Connect with us

Yazılar

Kapitalizmde Kopuş ve Sürekliliğe Dair Bir Tartışma: Tekno-Feodalizm ve Muarızları

Yayınlanma:

-

Literatürde her ne kadar ‘neo-feodalizm’ kavramına evvelki onyıllarda rastlansa da son birkaç yıldır küresel kapitalizmin başka bir aşamaya geçtiğini imlemek ve hatta bunun bir tarihsel bir kopuş anlamına geldiğini vurgulamak için ‘tekno-feodalizm’ kavramının dolaşıma girdiği görülmektedir. Kavramı ortaya atanlar ve eleştiricileri arasında, dev teknoloji platformlarının yükselişiyle birlikte sermayenin birikim sürecinde önemli değişikliklerin yaşandığı hususunda bir konsensus mevcuttur. Ayrışma, Varoufakis’in (2023) kitabının başlığının da (Techno-Feudalism: What Killed Capitalism) işaret ettiği üzere bu önemli değişikliklerin kapitalizmden -farklı bir isimlendirmeye gerek duyacak kadar- şiddetli bir kopuşu temsil edip etmediği üzerinedir.

1970’lerden itibaren finansallaşmanın derinleşerek ilerlemesinin finansal rantları, kapitalist üretimdeki sömürüden ileri gelen kârların önüne geçirdiği ve artık kapitalizmin ana ekseninin sömürü değil el koyma-mülksüzleştirme olduğuna yönelik tahliller yapılagelmiştir. (Harvey, 2004) Sadece bu açıdan olmamakla birlikte ‘kapitalizm’e artık ‘neoliberalizm’ denmesi de bu dönüşümle ve bir sonucu olarak üretimde ortaya çıkan durgunlukla bir ölçüde alakalıdır. Fakat bu yorumlarda Marks’ın ‘ilkel birikim’ olarak ele aldığı bütün piyasa-dışı el koyma biçimlerinin kapitalist üretimde artı-değere el konulması karşısında sistemin işleyişi açısından ancak ikincil bir rolü olduğuna dair bir kabulün izleri vardır. Dolayısıyla el koyma-mülksüzleştirme süreçleri, tarihsel sıralamaya sokulduğunda kapitalist aşamaya öncel, eşzamanlı olarak ilerlediği ileri sürüldüğünde ise kapitalizme dışsal olarak tanımlanır. Sömürüden kaynaklanan kârın el koymadan kaynaklanan ranta üstün gelip birikim sürecinin ana eksenini oluşturmasına ‘kapitalizm’ deniyorsa dışsal olan rantın baskın hale gelişine, hatta kâra tur bindirmesine ‘tekno-feodalizm’ gibi farklı kavramlarla yanıt verme arayışı bu mantıkla ilerletilmiştir.

Özellikle 2008 krizinden sonra ‘too big to fail’, yani küresel piyasanın belkemiği olarak tanımlanan devasa şirketleri kurtarma önlemleri, devlet hazinelerindeki kaynaklara hükümetin yeniden-dağıtım kararlarıyla el koymanın ‘yenilikçi’ yatırım dinamiklerini bastırma düzeyini dramatik biçimde arttırmıştır. Ancak bu durumun doludizgin ilerleyen finansallaşmanın çarpık etkilerinin katlanması dışında bir yol ayrımını belirginleştirdiğini öne sürmek zordur. Esas kırılma Apple, Google, Microsoft, Facebook, Amazon gibi şirketlerin dijital varlıkları sayesinde herhangi bir kapitalist üretim sürecine dâhil olmadan ve kullanıcıların verilerini algoritmalar yoluyla çekerek tekelci rantsal genişleme imkânlarına kavuşmalarıdır. Söz konusu yeniden-dağıtım politikalarının bu kırılmadaki belirgin etkisi ise sayılan şirketlerin teknolojik yatırım kapasitelerini alabildiğine arttırması olmuştur. Peki, bu sürecin ve sonuçlarının kimi entelektüeller için rantın baskın birikim biçimi haline gelmesinin yanında ‘feodalizm’i andıran yönleri nelerdir?

