Connect with us

Yazılar

İstanbul’da Üç Noktadan Geleceğe Sesleniş – Ömer Bilal Karakaya

Yayınlanma:

-

Üç araç değiştirip gittiğinizde bulmak isteyeceğiniz yeni bir şey olmasıdır, değil mi?

Ya da en azından bir sıcaklık ararsınız, söyleneni değil söylenmek isteneni anlayacak kadar söyleyene değer verildiği yer olabilir.

Bakalım, baskının en koyusuna giderken karanlığı durdurup hepimiz için bir kıvılcım olma potansiyelindeki üç farklı yere gidiyoruz. Farklı insanlar sözlerini nasıl söylüyorlar, birlikte nasıl yürüyorlar; izleyenlerine, sempatizanlarına nasıl umut oluyorlar, görelim istedim.

Bu üç noktanın birincisi olarak İstanbul TÜSİAD’ın önünde, İsrail’le ticarete devam eden şirketleri, kurumları protesto eden “Filistin İçin 1000 Genç”in eylemine gidiyoruz. Sonrasında, devrimci Akıncı (sadece Akıncı değil) Metin Yüksel ile solcu devrimci Deniz Gezmiş’in birlikte anılacağı Balat’taki programa; ertesi gün ise Şişli’de 23 emek örgütünün katıldığı paneli takip edeceğiz.

Filistin İçin 1000 Genç eylemine geldik. Y&Z jenerasyonlarının ikisini bir arada görüyoruz. Gezi’den az evveline kadar bu jenerasyonlar için, “Çok zekiler ama acımasızlar, sekterler, vefasızlar; saman alevi gibi parlayıp sönüyorlar; sadece bağımsız, yakın hedef odaklı, farklı farklı ilgi alanları var, vb.” eleştiriler oluyordu. Ama görüldü ki her jenerasyon kendi döneminde başına gelenlerle mücadele edebilir. Geçmiş tecrübelere takılmadan, herkes beklerken yola çıkabilir. Üstelik teknoloji çağında yola koyuldukları konuları dünyaya duyurabilir, olağan bir haksızlığa itirazı bile kitleselleştirebilir hatta oradan birleşik mücadele hattı çıkarabilirler.

Neyse, ön koşullu soruları geçip, büyük bir yapının, partinin desteği olmadan özellikle muhafazakâr yapıların hışmını üzerine çekecek tarzda yandaş sermayeyi protesto etmek gibi cesurca protesto etme ahlâkını gösterenlerin artılarına bakmak daha insanî! “Diriliş Buluşmaları” programları yaparak iktidardaki bizim mahallenin ettiklerini umursamayan İHH gibi yerlerden gençler olur mu diye bakındık.  “Abi bürokrasisi”ni tekrar hatırlamak zorunda kaldık tabii!

15 Temmuz’dan sonra kurulup hak mücadelesi veren platformlardan da gelen yoktu. Her ziyarete gidilen yere “Bizi niye gündem etmiyorsunuz?” derken buradaki eylemlerden nefes almayanlara sözüm, “Lütfen üstünüze alının ama bu, siyasetsizliğe düşüp yalın, özcü bir mağduriyetten kurtulma çabasıdır.” oluyor.

Dileğimiz tabii ki karar verdikleri yolda yürürken farklı yapıların kurduğu geniş çaplı birliklerde yer almaları… Bunun için ters düşebildikleri konulara, yaklaşımlara takılmadan buralarda sebat etmeleri…

Taksim’de, TÜSİAD önündeki genç topluluğun bahsettiğim birliklere tecrübelerini aktarabilecekleri, katalizör ve turnusol olabilme imkânı buluyorlar. Her itirazın, çıkışın sözünü kitleselleştirmesi ve ülke genelinde hareket kurmanın paydaşı olacaklar. Bu olamazsa özcülükte, sterilde kalma ve siyasetini kitleselleştirmede zorlanabilecektir. Buradaki gençlerin eşit katılımcı (hiyerarşisiz, ortak akılla) doğru yerden başladıklarından klişe hâle gelmeyeceklerinden umutla ayrılıyoruz TÜSİAD önündeki eylemden. Darısı; iradelerin önce büyüklerin, sonra iktidarların patentine uygun hale getirildiği insani yardım vakıflarındaki gençlere….

Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş’in, anma programında yan yana getirilişinin hikmetini öğrenmeye geçiyoruz Balat’a, “Antikapitalist Müslümanlar”ın programına… (https://www.youtube.com/watch?v=YUt9ZVlMQM4)

İnşa’daki programa yola çıkarken “Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş birlikte anılır mıymış?” diye bir serzeniş duymuştum, Kemalistti vb. gibi itirazlarla.

Oysa program başlayınca bence solun ideoloğu olmayı hak eden, video konferansla katılan  Demir Küçükaydın’dan ayrıntıyı öğrenmiş olduk. Zaten yol boyunca “Türk ve Kürt halklarının eşitliğine, bağımsızlığına vurgu yapan birisi böyle olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Küçükaydın, “CHP veya Kadıköy’ün solcularının bayrak yapabileceği bir Deniz Gezmiş var artık!” dedi. Gerçek Deniz Gezmiş, bizler gibi son Mohikanlar dışında kimse tarafından bilinmiyor artık!” diye ekledi. Yani Deniz’i, kendi anlayışına uygun biçimde icat edenleri özetledi.

Deniz Gezmiş ve Metin Yüksel’i anma programda ikisinin de yanlışlarına vurgu yapılmasını beklemiyorduk doğal olarak. Belki eleştirilerde cevap verilirdi. Bu konuda kitaplar izaha daha uygun olduklarından onların devreye girmesi gerekiyor tabii. Mesela “Bizim Deniz” kitabında dönemin diğer solcularının “Kır Gerillası” hedefine getirdikleri karşı açıklamaları dinlememekteki ısrarı anlatılır. Erdal Öz’ün “Deniz Gezmiş Anlatıyor” kitabında, odaklandığı yer itibarıyla bunlar yer almıyor. Deniz Gezmiş’in karşılıklı çatışmaları olmasına rağmen pusu kurma olaylarına karışmadığı belirtildi. Bu tür panellerde birinci dereceden tanıklar olması çok iyi ama yarım kalan ayrıntılar, sorular için kitaplara, kaynaklara atıflara yer verilmeli.

