor. Sizin zorunuza gitmez miydi bu. En azından manzaradan sıkıldığınızda ve işi götürü aldığınızı hatırladığınızda başlardınız bağırmaya.

İmaj düştüğü anda, mesela kızışmış cephe hattında olsam, bir küçük sigara kâğıdına da olsa yazmam icap eder. Yavuklumun mektubu bozulacak bile olsa harflere emanet etmem gerekir. Gel gör ki yokluk kıtlık varmış gibi uzanıp ya da iki adım gayret gösterip ulaş(a)mıyorum malzemeye. Malzeme, adı üstünde, “lazım olan” demek değil mi, niçin beni bu kadar zorluyor, ihtiyaç olduğu besbelli, ama gelmiyor mesaiye, kartını basmıyor göstere göstere. Bıkkın ve bezgin adayların sıralarda bıraktığından nasibimize düşen onlarca kalem, onlarca defter, binlerce metrekare kâğıt, üç telefon, iki bilgisayar, bir tablet, buzdolabında post-itler, lüks restoran masalarında üzerine “saatin ederi alınmıştır” notları yazılabilen 17-25 poşet peçete olduğu hâlde hiçbiri imdadıma yetişmiyor.  Birkaç gün sonra bambaşka şeylerle uğraştığımda, bunun niye hâlen aklıma gelmediği üzerine kafa yorarken ucundan tekrar yakaladığımı hissettiğim benzer başka bir imaj düştü kucağıma. Göğsümde yumuşatıp hakkını verdiğim voleyle ağların tozunu almak vardı. Uykuyla uyanıklık arasında kulaklıkla, ekrana bakmamı gerektirmeyen bir video dinlerken yine ihmal ettim. Hâlbuki ilkini karşılayıp karşılamadığına tam emin olamasam da bu mukni buluşla mutmain olmuştum. Niye hamle yapıp kaydetmedim ki yine. Evet, siz de merak ettiniz sonrasında ne olduğunu. Kara kışın ortasında, karanlık sabahta çeşitli sebeplerle derse geç kalan kara kaşlı bir öğrencinin kaba montunun olanca sıkıcılığıyla, çantasının skolyoz tetikleyici ağırlığıyla çatlak öğretmenince ayakta bekletildiği sınıf köşesinde çatık kaşlarıyla kinini diri tuttuğu gibi burnumdan soludum. Heh, iyi de etmişim, meğerse doğru nefes almak hafızayı tazeliyormuş.

Madem bu dertten bu kadar muzdaripim, müştekiyim, müşteriyim, bu vesileyle kendisine buradan bir çağrıda bulunayım bari. Kıymetli “gelmeyen”, ölesiye “beklenen”, niçin böyle yapıyorsun kardeşim. Niye mağdur ediyorsun beni olur olmaz yerlerde. Bak soru işareti bile koymuyorum cümle sonlarına, mevzuu sen de biliyorsun. Yapma kardeşim, yapma, tamam mı. Sen lüzumsuzsa söndürülmesi gereken lamba mısın, sen oyunda fazla gelen sandalye misin, büyüdüğünde metrobüste daha rahat koltuk kapabilmesi için bahçede kapmaca talimi yaparken gideceği köşeyi es geçen dalgın masum musun. Bu küçücük dünyada kuyruğunu bırakması gibi bir kertenkelenin, orta yerde bırakma ben sevdiğini, yazmadan birkaç satır. Yapma bunu, mahcup etme beni. Bak bu son ihtarım, bazen çok zorda kalmama rağmen iki satırın hatırına daha önce bu kadar üstüne gelmedim, şimdilik de güzel güzel söylüyorum, bir dahaki sefere farklı konuşurum, aklını başına devşir. Bizde o kadar burjuva âdetleri olmaz ama gece yarısı akla düşen zeytinyağlı limonlu Tokat sarma kadar ol bari. Çat kapı gel, ansızın düş gözümün önüne.

Her seferinde olduğu gibi bu yazıda da mutlaka unuttuğum bir şeyler vardır. Nedir onlar? Ne bileyim ben. Sincaplar palamutları unutmasaydı ormanlar, ben bir şeyleri unutmasaydım bu yazı oluşmazdı. Unutmayı istediğimiz o kadar çok şey varken niçin onları değil de en elzemleri kaçırır göz önünden, dolaba kaldırır, kimini dondurur kimini dehlizlerde bekletir. Kimini de maalesef öldürür. “Diğer yazıya bak.” Telefonda paragrafı yazarken araya sıkıştırdığım bu notu o günün akşamında okuduğumda hangi yazıyı kastettiğini uzun uzun düşündüm. Neden sonra aklıma geldi de dönüp bakıverdim: Cihan Aktaş’ın Unutulmayan kitabını tahlil ettiğim Unutursak Kalbimiz… Madem geldik, ateş alıp kaçmayalım:  “Unuttuğumuzda kalbimizin kuruması gereken bir dolu olaya şahit oluyoruz. Hiçbir nesil bundan azade kalamıyor. Herkesi maruz bırakıp kimseyi mazur görmeyen işler başımızda sürekli. Bunlar musibet, evet, ama musibet rastgele olmaz, getirilir; bilerek ve isteyerek, hedef gözetilerek, isabet alınarak…/ Unutulmayan, eskiyi yâd için acıları diri tutan bir isim. Fakat muhtemel, müstakbel darbelere tedbir almayıp kapıyı da teklifsiz açtığımız için unutulan da diyebiliriz; tamam, unuttum, sıradaki… Zamanlamanın hep manidar olduğu topraklarda; unutmadıysak diğerleri niçin oldu? Acı tazelemek için mi unutmamalı yoksa tedbir almak için mi? Birincisi daima açık ara önde maalesef!”