Mesela Apple veya Google’ın kullanıcı geri beslemeli, dolayısıyla kendisini bu veriler üzerinden otomatik olarak güncelleyen ve genişleten IOS veya Android işletim tabanlı bulut platformları mevcuttur. Kapitalist şirketlerin -yazılım alanında faaliyet gösterenler ve küçük çaplı girişimciler dahil- mevzubahis platformlarda yer alma mecburiyeti hissettikleri ve bunun için de platform üzerinden sağladıkları gelirlerden bir kısmını Apple ve Google’a rant olarak aktardıkları açıktır. Apple’ın tekelci platformuna karşı ne Sony ne de başka bir telefon üreticisi meydan okuyabilmiştir. Bu meydan okumayı ancak Apple’ın ürettiği telefonlar dışındaki tüm markaları aynı çatı altında birleştirerek ikinci bir tekelci platform olarak kullanıcı verilerini toplama ve onları işleyebilme maliyetlerini karşılayabilen Google yapabilmiştir. Dolayısıyla Varoufakis’e göre, en önde gelen telefon üreticileri dahi ranta dayanan platformlara sahip olamadıklarından sermaye birikimleri yalnızca ürettikleri telefonların satışından gelecek kârlara dayanacaktır. Bu da onları, GooglePlay için yazılım tasarlayan şirketlerin başına geldiği gibi feodal süzeren olarak en tepede yer alan Google’ın ‘vassal’ları haline getirir. (Varoufakis, 2023: 112-121) Bu aşamada Google’ın vassalları olan kapitalist şirketlerde üretim yapan işçiler üretimde en uç noktasına götürülmüş gözetim teknikleri ile bulut proleslerine dönüşürken, Android telefon kullanan bütün bireyler ise ‘emek gücü’nün haricinde kendilerinde emek olarak adlandırılabilecek ne varsa1 Google’a veri kaynağı olarak sundukları için bulut serfleri haline gelirler. Dolayısıyla platform üzerinde yer alarak kâr elde eden şirketlere Google tarafından dijital fiyefler dağıtıldığı söylenebilir. (Varoufakis, 2023: 78-85)

Platformların teknoloji geliştirmeye yönelik yatırımları da üretici güçlerin gelişimine, kâr maksimizasyonuna değil; piyasa rekabetine bağışık olarak işleyen ‘el koyma’nın kapsamının genişletilmesine -yani bir nevi dijital fethe-, rant maksimizasyonuna kanalize edilir. Bulut serfleri, bu platformların kullanıcıları olmama tercihine sahiplerdir. Ancak bu durum sosyal izolasyonla sonuçlanacaktır ve derebeylerinden kurtulmak için kaçan serflerin izole bir toprak parçası üzerinde yaşamak zorunda kalması ile benzeşir. (Durand, 2020: 156-161) Kapitalist vassalların ise Apple veya Google süzereninden birine tabi olması gerekir ve çıkış maliyetlerinin yüksekliği bu iki süzeren arasında tabiyet değişikliği yapmayı dahi engeller. Piyasaya erişim için vazgeçilmez hale gelmiş olan bu platformlar, kendilerine rantı aktarmayan veya hiyerarşik ilişkiye aykırı davranan kapitalist şirketlerin üzerlerine vergi memurları ve askerler göndermek yerine, platform üzerindeki bir web adresini tek hamleyle kaldırarak feodal yönetim haklarını kullanırlar. Çünkü gizlilik anlaşmaları, rekabet etmeme kuralları, zorunlu tahkim gibi tekelci yollarla devletlerin düzenleyici mevzuatlarını aşarak kamu hukukunun yerine parsellenmiş egemenliğin hukukunu koymaktadırlar. (Dean, 2022)

Durand’a göre teknolojik verimlilik ve inovasyondaki büyük ilerlemeler fetihçi, yağmacı birikim düzeni için bir engel teşkil etmek bir yana onu mümkün kılan neticeler üretmiştir. (Durand, 2020: 164) Buradaki en can alıcı husus, bu tür platformların algoritmalar aracılığıyla kullanıcılardan -ve hatta kârlarının bir kısmını platformlara aktaran şirketlerden- elde edilen farklı türde verilerin yine algoritmalar tarafından çaprazlanması yoluyla mevcut algoritmik kapasiteyi sürekli daha etkili hale getirecek sıfır maliyetli bir döngüsellik yaratmış olmalarıdır. (Varoufakis, 2022) Bunlar birer ekosistem olarak kullanıcıların sosyal alanlarının farklı yönlerine onların gönüllü faaliyetleri sayesinde el koyarken, total sosyal alanı kontrol etme kapasitesini de aralıksız bir biçimde genişletirler. (Durand, 2022: 33-38)

Yukarıda anlatılan hikâyenin bir kopuş değil genel hatları itibariyle yalnızca kapitalizmin başka bir faza geçişi anlamına geldiği ve kapitalizmin önüne bir sıfat getirilerek2 de isimlendirilebileceği, bunun yanı sıra feodalizmle kurulan analojilerin uygun olmadığı yönünde teorik itirazlar geliştirilmiştir. Tekno-feodalizm tartışması hakkındaki kanaatimizi ortaya koymadan evvel bu görüşlere de kısaca yer vermek istiyoruz.

