Aksa Tufanı sonrası süreci merkeze alan röportajlar serimizde bu kez sorularımı Muammer Bilgiç’e yönelttim. Sağ olsun, sorularımı genişçe cevaplayarak bilgi ve birikimini bizimle paylaştı. Biz diyerek ilgili okuyucu kitlesi başta olmak üzere genel okuyucu kitlesini kastediyorum ki Muammer Bilgiç’in bu genel kitleye esaslı eleştirileri var. Bu ülkenin ortalamasını, kendini Müslüman olarak tanımlayan milyarlarca insanı, yani “Biz”i rahatsız etmeye gelmiş olduğu sonucuna varabilirsiniz röportajı baştan sona okuduktan sonra. O, rahatsız etmekte ne kadar haklıysa, Biz de rahatsız olmakta o kadar haklıyız! Geriye, her birimizin payına düşen muhasebeyi hasat etmek kalıyor. Toprakla, bağ bahçe ile, doğa ile içli dışlı bir kelime ile muhasebeyi bilhassa yan yana getirirken Muammer Bilgiç’e şöyle bir göz kırpıyorum. Bereketli okumalar.
7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?
7 Ekim 2023 tarihi her zikredildiğinde benim aklıma hep 6 Ekim 2023 geldi. Aynı gökyüzünün altında yaşayan 8 milyarı aşkın dünya nüfusu. Tek tek kim hangi kaygılarla ve acılarla ya da beklenti ve umutlarla 6 Ekim 2023 sabahına uyandı. Asya Pasifik’te, Sibirya’da, Himalayaların eteklerinde, Hazar’ın kıyılarında, Madagaskar’da, Kafkasya’da, Sahra altında, Şili’de ya da Peru’da. Bir insan güne nasıl başlar, kutuplardan basık ekvatordan şişkince sulu mavi bir morg olan bu gezegende sürüp gitmekte olan döngü ve devinimin ne kadar farkındadır? İstiflendiği apartmanın alt, üst ve yan duvarlarının hemen bittiği yerde başlayan komşularının ne kadar farkındadır? Hatta aynı meskeni paylaştığı eşinin, çocuklarının ya da anne babasının ne kadar farkındadır? Mesela İstanbul. Komşusu açken gökdelen dikenlerin yaşadığı istiflenme merkezi. Gini katsayısının 1’e teğet geçiyor oluşu Ayasofya’da, Sultan Ahmet’te ya da Bezmiâlem Valide Sultan Camii’nde secdeye giden kaç alında çatlatırcasına ağrıya sebep oluyordur? Gazze’de önceki İsrail saldırılarından daha şiddetli, soykırıma varan bir saldırıyla karşı karşıya kalan Filistin halkları ve onların yakınları olan diasporadaki Filistinliler hariç, 7 Ekim 2023’le birlikte tanıklık ettiğimizi düşündüğümüz zaman diliminin, pek azımız müstesna, rutininin konforunda nesneler biriktirmenin çabası içerisinde olan insanlarda bir sorgulamaya ve dönüşüme yol açtığını düşünmüyorum. Her canlı neslini devam ettirme eğilimdedir, kuş ve memelilerde endokrin sistem yavru bakımını da ortaya çıkarmıştır. İnsanı ahlak sahibi yapan, yakın kalıtımsal bağı ya da üzerinde kişisel bir çıkarı olmadığı türdeşlerinin ve diğer varlıkların da hakkını gözetmesidir. Aksa Tufanı ile başlayan süreçte ben kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın işgallere, sömürüye, köleleştirilmeye, nimet ve külfet paylaşımında adaletsizliğe, yok sayılmaya ya da asimile edilmeye direnen, toplamın yanında az olsa da yine de yok sayılmayacak kadar çok güzel insanın, Avrupa ülkelerinde, ABD’de ve hatta İsrail’deki varlığından biraz daha haberdar oldum. Diğer taraftan dünyadaki tek zalim İsrail ve zulme uğrayan tek halk da Filistinlilermiş gibi yapan, ki aslında Filistinlileri de umursadıklarını düşünmediğim, böyle davranmanın getirisi olduğuna inanan bir kesimin, tırnak içinde söylüyorum, “ötekine” kayıtsızlığını da her gün yeniden yaşadım. Irak’ın işgalinde ABD ile saf tutan çevrelerin kalabalık meydanlarda getirdiği tekbirlerin, yaptığı duaların ve attığı “kahrolsun İsrail” sloganlarının “soykırımın yakıtı buradan” çığlığını bastırmak, ellerindeki Filistin bayraklarını, boyunlarındaki Filistin atkılarını ve omuzlarındaki kefiyeleri İsrail ile işbirliğini örtbas etmek için kullandıklarını görmek beni şaşırtmadı.