Bir de unuttuğumuzu sandığımız, vakti geldiğinde -sözgelimi yirmi yıl sonra- ansızın ortaya çıkıp bazen rezillik çıkaran (son kısmını unuttum)…

Yazıya çalıştığım günlerde, içeriğe pek de yakışacağını düşündüğüm birçok güzel fikri, afili cümleyi, atmosferine uyması amacıyla bu sefer bile isteye, bakalım ne olacak diye not almadığım için heba ettim diyebilirim. Tersi bazı şeyler de olmadı değil. Mesela birinde tıraşın en civcivli ânında berberden müsaadeyle klavyeye abandım, onun da işine geldi gerçi, birkaç fırt, birkaç da yudum çekti bu arada. Bir diğerinde otobüste telefonla uğraşırken genelde midem bulandığı için rastgele bir durakta inip arka rendeleyen oturaklarda etim dona dona yaz’eyledim, yine soğuktan hissetmediğim parmak uçlarımla. Açık söylemek gerekirse şu an okuduğunuz cümleyi yaya geçidine girmeden kaldırımda yazıyorum, motorlu kuryenin kornası kulağımı çınlatıyor, sinirlerimi sıçratıyor, yan gözle etkili bir bakış atıp iniyorum yola. Bunu ise karşı kaldırımda: Elimde telefonla aheste aheste yürüdüğüm için yok yere kızıp gereksiz dayılık yapan şoför arkadaşla küfürleşmemizi buraya yazamıyorum tabii, kusura bakmayın. Gerçi benim ettiklerimi yazarım da, onunkileri çözümleyemedim. En azından şunu yazmadan geçmeyelim; oğlum siz manyak mısınız ulen, yaya geçidindeki insan nasılsa koşar diye gazı köklemek ne demek birader. Önüne başka bir araç çıktığında var gücünle frene abanıyorsun ama o etten kemikten ve sen saatte 200’le gidebilen 1500 kiloluk makineye hükmettiğin için mi katlanmak zorumdayım bütün bu salaklıklara. Olum, sen hiç yaya olmuyor musun, hiç çocuğunun elinden tutup karşıdan karşıya geçmiyor musun. Bak sana da çok gördüm soru işaretini. Anladın sen onu. Buraya da ünlem gerekiyordu ama değmez. Bir başkası da durmayı aklından bile geçirmediğinden, yoktan yere çarpmasın diye kendimi kaldırıma attıktan sonra şoför mahalline fırlattığım delici bakışları görünce kulaklığımı işaret etmişti. He, pardon ben kulaklık olduğundan görmemiştim onu da, o yüzden yavaş hareket ediyordum. Hayır kardeşim ben yavaş değilim, sen hızlısın. 0 km.yi aşan her hız fazladır yaya geçidinde. Heh, bak şimdi hatırlayınca yine gülesim geldi, bir keresinde de elinde telefon olduğundan göz göze gelmemize imkân vermeyen bir hödüğün önüne atladığımda acı bir frenle durmak zorunda kalmıştı son anda. Ama hem geçmeme müsaade etmedi hem de “sen önce bi ellerini cebinden çıkarsana be” diye höykürmüştü. Burayı çocuklar okumasın: Şimdi Raskolnikov gelse de kanlı baltayı verse elime. Yok, herifçioğluna vurmayacağım, göstersem yeter sanırım. Arabadan inse tüm cesaretini kaybedeceğinden eminim çünkü. Ayrıca ben elimi cebimden çıkarırım çıkarmasına ama elimle beraber çıkacak şeylerden acayip korkarsın, o yüzden acırım sana.

O yoluna, biz yolumuza… Devam edelim. İmajlardan bir tanesi aklımdan nasıl uçtu, tahmin bile edemezsiniz. Akşam çocuğu okuldan getirirken apartmanın bahçe kapısından geçtiğimizde ben yine kelimeleri birbirine ulamaya gayret ederken “baba kapıyı kapat da rüzgâr girmesin” dedi müstehzi. Kendisi ferforje olduğu yetmiyormuş gibi her tarafı açık olan kapıyı kapatacakmışım da soğuk gelmeyecekmiş. Bak sen 1. sınıflık sıpaya, benim birinci sınıf şakamı bana satıyor. Satın almaya pek hevesliymişim ki, kanatlanıp uçtu cümleler bölük bölük.

Tabii insanın bir yerlere not almasının mümkün olmadığı pek zor bir durum daha vardır. Ahmetçiğim Sağlam, şimdi burada detaylarına girmek istemediğim bu durumu “Yazarlığımı tuvalete borçluyum” başlıklı yazısında uzun uzun anlatmıştı, 25 kiloluk bedeni toprağa kavuşmadan bir yıl kadar önce. Dar alanda odaklanma daha kolay oluyor tabii, başka ne olsun sebep.

Bazen öyle amansız hatırlama gayreti içinde oluyorum, deliriyorum kızıyorum ki kendime, aklıma gelmesiyle gitmesinin bir olduğu o anda ne yapıyorduysam onu tekrar yapmaya çalışıyorum. Evdeysem evi, sokaktaysam geri dönüp kaldırımı turluyorum, sürahiden su alıyorduysam yine öyle yapıyorum, su görünce şişsem bile. Oryantiring oyunundaki gibi olayları, mekânları sırasıyla takiple zorluyorum kendimi, yalvarıyorum adeta kendime gelsin diye. Ya gelsin, ya da onu unuttuğum gibi, öyle bir şey olduğunu ve bu vakayla ilgili tüm detayları da unutayım ve rahat edeyim bari. Böyle olması için araya saçma sapan işler soktuğum da oluyor. Koğuşta ay yürüyüşü yapan asker videolarından tut, 8-10 saniyelik vine’lara kadar sarıp sarıp tüttürüyorum. Ama çare olmuyor, birkaç gün geçmesi, araya daha büyük olaylar girmesi, yepyeni buluşlarla tatmin edici başka cümlelere erişmem gerekiyor. Lise sonda okul şampiyonluğunu son anda kaçırınca o ergenlikle birkaç gün kendime gelememiştim niyeyse. Ya da büyük bir kayıp yaşayan insanlarda da olur ya hani, unutana kadar araya kurşundan devasa kapılar gelse yeridir. Bana o kadar kalın olmasa da bir tane röntgenci kapısı lazım olduğu muhakkak. Bak şimdi işe bak, bir önceki cümleyi telefonun takvim hatırlatma kısmına yazmıştım. Oranın harf kapasitesi biraz düşük. Yazmaya izin veriyor ama kaydedince eksik bırakıyor, fazla yazdın diye uyarmıyor da. Kaptırıp gitmişim, haddi aşmışım. Tabii sonrasında buraya kopyalarken cümleyi nasıl bitirdiğimi hatırlayamadım. Yepyeni bir biçime büründü zorunlu olarak. Muhtemelen o cümlelerde röntgenci yerine başkaları vardı.