Marks’ın ‘ilkel birikim’ olarak tanımladığı, Harvey’in daha yakın döneme uyarlamak için ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ dediği, ‘el koyma’, ‘yağma’, ‘temellük’ gibi kavramlarla da karşılanan ve kapitalist üretime değil ranta dayanan sermaye birikimi süreçlerinin kapitalizme dışsal bir nitelik arz ettiği kabulü, kopuş-devamlılık tartışmasının merkezinde yer almaktadır. Morozov’a göre, kapitalizmi üretimdeki sömürü ile el koyma olarak ikiye ayırmak ve birinciye kapitalizmin karakterini temsil eden unsur gözüyle yaklaşmak, el koymanın algoritmalar yoluyla sistematik genişleme olanaklarına kavuştuğu bir dönemi kapitalizmden uzaklaşmak olarak değerlendirmeyi beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla üretici güçleri geliştiren, yenilikçi ve yaratıcı kapitalist üretim süreçleri dramatik biçimde azalırken rantçı, yıkıcı, yağmacı süreçlere büyük inovasyon yatırımları yapılır. Morozov, bu kopuşçu yaklaşımın kapitalist sömürünün ikincilleşmesine ağıt yakmak anlamına geldiği konusunda uyarır. (Morozov, 2022) Öte yandan, 1950’lerden itibaren Üçüncü Dünya ülkeleri merkezli yürütülen bağımlılık tartışmalarının kapitalizmin bu ikili karakterini daha iyi tespit ettiği kanaatindedir; Bu ülkelerin kapitalist entegrasyonunda baskın olan sömürü değil, gelişmiş kapitalist merkezlerin ve yereldeki temsilcisi olan sermaye kesiminin el koyma faaliyetleri olmuştur. (Morozov, 2023)

Sıfır maliyetli algoritmik rantsal gelişme tespitine de itiraz eden Morozov, mevzubahis şirketlerin astronomik miktarlarda araştırma geliştirme bütçeleri bulunduğunu, bunun yanında maddi altyapı olarak devasa veri merkezlerini ve deniz altı dâhil küresel fiziksel ağları finanse etmelerinin gerektiğini belirttir. (Morozov, 2023) Harris’e göreyse, söz konusu veri merkezlerinin ve aralarındaki fiziki ağların büyük çoğunluğu birer finans kurumları olan gayrımenkul yatırım ortaklıklarına aittir ve onlara rant aktarmak zorunda olan feodal süzeren olarak en tepede yer aldıkları iddia edilen bulut platformlarıdır. Dolayısıyla dijitalleşme bu altyapısal ilişkilerden ve maliyetlerden kopuk olarak değerlendirildiği için bu düzeyde gerçekleşen kapitalist rekabet görünmez kılınmaktadır. Üstelik platform sahibi teknoloji devlerinin kendilerini pazarlamak için yarattığı ‘herşeyi kuşatan, rakipsiz, kaybetmesi imkânsız sanal bütünlükler’ imajı olguymuş gibi kabul edildiğinden bu şirketlerin piyasa güçleri ve tekelci gelişimleri gereğinden fazla abartılmaktadır. Dahası, platform devlerinin dönemsel iddiaları üzerinden teorik görüşler de sürekli revize edilmektedir. (Harris, 2022) Bu platformlar arasındaki daha fazla kullanıcı kapmak için gerçekleşen yarış da Varoufakis’in öne sürdüğü gibi feodal çatışma anlamına gelmemektedir. Snow’a göre Facebook’a karşı Tiktok’un ‘kullanıcı dostu’ yükselişinin veya Netflix’e karşı Disneyplus’ın farklı içeriklerle piyasa girişinin Pepsi ile Cocacola arasındaki kapitalist rekabetten nitelik olarak farklı olduğunu iddia etmek için herhangi bir sebep yoktur. (Snow, 2023)

Eğer hâlihazırdaki üretim tarzını kapitalizm olarak değil de neo-feodalizm veya tekno-feodalizm olarak tanımlarsak, buna yönelik verilmesi ve başarıya ulaşması beklenen toplumsal mücadelenin teorisi, aktörleri ve yöntemleri de değişecektir. Örneğin, Varoufakis tekno-feodal derebeylere karşı bulut serflerinin, bulut proleslerinin ve kapitalist vassalların ittifakını önermektedir. Aralarında kapitalist sömürü ilişkisi olan proleslerle kapitalistlerin nasıl yan yana gelebileceği bir muamma olduğu gibi, bu tür bir yaklaşım kapitalizme karşı şimdiye dek geliştirilmiş teorik-politik mücadele araçlarının azımsanmasına yol açacaktır. Üstelik bu mücadelenin hedefi Adam Smith’in ‘yüzü pudralı ve peruklu’, girişimci ve yenilikçi kapitalizmine geri dönmek, kapitalist vassallar üzerindeki tekno-feodal zincirleri kırmak, sömürüyü ve kârı ‘el koyma’ya ve ranta yeniden baskın kılma olduğuna göre emek-sermaye çelişkisini geri plana atacağı da kesindir. (Bellemare, 2023)

