Yazılar
Allah’la Konuşmak – Emir Faruk Sevim
Yayınlanma:
7 ay önce-
Bir film, bir tiyatro oyunu, bir de dizi…
Üçü de benzer duygu ve düşünceler uyandırıyor bende. Kayda değer farkları bir kenara, üçünde de imana bir kapı açma imkânı mevcut.
Matrix: Evreni Sorgulatan Bir Fikir
Evrenin gerçek olmadığı fikri, onunla yüzleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak zorluklar içeriyor. Dış dünyayı gerçekte olduğu şekilde algılıyor olduğumuz sağ duyusunu aşmak başlı başına bir mesele. Ama örneğin insan bilincinin türlü etkenlerle değişebilmesi dikkate alındığında bu adımı atmak kolaylaşabilir. Yine de bu idrak seviyesini günlük hayatta sürdürmek pek mümkün gözükmüyor, eğer bahis konusu idrak fiili bir düşünme egzersizinden ibaretse. Peki, ya yüzleştiğimiz hakikat evrene bakışımızı radikal bir şekilde dönüştürme kudretine sahipse? İşte bu durumda nesnelere bakıp onları var eden kodu görme imkânı söz konusu olabilir.
Evreni kuran hakikatin kudretine şüphe yok. Fakat teslim olma iradesini kişi kendisi ortaya koymak zorunda. Hakikate adanmayı seçmek insana bırakılmış. Kim kaderini bu adayış üzere tayin ederse, yeni bir sağduyu kazanabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.
Bana Bir Şeyhler Oluyor: Ruha Dokunan Bir Şiir
Nesnelliğin hegemonyasında içe bakmak delilik addediliyor. Üzerindeki biyopolitik baskının altında ezilen içe bakışın yerini kişisel gelişim dolduruyor. Yüreklere yerleşen gelecek kaygısının güdülediği fasılasız hayatlarda içe dönmeye vakit yok. Ancak ruh, kendisinden kaçılabilecek fuzuli bir antite değil. Dış dünyanın tecrübesi dahî ruhun marifetiyle gerçekleşiyor. Fakat içe dönmenin vesilesi sıklıkla bu tip teorik düşünceler değil, varoluşsal sancılar oluyor. Bunalımlar içinde bir odaya kapanmak, bir yalnızlık anında insanın kendisiyle hemhal olmasını sağlayabilir. Yoğun duygularla dolu bu yalnızlık kendini bilmenin imkânını doğurabilir. Kendinin bilgisine erişmek bir veçhesiyle hakikate de erişmek anlamına gelir. Zira hakikat hiçbir şekilde görünüşte nesnel olanla sınırlanamaz. Dışarıdaki nesnelliğin mutlak olmaması ölçüsünde içerideki öznellik de mutlak değil, her ikisi de zıddını içeriyor.
Hakikate bu içeriden bakış nefis muhasebesinin çok ötesine, Yaradan’la yakınlık kurmaya kadar varabilir. Çoğumuzun hazır olmadığı fikir şu ki bu yakınlık belirli bir zümreye mahsus kılınmış değil. Hangi kalb-i selîm murat etse, O’nunla içten bir bağ kurabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.
Kübra: Topluma Seslenen Bir Çağrı
Kapitalist statüko toplumsallaşmanın yöntemlerini kat’i bir şekilde belirlemiş durumda. Topluma farklı bir yolla seslenmek çoğu zaman hayal bile edilemiyor. Halbuki adalete karşı olan arzunun önüne geçilemez. Bu arzu huzurlu bir kötülük düzenini imkânsız kılar. Böylece adalet, her huzursuzlukta, yağmur bulutlarının aralanmasıyla aydınlığı açığa çıkan güneş gibi yüzünü gösterir. Kendisine atanmış rolü oynamaktan vazgeçip özgür bir eylemde bulunmaya cesaret edenler, hakikatin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Çünkü hakikatin mekânı ne evrenin kodlarıyla ne de ruhun derinlikleriyle sınırlıdır. Esasen onun en aşikâr olduğu yer insan ilişkileridir.
Çeşitli çıkar ilişkileriyle kuşatılmış insanın özgür bir eylemde bulunabilmesi için sûret-i haktan görünen telkinleri hiçe sayması gerekebilir. Özgürlüğünün bilinciyle kendi yolunu seçip adaletin sesine kulak veren bir yiğit, hakikatle aramızdaki duvarları yıkabilir. Umulur ki hepimiz için bir kapı açılır.
Mucize: Temas Kurmak
İnsanı hayrete düşüren açıklanamaz bir mucize isteyenler boş bir beklentiyle oyalanıp dururlar. Beklenen gerçekleşse bile bu isteklerin sonu gelmez, insanoğlu tatmin olmaz. Şımarıklık yolunun varış noktası ya sahte kutsalların egemenliği ya da başıboş bir bocalama hâlidir. Geçtiğimiz iki yüz yıl, iki seçeneği de sırasıyla bize yaşatmadı mı? Pozitivizm saplantısı, açıklanabilenleri ipotek altında tutarken hakikatle temasımızı açıklanamazlar alanına hapsetti. Böylece birbiriyle çatışan iki huzursuzluk düzeninden mürekkep bir dünya doğdu. Bu dünyada mucizelere yer yok. Fakat bu mucize yoksunu dünya huzursuz yürekleri tatmin etmiyor. O yüzden bu rüya yarıda kalmaya mahkûm.
