Connect with us

Yazılar

Afganistan Kendi Hâline Terk Edildi – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Türkiye’de Taliban’a bakışta iki cenah var. Bunlar “terörist, Işidçi, cani tipler” diyenler; karşı tarafta ise “başta ABD olmak üzere batı ülkelerine karşı 20 yıldır (önceki süreçler ayrı mevzu) cihad edip zafer kazanmış, İslam nizamını kurmuş muvahhidler” diyenler… İki seçenek için de diyebiliriz ki tarihsel, somut, düşünsel veriler olmakla birlikte ikisi de büyük bir yanılsamadır. Olumlu-olumsuz, başta durumu doğru/sağlıklı/objektif tespit edip tanımlamak ilgili herkesin faydasınadır. Olguları olduğundan farklı, çoğu zaman da arzu ettiğimiz doğrultuda tanımlamanın, kendimizi kandırmanın kimseye bir faydası yok, özellikle de bölge halkına…

Başta şunu belirtip tespit etmek lazım, ortada bir zafer yok. ABD çıkarları doğrultusunda bölgeyi boşalttı ve Taliban’ın kendi deyimleriyle (rejim güçlerine karşı bile) hiç beklemedikleri kısa sürede gelişim sağlandı ve hazır değilken devleti ellerinde buldular. (Arzu edenlere delilleriyle ayrıntılı olarak ifade edebiliriz.)

Ne ölçüde İslami bir yapı ve anlayışta oldukları ayrı tartışma konusu, burada kimseyi ikna edemeyiz. Şahsen İslam’ı çok yanlış boyutlarda algılayıp yaşamakta olan sıkıntılı bir cenah var karşımızda. Taliban, bizim mahallenin ahmaklarıdır; buradan kastım hakaret değil, bir tespittir. Taliban müntesiplerinin çoğunluğu ne yazık ki gelecek tasavvuru olmayan, düşünsel olarak sığ ve kıt, pozitif/sosyal bilimlerde, ilimlerde hiçbir varlık gösteremeyen, doğma büyüme medreseden çıkmasalar da İslami olarak cahil insanlardan müteşekkil durumdadır. Samimiyetlerinde şüphe yok ama samimiyete endeksli değerlendirmek ve yobaz bir İslam düşüncesi üzerine anlayış inşa etmek kadar tehlikeli bir durum yok zannımca. Yapısal/teknik/siyasi/ekonomik sorunlardan ziyade muhatap olunan en büyük sıkıntı bu gibi makul bir anlayış çerçevesinde Batı hegemonyasını kırıp ülkesini özgürleştiren bir yapıya, hele de İslami bir yapıya kimsenin itirazı olmaz. Ama karşımızda makul bir akıl ve İslam düşüncesi işletilmemektedir.

Hangi İslam’da kadınlar mahremsiz sokağa çıkamaz, burka misali tümden kapanmak zorundadır, hatta saçları açık evinden çıkamaz diye bir kaide var? Kadınların giyimini boş verin, sakalsız erkeklerin toplum içinde barınmaları bile engellenmekte! Hangi İslam’da mahallede fişleme yapıp cami cemaatine katılmayanları tespit edip zorla cemaat namazına getirmek var? “Dinde zorlama yoktur!” ayetini hangi kafayla okuyup anlamışlar, anlamak mümkün değil, ki zorladıkları şey de dinden değil! Ayrıca hangi İslam’da televizyon, müzik, film ve on yaş üstü kızların okula gitmesi yasakmış? Bu vb. başlıklar “İslam” çerçevesinde midir, değil midir, diye konuşmak bile abes/saçma/komiktir. Kadın meselesi çokça mevzu edilmekte, sanki tek sorun buymuş gibi bir algı da var. Görünür ve hayata doğrudan dokunan mesele bu ama daha çok sorunlu başlıklar var. (Ayrıca irdelenip çözüm üretilmesi gerekmekte…)