Bir yazıya niyetlendiğimde, başlığını yine bu takvime kaydediyorum. Ayarlıyorum, her gün hatırlatıyor. Tekrarlarla birlikte böyle yüzlerce, hatta sonsuza giden hatırlatmalar var kayıtlı. Başkasından buyruk alarak iş yapmaya mı alışmışım nedir, boşuna esnaflık yerine memurluk yapmıyoruz, burada da kendim kaydetsem bile başkası emrediyor, hatırlatıyor olunca daha disiplinli oluyorum. İş bu ya, bu yazının uyarısını bir karışıklık esnasında silmişim. Birkaç gün hiç aklıma gelmedi. Neden sonra hatırladığımda bu sefer de yeniden hatırlatıcı oluşturmayı ihmal ettim. Kardeşim nedir bu çektiğimiz. Birkaç hafta sonra ancak başlayabildim tekrar hatırlamamla.

O zaman yazımıza adının baş harfleri M. Z. E. olan az ünlü yazarımızın bir yazısından alıntıyla son verelim: “Ahmet Örs’ün kitaplarını okuyup hakkında yazmaya çalıştığım günlerde bilgisayarın başından kalkıp uykunun ağır basmasıyla kapanan gözlerime söz geçiremediğim bir zaman yazarın öykücülüğüyle ilgili harika bir detay geldi aklıma. Şu an hatırlayamasam bile o anki hazzını hissediyorum. İyi bir buluş diye kendimle de övündüm arada. Fakat üşendiğimden kalkıp not almadım bir kâğıda veya telefona. Buluşun sevinciyle uykunun tatlı kollarına teslim ettim kendimi. Bu tür durumlarda hafıza tekniklerinden birini kullanırdım ama ona da müracaat etmedim. Öyle ya, bu kadar güzel bir fikri unutabilecek kadar ihanet içinde bir beynim yoktu ki. Varmış meğer, kalktığımda neden sonra aklıma gelmesi gerektiği zaman derinlerden çekip çıkarmaya davrandığımda aklımda konuyla alâkalı hiçbir şey yoktu. Zaten öyle bir konu olduğu da kalktıktan saatler sonra gelebilmişti zihnime. Cümlelere bile dökmüştüm hâlbuki uyumadan önce. Ne yapsam ne etsem gelmedi inatçı. Ama olsun, bak kurtulamadı elimden. Kendisini yazamasam da öyküsünü yazıyorum inadına. Sen kalk, bilinçaltımdan oya oya yukarılara çık, beni heveslendir, sonra ortadan kaybol. Öyle yağma yok, kendin yoksan bile dedikodunu yaparım ben de.”

Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz. Bu da onlardan biri: İlk ne zaman duydum bilemiyorum ama Kurtuluş Savaşı sırasında vuruşmalar İzmir ve civarında geçiyorken “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini teknik açıdan sorgulamam hem coğrafya bilgimi hem de tenakuzları yakalamakla görevli iflah olmaz musahhih adaylığımı gösteriyor. Hayatın olağan akışına uymayan bu cümleyi kulağımın arkasına değil, kepçenin tam içine, deliğin başına, diğerlerinin yanına yerleştirdim. Özellikle araştırmasam da ileride palamut akını gibi gelecek doğrulayıcı destekleyici bilgileri tutabilmek için oltamı hazırladım. Yıllar sonra bir şekilde gelip beni buldu. Ege Denizi’nin o dönemki adı İç Akdeniz’miş. Birçok şeyi bu şekilde öğrendim diyebilirim. Detaylı bilgi için Algılarımız’a[1] bakabilirsiniz.

[1] https://yenipencere.com/yazilar/algilarimiz-mustafa-zahid-ergun/

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’in Zehirli Mirası: Güney Lübnan’a Beyaz Fosfor Bombaları

Yayınlanma:

-

Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde (AUB) çevre kimyası araştırmacısı olan Abbas Baalbaki, yaklaşık altı aydır İsrail tarafından Lübnan topraklarına atılan beyaz fosforu inceliyordu.

Sonra bir gün, bir meslektaşıyla birlikte inceledikleri bir numune alev aldı.

Böyle bir şey olmamalıydı. Örnekler, 17 Ekim’de Kfar Kila üzerine bırakılmış ve 10 Kasım’da bölgede yağmur yağdıktan sonra toplanmıştı.

Baalbaki, onları test ettiğinde neredeyse bir aydır “kullanılmış” durumdaydılar.

Beyaz fosforla ilgili tüm literatürü okumuş ve tüm önlemleri almıştı, numunelerin aktif olmaması gerekiyordu.

Baalbaki, El Cezire’ye “Duman yaymaya başladılar!” diye anlattı.

Dumana birkaç saniye maruz kalmak, Baalbaki’nin günlerce beyin sisi, konsantrasyon eksikliği, aşırı baş ağrısı, yorgunluk ve mide krampları yaşamasına yetmiş.

“Meslektaşımı aradım ve ona nasıl hissettiğini sordum,” dedi. “Onda da aynı belirtiler vardı. Ne kadar zehirli olduğunu anlamamıştım.”

Baalbaki, Lübnan’a atılan beyaz fosforun, konuyla ilgili bilgilerin gösterdiğinden çok daha uzun süre aktif, çok zehirli ve yanıcı kaldığını düşünüyor.