Marksist yazında feodalizmi bir üretim biçimi olarak değil de bir siyasal-hukuksal-toplumsal bütünlük olarak ele almanın siyasi ve hukuki yapılar, biçimler üzerinden feodal-gayrıfeodal atıflarının yapılmasına yol açtığı pek çok kez vurgulanmıştır. Bu minvalde, kapitalizmin güncel dönüşümünü bir tür feodalizmle açıklamaya çalışanlarda gözlenen temel bir yanılgı da bulut platformlarının devletlerin otoritelerini, hukuki düzenlemelerini aşmalarını ve siyasal güç temerküz etmelerini küresel derebeyliklere doğru güçlü bir meyillenme olarak yorumlamalarıdır.  Bu tür görüşler de yine platform şirketlerinin işleyişlerinin sistematik doğasından kaynaklanan muazzam tekelleşme eğilimlerinin kapitalizme dışsal olduğuna dair varsayımlardan kaynaklanmaktadır.

Mevcut tekelleşme örüntüsünü, mesela küresel tedarik zincirlerine hükmederek, üretimi taşeron şirketleri üzerinden tamamen üçüncü dünya ülkelerine kaydırarak devasa rant akışları sağlayan ‘neoliberal tekel’ şirketlerinden3 ayıran temel hususun yarattıkları sanal ekosistem olduğu söylenebilir. Otomatik olarak çekilen veri yığınlarının algoritmalar vasıtasıyla yine otomatik olarak işlenmesi ve kullanıcılara dönerek –tekrar veri çekmek üzere- şekillendirmesi döngüsü bu ekosistemlerin temel mantığıdır. Tekno-feodalizm teorisyenleri genelde vurguladığının aksine, rantın kâra baskınlığını ve sermaye birikiminde ana eksen haline geldiğini vurgulamak bir kopuş anlatısı için yeterli değildir. Bulut platformu sistematiğinin kapitalizmin daha önceki dönemlerindeki tekelci eğilimlerden tekno-feodal bir kopuşu temsil ettiği iddiası ifrat ise, kapitalizmin ortodoks Marksist analizin öngördüğü biçimde sömürü ekseni üzerinden yoluna devam ettiği iddiası da tefrittir.

Küresel kapitalizmde bulut platformlarının ortaya çıkışı ve güçlenmesiyle derin dönüşümler yaşandığı, kapitalizmin rantçı ve yıkıcı karakterinin belirginleştiği açıktır. Ancak neoliberalizm nasıl kapitalizmin dönemsel bir adlandırması ise neo-feodalizm ve tekno-feodalizm de en iyi ihtimalle kapitalizmin güncel dönüşümünü tanımlamaya çalışan talihsiz ve başarısız bir kavram olacaktır. Daha çok kamusal dikkatleri çekerek söz konusu dönüşüme dair tartışmanın popülerleşmesi ve hararetlenmesini sağlamaya dönük bir manivela işlevi görmektedir. Bu durum 2016’da İngiltere’de Oxford Dictionaries tarafından yılın kelimesi seçilen ‘post-truth’ kavramının kitle iletişimi ve siyasal iletişim açısından bir kopuşu imliyor gibi sunulmasına benzetilebilir. Kamusal alanın zihinsel manipülasyonunu ifade eden insanlık tarihi kadar eski ‘retorik’, modern ‘propaganda’ ve postmodern ‘algı yönetimi’ kavramları mevcutken ‘post-truth’ kavramının bir miladı işaret ediyor gibi pazarlanması, kitle iletişiminin Büyük Veri (Big Data) ve algoritmalar yoluyla dizaynına dikkat çekerek sağ-popülizm karşıtı küresel bir tartışma başlatma amacına hizmet etmiştir. Tekno-feodalizm kavramı da ‘şok efekti’ni beraberinde getirerek Varoufakis’in internette dönen vidyolarına gözlerin dönmesini, mevzubahis dönüşümle ilgili tartışmaya daha fazla ‘bulut platformu kullanıcısı’nın kulak vermesini sağlamaktadır. Ancak bunu başardığı ölçüde kapitalizmin ekonomi-politiği hakkında kafa karışıklığını arttırarak ve teorik belirsizlikler yaratarak emek-sermaye çelişkisine dayalı anti-kapitalist muhalefeti ve uluslararası düzlemdeki bağımlılık ilişkilerinin reddine dayanan anti-emperyalist muhalefeti anti-bulutplatformculuğa hapsetme riski taşımaktadır. Tüm bulut platformlarına küresel mücadele yoluyla diz çöktürülse de, kapitalist üretim tarzı ve algoritmalara dayanan veri tekelciliğinde radikal bir dönüşüm olmadığı sürece eski oyuncuların yerlerine başlangıçta daha güçsüz olan yenileri gelecek ve zamanla diz çökenlerin sosyal alanı manipüle etme gücüne erişeceklerdir.