Belki de mucize denilen şey, her yerde ve her şeyde bulunan hakikatle temas kurmaktan ibarettir. Bu temas her zaman bir yönüyle açıklanabilirdir: Sünnetullahta bir zemini vardır. Öteki yönüyle ise tecrübîdir. Tecrübe edenin görebildiği ama gösteremediği bir hâldir. Bununla beraber mucizeyi gören kişi diğerlerini de görmeye davet edebilir. Dileyen açılan kapıdan girer.
Belki de mucize aslında bir tanedir ve buradadır, yanı başımızda. Ona erişim tüm zamanlarda ve mekânlarda mümkündür. Allah bu imkânı insana vererek bir mucize yaratmıştır. Bizden muradı bu imkânı kullanmamızdır. Çünkü bizimle irtibata geçmek ve bize ağır ama taşıyabileceğimiz bir yük yüklemek istiyordur. Bu sarp yokuşu çıkmaya talip olanlar, evrene, ruha ve topluma baktıklarında mucizeyi görürler.
İman: Allah’la Konuşmak
Bir fetret döneminde vahyin devam etmesi için Allah’a yalvaran bir peygamberin ıstırabını paylaşan samimi bir sorgulayıcı, Allah’ın nasıl olup da gözlerine, kulaklarına, hislerine, düşüncelerine, eylemlerine rehber olacağını sorarsa, iyi bir cevabı hak etmiş olur. Birtakım usullerden dem vuran akademik cevaplar, mucizenin tecrübî yönünü göz ardı eder. Hakikatle temas, bir dizi teknik talimatın kuru kuru uygulanmasıyla gerçekleşemez. Çünkü esasen temasa konu olan şey, orada bir yerde keşfedilmeyi bekleyen dışsal bir nesne değil, tecrübe ettiğimiz dünyanın kurucu öznesidir. Soru aslında kişinin Allah’la konuşma talebini ifade ediyor. Bu talebin olumlu karşılanma imkânı, imana açılan kapıdır.
Allah’la konuşan kişinin adanma niyeti edimsellik kazanır. Konuşmanın etkisinde olduğu sürece, onun için artık dünya meşgalesi bir oyundan ibarettir. Sağlam bir imanın tadına varır. Oyunun kural koyucusuyla temasta olmak ona öyle bir güç verir ki gerçekliği manipüle etmenin bile ihtimal dahilinde olduğunu düşünebilir. Ancak sünnetullahın sürekliliği buna izin vermez. Kurallar herkes içindir. Kimse dünya meşgalesinden âzâde değildir. Zor olan da bu bilinç seviyesini taşıyarak bir yandan oyuna devam etmektir. Allah’la konuşmanın verdiği güç, bu esas zorluğun üstesinden gelmeyi ve ardından hayat içindeki cüz’î zorluklara hikmetli çözümler üretmeyi sağlayabilir.
Her şeyin sahtesi olduğu gibi Allah’la konuşanların da sahtesi olmuştur ve olacaktır. Allah’la konuştuğu iddiasına yaslanarak sorgulanmaya kapalı hükümler koyanlar ancak şarlatanlar olabilir. Ama imtiyazlı bir makama sığınmadan, herkese hitaben ve açık yüreklilikle öneriler sunanların sözü dinlemeye değerdir. Kimseyi hiçbir şeye zorlamadan herkese meydan okurlar. Muarız meydan okumalar elbette her zaman çıkabilir. İnsanlık mucizesi sayesinde, hangi meydan okuyan sözün hakikatten izler taşıdığını görme imkânı herkes için mevcuttur. Ne mutlu görenlere!
7 Ekim 2023 tarihinde bölgemizde büyük olasılıkla geri dönüşü olmayacak bir dönem başladı. Bugün, tam bir yıl sonra, Gazze’yle birlikte Lübnan’ın da savaşın bir cephesine dönüştüğü, Batı Şeria’da büyük bir altüst oluşun yaşandığı; Yemen, Irak ve Suriye’nin düşük yoğunlukla da olsa savaşın içinde olduğu; İran’ın da doğrudan müdahil olmaya başladığı olağanüstü bir sürecin içindeyiz ve yakın dönemde çatışmasızlık ortamının oluşmasını beklemek için fazla bir sebep yok. Bir yıllık süreç, 1948’den beri benzeri görülmemiş bir insani yıkım meydana getirdi ve İsrail tüm bu altüst oluş sürecinden kalıcı kazanımlarla çıkmaya çalışıyor. Ne var ki çatışmaların ne zaman son bulabileceğini öngörmek zor olduğu gibi, nasıl bir nihai sonuç üreteceğini de öngörmek kolay değil. Hemen hemen kesin olan bir şey varsa, 7 Ekim 2023 öncesi statükoya dönülmeyeceğidir.
Aksa Tufanı neden başladı?
Filistin direnişinin Aksa Tufanı olarak adlandırdığı harekatın sebepleri üzerine bugüne kadar pek çok değerlendirme yapılmış olsa da bazı temel hususların yeniden altını çizmek gerekiyor.