Öyle zannediyorum ki dünya Siyonizm’in ne demek olduğunu, Siyonistlerin nasıl insanlar olduğunu bu süreçte fark etti az çok. 1948’den bu yana müthiş bir göz boyama endüstrisini işgal ve soykırımları için seferber etmiş olsalar da maskeleri düştü, düşüyor. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz? Siyonizm nasıl bir ideoloji, Siyonistler nasıl insanlar size göre?
İnsanlarda Siyonizm’e özgü bir gen dizilimi yok. Kişide ya da toplumda ırkçılığın sebebi Mayoz bölünme, crossing-over ve döllenme değil. Siyonizm’in diğer ırkçı tutumlardan farklı olduğunu düşünmüyorum. Fırsat eline geçtiğinde kendinden olmayanı nesneleştirip boyunduruk altına almaya çalışan, kendine hak gördüğünü “ötekine” hak görmeyen, kendi varlığını, dilini, inancını, kültürünü, yaşam hakkını yüceltirken “ötekinin” diline, inancına, kültürüne tahammül edemeyen, bankacılık ve finans sistemi yoluyla (yasal tefecilik) para satarak kendilerinden olmayanları köleleştiren, bilim ve teknoloji üretiminde önde olmayı adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için değil de nimet ve külfet paylaşımındaki eşitsizlikleri artırmak için kullanan, gıdaya, suya, ilaca ulaşımın sürekli maliyetini artıran, kendi cenneti için “ötekini” yersiz yurtsuz bırakmaktan kaçınmayan her organize topluluk en az Siyonistler kadar vicdanını yitirebilir. Hatırlarsanız 6 Mayıs 2021’de İsrail yine Gazze’yi bombalamaya başlamıştı. Yine hedefinde kadınlar ve çocuklar vardı. Türkiye’de yine birçok şehirde İsrail protesto edildi. Tam o günlerde Kâbil’de Şii-Hazara nüfusun yoğun yaşadığı bir bölgede Sayed al-Shuhada okuluna yapılan saldırıda çoğu 11-15 yaş arası kız çocuğu, 100 kadar insan birkaç dakika içerisinde yaşamını yitirdi. Kabil’de çocukları katledenlerin Gazze ve Batı Şeria’da çocuk katledenlerden bir farkının olduğunu vicdan sahibi kimseye anlatamazsınız. Ve tabii, Türkiye’de Kabil’de katledilen çocuklar için meydanlara inilmedi.

Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’de kendilerini “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” olarak adlandıran oluşumlar, 7 Ekim sonrasında da İsrail’in Gazze’ye yönelik orantısız saldırılarının muhtemelen bu kadar uzun süreceğini düşünemediler. Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da ABD, İngiltere ve İsrail ile saf tutan iktidar, konu İsrail – Filistin çatışması olduğunda da en başından itibaren bir şekilde aynı pozisyonu korumaya devam etmiş ve fakat dünyaya Filistin halkının destekçisi görüntüsü vermişti. Her İsrail saldırısından sonra ekranlarda ve meydanlarda İsrail’i şiddetle kınayan açıklamalar yapılsa da -“one minute” çıkışı da dahil- bu kınamaların muvazaalı olduğunu Türkiye’nin durduğu ekseni ve iki ülke arasındaki ticareti yakından takip edenler zaten biliyordu. Ancak bu bilinirliğin geniş kitlelere ulaşması Aksa Tufanı sonrası oldu. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları hem uzadı hem de tam bir soykırıma dönüştü. Türkiye’de iktidar yine aynı taktiğe başvurarak ekranlarda ve meydanlarda İsrail’e lanetler okuyup kınadı. 12 Aralık 2023’te Kocaeli Milletvekili Hasan Bitmez, Meclis kürsüsüne “Katil İsrail / İşbirlikçi AKP” yazılı bir pankartla çıktı ve 2002’den o güne AK Parti-İsrail ilişkilerini anlatan sert bir konuşma yaptı. Meydanlarda ve ekranlarda İsrail’i kınayan AK Parti iktidarının İsrail ile ticaretini devam ettirdiğini söyledi. AK Parti grubundan Hasan Bitmez’e sataşmalar oldu, yalan söylemekle itham edildi. Kalp rahatsızlığı bulunan Hasan Bitmez, konuşmasını tamamlayıp yere yığıldığında da bunun “Allah’ın gazabı” olduğunu söylediler. Hasan Bitmez, kaldırıldığı hastanede iki gün sonra yaşamını yitirirken, o gün İsrail ile ticareti inkâr eden iktidar ise tam beş ay sonra “İsrail ile bütün ticareti durdurduk” açıklaması yaptı. Tabii bu da fiiliyatta devam etmekte olan ticareti kâğıt üzerinde sıfırlamaktan başka bir şey değildi.
Türkiye üzerinden İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel gönderilirken, Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden sevk edilirken, limanlarımız İsrail’e yük taşıyan gemilere açıkken kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar, bir kez olsun iktidara seslenip “Vanaları kapat! Petrolü kes! Ticareti bitir! Limanları İsrail gemilerine açma!” diyemediler. Coca-Cola döktüler, Starbucks bastılar. İki ülkenin Ampute Milli Takımları karşılaşırken, biz nasıl uluslararası bir organizasyonda soykırımcı İsrail’in varlığını kabul ederiz şeklide bir itirazda bulunmayıp, hatta 6-0 maç sonucunu Gazze’de ölen çocukların intikamını almak gibi (kaç gol bir çocuğu geri getirir) tuhaf bir coşkuyla karşılayan “İslami STK’lar”, iktidarın üç günlük yas ilanını, düşük desibelli selalar okutmasını ve İsrail Filarmoni Orkestrası’nın konserini iptal ettirmesini Gazze direnişine destekten saydılar. (Sanatsal aktiviteler yenen ve yenilen olmadığı için mi yoksa günah sayıldığından mı iptal ettiriliyor, tam anlayabilmiş değilim.)
Tüm bunlar olurken, İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da, Eskişehir’de, Adana’da Filistin İçin 1000 Genç Platformu, Direniş Çadırı gibi küçük ama organize gruplar devam etmekte olan Türkiye-İsrail ilişkilerini ifşa etmekten geri durmadılar ve kolluk gücünün müdahalelerine ve baskısına rağmen en stratejik noktalarda eylemler yaptılar. Sözde Filistinlilerin yanında olan iktidarın talimatıyla farklı zamanlarda 100’ün üzerinde genç ya gözaltına alındı ya da tutuklandı.
Bu arada gazeteci Metin Cihan’ın çıkardığı işleri de unutmamak lazım. Hem İsrail ile ticaret yapan şirketleri ifşa etti hem de Türkiye limanlarından İsrail’e giden gemileri. Tabii, Metin Cihan’ın X hesabına erişim engeli getirildi.
Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?