Anma programından ilginç anekdot: Köy çalışmasına giden solcuların köylülerin işlerini yapması ve sempati kazanması ama Cumaya gitmeyince olayın akamete uğraması!

Bence solcuların Cumaya o dönemde neden gitmediklerinin dezavantajını analiz etmek yerine bu durumu “Müslümanlardan da bazı gerekçelerle gitmeyenlerin olduğu” bilgisiyle açıklayabilmeliydiler ya da “İlkesinden sapmış Cumalara Müslümanlar nasıl gidebiliyorlar?”ı sorabilmeliydiler oradaki köylülere. “Cuma” demek, “toplanmak, dertleşmek” değil mi; “Kurtaralım Cumaları devletin hegemonyasından! Onu özgürleştirelim ki Müslümanlar amacına uygun ibadet etsin!” derlerdi. Sivil Cumaları canlandırırlardı.

Yoksa “Mısır’daki komünistler gibi katılmak isteriz.” derlerdi belki… Özgür, bağımsız bir Cuma’nın nasıllığını anlatabilecek durumda olmalıydılar. Mısır’da komünistlerin Cuma meselesini örnek gösterebilmeliydiler. Madem kuyudan birlikte çıkabilmek birbirine tutunarak olacak, o zaman Müslümanlar ve solcuların birbirlerini bir an önce görmek-tanımakanlamakkabul etmek sürecini tamamlamaları gerekiyordu nicedir. Bu dört aşamayı Gezi zamanında Beşiktaş Çarşı grubu temsilcilerinden biri, hârika bir şekilde anlatmıştı.

Bence Deniz Gezmiş, Filistin’den geldiği zaman mücadele tarzını belirlerken/değiştirirken  Ertuğrul Kürkçülerin bunun yerine mevcut direnişlere devam edilmesi yönündeki tavsiyesini dinlerken Metin Yüksel ve Sedat Yenigün gibi devrimci Müslümanlarla da gelip konuşabilmeliydi. Tabi bunu karşılıklı istemek gerekiyordu. Bence bunun gerçekleşmeme hatası daha çok Denizlerdeydi. Duvarlara “Sınıfsız, Sınırsız İslam Toplumu” ve Türkçe-Kürtçe sloganları birlikte yazan Yükseller, Yenigünler cidden muhatap alınmalıydı.

Velhasıl sıcacık bir anma programı oldu. Ancak gelecek yıl sadece Yüksel-Deniz anması değil de “Yüksel-Yenigün-Kaypakkaya-Deniz tarihçesi” gibi programlara geçilmeli.

“İslam ve Sol” veya “Müslüman Sosyalistler” programlarından ileri geçerek bir tarihsel bölüm alınarak “Şu tarih aralığında Müslümanlar ve Sosyalistler” vb. programlara geçilebilmeli.

İstanbul’daki önemli programların üçüncüsündeyiz. Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezinde yapılan “Sınıf Hareketinin Durumu: Deneyimlerimiz Işığında Ne Yapmalı” başlıklı panele yirmiden fazla işçi-emekçi örgütü ve sendikalar ayrı ayrı bu mücadelenin nasıl yapılacağına dair “Ne diyoruz, birbirimizden duyalım!” amacıyla yapılmış. (https://youtu.be/YCDpGPoYhMw?si=v30XWrZvRoQmmSA3)

Birbirine pek ters düşmeyen 23 kurumun bir araya geldiği salon canlı görünüyor.

Katılımcılardan Emek ve Adalet platformu konuşmacısının anlattıklarına ayrı parantez açıyorum. En çok tanıdığım kurum olarak linkteki videodan konuşmanın tamamı ve X hesabından takip edilebilir. İKEP temsilcisinin “En az 1-2 maddelik, anlaştığımız kararlar alalım!” isteği önemliydi. Bu gerçekleşseydi elbette Emek ve Adalet Platformu’nun altını çizdiği tahlillere odaklanılmış olabilecekti. Bana göre önemli tespitler şöyle:

  • İlerlemenin ve aydınlanmanın idealist tanımlarına yaslanarak dahası Kemalizm’in açtığı alanda bu terimleri sınıf siyasetinin merkezine alarak Türkiye sosyalist hareketi, bu topraklardaki sınıfın maddesinden, sınıfın kaynağındaki yapıdan uzaklaşmıştır
  • Sınıf mücadelesinin kitleselleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz aydınlanmacı anlayışın ve kültür savaşının terk edilmesi: İdeolojik gücümüzü (işçilere giderken) önümüzde değil, ardımızda götürelim.
  • İşçilerin bir temsilci beklediğini var saymaktansa onların kendi kendilerini temsil ettikleri direnişlerin sınıf hareketine egemen olmasına çalışmalıyız.
  • İşçi sınıfının gündelik pratiğine onları kurtaracak olan bir ideolojik yük ile değil, onların gündelik hayatlarında ürettikleri direncin bizi kurtaracak şey olduğunu söyleyerek dahil olalım
  • Bunlar yıllarca süren tartışmalar , araştırmalar, sahada yüzleşilen tecrübeler olduğundan yukarıda bahsettiğim İKEP temsilcisinin en az 1-2 maddeyi anlaştığımız kararlar olarak ilan edelim isteğinin önemi belli oldu. Böylesi kararlar alınsa birliğin işçi cephesi olmasına yarar.
  • Kaldıraç’ın özetlediği slogan “rekabet böler, eylem birleştirir” ile birbirini tamamlayan görüşler ile yoluna devam edilebilecek bir birlik yapısı gelecek mesajı verilebildi bence.
  • Kapanış bölümünde soruları cevaplayan bir konuşmacıya dinleyicilerin müdahelesine salonun bir tepki vermesini beklerken, bu defa Çorlu’dan gelen işçiyi, konuşmaya kışkırtıcı bir şekilde giriş yapmış olsa bile o denli susturmaya yönelik tepki yine salona yakışmadı tabii. Ancak katılan kurumların kitlesel birleşik bir emek cephesinin başlangıcını kurabilecelek potansiyeli olduğunu söylemek isterim. Kaosları beklerken ve yılgınlıklar arasında toplanıp konuşmak herkese iyi geldi.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Yorgan Gitti, Kavga Bitti – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