İsrail rejimi 2005 yılında, artık yönetemez hale geldiği Gazze Şeridi’nden çekilmek zorunda kaldığında, 38 yıl sonra ilk kez Filistin topraklarının bir parçası özgürleşmişti. Ancak kısa süre sonra bir siyasi altüst oluş başladı. Nitekim 2006 yılında yapılan demokratik seçimlerden birinci çıkan Hamas’a ilk darbe El Fetih hareketi tarafından vurulmuş, Filistin Yönetimi’ni bırakmak istemeyen hareketin Hamas’la yaşadığı ve kan dökülmesine de sebep olan iç krizin ardından 2007 yılında işgal altındaki Batı Şeria’nın El Fetih, özgür Gazze’nin ise Hamas tarafından yönetildiği bir denklem oluşmuştu. Ne var ki İsrail, bu yeni durumun oluşmasından hemen sonra, ABD ve başka Batı ülkelerinin de tam desteğiyle Gazze Şeridi’ni denizden, karadan ve havadan abluka altına aldı. Dahası, 2008 sonu/2009 başında 22 gün boyunca, 2012 yılının kasım ayında 8 gün boyunca, 2014 yazında ise 52 gün boyunca Gazze’ye büyük çaplı saldırılar düzenlendi. Tüm girişimlere rağmen Gazze teslim alınamadı ve halk direnişe isyan etmedi. Ancak Gazze günden güne yaşanamaz hale geldi ve 2 milyondan fazla insanın yaşadığı 360 kilometrekarelik bir açık hava hapishanesine dönüştü.
Gazze’deki statükonun ilanihaye sürdürülmesi mümkün değildi. Üstelik İsrail eş zamanlı olarak Batı Şeria’daki işgalini de derinleştiriyor ve ilhak plânları yapıyor, Kudüs’ü Arapsızlaştırma çabalarını hızlandırıyor ve Mescid-i Aksa’nın kutsallığını çiğniyor, çıkardığı yeni kanunlarla 1948 sınırları içinde yaşayan Filistinli Araplar üzerindeki apartheid baskısını arttırıyordu. Tüm bu çabalarında birkaç sözlü çıkış dışında dünyadan hiçbir tepki ve engelle karşılaşmayan İsrail, bir yandan da bölgenin yeni keşfedilen doğalgaz kaynaklarına el koymak için bir yol haritası geliştiriyordu. Arap rejimleri ise yarım asırlık utanç verici duruşlarını yeni bir boyuta taşıyarak, birer birer normalleşme anlaşmaları imzaladığı İsrail’le ikili ve çoklu işbirliklerine girişiyordu. Filistin boğuluyor, Filistin halkı ve davası unutuluyor ve gündemden düşürülüyordu.
İşte Aksa Tufanı tüm bu koşullarda başladı. Mısır ve Suriye’nin İsrail’e sürpriz bir saldırı düzenlediği 1973 tarihli Yom Kippur Savaşı’nın ellinci yıldönümünde, direniş güçleri sınırı aşarak İsrail güçlerine bir dizi saldırı düzenledi, hatta bir süreliğine bazı bölgelerin kontrolünü ele geçirdi.
Dünya medyasının iddia ettiğinin aksine, 7 Ekim saldırılarında ölenlerin 373’ü asker ve istihbarat görevlisiydi ve bunların önemli bir kısmı Gazze’yi en iyi bilen birimlerdendi. 695 sivilin ise önemli bir bölümü İsrail ordusunun açtığı ateşle ölmüştü. Nitekim kısa süre içinde ortaya çıkan çok sayıda video görüntüsü ve tanıklık, saldırının şokunu yaşayan İsrail ordusunun Hannibal Direktifi’ni uygulamaya soktuğunu göstermektedir. Bu direktife göre ne pahasına olursa olsun ve bedeli ne olursa olsun İsraillilerin düşman bir güç tarafından esir alınmasına izin verilmemelidir. Bu sebeple İsrailli askerleri ve yerleşimcileri esir almaya çalışan direniş unsurları makineli tüfeklerle, helikopter atışlarıyla taranmış, hatta direnişçilerin ilerlediği kibbutzlar tanklarla vurulmuş, bu büyük çaplı eylemler neticesinde Hamas üyeleriyle birlikte yüzlerce İsrailli de ölmüştür.
İsrail’in yanıtı: soykırım
Hannibal Direktifi’nin uygulanmasına rağmen direniş güçleri, aralarında üst düzey subayların da olduğu iki yüzden fazla İsrailliyi esir alarak Gazze’ye götürmeyi başardı. Amaç İsrail’i bir esir takasına zorlamaktı; nitekim Aksa Tufanı’nı doğuran faktörlerden biri de İsrail’in keyfi ve kitlesel tutuklamalarıyla hapishanelerin binlerce Filistinliyle doldurulmuş olmasıydı. Ne var ki Netanyahu liderliğindeki İsrail yönetimi ilk saatlerden itibaren Gazze’ye tüm gücüyle saldırma yoluna gitti ve apaçık bir şekilde, kendi vatandaşlarını da gözden çıkardı. İşgal ordusunun Gazze’de “insansı hayvanlarla” savaştığı söylendi ve bazı Tevrat ayetlerine de referansla, Gazze’nin içindeki herkesi ve her şeyi yok etme isteği ve yönelimi açıkça ortaya konuldu.