Baalbaki, İsrail’in taktiklerinin Güney Lübnan’ın çevresine, tarımına ve ekonomisine uzun vadeli ve potansiyel olarak geri dönüşü olmayan zararlar verdiği ve bu bölgeyi yaşanmaz hâle getirebileceği konusunda uyarıda bulunan Lübnanlı araştırmacı ve uzmanlar korosuna katılıyor.

Baalbaki, Lübnan Hizbullah’ı ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ardından sınır ötesi saldırılar düzenlemeye başlamasından bu yana “tehlikeli maddeler; toprağımıza, suyumuza ve toprağımıza giren yabancı maddeler” üzerinde çalışmak zorunda kaldı.

Baalbaki’nin test ettiği beyaz fosfor; İsrail’in, Lübnan’ın güney köylerine ve tarım arazilerine saldırdığı silahlar arasında yer alıyor.

8 Ekim’de Hizbullah, İsrail işgali altındaki Şebaa Çiftliklerine saldırılar düzenlerken İsrail de Güney Lübnan’a saldırılar başlattı.

Lübnan Ulusal Bilimsel Araştırma Konseyi’ne (CNRS) göre 6 Mart’a kadar Güney Lübnan’a 117 fosforik bomba atıldı. Saldırılar devam ediyor.

İsrail, beyaz fosfor mühimmatını savaş alanında sis perdesi oluşturmak için kullandığını iddia ediyor. Ancak İsrail’in beyaz fosfor kullanımıyla ilgili olarak Lübnan’da çeşitli alanlardaki uzmanlarla yapılan görüşmelerde ortak bir teori ortaya çıktı: İsrail bunu, sivilleri bölgeden uzaklaştırmak ve Güney Lübnan’ı şimdi ve gelecekte yaşanmaz hale getirmek için daha büyük bir stratejinin parçası olarak kullanıyor.

El Cezire, araştırmacıların beyaz fosfor kullanımının kasıtlı olduğu yönündeki sonuçlarına ilişkin yorum almak üzere İsrailli yetkililere ulaşmış ancak yayın saati itibariyle herhangi bir yanıt alamamıştır.

AUB Doğa Koruma Merkezi (AUB-NCC) müdür yardımcısı Antoine Kallab, beyaz fosforla ilgili yakın zamanda düzenlenen bir panelde “Beyaz fosfor bir mermi ya da hedefe yönelik mühimmat gibi değildir, araziyi yaşanmaz hale getirmek için kullanılır.” dedi ve görüntülerin etkilerinin yayıldığını, “hedeflenen yerler” sınırlı kalmadığını gösterdiğini ekledi.

Baalbaki, “[İsrail ordusu] beyaz fosforun zararlı olduğunu, çok daha sonraki durumlarda yeniden alevlendiğini ve çevre üzerindeki toksik etkilerini iyi biliyor.” dedi.

Savaştan önce Lübnanlılar, İsrail’e İbranice konuşulduğunu duyabilecekleri kadar yakın olan eski bir sınır kapısı olan Fatima Kapısında bir gün geçirebiliyorlardı ancak ziyaretçilerin dikkatini çeken tek şey bu değildi.

Arap Reform Girişimi İcra Direktörü Nadim Houry, El-Cezire’ye yaptığı açıklamada “Güneye doğru gittiğinizde çok çarpıcı bir manzara ile karşılaşıyorsunuz!” dedi.

“Lübnan tarafı tamamen çorak bir arazi iken İsrailliler sınırdan önceki son santime kadar ekim yapıyorlar. İsrailliler [Lübnanlıların] ekim yapmasını neredeyse imkânsız hale getirdiler!”

Uluslararası Göç Örgütü’ne göre savaşın başlamasından bu yana 91,000’den fazla insan Güney Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı.

BM’ye göre 60,000 kişi de hâlâ aktif çatışma bölgelerinde bulunuyor ve bunların çoğu kaynak yetersizliği ya da yaşlılık veya engellilik nedeniyle hareket kabiliyetinden yoksun oldukları için kaçamıyor.

Baalbaki, El Cezire’ye yaptığı açıklamada bu insanların çoğunun artık sarımsağa benzeyen beyaz fosfor kokusunu tanıdığını söyledi.

Beyaz fosfor -doğada bulunmayan mumsu, beyaz veya sarımsı bir katı- 30C (86F) üzerindeki sıcaklıklarda havadaki oksijene maruz kaldığında tutuşur ve fosfor oksitlerle karışık yoğun beyaz duman şeritleri yağdırır. Fotoğraflar, yanan tarım arazileri veya yapılar üzerinde uçan gaz halindeki beyaz denizanalarını andırıyor.

Ateşli parçalar tamamen oksitlenene ya da oksijensiz kalana kadar bitki örtüsü, binalar ya da insan eti üzerinde yanmaya devam eder.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC), “Beyaz fosfor, havada oksijenle hızla reaksiyona girerek dakikalar içinde nispeten zararsız kimyasallar üretir” derken “toprakta ise partiküllere yapışabilir ve birkaç gün içinde daha az zararlı bileşiklere dönüşebilir!” diyor.

Bu sözler, 2014’ten bu yana revize edilmedi.

Beyaz fosforun etkilerini inceleyen Lübnanlı araştırmacı ve akademisyenler, beyaz fosforun uzun vadede toprağı, bitkileri ve hayvanları nasıl etkileyeceğini belirlemek için çok az yararlı veri bulunduğunu söylüyor.

Bu tür çalışmaları yürüten gruplar sadece beyaz fosforu sağlayanlar, ABD ordusu ve bu vakada Gazze’den araştırmacılar olan bazı kurbanlardır.

(…)

“İsrail ordusu 1982 işgalinde sivilleri beyaz fosforla hedef aldı ve 7 Ekim’den bu yana ormanlarda, tarlalarda, zeytin ve meyve ağaçlarında çok sayıda beyaz fosfor kullanıldı.