 

DİPNOTLAR

(1) Varoufakis emek gücünün sömürülmesi süreçleri dışında insan hayatının bir parçası olan bütün eylemleri ‘deneyimsel emek’ kavramı altında birleştirmektedir.

(2) Önerilen alternatifler epeyce fazladır; rantçı kapitalizm, dijital kapitalizm, platform kapitalizmi, hiper-kapitalizm, algoritmik kapitalizm, bilişsel kapitalizm, iletişimsel kapitalizm, veri kapitalizmi, sürtünmesiz kapitalizm, enformasyonel kapitalizm, yarı-kapitalizm, gözetim kapitalizmi, sibernetik kapitalizmi veya sanal kapitalizm.

(3) Elbette Wallmart gibi küresel tedarik zincirlerine hükmeden şirketler de bir aşamadan sonra dijital dönüşüm gerçekleştirerek bulut platformu haline gelmişlerdir veya bu yolda ilerlemektedirler.

KAYNAKÇA

BELLEMARE, Michel Luc (2023), “Techno-Capitalist-Feudalism is Malthusian to the Core!”; https://www.academia.edu/105425492

DEAN, Jodi (2022) “Same As It Ever Was?”, 6 May 2022; https://newleftreview.org/sidecar/posts/same-as-it-ever-was

DURAND, Cedric (2020) Techno-féodalisme: Critique de l’économie numérique, Zones

DURAND, Cedrid (2022) “Scouting Capital’s Frontiers”, July/August 2022; https://newleftreview.org/issues/ii136/articles/cedric-durand-scouting-capital-s-frontiers

HARRIS, Malcolm (2022) “Are We Living Under ‘Technofeudalism’?”, 28 October 2023; https://nymag.com/intelligencer/2022/10/what-is-technofeudalism.html

HARVEY, David (2004) “Yeni Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim”, (çev.) Evren Mehmet Dinçer; http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/011-02.pdf

MOROZOV, Evgeny (2022) Interview with Daniel Denvir: “No, It’s Not Techno-Feudalism. It’s Still Capitalism”; https://jacobin.com/2023/04/evgeny-morozov-critique-of-techno-feudalism-modes-of-production-capitalism

MOROZOV, Evgeny (2023) “Critique of Techno-Feudal Reason”; https://newleftreview.org/issues/ii133/articles/evgeny-morozov-critique-of-techno-feudal-reason

SNOW, Henry (2023) “We’re Still Living Under Capitalism, Not Techno-Feudalism”, https://jacobin.com/2023/10/cloud-capitalism-technofeudalism-serfs-cloud-big-data-yanis-varoufakis

VAROUFAKİS, Yanis (2022) Conversation with Evgeny Morozov: “Crypto & the Left, and Techno-Feudalism”;                                                                                                                  https://the-crypto-syllabus.com/yanis-varoufakis-on-techno-feudalism/

VAROUFAKİS, Yanis (2023) Techno-Feudalism: What Killed Capitalism; https://vk.com/doc399904795_670018278?hash=zXgk49JlqMhNp8DzCiC3DDxHGSq0BnVNWkMgodxRZjH

 

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Tûfân’ı Beklerken – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de yaşananlar, modern çağın en büyük insani felaketlerinden biridir. İsrail’in bombaları, kuşatması ve sistematik soykırım politikası, sadece Filistin halkını değil; tüm insanlığın vicdanını da hedef almıştır. Fakat burada asıl sarsıcı olan, İsrail’in zulmünün boyutlarından çok, dünya ülkelerinin bu vahşet karşısındaki sessizliği ve kayıtsızlığıdır, İslam ülkelerinin işbirlikçiliği ve teslimiyetçiliğidir.

Bir tarafta ABD, İngiltere ve Almanya gibi Batılı güçler, İsrail’e sınırsız silah, diplomatik destek ve medya manipülasyonu sağlamaktadır. Bu devletler, “öz savunma hakkı” adı altında Gazze’nin taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkılmasını meşrulaştırmakta, katliamı uluslararası hukukun diliyle bile aklamaya çalışmaktadır. Öte tarafta ise Türkiye, Ürdün, BAE, Suud, Mısır ve diğer Arap-İslam ülkeleri, bunların tutumu, açık desteğin değilse bile sessiz işbirlikçiliğin utanç verici örneğidir. Gazze’nin nefes aldığı tek geçiş kapısı onların kontrolünde olmasına rağmen halkın feryadı karşısında kapılar kilitlenmiştir. İnsani yardımlar bürokratik bahanelerle engellenmekte, geciktirilmektedir. İslam ülkelerinin liderleri, ümmetin onurunu değil; kendi koltuklarını, Batı’yla ilişkilerini ve ulusal çıkar hesaplarını öncelemiştir.