Gerçekten de ilk günlerden itibaren elektrik, su, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bırakılan Gazze’de hedef olmayan hiçbir şey ve hiçbir yer kalmadı. Okullar, hastaneler, Birleşmiş Milletler yerleşkeleri, cami ve kiliseler, yemek ve su dağıtım noktaları, hatta yerinden edilen sivillerin oluşturduğu araç konvoyları ve sonraki aşamalarda çadırkentler dahi sistematik olarak hedef alındı. Tam da Netanyahu’nun gönderme yaptığı “Amalekler” vakasında olduğu gibi, atlar, eşekler ve kedilerin bile kasten ve keyfi şekilde öldürüldüğünü gösteren sayısız görüntü mevcut. İsrail güçleri tarafından tam 17 defa mezarlıklar bile vuruldu ve tahrip edildi. Çoğu kadın ve çocuk olmak üzere en az 42 bin (muhtemelen bundan çok daha fazla sayıda) insan hayatını kaybetti; bunların içinde sığındıkları hastanelerin avlularında tankla ezilenler ve diri diri gömülenler de bulunuyor.
Filistin tarihinde eşi benzeri görülmeyen bu fiiller, hukuki anlamda bir soykırımın bütün özelliklerini taşımaktadır ve İsrail liderleri eninde sonunda bu soykırım sebebiyle hesap verecektir.
Amaç neydi ve başarılı oldu mu?
İsrail’in bir yıldır devam eden soykırım saldırıları bir yanıyla çocuklar dahil tüm Gazze nüfusuna toplu cezalandırma uygulama ve bir daha yeni bir 7 Ekim’e girişmemeleri için “unutamayacakları bir ders verme” amacına matuf olarak gerçekleşti. Ancak Netanyahu ve ekibinin tek amacı bu değildi. Varlığını etnik temizlik yoluyla inşa etmiş ve sonraki dönemlerde de aynı yoldan konsolide etmiş olan İsrail, en başından beri Gazze’deki Filistinli nüfusu Mısır’a doğru sürme ve/veya Gazze Şeridi’ni tamamen yaşanamaz hale getirerek halkı “kendi isteğiyle” gitmeye zorlama amacı da güttü. Ne var ki tarihlerinden yeterince ders çıkaran Filistinliler topraklarına sımsıkı tutundu. Şu anda, yaşamsal ihtiyaçların neredeyse hiçbirinin karşılanamadığı Kuzey Gazze’de bile on binlerce Filistinli, bölgelerinden ayrılmamış durumda.
İsrail’in elbette başlıca amaçlarından biri de Filistin direnişinin Gazze’deki varlığına kalıcı olarak son vermek ve bölgenin mümkün olan en geniş kısmında askeri kontrol sağlamaktı. Ne var ki meydana getirdikleri büyük yıkıma rağmen, bir yıllık sürecin sonunda Gazze’nin çoğunda kontrol sağlayamadılar ve kontrol sağladıklarını söyledikleri mahalle ve bölgelerin bir kısmından geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bugün Gazze’nin bir kısmının işgal edilmiş olduğu ve bunun uzun süreli olabileceği doğruysa da İsrail’in başlangıçtaki hedefleriyle bir yılın sonunda sahada elde edebildikleri arasında bir uçurum bulunmaktadır.
Gazze’ye uzanan dayanışma elleri
Son derece çetin geçen bu bir yıl boyunca, Gazze’ye bölgenin ve dünyanın pek çok yerinden dayanışma elleri uzatıldı. Bundan kastımız Gazze’ye sınırlı bir ölçekte girebilen – ve elbette son derece önemli ve hayati olan – insani yardımlardan ibaret değil. Yine aynı şekilde son derece önemli ve değerli olan, ancak tek başına bir etki üretmeyen protesto gösterilerinden de daha fazlasından söz ediyoruz.
İsrail bugüne kadar işlediği suçları, bedel ödemediği ve yaptırımla karşılaşmadığı için işleyebildi. Bu sebeple 7 Ekim sonrasında boykot ve yaptırım çağrıları daha da elzem hale geldi ve önemli sonuçlar da elde etti. Sayısız kurum ve kuruluş, İsrailli partnerleriyle olan işbirliklerini sonlandırdı. İsrail ekonomisi ciddi ve ağır darbeler aldı. Aynı zamanda İsrail’in ve kurumlarının tecrit edilmesi yönünde önemli mesafeler kaydedildi ve 1948’den beri belki de hiç görülmemiş derecede İsrail’in varlığının ontolojik temelleri sorgulanır hale geldi.
Tüm bunların yanında, dünyadan gelen ateşkes çağrıları kayıtsızlık ve oyalamayla karşılanırken bölgedeki pek çok başka direniş gücü, İsrail’i, Gazze saldırılarını durdurmaya zorlayacak doğrudan eylemlere girişti. İşgal ordusu ve altyapısı, Yemen’den, Suriye’den, Irak’tan ve İran’dan hedef alındı. En büyük askeri çaba ise kuzeyde yeni bir cephe açarak İsrail güçlerini bölmeyi ve yıpratmayı hedefleyen Lübnan Hizbullah hareketinden geldi. 8 Ekim’den başlayarak çatışmaların yoğunluğu giderek arttı ve hareket, genel sekreteri Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere çok sayıda yöneticisini ve yüzlerce kadrosunu Filistin halkı ve davası uğruna feda etti.