İnsan bu fani dünyada ne için yaşar? Temel ve yalın olarak şerefi, namusu, güvenliği, ekmeği için; kendi hakkını savunurken de başkasının hakkına girmeden huzurluca, özgürce, insanca yaşamak ister.  İnançlı bir mü’min olarak Yaratıcısının bahşettiği nefes uğrunda, O’nu razı etmek için O’nun çizdiği sınırlar dahilinde mücadele ederek kurtuluşu niyaz eder. Bu arada kendisine bahşedilen dünyalıklardan az biraz da olsa nasiplenip sevdikleriyle rahat bir hayat sürmeyi de arzulayabilir tabii ki!

Ömrüne anlam katan asıl değer ise idealleridir. İdeali olmayan insan alelâde bir beşerdir, sürüdeki koyundur, boşlukta sürüklenen bir çerçöptür!  Bizim Müslümanlara bakın; ideali, umudu, hedefleri, hayalleri olan kaldı mı? Dünyalık hırs ve bilinçsizliğimizle elimizdeki imkânları da kaybetmiş durumdayız. Maalesef ne Müslümanca ne de insanca bir yaşam atmosferi var artık!

Bizim gibi müzmin muhalifleri geçelim, mevzunun muhaliflikle de alâkası kalmadı! Zoraki oluşturulan kutuplaşmalar çerçevesinde yürütülen denge oyunlarını da aşalı çok oldu. Karşıtlıklar dahilinde yürütülen stratejik hesap ve refleksler anlamını yitireli yıllar oldu. Hâlâ basit kazanımlar üzerinden meseleleri okuyup hareket eden zavallılara acı bir haberimiz var: ülke, tümden bitmek üzere…

Bu bitiş salt iktisadi, somut, zahiri gerçekliklerin ötesinde soyut, düşünsel, ahlâkî değerler açısından daha da vahim noktadadır. Canhıraş bir biçimde verilen iktidar mücadelesi size has değil, tarih boyu daha şeditleri verilmiş. Gelinen noktada elinize geçireceğiniz bir iktidar zemini de kalmadı, iktidar olup da hakimiyet kasacağınız bir atmosfer de… Hani atalarımız demiş ya, “Yorgan gitti, kavga bitti!” diye; siz, daha neyin davasını güdüyorsunuz!

İnsanlık tarihi, sömürü tarihidir. Siyasi, iktisadi, düşünsel, duygusal, her boyutun türlü desise ve baskılarla işletildiği zulüm tarihidir. İktisadi sömürü zemini olan kapitalizm ve siyasi sömürü düzeni olan emperyalizm, Dünya’yı tek bir forma sokup kontrol edebilmenin ve tek merkezden daha sistematik ve firesiz sömürmenin yollarını bulmuş ve sistematize edilen planlarını hayata geçirmişlerdir.

Salt bizim topraklarıma has değil tabii ki bu esaret; tekelleşmiş küresel iktidarın eline geçmiş vaziyettedir Dünya hakimiyeti! Yani bütün benliğinizi bırakıp ilkesizce peşinden koştuğunuz yerel iktidarı edinmiş olsanız da, ola ola karşıt kutuptakine nazaran daha ehlileşmiş bir uşak olabilirsiniz ancak!

Küresel hegemonya her devleti, her toplumu her toprağı üretim araçlarından tüketim alışkanlıklarına, siyasi despotlukla şekillendirmekten ekonomik köleliğe, fiili baskılardan zihinsel manipülasyona kadar her şekilde hakimiyetine almış, gönüllü veya gönülsüz çekip çevirmektedir. Tek adam rejimlerinden ziyade çoğulcu yönetim ve toplumların bir nebze esneklikleri olsa da onlar dahî küresel çarkın girdabında etkisiz bırakılmaktalar. Husûsen bizim ülkemiz gibi tek adam rejimlerini çok daha kolay boyunduruk altına alabilmekteler. Yerelde kendi iktidarını sürdürüp emelleri doğrultusunda fayda sağlayacağı (verilen serbestiyet sınırlarında) kazanımlarını muhafaza etme dürtüsüyle küresel patronların her istediklerini zımnen de olsa kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Onlar için tek bir kişiyi ikna veya mecbur etmek, kandırmak veya satın almak, baskılamak veya dostluğunu kazanmak çok da zor olmasa gerek! Neyi ne kadar üretip neyi ne zaman tüketeceğine, ne kararlar alıp neye imza atacağına, içeride ve dışarıda, nerede ne şekilde ne zaman hareket edeceğine karar vermek artık imkânsızlaşmış vaziyettedir.

Ezcümle, özelde ülke olarak özgür değiliz, iradeyi verdiğiniz tek bir adamın esaretiyle bütün bir ülke esir düşmüştür. Bu ahvalimiz yeni de değil, uzunca bir vakittir güzelim ülkemiz ve geleceğimiz esir ve aciz konumdadır. İşin vahimi, özellikle zihinsel bu esaret iliklerinize kadar işlemiş ve farkında dahî değilsiniz. Uzunca bir zamandır tek bir kişi yok, hepiniz onun şahsına içkin bir hâle bürünmüşsünüz. Artık onun gibi düşünüp onun gibi hareket ederek refleks geliştiriyorsunuz.

Bu esaret acziyetini gösteren birçok başlık olmakla birlikte, en barizi hâlâ sınavın bitmediği Gazze tecrübesidir. Gazze adeta kendini feda etti. Ne için? Ümmetin, prangalarının farkına varıp onları kırması, özgürlük rüzgârları estirerek hem kendini hem Kudüs’ü özgürleştirsin diye! Biz hâlâ esaret altında kaldıkça Gazze’ye o vakit yazık olmuş olacak!