Bugün İslam dünyasının sessizliği, 1948’de Filistin’in işgalinden, 1967’de Kudüs’ün kaybından daha ağırdır. Çünkü artık sadece toprak kaybedilmiyor; insanlık kaybediliyor insanlığın vicdanı çöküyor, onuru yok oluyor.

Gazze’de öldürülen çocukların, paramparça edilen bedenlerin, açlık ve susuzluğa mahkûm edilen yüz binlerin dramı, dünyanın gözleri önünde yaşanıyor. Dijital çağın bu çıplak şahitliği, aynı zamanda insanlığın vicdanının çöktüğünü de belgeliyor. Çünkü insanlık, her şeyi açıkça gördüğü hâlde hareketsiz kalıyor. Sessizlik, sadece suça ortak olmak değil; kötülüğün normalleşmesine rıza göstermektir.

Artık Gazze sadece Filistin’in değil, tüm insanlığın sınavıdır, her insanın, her Müslümanın sınavıdır. Bu sınavda Batı, açıkça zalimlerin yanında saf tutmuştur. İslam dünyası, ihanetin ve acziyetin utanç sayfasına adını kalın puntolarla yazdırmıştır. “Uluslararası toplum” denen kavram ise bu katliamla birlikte tamamen çökmüştür.

Bu sessizlik, sadece bir korkunun ürünü değil; aynı zamanda bir örtme ve meşrulaştırma mekanizmasıdır çünkü alimlerin sessizliği, halkın vicdanını uyuşturur, zalim iktidarların ihanetini görünmez kılar.

Bugün Mısır’da, Suudi Arabistan’da, Körfez ülkelerinde, hatta Türkiye’de bile birçok “resmî âlim” ya zulme dair tek kelime etmiyor ya da iktidarların çıkarlarını İslam’ın emri gibi sunuyor. Bu, basit bir pasiflik değil; doğrudan zulme ortaklıktır. Bu, insanlığa ve İslamlığa ihanettir.

“Nuh Tûfânı”, sadece ahlâkî yozlaşmanın değil, hakikatin tamamen yok edilmesinin bir sonucuydu. İnsanlar günah işler, zulüm yapar fakat Allah’ın gazabı ancak hakikatin sözcülerinin susturulduğu, ilâhî uyarıların tamamen yok sayıldığı anda gelir. Bugün de Gazze karşısında âlimlerin sessizliği, işte bu ilâhî dengeyi bozmuştur. Çünkü âlimlerin suskunluğu, Allah’ın kullarına yol gösterecek son ışığın da sönmesi demektir.

Tûfânı çağıran asıl şey, Batı’nın desteği veya iktidarların işbirlikçiliği değil; âlimlerin bu ihanetiyle zulmün üzerinin örtülmesidir.

İnsanlık, Gazze karşısında yalnızca sınıfta kalmamış; aynı zamanda hakikati boğan âlimlerin ihanetiyle kendi geleceğini karartmıştır. Bu nedenle Allah’ın tarihe müdahalesi, sadece zalimlerin değil, zalimlerle iş birliği ve amaç birliği yapmış iktidarlara ve hakikati gizleyenlerin üzerine de gelecektir.

Şu çok iyi bilinmelidir ki tarih, zalimlerin bir süre güç kullanarak dünyayı dizayn edebileceğini fakat hiçbir zulmün sonsuza dek sürmediğini göstermiştir. Firavunların, Nemrutların, imparatorlukların akıbeti hep aynıdır: Çöküş! Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, sadece bölgesel bir savaş değil; insanlığın varlık nedeni olan adalet, merhamet ve vicdan değerlerinin çöküşüdür.

Bu kadar kötülük, bu kadar sessizlik ve bu kadar ihanet karşısında insan aklı ister istemez şunu soruyor: Allah tarihe yeniden müdahale edecek mi? Nuh Tûfânı sadece bir kavmin azgınlığını değil, bütün insanlığın çürümesini yargılamıştı. Bugün Gazze’nin gölgesinde gördüğümüz manzara da aynı soruyu yükseltiyor: İnsanlığın bu hâli, tûfânı hak etmedi mi?

Allah’ın adalet terazisi, tarih boyunca bozulduğunda mutlaka yeniden kurulmuştur ve çoğu zaman bu yeniden kuruluş, tûfân gibi sarsıcı bir müdahale ile gerçekleşmiştir. Tabiidir ki zulmün bu kadar artması, sessizliğin bu kadar derinleşmesi, iş birliğinin bu kadar yaygınlaşması, teslimiyetçiliğin bu kadar ayyuka çıkması, sadece dünyevi bir mesele değildir; ilahi adaletin çağrıldığı bir noktadır.