Bugün, sürecin bir bölgesel savaşa dönüşme ihtimali giderek artarken, Gazze’yi ve orada yaşama tutunmaya çalışan 2 milyondan fazla Filistinliyi unutmamak gerekiyor. Diğer yandan Gazze’nin kaderinin başta Lübnan olmak üzere bölge halklarının kaderiyle ortaklaştığını da görmek gerekiyor. Önümüzdeki süreç büyük bir ihtimalle ya yıkımın bölgeselleşmesiyle ya da bölge halklarının güç birliğine giderek İsrail’e gerçek bir yenilgi yaşatmasıyla sonuçlanacaktır.
Yazılar
İsrail ve Gazze’de Yaşananlar Hakkında Bilmeniz Gereken 5 Şey (çeviri)
Yayınlanma:
16 saat önce-
Ekim 6, 20247 Ekim’de Gazze’deki Filistinliler İsrail’de en az 1.200 İsraillinin ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve 240 kişinin rehin alınmasına yol açan saldırılar düzenledi. İsrail derhal Gazze’ye operasyon başlattı. O tarihten bu yana Gazze’de 40 binden fazla Filistinli öldürüldü.
İsrail ayrıca Gazze’yi hermetik kapatma altına alarak gıda, su, yakıt, elektrik, tıbbi malzeme ve diğer mallara erişimi engelledi. Sonuç olarak insanlar açlık ve hastalıktan ölüyor. Bugün Gazze, her geçen gün daha da kötüleşen bir soykırım ve eşi benzeri görülmemiş bir insani krizle karşı karşıya!
Batı Şeria’da da İsrailli yerleşimcilerin saldırıları, toplu tutuklama kampanyaları ve askeri baskınlar arttıkça Filistinlilere yönelik şiddet de tırmanışa geçti. Batı Şeria’da en az 652 Filistinli öldürüldü ve yüzlercesi de yaralandı.
AFSC, öldürülen herkes için yas tutmakta ve esir tutulan tüm sivillerin barışçıl bir şekilde serbest bırakılması çağrısında bulunmaktadır. Tarihimiz boyunca olduğu gibi, şiddetin her türlüsüne karşı duruyoruz. Bu şiddeti sona erdirmek ve adil ve kalıcı bir barış inşa etmek için gereken değişiklikler için çalışmalarımızı sürdüreceğiz.
Durumu ele almak için, bu şiddetin gerçekleştiği bağlamı anlamak önemlidir. İşte bilmeniz gereken beş şey:
1. Şiddet, Gazze’den gelen saldırılarla başlamadı!
Saldırılardan önce bile 2023 yılı Filistin’de son on yılın en şiddetli yıllarından biriydi. Eylül ayı sonuna kadar 47’si çocuk olmak üzere en az 247 Filistinli, İsrail askerleri ve yerleşimciler tarafından öldürüldü. Aynı dönemde İsrailli yerleşimciler Filistinlilere ve Filistinlilere ait mülklere 800’den fazla saldırı düzenledi. Ayrıca 1.100’den fazla Filistinli, evlerinden zorla göç ettirildi.
Bu eylemler, İsrail’in toprak gaspı, kitlesel tutuklama kampanyaları, Filistin şehirlerine yönelik askeri saldırılar ve Mescid-i Aksâ üzerindeki Filistin kontrolüne yönelik tehditlerin arttığı bir bağlamda meydana geldi.
İsrail’deki aşırı sağcı Netanyahu hükümeti, iktidara geldiğinden bu yana Filistinli topluluklara yönelik şiddeti tırmandırırken Filistinlilerin bağımsızlığı ya da eşitliği ihtimalini de reddetti. Yerleşimci liderler şu anda İsrail’de hakimiyeti ellerinde tutuyor ve Batı Şeria’yı ilhak etme yönünde somut adımlar atarken Filistinlileri, Batı Şeria’nın çoğundan çıkarma çabalarını ilerletiyorlar.
Filistinliler için şiddet benzersiz, günlük bir gerçekliktir!
2. Gazze, 16 yıldır şiddetli bir abluka altında!
Gazze halkı, 16 yılı aşkın bir süredir İsrail’in uyguladığı ve iki milyondan fazla sakininin seyahat, ticaret ve günlük yaşamını ciddi şekilde kısıtlayan bir abluka altında yaşıyor. Sonuç olarak bu ablukanın şu anda devam etmekte olan genişletilmiş kuşatmadan önce bile etkileri acımasız olmuştur:
– Gazze’deki insanların %80’i hayatta kalabilmek için uluslararası yardıma muhtaç,
– Nüfusun %50’sinden fazlası işsiz,
– Hastanelerde ihtiyaç duyulan malzeme ve ilaçların %40’ı sürekli olarak tükenmektedir,
– Gazze’deki suyun yaklaşık %96’sı içilemez durumda,
– Elektrik sadece ara sıra sağlanabilmektedir.
Abluka, Gazze’deki tüm Filistinlilerin yaşamlarını ve sağlıklarını ciddi şekilde etkilemektedir. Yetersiz beslenme nedeniyle çocukların büyümesi engelleniyor. Filistinliler tıbbi bakıma erişemedikleri için ölüyor. Hareket kısıtlamaları nedeniyle aileler birbirinden ayrılıyor.
Abluka, şiddet yoluyla uygulanıyor. İsrail ordusu her hafta Gazze’ye girmekte, İsrail güçleri her gün Gazze’ye ateş açmakta ve düzenli olarak Gazze’yi bombalamaktadır.