Gazze bitti, şimdi işimize bakalım. İşimiz; dünyalık kazanımlarımızın ardından daha da sürüklenmek değil, kendi muhasebemizi yapmak, hatalarımızla hesaplaşmaktır. Her bir fert, her bir cemaat, her bir örgüt, her bir devlet, her bir toplum kendi muhasebesini yapıp şapkasını önüne koyacak. Koymayanın şapkası, özgür halklar tarafından indirilip yerli yerine konulacak!

7 Ekim’le birlikte hak gelmiş, batıl zâil olmuştur. Artık dünya, eskisi gibi olmayacak, olmamalı, olamaz da! Yok oydu, buydu, şuydu hikâyeleri havada uçuşup savrularak tarihe karışmıştır. Kendi tebaalarını ikna edip meşrulaşma çabaları anlam(sızlığı)ını yitirmiştir. Modern insanın putu olan uluslararası hukuk ve dengeler çöp olmuştur, herkesin nefsinden uydurduğu din, hakikat karşısında yerle yeksan olmuştur. İslam diye güttükleri maslahatların nefislerinin heva ve hevesleri olduğu bütün topluma aşikâr olmuştur. Bütün bu gerçekler önceden öyle böyle süslenip boyanarak tevil edilerek toplumlara dava diye yediriliyordu ama artık eskide kaldı onlar!

Ya “hak”tan ya batıldan yana olacaksınız, bunun lamı cimi yok! Yaşadığımız çağın firavunu Amerika’dır; sadece kendi kavmine değil, bütün Dünya halklarına Rabblik iddiasında bulunup terbiye etmeye soyunmuş Amerika’ya ya tâbi olursun ya da onlara “Lâ” diyerek mücadele edersin. Dolaylı ve doğrudan beşerî Rabblerine kulluk eden, hayatta kalabilmek uğruna türlü ilişkilere giren bütün uşaklar da (bilinmesine rağmen) çırıl çıplak ortaya saçılmış ve aşikâr olmuştur. Artık onun bunun senin benim düşüncemle, öncelik ve ihtiyaçlarımızla, anlayıp anlamamamızla alakası yok, her şey beyan olmuş. Başka sözü olan çıksın er meydanına…

Bu hak-batıl savaşı da yeni ve bilinmeyen bir şey değil; Adem’den kıyamete kadar yapılıyor ve sürecek! Sadece arada bir açık seçik beyan olur, insanlık sınava tâbi tutulur. Buradaki ölçü şudur: Kişi, kazanım ve kayıplarının hesabını dünyevi ölçütlere göre mi, yoksa özgür iradesiyle varlık gösterip Allah’ın vaadine göre mi şekillendiriyor hayatını? Bu, sadece askeri bir cepheleşme de değildir. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-modernist bir mücadeledir; dünyalık değerlerle ilahi öğretinin savaşıdır, mustazaflar ile müstekbirlerin savaşımıdır, sünnetullâhı ikâme etmeye çalışanlarla Dünyayı (ıslah edicileriz diyerek) fesada boğanların savaşımıdır!

Bu savaşı kaybetmekteyiz maalesef! Değer olgularımız yerle yeksan edilmiş vaziyettedir! Herhangi bir toplum kültürel, dini, özel ilke ve kaideleriyle hayat bulmuş değerleriyle anlam kazanır ve bu âlemde onurlu, devamlı, güvenli bir hayat sürer. Aksi takdirde anlık somut kazanımlar içinde ve refah ortamında cazibeli bir hayat sürse de bunun devamlılığı ve haysiyeti olmayacaktır ki, içinde debelendiğimiz zelil durumun gerekçesi de budur!

Sosyal çürüme had safhadadır. İnsanlığa, özellikle gençlere geçer akçe olarak yalan, tutarsızlık, haysiyetsizlik, çıkarcılık, maslahat adı altında şahsi varoluş hayalleri, kısa yoldan zengin olup koltuk edinerek hükmetme umutları zikren vurgulanıp fiilen sergilenerek vaat edilmektedir. Ahlâkî değerlerle bezeli bir hayat, alttan alta ahmaklık olarak lanse edilmektedir. En küçük ilke ve prensipleri yaşatma gayretleri dahî Don Kişot’luk olarak yansıtılıp insanlık, rasyonaliteye ve pragmatizme itilmektedir!

Soyut kayıplarımız yanında kazandığınızı zannettiğiniz somut şeyler bile tek tek elinizden uçup gitmekte ki, onursuzca edindiğiniz o somut kazanımların asıl sahibi de siz değildiniz zaten! Size veren eller istedikleri zaman kafanıza vura vura alacaklar ve almaktalar. Ülke ekonomik olarak, reel hukuk olarak, gençlere sunacağı somut sosyal imkânlar açısından bitmiş vaziyettedir.

Kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir ümmet. “Kurban edilen ümmet”, sondan ziyade başa koyunca “kurban eden ümmet” anlamı çıkıyor.

Ümmet olarak kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir. Ahlak ve özgürlük gibi temel kavramlarımızdan ziyade kazanım kayıp, başarı başarısızlık gibi iğdiş edilmiş tanımlarımızı bizlere hatırlatan Gazze ve Yemen, rasyonel mantık ve faydadan öte Yaratıcılarına sığınıp mücadele etmeyi, hayatlarını kurgulamayı gösterdi. Tabii ki çoğu gözler görmeyecek bu aydınlığı, çoğu kulaklar duymayacak bu nidaları, çoğu gönüller hissetmeyecek bu hakikati, çoğu akıllar idrak edemeyecek bu olanları! Sınav dünyası işte… İsteyerek veya istemeyerek Amerika’ya kulluk eden, bugün olmazsa yarın hesap verecek!