Taliban yönetimi ve bir alt tabakası bilinçli, az çok eğitimli ama alt tabaka çok cahil ve kontrolsüz, kafasına göre ahkâm kesip halka zulmetmeye keyfi olarak öldürmeye, dövmeye başlamış durumdalar, özellikle küçük şehirlerde ve beldelerde intikam duygusuyla türlü sıkıntılar gözlemlenmekte… Belki de birçoğu iletişim kanallarının sığlığından bilinememekte…

Bu noktaya nasıl gelindi, Taliban nasıl bir yapılanmaya sahip biraz irdeleyip bilirsek daha sağlıklı okumalar yapılacaktır. Taliban 26 kişiden oluşan bir şûrâ yapısıyla yönetilmekte; ufaklar hariç güçlü 4-5 farklı yapıdan müteşekkil. Simasını görmediğimiz Haybatullah Akundzade emir’ul-mü’minin olarak anılmakta, hali hazırda Afganistan başbakanı Molla Hasan Akhund’dur. En güçlü yapı Hakkaniler, 5 yıl önce öldürülen Celaleddin Hakkani’nin ismiyle anılan (sonrasında örgütü fesh edip Taliban’a biat etseler de) iki oğlundan biri olan Sarajuddin Hakkani’nin başı çektiği bu örgüt, Taliban içinde en profesyonel ve güçlü gruptur. Taliban yönetiminden haricen talepleri var, ne yazık ki Taliban şûrâsının aldığı kararlara uymayabilir/uymamakta ve başka bir çatışma ortamı doğabilir. Bu gruptan kaynaklı sıkıntı olasılıkları haricinde günceldeki en mühim mesele, yıllardır aç karnına dağlarda cihad eden milislerin zafer ve sonra oluşan dengelerdeki talepleri. Elde edilen zafer sonrası ganimet ve şehir hayatında zorunlu olarak ihtiyaç hissedilecek ödenek talepleri iç bir isyana gebe. Ayrıca, devletleşen bir yapıya bürünülen yeni dönemde (modern manada bir devlet düşmanı olarak yetiştirilen) Taliban müntesiplerinin, hali hazırdaki yapıya karşı alacakları tekfirci tavırdan kaynaklı DEAŞ cephesine geçip içinden çıkılamayacak bir cendereye girilmesi kuvvetle muhtemel bir durumdur. Haricen Suriye ve Irak’taki (İslam devleti sevdalıları) Afganistan’a geçip, umduğunu bulamayıp DEAŞ cephesini genişleterek kaos ortamını derinleştirmesi, bölgede endişe ile gözlemlenmektedir.

Ek olarak, sırada Pakistan gözüküyor. Pakistan’ın İslami toplumsal yapısı malum, Taliban aslında orada örgütlü, arka planda konuşulduğuna göre “Afganistan’da yaptıysak Pakistan’da da bu tür bir girişim ve yönetim devri sağlayabiliriz” denilmekte… Pakistan’da da selefi ve radikal gruplar örgütlenmeye başlamış ve yakında orada da Taliban temelli bir ayaklanma bekleniyor. Bu olasılık gerçekleşirse Pakistan’ın başı belada demektir.

Bilindiği üzere Taliban eskiden güneyde aktifti hatta kuzeyde hiç etkisi yoktu ama son yıllarda kuzeyde güneydekinden daha kuvvetli hale geldi ve son başarısının sırrı da burada. Buradaki Özbek ve Tacik nüfusun Taliban’a (bu gerçek ışığında halk nezdindeki meşruiyeti tartışılmaz) katılımı ve desteklemesiyle oldu. İktidarı elde ettikten sonraki dönemde %30’luk bu Özbek ve Tacik kitleye, Peştun çoğunluk tarafından hak verilmemiştir. Kabil düştükten sonra Taliban içindeki Peştunlara birçok ganimet ve kadro verilmiş ama onlara verilmemiş. Verilmek bir yana, bazı Özbek/Tacik komutanlar görevden el çektirilip etkisiz hale getiriliyor, son olarak Makhdum Alim isimli Özbek komutan hapsedildi, Tacik komutan Qari Vekil de tutuklandı. Onlar da haklı olarak “Biz de savaştık, bizi niye dışarıda bırakıyorsunuz?” diyorlar, aralarındaki güç savaşımı hız kazanmış durumda. Kuzeydeki Faryab beldesinde insanlar günlerdir sokaklarda.