(…)

2006 savaşının son günlerinde İsrail, özellikle çatışmanın son üç gününde, her iki tarafın da bir anlaşmanın yakın olduğunu bildiği bir zamanda Güney Lübnan’ın geniş bir bölümünü 2,6 ila 4 milyon misket bombasıyla vurdu.

(…)

Beyaz fosfor ve diğer silahların toprak üzerindeki uzun vadeli etkilerinin araştırılması gerekirken, BM’ye göre tarımın yerel GSYİH’nin yüzde 80’ini oluşturduğu güney Lübnan halkı için âcil bir ekonomik kriz söz konusudur.

Savaş başlamadan önce bile çiftçiler geçinmekte zorlanıyordu.

Dünya Bankası’na göre Lübnan, modern tarihin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşarken para birimi 2019’da serbest düşüşe geçti. Lira, değerinin yüzde 95’inden fazlasını kaybetti ancak son zamanlarda 89.700 lira / 1 dolar civarında dengelendi (kriz öncesi döviz kuru 15.000 dolar / 1 dolardı).

(…)

2019’dan önce çiftçiler, ihtiyaçları olan şeyleri krediyle satın alabiliyor ve tedarikçilere hasattan sonra ödeme yapabiliyordu ancak bugün çiftçiler peşin ve nakit ödeme yapmak zorunda ve ekonomi dolarize olduğu için her şey daha pahalı hale geldi. Salloum, “[Eski] sistem krizden bu yana öldü!” dedi.

Lübnan Merkez Bankası’na göre Güney Lübnan’ın toplam ihracatı yılda yaklaşık 94 milyon dolar değerindedir. Salloum, 2006’daki savaş sırasında “Tarımdan kaynaklanan kayıp 280 milyon dolardı” dedi. “ve 2006’da ekonomik bir kriz yaşamadık.”

Güney Lübnan Tarım Birliği Başkanı Hüseyin, El Cezire’ye yaptığı açıklamada “Ekonomik açıdan felç olmuş durumdayız! Sınırdan Sidon’a kadar [sınırdan yaklaşık 62 km ya da 38,5 mil uzaklıkta] insanlar hareketlerine çok dikkat ediyor. Ekonomik olarak büyüme yok ve herkes korkuyor.” dedi.

Kaynak: aljazeera.com

Devamını Okuyun

Yazılar

İstanbul’da Üç Noktadan Geleceğe Sesleniş – Ömer Bilal Karakaya

Yayınlanma:

-

Üç araç değiştirip gittiğinizde bulmak isteyeceğiniz yeni bir şey olmasıdır, değil mi?

Ya da en azından bir sıcaklık ararsınız, söyleneni değil söylenmek isteneni anlayacak kadar söyleyene değer verildiği yer olabilir.

Bakalım, baskının en koyusuna giderken karanlığı durdurup hepimiz için bir kıvılcım olma potansiyelindeki üç farklı yere gidiyoruz. Farklı insanlar sözlerini nasıl söylüyorlar, birlikte nasıl yürüyorlar; izleyenlerine, sempatizanlarına nasıl umut oluyorlar, görelim istedim.

Bu üç noktanın birincisi olarak İstanbul TÜSİAD’ın önünde, İsrail’le ticarete devam eden şirketleri, kurumları protesto eden “Filistin İçin 1000 Genç”in eylemine gidiyoruz. Sonrasında, devrimci Akıncı (sadece Akıncı değil) Metin Yüksel ile solcu devrimci Deniz Gezmiş’in birlikte anılacağı Balat’taki programa; ertesi gün ise Şişli’de 23 emek örgütünün katıldığı paneli takip edeceğiz.

Filistin İçin 1000 Genç eylemine geldik. Y&Z jenerasyonlarının ikisini bir arada görüyoruz. Gezi’den az evveline kadar bu jenerasyonlar için, “Çok zekiler ama acımasızlar, sekterler, vefasızlar; saman alevi gibi parlayıp sönüyorlar; sadece bağımsız, yakın hedef odaklı, farklı farklı ilgi alanları var, vb.” eleştiriler oluyordu. Ama görüldü ki her jenerasyon kendi döneminde başına gelenlerle mücadele edebilir. Geçmiş tecrübelere takılmadan, herkes beklerken yola çıkabilir. Üstelik teknoloji çağında yola koyuldukları konuları dünyaya duyurabilir, olağan bir haksızlığa itirazı bile kitleselleştirebilir hatta oradan birleşik mücadele hattı çıkarabilirler.

Neyse, ön koşullu soruları geçip, büyük bir yapının, partinin desteği olmadan özellikle muhafazakâr yapıların hışmını üzerine çekecek tarzda yandaş sermayeyi protesto etmek gibi cesurca protesto etme ahlâkını gösterenlerin artılarına bakmak daha insanî! “Diriliş Buluşmaları” programları yaparak iktidardaki bizim mahallenin ettiklerini umursamayan İHH gibi yerlerden gençler olur mu diye bakındık.  “Abi bürokrasisi”ni tekrar hatırlamak zorunda kaldık tabii!

15 Temmuz’dan sonra kurulup hak mücadelesi veren platformlardan da gelen yoktu. Her ziyarete gidilen yere “Bizi niye gündem etmiyorsunuz?” derken buradaki eylemlerden nefes almayanlara sözüm, “Lütfen üstünüze alının ama bu, siyasetsizliğe düşüp yalın, özcü bir mağduriyetten kurtulma çabasıdır.” oluyor.