Korku, mantıktan daha güçlüdür. Mantıksız ve ahlaksız da olsa insan, korku içerisinde (iştirak etmese de) işletilen haksızlıklara sessiz kalabiliyor, zalimin yanında saf tutabiliyor. Hayat yolculuğumuzda genellikle korkularla karar verip hareket ederiz. Fiili baskılar haricinde dünyalıklarını kaybetme korkusu daha baskın gelebiliyor çoğu vakit. Korkularımızı yenip özgürleştiğimiz ölçüde insanlığımıza ulaşabiliriz. İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir? Bu bir teoloji mi yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi? “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya Allah’a tapacaksınız ya da (para tanrısı) Mamon’a!” diyen İsa Nebi, acaba ne demek istiyordu?

Artık görmeyen gözlerinizi, duymayan kulaklarınızı, idrak etmeyen dimağınızı açın!  Elinizde tutabilmek için uğruna her türlü değerinizi en naif ifadeyle ötelediğiniz, pervasızca harcadığınız, sattığınız bir iktidarınız dahî kalmadı. Sımsıkı tuttuğunuz, peşinden sürüklendiğiniz, benliğinizi kenara bırakıp her şeyinizle desteklediğiniz iktidarınız sizin değil. Ülkemiz ve ülkemizde tek başına hakimiyet süren RTE, küresel irade ve hakimiyetin esiridir; onun esareti, hepimizi mahkum etmektedir.

Bunun yüz binlerce örneği var, size sadece son iki tanesini sunabiliriz. Bu örnekten ziyade genel olarak Türkiye özelinde kimse iktidardan savaş açmasını beklemedi, duyarlı Filistin gönüllülerin taleplerine bile gerek kalmadan İsrail’in işlediği soykırıma karşı ekonomik ve siyasi olarak yalnızlaştırıp biraz da olsa Siyonistleri baskı altına almak için ilişkileri kesmesi gerekmekteydi ama iktidar tarafından hiçbir adım at(ıla)madı. Adım atmayı geçin (tabii kendi yüzünü aşikâr ettiğinden), bu taleplerle iki yıldır dört bir yanda haykıranları şeytanlaştırmaya çalıştılar. Hadi bunları da anlarız; utanmadan İsrail’e petrol sevkiyatı ve ticaret yapan ZORLU ve SOCAR firmalarına, en yüksek ihracat yapan 10 şirket listesine girmelerinden dolayı bizzat RTE eliyle ödül verilmesi ne demek oluyor? Hâlâ destekçiliğini yapan haysiyet sahibi tek bir kişi çıkıp açıklasın bunu! Mesele bu kişi de değil, vurguladığımız şey şu ki, peşinden sürüklendiğiniz kişi utanma duygusunu yitirmiş, haysiyetini satmış, benliğini kaybetmiş, tercihlerini herhangi bir erdem belirlemiyor ve özgür değil. Bir ikincisi; sahiplendiğiniz bu iktidarın en bariz temsilcisi olan Bayraktar Holding, Leonardo isimli İsrail’e silah tedarik eden İtalyan firmasıyla doğrudan askeri teknoloji ortaklığına girmesini nasıl açıklıyorsunuz; gönlünüze, aklınıza, benliğinize!

Bu noktada, özellikle bizim Müslümanlara seslenmek istiyoruz! Şu “dava” diye güttüğünüz maslahatların somut bir karşılığı olacaksa olsun artık! Çeyrek asır oldu, tek başınıza iktidarı yürüteli! Siz de bilirsiniz ki yaşadığımız çağdaki çeyrek asır, zaman olgusu açısından eski dönemlerdeki bir asra bedeldir. Allah, Muhammed aşkına bir söyleyin: Sizin bilip de bizim bilmediğimiz ne var? Hadi biz ahmağız, bari kardeşlik hukukuna binaen beş dakikanızı ayırıp Bilal’e anlatır gibi anlatın da biz de aydınlanalım! Yumurtadan nasıl bir sürpriz çıkacak, bu nasıl bir kuluçka süreci, meraktan çatlayacağız! Merak bir yana, yaşadığımız ızdıraptan çıldıracağız! Ne ağzımızda sinirden sıktığımız dişlerimiz ne de başımızda yolduğumuz saçlarımız kaldı!

Gelinen noktada idealleri, umutları, hayalleri iyice belirsizleşmiş bir camiaya döndük. Durup iki dakika düşünün; başta kendinize, çevrenize, topluluklarınıza bakın: Hangisi İslami bir emel uğrunda koşturmakta? Herkes gününü işten eve, evden işe geçirmekte! Ev, araba, gelecek plânları yapılmakta; afili sosyal ortamlarda caka satılmakta! Normal vatandaştan ne farkımız kalmış! Cümle arasında dahî İslami hareketten, İslami tekamülden, İslam düşüncesinden bahsedemez olduk. Hedef ve amaç diye basit dünyalık denklemler peşinde sürükleniyoruz.

Hâlâ “Zengin olup güçlenecek ve kaleyi içeriden fethedip sonra geleceğiz!” mi diyorsunuz? Öyle bir şey yok! İçeri girdikçe kaleye hapsoluyorsunuz, köşeyi döndükçe görüş açınız kayboluyor, güçlendikçe benliğinizi kaybedip güç sarhoşluğuna kapılıyorsunuz. Hayali düşmanlarla sizleri çevresine toplayan güruh, hayali davalar satıp kendi dünyalıklarını ve emellerini beslemek için sizleri aparatçıklar hâline getirenler tarafından yarın paçavra gibi kenara atılacaksınız! Üst perdede küresel patronlarının onlara yapacakları gibi zilleti tadacaksınız. Gelin, sizlere onur ve şeref kazandıracak tevhidi mücadelenin yoluna girin tekrardan, sizi halifelik makamına taşıyan akıl ve iradenizi kiraya verip prangalara vurmayın, özgürlüğünüzü nefsinize ve dünyalığınıza kurban etmeyin! Dost acı söyler, gerçekler acı olsa da sonu felahtır!