İktidar ile kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar arasında simbiyotik bir ilişki var. Bu ilişki söz konusu STK’ların iktidara muhalefet yapabilme yeteneklerini sıfırladığı gibi bu STK’larda iktidarı zora sokacak taleplerde bulunmama hassasiyeti oluşturmuş. İsrail ile işbirliğinin devam ettiğini gösteren Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden İsrail’e aktarılmasına son vermesi ya da İsrail ile ticareti fiiliyatta da bitirmesi gibi meselelerde iktidara baskı yapmak yerine, sokaklarda, meydanlarda, basın açıklamalarında olmayacak bir işi, -Türkiye’nin Gazze’ye asker göndermesini- talep ediyorlar. Böylelikle de Türkiye ve İsrail arasında her an çatışma çıkacakmış gibi bir algı oluşturarak, -bilerek- bu işbirliğini örtbas ediyorlar. İsrail ile ilişkilerini ifşa edecek protestoları iktidar partisinin genel merkezinin ya da il ve ilçe başkanlıklarının önüne ya da Beştepe’ye taşımadan, “Kahrolsun ABD!”, “Kahrolsun İsrail!”, “Hamas’a selam, direnişe devam!” gibi sloganlarla ABD, İsrail ya da Mısır büyükelçiliklerinin yahut konsolosluklarının önünde, çok gerekli gördüklerinde İncirlik ya da Kürecik üslerinin önünde iktidara dokunmayan eylem ya da açıklamalar yaparak, işte Starbucks basarak yahut Coca-Cola dökerek iktidarı zora sokmayacak gösterilerle, nüfuz ettikleri kitleleri hem yeniden iktidarın yanında konsolide ediyorlar hem de Türkiye – İsrail ilişkilerine gerçekten tepki gösteren gruplardan uzak tutuyorlar.
Eylemlerde AK Parti iktidarına seslenmek yerine, kim oldukları, nerede oldukları belli olmayan İslam ülkelerinin liderlerine sesleniyorlar. “Ey İslam Ülkeleri!”, “Ey İslam Ülkelerinin Liderleri!” diyorlar. Sanki Türkiye’deki iktidar elinden geleni yapıyor da buna İslam ülkeleri engel oluyormuş gibi bir algı oluşturuyorlar.
Daha ilginci aleni olan Türkiye- İsrail ilişkilerini görmezden gelip, uzun zamandır beri ABD ve İsrail’in hedefinde olan İran’ı İsrail ile gizli işbirliği yapmakla itham ediyorlar. ABD emperyalizminden değil ama Şii Hilali’nden bahsediyorlar. Suriye’de ABD ve İsrail destekli muhaliflerin yönetimi ele geçirmesini fetih olarak nitelendiriyorlar, fethedilmiş Şam’ın Suriye topraklarına giren İsrail’e mukavemet göstermeyişini görmezden geliyorlar.
Aslında yeni olan bir şey yok. 1969’da 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden öğrenci ve işçi örgütlerine karşı, abdest alıp namaz kıldıktan sonra ABD ile saf tutan milliyetçi-muhafazakâr kitle yine aynı yerde duruyor.
Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr Müslümanlık anlayışının repertuvarında “hidayete eren komünist” hikayeleri vardır. İşte şair, yazar, yönetmen ya da oyuncu, solcu, sosyalist ya da komünistken hidayete ermiş, namaza başlamıştır. Ve fakat aynı repertuvarda “hidayete eren kapitalist” hikayesi yoktur. Bu topraklarda kapitalizmin eli abdestli, dili dualı, alnı secdelidir. Makbul dindarlığın ölçüsü, kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın zulme karşı olmak değil de CHP’ye ve alkole karşı mukavemet göstermektir. Tabii CHP’ye mukavemet sadece CHP ile sınırlı değildir, hatta İttihat ve Terakki zihniyetini sıradan bir CHP’liden daha fazla kuşanan dindarlar vardır, Türkçe ezana karşıdır ama Tunceli ve çevresindeki topraklara Dersim demeyi, Ermeni ve Rum olmayı kötülük addeder, Kürt kimliğini ve Kürtçeyi yok sayar, Allah’a inanır, devleti kutsar…

Tarihin içinde, hadiselerin tozu dumanı içinde bazen ne yaşadığımızı idrak edemiyoruz. Gazze’de soykırım doludizgin devam ederken, Türkiye’nin İsrail’e olan desteğini eleştiren Filistin Dostlarını, Cumhurbaşkanı, “Siyonistlerin ağzı dili olma”kla suçladı canlı yayında. İtiraz eden gençler tutuklandı, işkence gördü hapsedildi. En az 100 Filistin Gönüllüsü hukuka aykırı olarak yargılanıyor. Çocuklarımız, torunlarımız 30 yıl sonra bugünlere baktıklarında nasıl bir Türkiye görecekler sizce?