İsrail’in Gazze’deki askeri eylemleri yıllar boyunca binlerce Filistinlinin hayatına mal oldu. 1 Ocak 2008 ile 19 Eylül 2023 tarihleri arasında 1.206’sı çocuk olmak üzere 5.365’ten fazla Filistinli öldürüldü.
İsrail’in Gazze’ye yönelik önceki saldırılarının ardından ablukanın hafifletileceği ya da sona erdirileceğine dair sözler verilmişti ancak abluka, Gazze’deki Filistinliler için ölümcül etkisiyle devam ediyor.
3. Uluslararası hukuk uyarınca hem Filistinlilerin hem de İsraillilerin şiddet kullanma konusunda sınırlı yasal hakları vardır. Ancak şiddet, adil ve kalıcı bir barış getirmeyecektir.
ABD hükümeti defalarca, Ukrayna’da olduğu gibi yabancı askeri işgal altında yaşayan insanların işgallerine askeri olarak direnme hakları olduğunu söylemiştir. Filistinliler de aynı hakka sahiptir. Aynı zamanda, işgale karşı direnme hakkını düzenleyen savaş yasaları da bu hakkı sınırlandırmakta, 7 Ekim’de olduğu gibi sivillere yönelik saldırıları ve diğer savaş suçlarını yasaklamaktadır.
Aynı savaş yasaları, İsrail de dahil olmak üzere işgalci güçler için yükümlülükler ortaya koymakta ve eylemlerini sınırlandırmaktadır. İsrail; on yıllardır Filistinlilere karşı uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerini sistematik olarak ihlal etmiş, Filistinlilerin haklarını çiğnemiş ve kontrol ettiği bölgelerde bir apartheid sistemi uygulamıştır. Sivillere ve sivil hedeflere yönelik saldırı yasağı İsrail için de geçerlidir.
Bir Quaker örgütü olarak AFSC her türlü şiddete karşıdır ve şiddetin sona ermesi için çalışır. Şiddetin daha fazla şiddetle son bulmayacağını biliyoruz. Değişimi sağlamak için tarihi ve süregelen Filistinlilerin yerinden edilmesi, işgal ve apartheid gerçeği de dahil olmak üzere çatışmanın köklerini ele almalıyız.
4. ABD, İsrail hükümeti tarafından işlenen adaletsizlik, eşitsizlik ve şiddeti finanse etmekte, silahlandırmakta ve desteklemektedir!
ABD, Filistinlilerin haklarını sistematik olarak ihlal eden İsrail’e on yıllardır sınırsız destek vermektedir. Uluslararası insan hakları örgütleri İsrail’in Filistinlilere karşı apartheid uyguladığı konusunda hemfikir olmalarına rağmen ABD, İsrail’e her yıl 3,8 milyar dolar askeri yardımda bulunmaktadır. Mevcut İsrail hükümetinin bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmasına ve Filistin topraklarını rekor oranlarda ele geçirmesine rağmen, ABD hükümeti başbakan Netanyahu ve müttefikleriyle yakın ilişkiler kurmaya devam etmektedir. ABD vatandaşı Filistinliler de dahil olmak üzere İsrail’in Filistinlilere yönelik rekor düzeydeki şiddetine rağmen ABD, İsrail’e cezasızlık sunmaya ve hesap verebilirlik çabalarını engellemeye devam ediyor.
Bu hesap verebilirlik eksikliği ve Filistinlilerin uluslararası toplum tarafından terk edildikleri hissi, son dönemdeki şiddeti anlamak açısından önemlidir. Şiddetin sona ermesi için ABD politikasının değişmesi gerekmektedir. İsrail hak ihlallerinden sorumlu tutulmalı ve apartheid sistemi sona ermelidir.
5. Değişime yardımcı olmak için harekete geçebilirsiniz!
Şiddetin durdurulması ve işgalin sona erdirilmesinde herkesin oynayabileceği bir rol vardır. İşte şu anda yapabileceğiniz birkaç şey.
Kongre’ye seslenin: Gazze’de ateşkes ve insani erişimin hemen sağlanması için çağrı yapın! İsrail’in uluslararası insani ve insan hakları hukukuna uyması konusunda ısrarcı olmalarını ve İsrail’in Gazze’yi bombalamasına son vermek için kalıcı bir ateşkes çağrısında bulunmalarını isteyin.
Gazze’deki insani yardım çabalarına bağışta bulunun! AFSC, Gazze’deki ofislerimiz aracılığıyla, çok fazla ihtiyaç ve savunmasızlıkla karşı karşıya olan Filistinlilere destek ve yardım sağlamaktadır. Şu anda alınan bağışlar, devam eden saldırılardan etkilenen bireyleri ve aileleri desteklemek için kullanılacaktır.
Apartheid-Free kampanyasına katılın! Bu saldırıların sona erdirilmesi bir ilk adımdır ancak yeterli değildir. Kalıcı bir değişim için İsrail ve Filistin’deki şiddetin kökeninde yatan işgal, apartheid ve yerleşimci sömürgeciliği sistemlerinin sona ermesi gerekir. Adil ve kalıcı bir barışın gerçekleştirilebilmesi için bu şiddet sistemlerinin sona erdirilmesi amacıyla AFSC’ye nasıl katılabileceğiniz hakkında daha fazla bilgi edinin.