Dileğimiz tabii ki karar verdikleri yolda yürürken farklı yapıların kurduğu geniş çaplı birliklerde yer almaları… Bunun için ters düşebildikleri konulara, yaklaşımlara takılmadan buralarda sebat etmeleri…

Taksim’de, TÜSİAD önündeki genç topluluğun bahsettiğim birliklere tecrübelerini aktarabilecekleri, katalizör ve turnusol olabilme imkânı buluyorlar. Her itirazın, çıkışın sözünü kitleselleştirmesi ve ülke genelinde hareket kurmanın paydaşı olacaklar. Bu olamazsa özcülükte, sterilde kalma ve siyasetini kitleselleştirmede zorlanabilecektir. Buradaki gençlerin eşit katılımcı (hiyerarşisiz, ortak akılla) doğru yerden başladıklarından klişe hâle gelmeyeceklerinden umutla ayrılıyoruz TÜSİAD önündeki eylemden. Darısı; iradelerin önce büyüklerin, sonra iktidarların patentine uygun hale getirildiği insani yardım vakıflarındaki gençlere….

Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş’in, anma programında yan yana getirilişinin hikmetini öğrenmeye geçiyoruz Balat’a, “Antikapitalist Müslümanlar”ın programına… (https://www.youtube.com/watch?v=YUt9ZVlMQM4)

İnşa’daki programa yola çıkarken “Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş birlikte anılır mıymış?” diye bir serzeniş duymuştum, Kemalistti vb. gibi itirazlarla.

Oysa program başlayınca bence solun ideoloğu olmayı hak eden, video konferansla katılan  Demir Küçükaydın’dan ayrıntıyı öğrenmiş olduk. Zaten yol boyunca “Türk ve Kürt halklarının eşitliğine, bağımsızlığına vurgu yapan birisi böyle olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Küçükaydın, “CHP veya Kadıköy’ün solcularının bayrak yapabileceği bir Deniz Gezmiş var artık!” dedi. Gerçek Deniz Gezmiş, bizler gibi son Mohikanlar dışında kimse tarafından bilinmiyor artık!” diye ekledi. Yani Deniz’i, kendi anlayışına uygun biçimde icat edenleri özetledi.

Deniz Gezmiş ve Metin Yüksel’i anma programda ikisinin de yanlışlarına vurgu yapılmasını beklemiyorduk doğal olarak. Belki eleştirilerde cevap verilirdi. Bu konuda kitaplar izaha daha uygun olduklarından onların devreye girmesi gerekiyor tabii. Mesela “Bizim Deniz” kitabında dönemin diğer solcularının “Kır Gerillası” hedefine getirdikleri karşı açıklamaları dinlememekteki ısrarı anlatılır. Erdal Öz’ün “Deniz Gezmiş Anlatıyor” kitabında, odaklandığı yer itibarıyla bunlar yer almıyor. Deniz Gezmiş’in karşılıklı çatışmaları olmasına rağmen pusu kurma olaylarına karışmadığı belirtildi. Bu tür panellerde birinci dereceden tanıklar olması çok iyi ama yarım kalan ayrıntılar, sorular için kitaplara, kaynaklara atıflara yer verilmeli.

Anma programından ilginç anekdot: Köy çalışmasına giden solcuların köylülerin işlerini yapması ve sempati kazanması ama Cumaya gitmeyince olayın akamete uğraması!

Bence solcuların Cumaya o dönemde neden gitmediklerinin dezavantajını analiz etmek yerine bu durumu “Müslümanlardan da bazı gerekçelerle gitmeyenlerin olduğu” bilgisiyle açıklayabilmeliydiler ya da “İlkesinden sapmış Cumalara Müslümanlar nasıl gidebiliyorlar?”ı sorabilmeliydiler oradaki köylülere. “Cuma” demek, “toplanmak, dertleşmek” değil mi; “Kurtaralım Cumaları devletin hegemonyasından! Onu özgürleştirelim ki Müslümanlar amacına uygun ibadet etsin!” derlerdi. Sivil Cumaları canlandırırlardı.

Yoksa “Mısır’daki komünistler gibi katılmak isteriz.” derlerdi belki… Özgür, bağımsız bir Cuma’nın nasıllığını anlatabilecek durumda olmalıydılar. Mısır’da komünistlerin Cuma meselesini örnek gösterebilmeliydiler. Madem kuyudan birlikte çıkabilmek birbirine tutunarak olacak, o zaman Müslümanlar ve solcuların birbirlerini bir an önce görmek-tanımakanlamakkabul etmek sürecini tamamlamaları gerekiyordu nicedir. Bu dört aşamayı Gezi zamanında Beşiktaş Çarşı grubu temsilcilerinden biri, hârika bir şekilde anlatmıştı.

Bence Deniz Gezmiş, Filistin’den geldiği zaman mücadele tarzını belirlerken/değiştirirken  Ertuğrul Kürkçülerin bunun yerine mevcut direnişlere devam edilmesi yönündeki tavsiyesini dinlerken Metin Yüksel ve Sedat Yenigün gibi devrimci Müslümanlarla da gelip konuşabilmeliydi. Tabi bunu karşılıklı istemek gerekiyordu. Bence bunun gerçekleşmeme hatası daha çok Denizlerdeydi. Duvarlara “Sınıfsız, Sınırsız İslam Toplumu” ve Türkçe-Kürtçe sloganları birlikte yazan Yükseller, Yenigünler cidden muhatap alınmalıydı.

Velhasıl sıcacık bir anma programı oldu. Ancak gelecek yıl sadece Yüksel-Deniz anması değil de “Yüksel-Yenigün-Kaypakkaya-Deniz tarihçesi” gibi programlara geçilmeli.

“İslam ve Sol” veya “Müslüman Sosyalistler” programlarından ileri geçerek bir tarihsel bölüm alınarak “Şu tarih aralığında Müslümanlar ve Sosyalistler” vb. programlara geçilebilmeli.

İstanbul’daki önemli programların üçüncüsündeyiz. Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezinde yapılan “Sınıf Hareketinin Durumu: Deneyimlerimiz Işığında Ne Yapmalı” başlıklı panele yirmiden fazla işçi-emekçi örgütü ve sendikalar ayrı ayrı bu mücadelenin nasıl yapılacağına dair “Ne diyoruz, birbirimizden duyalım!” amacıyla yapılmış. (https://youtu.be/YCDpGPoYhMw?si=v30XWrZvRoQmmSA3)

Birbirine pek ters düşmeyen 23 kurumun bir araya geldiği salon canlı görünüyor.