Rasyonel anlayışla hayat süren normal vatandaşlardan ziyade “Ben Müslümanlardanım!” diyen, hâlâ tevhidi duruşunu kaybetmemiş kardeşlerin artık kendilerine gelmeleri gerekmektedir. İslami kimliklerini tekrar taşımaya geçip İslami ideallerin peşinden koşup kendilerine önder ve öncü olarak seçtiklerini güncelleyip sürüklendikleri girdaptan Allah’a sığınarak çıkma eğilimi göstermelerini rica ediyoruz. Yarın çok geç olmadan dönün bu yoldan; güttüğünüz maslahatlar ve yaptığınız hesaplar iyice şaşmadan, murad ettiğiniz kazanımlar uğruna yarınlarınız vedahî ahiretiniz ziyan olmadan… Yol yakınken yola dönün!

Yarınlarda onurlu bir yaşam sürebilmek için, evlatlarımızın yüzüne bakıp aktarabileceğimiz bir söz bırakabilmek için, âhir zamanda güven içinde huzur-u mahşere çıkabilmek için…

Devamını Okuyun

Yazılar

İktidarları Aşmak, I – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Ortadoğu halkları, yüzyıllardır emperyalizmin ve sömürgeciliğin farklı biçimlerine maruz kalmaktadır. Ancak bugün, maruz kalınan baskının en karmaşık ve sinsi biçimiyle karşı karşıyayız: İşbirlikçi iktidarlar eliyle yürütülen içselleştirilmiş tahakküm! Bu yeni sömürgecilik, askeri işgallerden daha tehlikeli çünkü içeriden ve meşruiyet kılıfı altında işler. Bu bağlamda, ABD ve İsrail’in bölgedeki nüfuzu sadece dışsal bir baskıyla değil, doğrudan bölge yönetimlerinin ve onların çevresindeki STK ağlarının pasifliğiyle ve işbirlikçiliğiyle pekiştirilmektedir.

Ortadoğu’da birçok rejim, egemenlik iddiasında bulunsa da pratikte Batı’nın güvenlik, enerji ve siyasi çıkarlarının bekçiliğini yapmaktadır. Bu iktidarlar, halklarını sindirmek, muhalefeti bastırmak ve İslam dünyasındaki direniş damarlarını kurutmak için sürekli bir çaba içerisindedir. Filistin davası gibi halkların yüreğinde yer edinmiş sembolik mücadele alanları bile bu rejimlerin elinde retorik malzemeye indirgenmiş, pratikte ise İsrail’in güvenliğini önceleyen diplomatik düzenbazlıklarla sabote edilmiştir.  Dışarıdan ABD ve İsrail’in emperyalist, işgalci politikaları; içeriden ise bu işgalleri görmezden gelen hatta kimi zaman meşrulaştıran işbirlikçi iktidarlar ve onların çizgisine mahkûm olmuş sivil toplum yapılarının türlü düzenbazlıkları ile karşı karşıyayız. Ancak bu sessizliğin ortasında bir şey değişti: Halkların içinden, iktidarları aşan yeni bir direniş dili doğdu.

Gazze’de Hamas, Yemen’de Ensarullah, bu yeni direnişin en belirgin örnekleridir. Onlar devlet protokolüne değil, ümmet bilincine yaslanarak direniyorlar. Bu yüzden hem emperyalizmin hem de bölge iktidarlarının hedefindeler.

Filistin meselesi artık bir vicdan testi değil, doğrudan bir cepheleşme alanıdır. Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksâ Tûfânı operasyonu, sadece İsrail’i değil; ona dolaylı yoldan destek olan tüm Arap rejimlerini de diğer dünya ülkelerini de ifşa etmiştir. Birçok yönetim -Türkiye örneğinde de görüleceği gibi- İsrail’i doğrudan desteklemiştir. Bu destek; ticareti artırarak, petrol sevk ederek, çelik-çimento göndererek, istihbarat desteği vererek, savaş mühimmatı ulaştırarak sürmektedir. Ayrıca iktidarlar direnişe verilen halk desteğini türlü yollarla bastırmaya çalışmıştır. Soykırıma katılmış Siyonist vatandaşlar için hiçbir şey yapmayan Türk yargısının, konu Filistin dostları olunca nasıl hızlı çalıştığını hep birlikte gördük. Bu süreçte yandaş STK’ların sessizliğine ve süreci örtbas etmesine hep birlikte şahit olduk.

Benzer şekilde, Yemenli Ensarullah güçleri, ABD donanmasına ve İsrail destekli gemicilik sistemine karşı yürüttükleri saldırılarla, bölgedeki emperyal zinciri sarsmıştır. Ancak buna verilen tepki düşündürücüdür: Yemenli direnişçileri desteklemek yerine onları İran’ın ajanı ilan eden rejimler, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme plânlarına gönüllü ortak olmuşlardır. ABD ve İsrail projelerinin kendilerini yutma pahasına neden desteklendiğini, bunun nasıl bir işbirlikçilik olduğunu anlamış değiliz.

Ne yazık ki birçok sözde sivil toplum kuruluşu da bu tabloya dahildir. Çatışmayı durdurma, barış çağrısı yapma, taraflara itidal telkin etme gibi söylemlerle, direnişin haklı öfkesini yumuşatma görevini üstlenmiş durumdalar. Oysa Hamas’ı yalnızlaştırmak, Yemen’deki anti-emperyalist bloğu görmezden gelmek, direniş karşıtı bir pozisyon almaktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ya fonlara bağlılıklarından ya da iktidar korkusundan dolayı Hamas’ın adını dahî anmazken İsrail’in soykırımını kınamakla yetinmekte ancak buna karşı koyan halk hareketlerini görmezden gelmektedirler. Bu, işbirlikçilik ve ikiyüzlülük değilse en azından korkaklıktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar), halk iradesinin örgütlü biçimde dışavurumu olması gerekirken çoğu zaman rejimlerin uzantısı olarak çalışmakta, eleştiri sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin dışına çıkaramamaktadır. Demokrasi, insan hakları kalkınma vb. söylemler altında faaliyet yürüten bu yapılar, çoğunlukla dış fonlara bağımlı; başta bizim ülkemizde ve çevre ülkelerdeki STK’lar Batı’nın önceliklerine göre pozisyon alan bir bürokrasiye dönüşmüştür. ABD ve AB fonlarıyla yürütülen bu projeler, emperyalizme direnişin önünü kesmek, halkların öfkesini nötralize etmek ve mücadelenin yönünü içeriksiz söylemlere hapsetmek için tasarlanmıştır. Günümüz STK’ları adeta yeni dönemin Truva Atlarına dönüşmüş durumdadır.