Kaynak: afsc.org
12 Eylül, temel hedefleri itibariyle canlılığını koruyor.
12 Eylül askeri darbesinin egemen dünya düzenini yerelde tahkim eden rolü yıllar içinde daha iyi anlaşıldı. Asker-sivil koalisyonuyla darbe süreci kurucu rolünün hakkını vermiş, hedeflerini uzun yıllara yayılan başarısıyla gerçekleştirerek enteresan bir tarihsel aşama örneği sunmuştur.
Tanzimat Fermanı ile küresel kapitalizme dâhil olma kararı veren Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kesiksiz akış, onarıcı darbelerle tehlikelerden azade kılınmıştır. Azgın sermayenin önündeki bilumum engelin kaldırıldığı neoliberal aşamasıyla kapitalizm, bâkir coğrafyalara dizginlerinden boşanan bir hız ve ihtirasla dalmıştır.
Şili’deki Pinochet darbesinin tıpkı basım benzer bir örneği olarak gerçekleşen 12 Eylül darbesi, yakın dönemlerinde bütün dünyada gerçekleşen neoliberal dönüşümün yereldeki kolaylayıcısıydı. Kapitalizmin krizini aşmayı hedefleyen 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi mevcut koşullarda mümkün olmadığından sert bir yönetim ihtiyacına cevap olarak askeri darbe geldi.
12 Eylül’ün kapitalizmi himayesi iki koldan gerçekleşmiştir. Yükselen işçi hareketleri hedef alınmış, sendikal mücadele ve sosyalist örgütlenmeler baskılanıp önemli ölçüde dağıtılmıştır. Sol-sosyalist çizgi, 12 Eylül’de aldığı darbenin tesirinden hâlâ kurtulabilmiş değildir. Neredeyse bütün dünyada eş dönemli olarak gerçekleşen neoliberal saldırı[1] farklı coğrafyalarda benzer sonuçlar doğurmuştur.
24 Ocak kararlarının açtığı yarık giderek büyümüş, halkı ve coğrafyasıyla bütün bir ülkeyi yoksulluk ve yağma düzenine teslim etmiştir. Kim ne derse desin 24 Ocak-12 Eylül hattının şampiyonu 22 yıllık AKP iktidarıdır. Her ne kadar Turgut Özal’ın önce 24 Ocak kararlarını ilan eden hükümetin program hazırlayıcısı sonra da kararları sert bir şekilde uygulayan darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak başlayan ve Anavatan Partisi ile iktidar olarak süren yaldızlı imajının dönemsel popülaritesinden bahsedilebilirse de istikrarlı hükümetler kuran AKP’nin 24 Ocak kararlarının ruhuna iman etmiş yaygın ve kalıcı neoliberal politikalarının eline kimse su dökemez!
Neoliberal saldırganlığın Türkiye özelindeki başarısı ancak bazı siyasal, kültürel, dini ve sosyolojik müdahalelerle mümkün olabilirdi.
12 Eylül darbesinin önemli ölçüde yenilgiye uğrattığı sol-sosyalist hareketlerin yerine Türk-İslam sentezinin ikame edilmesini isteyen rejim, bu doğrultuda bütün imkânlarını seferber etti. En nihayetinde Türkiye bir NATO üyesiydi ve kapitalist blok için kaybı göze alınamayacak değerdeydi. Hele de İran’da hemen kısa bir süre önce İslam devrimi gerçekleşmişken!
Kapitalist blok hem dünyada hem de Türkiye’de sosyalist hareketleri ve devletleri/paktları mağlup etmenin eşiğindeyken Batı Asya’da (Ortadoğu’da) önemli bir üssünü kaybetmişti. Ayetullah Humeynî önderliğinde gerçekleşen İslam devrimi, bölgede yükselen diğer İslami hareketlerle birlikte NATO önderliğindeki Batı bloğunu ürkütmüştü. Bir taşla iki kuş vurmanın tam zamanı sayılabilirdi!
İslam’ın devrimci yükselişini Türk-İslam senteziyle bulandırıp engellemek için İslamizasyon politikalarını devlet imkân ve araçlarıyla devreye sokan 12 Eylül rejimi sosyalizm ve İslam tehlikesini birlikte savuşturmanın hesabını yapıyordu. Irak’ın İran’a saldırtılmasıyla kuşatılmak istenen İslam devriminden sonra Türkiye’de de serpilme emareleri gösteren tevhîdî yönelim mecrasından saptırıldı.
24 Ocak-12 Eylül hattının mütemmim cüzü olarak yapılan ve “terbiye süreci” olarak değerlendirdiğimiz 28 Şubat[2] darbesinin doğurduğu AKP iktidarının Şili’ye benzer biçimde ironik “12 Eylül’le hesaplaşma” muhabbeti, hakikati perdeleme çabasından başka bir amaç gütmemiştir.