Katılımcılardan Emek ve Adalet platformu konuşmacısının anlattıklarına ayrı parantez açıyorum. En çok tanıdığım kurum olarak linkteki videodan konuşmanın tamamı ve X hesabından takip edilebilir. İKEP temsilcisinin “En az 1-2 maddelik, anlaştığımız kararlar alalım!” isteği önemliydi. Bu gerçekleşseydi elbette Emek ve Adalet Platformu’nun altını çizdiği tahlillere odaklanılmış olabilecekti. Bana göre önemli tespitler şöyle:

  • İlerlemenin ve aydınlanmanın idealist tanımlarına yaslanarak dahası Kemalizm’in açtığı alanda bu terimleri sınıf siyasetinin merkezine alarak Türkiye sosyalist hareketi, bu topraklardaki sınıfın maddesinden, sınıfın kaynağındaki yapıdan uzaklaşmıştır
  • Sınıf mücadelesinin kitleselleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz aydınlanmacı anlayışın ve kültür savaşının terk edilmesi: İdeolojik gücümüzü (işçilere giderken) önümüzde değil, ardımızda götürelim.
  • İşçilerin bir temsilci beklediğini var saymaktansa onların kendi kendilerini temsil ettikleri direnişlerin sınıf hareketine egemen olmasına çalışmalıyız.
  • İşçi sınıfının gündelik pratiğine onları kurtaracak olan bir ideolojik yük ile değil, onların gündelik hayatlarında ürettikleri direncin bizi kurtaracak şey olduğunu söyleyerek dahil olalım
  • Bunlar yıllarca süren tartışmalar , araştırmalar, sahada yüzleşilen tecrübeler olduğundan yukarıda bahsettiğim İKEP temsilcisinin en az 1-2 maddeyi anlaştığımız kararlar olarak ilan edelim isteğinin önemi belli oldu. Böylesi kararlar alınsa birliğin işçi cephesi olmasına yarar.
  • Kaldıraç’ın özetlediği slogan “rekabet böler, eylem birleştirir” ile birbirini tamamlayan görüşler ile yoluna devam edilebilecek bir birlik yapısı gelecek mesajı verilebildi bence.
  • Kapanış bölümünde soruları cevaplayan bir konuşmacıya dinleyicilerin müdahelesine salonun bir tepki vermesini beklerken, bu defa Çorlu’dan gelen işçiyi, konuşmaya kışkırtıcı bir şekilde giriş yapmış olsa bile o denli susturmaya yönelik tepki yine salona yakışmadı tabii. Ancak katılan kurumların kitlesel birleşik bir emek cephesinin başlangıcını kurabilecelek potansiyeli olduğunu söylemek isterim. Kaosları beklerken ve yılgınlıklar arasında toplanıp konuşmak herkese iyi geldi.

Devamını Okuyun

Yazılar

Allah’la Konuşmak – Emir Faruk Sevim

Yayınlanma:

-

Bir film, bir tiyatro oyunu, bir de dizi…

Üçü de benzer duygu ve düşünceler uyandırıyor bende. Kayda değer farkları bir kenara, üçünde de imana bir kapı açma imkânı mevcut.

Matrix: Evreni Sorgulatan Bir Fikir

Evrenin gerçek olmadığı fikri, onunla yüzleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak zorluklar içeriyor. Dış dünyayı gerçekte olduğu şekilde algılıyor olduğumuz sağ duyusunu aşmak başlı başına bir mesele. Ama örneğin insan bilincinin türlü etkenlerle değişebilmesi dikkate alındığında bu adımı atmak kolaylaşabilir. Yine de bu idrak seviyesini günlük hayatta sürdürmek pek mümkün gözükmüyor, eğer bahis konusu idrak fiili bir düşünme egzersizinden ibaretse. Peki, ya yüzleştiğimiz hakikat evrene bakışımızı radikal bir şekilde dönüştürme kudretine sahipse? İşte bu durumda nesnelere bakıp onları var eden kodu görme imkânı söz konusu olabilir.

Evreni kuran hakikatin kudretine şüphe yok. Fakat teslim olma iradesini kişi kendisi ortaya koymak zorunda. Hakikate adanmayı seçmek insana bırakılmış. Kim kaderini bu adayış üzere tayin ederse, yeni bir sağduyu kazanabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Bana Bir Şeyhler Oluyor: Ruha Dokunan Bir Şiir

Nesnelliğin hegemonyasında içe bakmak delilik addediliyor. Üzerindeki biyopolitik baskının altında ezilen içe bakışın yerini kişisel gelişim dolduruyor. Yüreklere yerleşen gelecek kaygısının güdülediği fasılasız hayatlarda içe dönmeye vakit yok. Ancak ruh, kendisinden kaçılabilecek fuzuli bir antite değil. Dış dünyanın tecrübesi dahî ruhun marifetiyle gerçekleşiyor. Fakat içe dönmenin vesilesi sıklıkla bu tip teorik düşünceler değil, varoluşsal sancılar oluyor. Bunalımlar içinde bir odaya kapanmak, bir yalnızlık anında insanın kendisiyle hemhal olmasını sağlayabilir. Yoğun duygularla dolu bu yalnızlık kendini bilmenin imkânını doğurabilir. Kendinin bilgisine erişmek bir veçhesiyle hakikate de erişmek anlamına gelir. Zira hakikat hiçbir şekilde görünüşte nesnel olanla sınırlanamaz. Dışarıdaki nesnelliğin mutlak olmaması ölçüsünde içerideki öznellik de mutlak değil, her ikisi de zıddını içeriyor.