Gazze bugün sadece bir şehir değil; insanlığın kalbinin attığı son yerlerden biridir. O kalp sustuğunda insanlık da ölecektir. Eğer bu vahşet karşısında insanlar susmaya devam ederse, Allah’ın tarihe yeniden müdahalesi kaçınılmaz olacaktır.
Belki bu müdahale Nuh Tûfânı gibi sularla gelmeyecek, belki de bir tûfân misali toplumsal, siyasi ve ekonomik çöküşlerle tezahür edecektir. Her şeye rağmen kesin olan şudur ki zulüm, bâkî kalmayacak, bir kısım insanlığın sessizliği, işbirlikçiliği, teslimiyetçiliği de cezasız kalmayacaktır; hakikati örten âlimlerin ihaneti, tûfânın asıl sebebi olacaktır. Muhakkak ki Allah’ın gazabı; adaleti, hakikati gizleyenleri asla bağışlamaz.

Ey âlimler! Siz ki Allah’ın kitabını bilenler; Hakkı, bâtıldan ayırması gerekenler… Bugün sustuğunuz için zulmün en büyük ortağısınız! Siz sustukça zalimler güçleniyor, mazlumlar kan ağlıyor, Allah’ın dini kirletiliyor. Unutmayın: Bugün hakikati gizleyen diliniz, yarın sizin boğazınızı yakacaktır! Unutmayın: Nuh’un tûfânı gemiye binenleri kurtardı ama siz sessiz kalanlar, işbirlikçi iktidarların çanağını yalayanlar tûfânda boğulacak olanlarsınız.

Tekrar hatırlatıyorum: Gazze sadece bir coğrafya değildir; Allah’ın hepimize gönderdiği bir imtihan çağrısıdır. Bu çağrıya sessiz kalan âlimler, STK’lar ve soykırımı besleyen iktidarların müntesipleri, yazar ve çizerleri, sanatçılar… Bu çağrı karşısında böylece susmaya devam ederseniz tûfân, sizi hiç beklemediğiniz bir yerden, hiç beklemediğiniz bir anda vuracaktır.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

Yazılar

“İki Devletli Çözüm” Hamas’ın Silahını Teslim Almaya Yönelik Bir Tuzaktır – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Filistin meselesi yüz yılı aşkın bir süredir emperyalist plânların, Siyonist yayılmacılığın ve işbirlikçi yönetimlerin sahnesi olageldi. Bugün yeniden gündeme getirilen “iki devletli çözüm” söylemi, barış ve adaletin değil, bilakis Direniş’in elini kolunu bağlamanın, Hamas’ı ve Gazze halkını silahsızlandırmanın diplomatik kılıfıdır. Görünürde bir “barış projesi” gibi sunulsa da gerçekte İsrail’in askerî alanda başaramadığını masada elde etme girişiminden başka bir şey değildir!

“İki devletli çözüm” fikri ilk kez Oslo süreci ile somut biçimde gündeme geldi. O süreçte Filistin halkına vaat edilen şey, Batı Şeria ve Gazze’de sınırlı bir otorite, kısıtlı bir egemenlik ve sahte bir “devlet” umuduydu fakat gerçekte İsrail’in yerleşimlerini genişletmesi, Batı Şeria’nın duvarlarla bölünmesi ve Gazze’nin açık hava hapishanesine dönüştürülmesi sonucunu doğurdu. Oslo, Filistin için bir “kurtuluş belgesi” değil, tam tersine İsrail’in işgalini kalıcılaştıran bir teslimiyet belgesi oldu.

Bugün yeniden ısıtılan iki devletli çözüm, aynı reçetenin yeni bir kılıfla piyasaya sürülmesidir. Amaç, Filistin direnişinin en güçlü unsuru olan Hamas’ın elindeki silahı devre dışı bırakmak ve Direniş hattını çözmektir.

Gazze’de son aylarda yaşananlar, İsrail’in askerî olarak Hamas’ı tasfiye edemediğini gösterdi. Onca yıkım, onca vahşet, onca sivil katliama ve ABD, İngiltere, Almanya ve bölge ülkelerinin tam desteğine rağmen Direniş hâlâ ayakta. Hamas, İslam ülkelerinin ihanet ve düşmanlığına rağmen savaşmaya devam ediyor; İsrail’in ileri teknolojisi, hava gücü ve kara saldırıları Hamas’ın iradesini kıramadı. İşte bu noktada Washington ve Tel Aviv, askerî alanda elde edemediklerini siyasal alanda elde etmeyi planlıyor. Sözüm ona “İslam ülkeleri” liderleri aracılığı ile Hamas’a silah bırakma konusunda tam saha baskı kuruluyor.

“İki devletli çözüm” söylemi, bu stratejinin merkezindedir. Çünkü,

  • Hamas’ın silahı yalnızca bir askerî güç değil; aynı zamanda Filistin halkının onurunun ve caydırıcılığının teminatıdır.
  • Direniş’in silahsızlandırılması; Filistin’i, İsrail karşısında tamamen savunmasız bırakacaktır.
  • ABD, Hamas’ı uluslararası zeminde “barışa engel” gibi göstermek için bu formülü kullanmaktadır.