Başörtüsü yasağı üzerine gelen ve kapanan imam-hatip okullarının açılmasıyla dindar kitlelerin gönlünü fethederek düzen adına rıza üreten AKP iktidarı, NATO’dan ve küresel sermayeden yana tutumunu neredeyse engelsiz bir şekilde fiiliyata geçirdi. Irak işgaline yol veren, Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Filistin’e kadar egemen dünya düzeni saflarında yer alan AKP iktidarı bütün bunlara paralel biçimde ülkeyi baştan başa sermayenin talanına açmıştır.[3] Bir yandan TÜSİAD sermayesini kollayan AKP, diğer yandan kendine yakın çevreleri de ayrıca ihya etmiştir.[4] Vâr oluşsal pozisyon olarak da emek mücadelesinin tam karşısında konumlanmıştır. Bunun en somut örneği OHAL koşullarında yasaklanan grevlerdir.[5]
Cumhur ittifakı ile Türk-İslam sentezini icraya olan gönüllülüğünü kanıtlayan AKP iktidarı, ideolojik referansı olarak da Necip Fazıl çizgisini[6] türlü vesilelerle öne çıkardı, İslam’ın devrimci mesajının Batı Asya’daki ilerleyişine set çekmekten imtina etmedi. Kemalizm’in sembol ve ritüellerine teslimiyete, içi boşaltılan bir kısım İslami semboller için itiraz etmeyen;[7] II. Abdülhamit’ten bu yana benimsenmiş dış politika olan denge siyasetiyle ayakta kalmaya çalışan ve bu yolla iyice kimliksizleşerek küresel güçlerin iradesine teslim olan 22 yıllık iktidarın 12 Eylül’ün şampiyonu olmadığını kim reddedebilir!
15 Temmuz’dan bu yana yükseltilen şovenist dalganın gizlediği yağma Anadolu’nun her bir köşesine ulaşmış, delik deşik etmediği yer bırakmamıştır. Sermayenin önündeki engelleri kaldırmanın programı olan 24 Ocak, 12 Eylül darbesinden güç almasaydı bile son 22 yıllık iklimde pekâlâ çok daha güçlü bir şekilde uygulanabilirdi.[8] Kırsalın boşaltılarak küçük köylülüğün yok edilmesiyle beraber büyükşehir yasasıyla beraber iptal edilen köy statüleri, mera ve ormanların 2-B gibi yasalar yardımıyla sermayeye devrini hızlandırdı[9] ve bunlar kamulaştırma kanunları marifetiyle cılız gösterilerin rağmına sert bir şekilde gerçekleştirildi.
Türkiye’nin Çin modeli vizyonuyla[10] ucuz işçi cenneti olması resmi politika olarak savunuldu, bunun için asgari ücret genel geçer ücret hâline getirildi. Yoksul kitlelerin, emekçi sınıfların haysiyetleri[11] hedef alınarak devrimci hareketlerin boy vermesi 12 Eylül’ün şampiyonları tarafından baştan engellenmek istendi.
12 Eylül’ün zulümleriyle büyüyen Kürt meselesi, yasaklarla boğuşan İslami çevrelerin yaşadığı aldatma tecrübelerine maruz kalarak sistem içine çekilme sürecinin bir benzerini yaşadığı söylenebilir: Çözüme kavuşturuluyormuş gibi yapılan pek çok meselenin şiddet-rıza sarmalında sistem içine çekilerek sönümlendirilmesi ve egemen şoven sistemin söyleminin pekiştirilmesi[12] yine AKP’nin marifetli politikalarıyla mümkün oldu.
Eğitimde, kerameti kendinden menkul 12 Eylül ruhuyla uygun erdem-değer modeliyle Avrupa Yeterlilikler Çerçevesini esas kabul eden Türkiye Yeterlilikler Çerçevesi[13] üzerinden kapitalizmle bütünleşerek küresel sermayenin iş gücü ihtiyacı amacını birleştirerek Protestan ahlâkını mücessem hâle getirmeyi amaçlamıştır. Böylece 12 Eylül’ün en başarılı uygulayıcısı olma sıfatını hak etmiştir.
[1] Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki; Alfredo Saad-Filho Deborah Johnston; Yordam Kitap
[2] Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat, Ahmet Örs; https://www.tasfiyedergisi.net/bir-terbiye-sureci-olarak-28-subat/
[3] Türkiye Maden Ruhsatlarının Tehdidi Altında: 24 İlde 20 Bine Yakın Maden Ruhsatı: https://www.tema.org.tr/basin-odasi/basin-bultenleri/turkiye-maden-ruhsatlarinin-tehdidi-altinda
[4] Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Erol Balkan-Neşecan Balkan-Ahmet Öncü; Yordam Kitap
[5]Erdoğan: Greve tevessül etmek isteyen işçilere OHAL ile müdahale ettik; https://www.evrensel.net/haber/350636/erdogan-greve-tevessul-etmek-isteyen-iscilere-ohal-ile-mudahale-ettik
[6] Necip Fazıl Ödülleri; https://www.necipfazilodulleri.com/
[7] Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Cihan Tuğal; Koç Üni. Yay.
[8] Alevler değil, bir imza yok etti; https://www.birgun.net/haber/alevler-degil-bir-imza-yok-etti-540949
[9] Toprakları Kapatmak: Kamu Arazilerinin Özelleştirilmesi, Melek Mutioğlu Özkesen; İletişim Yay.
[10] Erdoğan ekonomide yol haritasını anlattı: Çin de böyle büyüdü; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-ekonomide-yol-haritasini-anlatti-cin-de-boyle-buyudu-41952854
[11] Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi, Alpkan Birelma; İletişim Yay.
[12] Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Barış Ünlü; Dipnot Yay.
[13] Müfredat Taslağı Yeni Sıfatını Hak Etmiyor: https://www.egitimilkesen.org/mufredat-taslagi-yeni-sifatini-hak-etmiyor/