Hakikate bu içeriden bakış nefis muhasebesinin çok ötesine, Yaradan’la yakınlık kurmaya kadar varabilir. Çoğumuzun hazır olmadığı fikir şu ki bu yakınlık belirli bir zümreye mahsus kılınmış değil. Hangi kalb-i selîm murat etse, O’nunla içten bir bağ kurabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Kübra: Topluma Seslenen Bir Çağrı

Kapitalist statüko toplumsallaşmanın yöntemlerini kat’i bir şekilde belirlemiş durumda. Topluma farklı bir yolla seslenmek çoğu zaman hayal bile edilemiyor. Halbuki adalete karşı olan arzunun önüne geçilemez. Bu arzu huzurlu bir kötülük düzenini imkânsız kılar. Böylece adalet, her huzursuzlukta, yağmur bulutlarının aralanmasıyla aydınlığı açığa çıkan güneş gibi yüzünü gösterir. Kendisine atanmış rolü oynamaktan vazgeçip özgür bir eylemde bulunmaya cesaret edenler, hakikatin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Çünkü hakikatin mekânı ne evrenin kodlarıyla ne de ruhun derinlikleriyle sınırlıdır. Esasen onun en aşikâr olduğu yer insan ilişkileridir.

Çeşitli çıkar ilişkileriyle kuşatılmış insanın özgür bir eylemde bulunabilmesi için sûret-i haktan görünen telkinleri hiçe sayması gerekebilir. Özgürlüğünün bilinciyle kendi yolunu seçip adaletin sesine kulak veren bir yiğit, hakikatle aramızdaki duvarları yıkabilir. Umulur ki hepimiz için bir kapı açılır.

Mucize: Temas Kurmak

İnsanı hayrete düşüren açıklanamaz bir mucize isteyenler boş bir beklentiyle oyalanıp dururlar. Beklenen gerçekleşse bile bu isteklerin sonu gelmez, insanoğlu tatmin olmaz. Şımarıklık yolunun varış noktası ya sahte kutsalların egemenliği ya da başıboş bir bocalama hâlidir. Geçtiğimiz iki yüz yıl, iki seçeneği de sırasıyla bize yaşatmadı mı? Pozitivizm saplantısı, açıklanabilenleri ipotek altında tutarken hakikatle temasımızı açıklanamazlar alanına hapsetti. Böylece birbiriyle çatışan iki huzursuzluk düzeninden mürekkep bir dünya doğdu. Bu dünyada mucizelere yer yok. Fakat bu mucize yoksunu dünya huzursuz yürekleri tatmin etmiyor. O yüzden bu rüya yarıda kalmaya mahkûm.

Belki de mucize denilen şey, her yerde ve her şeyde bulunan hakikatle temas kurmaktan ibarettir. Bu temas her zaman bir yönüyle açıklanabilirdir: Sünnetullahta bir zemini vardır. Öteki yönüyle ise tecrübîdir. Tecrübe edenin görebildiği ama gösteremediği bir hâldir. Bununla beraber mucizeyi gören kişi diğerlerini de görmeye davet edebilir. Dileyen açılan kapıdan girer.

Belki de mucize aslında bir tanedir ve buradadır, yanı başımızda. Ona erişim tüm zamanlarda ve mekânlarda mümkündür. Allah bu imkânı insana vererek bir mucize yaratmıştır. Bizden muradı bu imkânı kullanmamızdır. Çünkü bizimle irtibata geçmek ve bize ağır ama taşıyabileceğimiz bir yük yüklemek istiyordur. Bu sarp yokuşu çıkmaya talip olanlar, evrene, ruha ve topluma baktıklarında mucizeyi görürler.

İman: Allah’la Konuşmak

Bir fetret döneminde vahyin devam etmesi için Allah’a yalvaran bir peygamberin ıstırabını paylaşan samimi bir sorgulayıcı, Allah’ın nasıl olup da gözlerine, kulaklarına, hislerine, düşüncelerine, eylemlerine rehber olacağını sorarsa, iyi bir cevabı hak etmiş olur. Birtakım usullerden dem vuran akademik cevaplar, mucizenin tecrübî yönünü göz ardı eder. Hakikatle temas, bir dizi teknik talimatın kuru kuru uygulanmasıyla gerçekleşemez. Çünkü esasen temasa konu olan şey, orada bir yerde keşfedilmeyi bekleyen dışsal bir nesne değil, tecrübe ettiğimiz dünyanın kurucu öznesidir. Soru aslında kişinin Allah’la konuşma talebini ifade ediyor. Bu talebin olumlu karşılanma imkânı, imana açılan kapıdır.

Allah’la konuşan kişinin adanma niyeti edimsellik kazanır. Konuşmanın etkisinde olduğu sürece, onun için artık dünya meşgalesi bir oyundan ibarettir. Sağlam bir imanın tadına varır. Oyunun kural koyucusuyla temasta olmak ona öyle bir güç verir ki gerçekliği manipüle etmenin bile ihtimal dahilinde olduğunu düşünebilir. Ancak sünnetullahın sürekliliği buna izin vermez. Kurallar herkes içindir. Kimse dünya meşgalesinden âzâde değildir. Zor olan da bu bilinç seviyesini taşıyarak bir yandan oyuna devam etmektir. Allah’la konuşmanın verdiği güç, bu esas zorluğun üstesinden gelmeyi ve ardından hayat içindeki cüz’î zorluklara hikmetli çözümler üretmeyi sağlayabilir.

Her şeyin sahtesi olduğu gibi Allah’la konuşanların da sahtesi olmuştur ve olacaktır. Allah’la konuştuğu iddiasına yaslanarak sorgulanmaya kapalı hükümler koyanlar ancak şarlatanlar olabilir. Ama imtiyazlı bir makama sığınmadan, herkese hitaben ve açık yüreklilikle öneriler sunanların sözü dinlemeye değerdir. Kimseyi hiçbir şeye zorlamadan herkese meydan okurlar. Muarız meydan okumalar elbette her zaman çıkabilir. İnsanlık mucizesi sayesinde, hangi meydan okuyan sözün hakikatten izler taşıdığını görme imkânı herkes için mevcuttur. Ne mutlu görenlere!

Devamını Okuyun

GÜNDEM