Böylece “Bakın, biz barış istiyoruz ama Hamas istemiyor!” denilerek, Filistin’in haklı direnişi şeytanlaştırılmaya çalışılıyor.

Bugün dillendirilen plânın satır aralarına bakıldığında şunlar görülüyor:

  • Kudüs’ün, İsrail’in “ebedi başkenti” olarak kabul edilmesi,
  • Filistin devletinin silahsız, ordusuz ve İsrail’e bağımlı bir yapı olması,
  • Gazze’nin yeniden inşasının, Hamas’ın silah bırakmasına bağlanması,
  • Batı Şeria’da İsrail yerleşimlerinin kalıcılaştırılması.

Bu tablo, aslında bir “Filistin devleti” değil, İsrail’in vesayeti altında bir “özerk bölge” anlamına gelir. Yani Filistin’in hakları değil, İsrail’in güvenliği esas alınmaktadır.

Hamas ve diğer direniş örgütleri, defalarca ifade ettikleri gibi, “iki devletli çözüm”ün özünde bir teslimiyet projesi olduğunun farkındadır çünkü tarih göstermiştir ki,

  • İsrail, verilen hiçbir tavizle yetinmez; her seferinde daha fazlasını ister.
  • Silah bırakmak, Filistin halkını yeni katliamlara açık hâle getirir.
  • Bugüne kadar kazanılan her mevzii masadan değil sahada, Direniş’in bedelleriyle elde edilmiştir.

Hamas için silah yalnızca bir araç değil; varlığının ve halkının korunmasının en temel dayanağıdır. Dolayısıyla silah bırakmak, Gazze’nin iradesini bırakmak demektir.

Seyyid Kutub’un “Amerika’dan nefret ediyorum ama daha çok Amerika’nın vicdanına sığınan Müslümanlardan nefret ediyorum!” sözü, bugün yeniden Filistin sahasında yankılanmaktadır çünkü “iki devletli çözüm” gibi projelerin asıl taşıyıcıları çoğu zaman Tel Aviv ya da Washington değil; onların gölgesinde siyaset yapan işbirlikçi ve teslimiyetçi yönetimlerdir. Bu yönetimler, adaletin değil; kendi iktidarlarının ve koltuklarının bekasını esas almakta, ümmetin onurunu pazarlık konusu etmektedir.

Ali Şeriati’nin sıkça vurguladığı gibi, sömürgecinin en büyük gücü tankları, uçakları değil; zihinsel esaret altına aldığı yerli işbirlikçileridir. Bugün, Arap dünyasında ve daha geniş anlamda İslam coğrafyasında, İsrail’in güvenliğini İslam ümmetinin maslahatının önüne koyan yöneticiler, aslında bu işbirlikçiliğin ve teslimiyetin en somut örneğidir.

“İki devletli çözüm” çağrılarını sahiplenenler, Filistin’in gerçek kurtuluşunu engelleyen birer modern mandacıya dönüşmüştür. Onlar, Batı’nın “vicdanına” sığınarak zalimle mazlumu aynı masada eşitlemeye çalışmaktadır. Oysa mazlumla zalim, aynı terazide tartılamaz; işgalciyle işgale direnen aynı kefeye konulamaz!

Bugün teslimiyet ve iş birliği yalnızca Filistin’in değil, bütün ümmetin geleceğini ipotek altına almaktadır. Çünkü Filistin’de silahların susturulması, yarın bütün Müslüman coğrafyalarda Direniş’in susturulması anlamına gelecektir. Direniş’i “terör” olarak yaftalayanlar, aslında kendi korkularını, kendi zilletlerini gizlemektedirler.

“İki devletli çözüm” söylemi, uluslararası diplomasi sahnesinde bir aldatmacadan ibarettir. İsrail’in askerî hezimetini örtmek, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını güvenceye almak ve Hamas’ın direniş mirasını tasfiye etmek için ortaya atılmış bir tuzaktır. Tüm erdemli insanlar bu tuzağın perdesini yırtmak, işbirlikçi bölge ülke liderlerini ifşa etmek ve Filistin’in mazlum halkının yanında durmak ödevinden sorumludur.

Gerçek çözüm, İsrail’in işgaline son vermesinden, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının tanınmasından ve Filistin halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesinden geçer.

Gazze’nin molozları arasından yükselen direniş iradesi, bu tuzaklara düşmeyecek kadar tecrübeli ve kararlıdır. Hamas’ın elindeki silah, sadece bir tüfek değil; bir halkın bağımsızlık umududur. Ve bu umut, hiçbir masa oyunuyla teslim alınamayacaktır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x