Eski yönetimin ve yeni muhalefetin durumu ise daha içler acısı; ABD ve Avrupa ülkelerinin her türlü desteğine rağmen 20 yılda ülkeye bir tek çivi çakılmamış durumdadır. Afaki gelecek ama kırsalın tümü bir yana Kabil’in çevre mahalleleri dâhil merkezin birçok yerinde su tesisatı ve kanalizasyon alt yapısı dahi yok. Elektrik ve internet zaten sıkıntılı, hastane sayısı çok çok az sayıda, yani ülkeye hiçbir yatırım yapılmamış. Yatırım bir yana verilen hibelerin büyük bir kısmı kirli politikacılar tarafından el altından yurtdışına çıkarılıp ailelerinin refahı için tüketilmiş. Ortalıkta Taliban ismini kullanıp halka zulmeden tiplerden ziyade eşkıyalık kol gezmekte, polisler dâhil mafyalık düzeni hakim durumdaydı. 8 aylık Taliban döneminde en azından can/mal/ırz güvenliği had safhada deniliyor. Ülkenin kaynakları şimdilik hiçbir şekilde hortumlanmamakta, halk güven içinde bir hayat sürmekte.

İlk dönemlerde Penşir’de toplanan Şah Mesud’un oğlu Ahmed Mesud daha 32 yaşında olmasına rağmen babasının adıyla eski komutanlardan bazılarını çevresinde toplamış, diğer seküler muhalefet de kısmen arkasında. Penşir’in düşmesine yakın Tacikistan’a geçen Ahmed Mesud’un ve muhalefetin nasıl örgütlenip nasıl konumlanacağını ilerleyen dönemlerde göreceğiz. Yıllardır ön planda olan Raşid Dostum’un pislikleri herkesin malumu. Gelinen noktada özellikle eski mücahitlerin Afganistan halkına vaat edecekleri bir şey kalmadığı söylenmekte, Mücahidin komutanlarının neredeyse tamamının dünyalık sevdasıyla savruldukları ve ülkeyi hortumlayıp yurt dışında refah içinde yaşadığı dilden dile dolaşmakta… Zaten bu çürümüşlükten dolayı bu noktadayız.

Geçmiş hesaplaşmaların ve son dönemlerdeki güç savaşımının doğrudan taraflarından olmamasına rağmen, her iki yönetiminde türlü yöntemlerle baskılayıp zulmettiği Hazaralar ayrı bir konu. Eski yönetimin hiçbir yatırım yapmadığı, türlü sıkıntılar çıkarttığı Afganistan’ın en fakir bölgesi ve etnik yapısı olan Hazaralar şimdilerde de Taliban yönetiminin gadrine uğramaktalar.

Hali hazırda Taliban’ın kendi imkânlarıyla devleti yönetme kabiliyeti kesinlikle yok, ki onlar da bunu istemiyor. En kısa sürede ortaklaşa bir yapı kurulmalı yoksa iç savaş kaçınılmaz gibi, ki kurulsa bile iki yıla kalmaz iç savaş olur deniyor. Ne yazık ki Afganistan felah bulamayacak!