Bugün dünyadaki hakiki direniş hattı Washington’da değil; Afganistan dağlarından sonra Gazze’nin tünellerinde ve Yemen’in ovalarında, İran’ın dağlarında çiziliyor. Hamas, sadece bir örgüt değil; İslam dünyasının, hatta vicdanını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olan dünyanın onurudur. Yemenli direnişçiler, sadece dar bir ideolojik yapının parçası değil; küresel sömürge sistemine karşı İslami ve insani iradeyi temsil etmektedir.

Bu hatların birleşmesi, sadece İsrail’i değil; ona lojistik, diplomatik ve siyasal destek sağlayan bölge iktidarlarını da rahatsız etmektedir çünkü halklar, devletlerin yapmadığını yapmaktadır: Siyonizm’e ve emperyalizme karşı doğrudan mücadele cephesi açıldığında sadece İsrail değil, işbirlikçi iktidarlar da devrilecektir. Tüm dünya halkları, daha iyi ve adil bir dünya için iktidarların çizdiği sınırların dışına çıkmalıdır. STK’ların diplomatik dilini değil, mazlumların direniş dilini sahiplenmelidir.

Hamaslı ve Yemenli direnişçiler doğrudan desteklenmelidir. Yuvarlak açıklamalardan artık vazgeçilmelidir. Direnişi terörize eden medya ve iktidarın dili sorgulanmalı, alternatif anlatılar oluşturulmalıdır. Ayrıca halklar nasıl boykot yapıyorlarsa iktidarlar da İsrail’i boykot etmeye zorlanmalı; her türlü direkt ya da endirekt ticaretin durdurulmasına, diplomatik, siyasi ve askeri boykotun yapılmasına mecbur bırakılmalıdır. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey değil, kulluğumuzun bir gereğidir! “Çocuklarımız daha iyi bir dünyada, daha adil bir dünyada yaşasınlar.” diye yapmak zorunda olduğumuz bir şeydir.

Bu yeni mücadele yöntemi, İslami direniş geleneğine yaslanmalıdır. Bu ne İran’a körü körüne bağlanmak ne de mevcut Sünni rejimlerin himayesine sığınmak anlamına gelir.

Ortadoğu halklarının önünde iki yol vardır: Ya işbirlikçi iktidarların diline ve sınırlarına mahkûm kalıp Filistin, Yemen, Suriye, İran’daki katliamları kınamakla yetinecek ya da kendi bağımsız seslerini ve mücadele biçimlerini inşa ederek, emperyalizmin doğrudan karşısında yeni bir tarih yazacaklardır.

Kurtuluş, ne Batı’nın lütuflarında ne de diktatör rejimlerin göz boyayan hamasetiyle mümkündür. Kurtuluş, bizlerin kendi öz iradesini keşfetmesinde, örgütlenmesinde ve kendi kaderini tayin etmesinde yatmaktadır. Ortadoğu’nun yeni tarihi, bu iktidarları aşan halkların elleriyle yazılacaktır ve bu tarih, yalnızca ABD’yi ve İsrail’i değil, onların içerideki işbirlikçilerini de yerle bir ederek devirecektir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kürt Meselesi’nde Mevcut Gelişmelerin Doğru İsmi: Tanıma-Bağlanma Süreci – Arif Karaçam

Yayınlanma:

-

1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin yasama yılı açılış töreninde DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasının üzerinden bir yıla yakın zaman geçti. O günden bu yana Kürt Meselesi bağlamında yaşanan gelişmeler Türkiye’de inşa edilen yeni normalin önemli dayanaklarından biri haline gelmiş durumda. Öcalan’ın çağrısından sonra PKK’nın bir genel kurul sonucunda kendini fesih kararı vermesi önemli bir eşikti. Sırada 12 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de gerçekleştirilecek silah bırakma töreni var.

Sanırım yaşanılan gelişmelerle birlikte ilk günlerdeki belirsizliğin yoğun ölçüde dağıldığından bahsetmek mümkün. Bu sürecin ne için organize edildiği, nasıl bir niteliği haiz olduğu ve ne yönde işlevselleştirilebileceği aşamalar içinde aşikâr oldu. Farklı tanımlar mümkün ve herkes kendi durduğu yerden çok çeşitli kelimeleri seferber ediyor fakat bana göre yaşanan bu gelişmelerin en iyi tarifi bunun bir çeşit “tanıma-bağlanma” süreci olduğudur.

Bunu tarif etmek için öncelikle mevcut sürecin iki aktör arasında bir mutabakat niteliğinde olduğunu vurgulamam gerek. Henüz masanın hiçbir yerinde kültürel, kimlik temelli, temsile dayanan haklar ve düzenlemeler yok. İki ana aktör dışında hiçbir gücün bu süreçle kurucu bir ilişkilenme içine girilmesine alan açılmıyor. Muhtemelen bu iki aktörün üst düzey yetkilileri ve parti gruplarındaki milletvekilleri dahi neyin, neden ve nasıl yapıldığı konusunda ancak kendi yorumlarına sahipler. Aslında, toplumun bizzat kendisi ne özne ne de nesne olarak bu yaşanan sürecin herhangi bir kısmında yer almıyor. Yaşananlar çok katmanlı tarihi bir sorunu çözmeye yönelik adalete dayalı toplumsal bir barışın teminiyle ilgili temel unsurları ihtiva etmiyor. Yaşanan şey, dediğim gibi daha ziyade iki politik aktörün “diplomatik” mutabakatından ibaret.

Bu mutabakatın zeminine dair çok şey söylendi. Elbette (1) 7 Ekim’den sonra Esat rejiminin çökmesi önemliydi. Türkiye, eğer Suriye’de başat aktör olacaksa oradaki Kürt entitesiyle çatışmayı bırakması hatta ülkedeki Kürt varlığının bir çeşit hâmiliğini üstlenerek Suriye’de kendini derinleştirmesi gerekliydi. (2) Bazı saldırıların ardından İran’ın iç sorunlarla çalkalanacağı iddiası da hâlâ masada. Oradaki PJAK güçlerinin olası kazanımlarının yönetilmesi ve NATO ittifakı adına avantaja çevrilmesi için bölgesel bir aktörün yakın angajmanı önemli. (3) Öte yandan ittifak içi bir rakip olarak İsrail işgal rejimi de bölgedeki nüfuz alanını gitgide genişletti ve Türkiye’ye bu bölgede Kürt yapılarının hâmiliği konusunda da rakip olduğunu yadsınamaz biçimde hissettirerek süreci kızıştırdı. (4) Bunlardan ayrıca, Türkiye’nin bölgesel politikalarında iş birliği yapacağı “Arap olmayan” bir aktöre ihtiyacı da aşikâr. Zira tecrübeyle sabit, günün sonunda Araplar diğer Araplarla daha yakın ilişkiler kurmaya fevkalade yatkın oluyor. (5) Son olarak Türkiye, PYD örneğinde olduğu gibi bu Kürt yapısallığının kendisini atlayarak ABD’yle ilişkilenecek seviyede kurumsallaşmasından çok mustarip. İllâ kurulacaksa bu ilişkinin kendisi üzerinden kurulmasını dayatmaya belirgin bir eğilimi var. Bunlar Türk devlet aklının bu mutabakata nasıl ikna olduğuna ilişkin tespitler. Elbette bir de böyle bir mutabakatın iç siyasetteki dengeleri ters yüz etmek için çok elverişli imkânlar temin ettiği gerçeği de var, ki o başka bir yazının konusu.

Öte yandan PKK için de bu mutabakatın çok rasyonel olduğu bir aşamadaydık. Zira Türkiye içinde özellikle askeri yöntemlerle yeni kazanımlar elde etme kapasiteleri yoğun ölçüde tavsatılmıştı. Üstelik Suriye’deki kazanımları Amerikan menşeili bir pamuk ipliğine bağlıydı ve anlaşıldığı kadarıyla kısa süre içinde Suriye’deki askerlerini çekmeyi plânladığını ilan eden ABD yönetimi, ülkedeki Kürt örgütlülüğüne Türkiye’yle anlaşmaya varmaları konusunda ağır baskı altında tutuyordu. Son olarak, Öcalan’ın 25 yılın ardından artık özgürlüğe ve gücü fiilen kullanma olanaklarına yeniden kavuşma ve belki bu meseleyi yaşarken bir yere bağlama yönünde yoğun bir motivasyonu da içsel bir dinamik olarak mevcut gibi görünüyor.

Tüm bunların birleşimi, kamuoyunda çokça İdris-i Bitlisi referanslarıyla anlatılan ve “Türklerle Kürtlerin (Safevilere/İran’a karşı) ittifakı” olarak çerçevelenen bu yeni mutabakatın zeminini hazırladı. Fakat bu elbette eşit güçler arasında bir ittifak anlaşması değil; daha ziyade, bölgedeki Kürt yapısallığının Türk devleti tarafından tanınması ve bu gücün kendini Türk devletine bağlaması niteliğini taşıyor. Türk devleti, kendine bağlanması karşılığında Kürt yapısallığını tanımaya razı geldi. PKK ise Türk devleti tarafından tanınarak bölgesel siyasette ve uluslararası sistemde kalıcı ve güçlü bir yer edinmek karşılığında Türkiye’ye bağlanmayı kabul etti. Böylece artık yeni bir ilişki biçimine geçiliyor. En az 1990’lardan beri MİT gibi kurumlar eliyle masada tutulan ve en azından Öcalan tarafından odaklanılan bu ihtimal, sonunda hayata geçiyor. 9 Temmuz 2025’te yayınladığı ilk video mesajında Öcalan’ın “PKK hareketinin” dağılması gerekçesi olarak ifade ettiği gibi, “varlık tanınmış, ana amaç gerçekleşmiştir”.

Elbette bu tanıma-bağlanma sürecinde bazı jestler yapılacaktır. Birtakım anlamını yitirmiş politikalar değiştirilecektir. Dolayısıyla halklar açısından da çeşitli sonuçların açığa çıkmasını beklemek gerekir. Lâkin bunlar ancak bu yeni ittifakın yan çıktıları niteliğinde olacaktır. Neticede en azından şimdiye kadar, işin odağında tarihsel bir soruna toplumsal bir çözüm arayışı olmadığı net bir biçimde görünüyor. Türkiye’de yaşayan halklar yalnızca bu işin öznesi olmaktan kasten dışlanmıyor, henüz nesnesi olarak bile kabul edilmiyorlar. En başta söylediğimi tekrar etmem gerekirse: Elimizde tarihi sosyo-siyasal sorunların kapsamlı çözümlere ulaştırılabileceği toplumsal bir barış girişimi yok; yalnızca bir tarafın diğerini tanımasına, diğer tarafın da bu tarafa bağlanmasına dayanan aktörler arası “diplomatik” bir ittifak girişimi mevcut.

Mevcut sürecin bu hâlini teşhis etmek büyük önem taşıyor çünkü tedavi ancak doğru teşhisi takip edebilir. Türkiye toplumu olarak omuzlarımızda, yürütülen süreci aktörler arası bir mutabakat olmaktan çıkararak toplumsal bir zemine ayrılmaz bir şekilde raptetmek gibi tarihi bir görev var. Bu yolla, karşı karşıya kalınabilecek çok ciddi birtakım risklerin de bertarafı söz konusu olabilir. Bu, bir sonraki yazının konusu.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x