Halkın ahvali ayrı bir trajediye dönüşmüş durumda; savaşın bıraktığı umutsuz kitleler, harap olmuş koca bir ülke, milyonlarca uyuşturucu müptelası, ülkenin başından sonuna kadar suç ağlarıyla örülen eski rejimin bıraktığı izler, göç ve muhacir sorunu, yoksulluk, işsizlik her biri kan donduran boyutlarda. İktidar mücadeleleri içinde çıkmaza giren iktisadi çark bir an önce işlevselleştirilmelidir, yoksa büyük bir açlık ve çaresizlik hâkim olacaktır/olmak üzeredir.

Afganistan’ın dünya bankasındaki paralarının bloke edilmesi, ülke içindeki bankaların çalışmasını (kısmen açılsa da) sekteye uğratmış ve iktisadi sistemi felç etmiştir. Gümrükler çalışmamaktadır, ithalat ve ihracat tamamen durmuş vaziyette. Bölgede üretilen meyve-sebze ve pirinç gibi hayati öneme sahip ihraç ürünler sevk edilememekte… İşsizler ordusuna ülkenin memurları da eklenmiş durumda. Çocuklarını açlıktan satan anneler, geceleri caddelerde dilenmeye çıkan kadınlar, yollarda pazarlarda saatlerce dilenen insanlar neredeyse ülkenin üçte birini teşkil ediyor. Savaşta hamilerini kaybeden 1 milyona yakın yetim ayrı bir travma konusu… Sokaklarda soğuk havada beton üzerinde yatan yüzlerce çocuk olağan manzaralardan… Haricen savaştan etkilenmiş, evleri yıkılmış binlerce muhacir parklarda, çadırlarda yaşam savaşı vermektedirler. Ülkeye ilaç girişinin, bu adı konulmamış ambargoda yavaşlatılmasıyla büyük ölçüde aksayan sağlık yapısı hayati öneme haiz durumdadır.

“Yeni rejimin tanınması siyasi bir mesele, bu ülkelerin kendi maslahatları, devletlerin kaygıları/hesapları anlaşılabilir bir durum. Fakat göz göre göre bir felaket yaklaşmaktadır. BM saha raportörlerinin resmî verileri an itibari ile 14 milyon insanın açlık sınırında olduğu yönündedir. Kimi veriler 22 milyon gibi korkunç bir rakamı işaret ediyor. Buna çok acil bir çözümün üretilmesi gerekiyor. Yeni rejimin tanınma kaygısı bir kenara, adil siyaset adamlarına insani kriz meselesinin aciliyeti duyurularak ara bir formül ile bir çözüm geliştirilmelidir.” (İHH’dan Abdullah Alageyik) Makul görüp görmemek ayrı mesele, bölgenin ve mevcut durumun gerçekliğine uygun hareket edip Taliban yönetimi tanınıp hayatın kısmen de olsa normale dönmesine hizmet etmek gerekiyor.

Konuya duyarsız kalınmasını doğuran çarpık bir anlayış mevcut. Taliban iktidarı ele geçirdi geçireli yapılan ve yapılması gereken yardımlar, mevcut yönetimi destekler gibi algılanıp hareket edilmektedir. Bölgede tarih boyu görülmemiş bir insani kriz varken, bu tür yersiz düşüncelerle hareket edilmemelidir. İletişim çağında olmamıza rağmen malumat olarak da çok kurak bir ortam var, belki de duyarsızlıktan haber edinme ihtiyacı dahî hissetmiyoruzdur. Artık gündemlerimiz o kadar hızlı ve dolu ki, herkes kendi derdi içinde olan bitenden bile bihaber, haber kanallarımızda doğru dürüst bilgi aktarılmamakta.

Ümmetin mazlum coğrafyalarının başında gelen Afganistan’a sahip çıkıp ondan haberdar olalım, Afgan halkıyla dertlenelim; onlar için kapılar aralamaya, umut olmaya çalışalım.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

Yazılar

Neden? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?

“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.

Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!

Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.

Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.

Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.

Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.

Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”

Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.

Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.

Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.

Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.

İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x