Başörtüsü yasaklarının olduğu, imam-hatiplerin orta kısmın kapatıldığı, meslek lisesi öğrencilerinin katsayıya kurban edildiği, tesbih, takke ve gümüş yüzüğün suç unsuru sayıldığı, pek azı müstesna cemaatlerin baskı altına alınarak kurban derisinden dahi mahrum bırakıldığı, tesettürlü annelerin askeri okulda okuyan evlatlarının mezuniyet törenine alınmadığı 28 Şubat post-modern darbe sürecinin ardından, -bu süreç bitti demiyorum, devamında diyorum- neredeyse çeyrek asırdır, her ilçeye en az bir imam-hatip okulu açan, her hâkim tepeye bir cami konduran, neredeyse tüm resmi açılışlarda güzel sesli hafızlara Kur’an-ı Kerim’den bölümden okutan bir iktidar işbaşında. Akademide, silahlı kuvvetlerde, emniyet teşkilatında başörtüsü serbest. Yargı mesnupları ve banka personelleri arasında başörtülü kadınlar var. Millî Eğitim Bakanlığı’nın bünyesindeki yönetici kadroları hiç olmadığı kadar ilahiyat fakültesi mezunlarından oluşuyor. Kendilerini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların organizasyon yetenekleri ve ekonomik gücü hiç olmadığı kadar yüksek. Alnı secdeli insanlar inşaat, enerji, maden ve turizm sektöründe müthiş paralar kazanıyor. Tanıl Bora’ya “İnşaat Ya Resulallah” kitabını yazdıracak kadar mütedeyyin müteahhitler var. İhracatlar, ithalatlar, ihaleler besmele eşliğinde oluyor. TRT’de bol bütçeli, namazlı, niyazlı, rabıtalı, zikirli, tekbirli, tilavetli diziler var. Ormanlarıyla, vadileriyle, gölleriyle, dereleriyle, yaylalarıyla, kıyılarıyla, toprağıyla suyuyla tüm ülke bir Kevser havuzu gibi. Hal böyleyken, TRT WORLD’ün İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirdiği programda, Cumhurbaşkanı’nın konuşması sırasında, tırnak içinde söylüyorum, “Siyonistlerin ağzı ile konuşan birtakım gençlerin” İsrail’e yapılan petrol sevkiyatını protesto etmeleri elbette statüko için makbul ve makul bir davranış değildir. Köprü üzerinde Gazze için yapılan duaları, Hamas’a gönderilen selamları görmezden gelip, köprü altından İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel sevkiyatı yapıldığından bahsederseniz Hasan Bitmez’i TBMM kürsüsünde yakalayan “Allah’ın gazabı” elbette size de ulaşır. Başörtünüzün çekilip alınması, çıplak aramalar, kötü muameleler, “Gazze’de çocuklar ölürken Siyonist ağzı ile konuşanlar için” azdır bile.
Marx’ın dediği gibi bugünkü egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. 30 yıl sonrasında da egemen düşünceler yine egemen sınıfın düşünceleri olacaktır. Ancak farklı düşünenler dün ve bugün olduğu gibi yarın da olacaktır. Sınır ötesindeki bir haksızlıkları -ki aslında seçici davranan- gören ama sınırın bu tarafında yapılan haksızlıklara dair tek bir cümle kurmayan koca bir kitle var. Bunu anlamlandıramıyor değilim, konforunun bozulmasını istemiyor insanlar, alışkanlıklarının, yaşam tarzlarının bozulmasını istemiyorlar, hiç düşünmedikleri gibi düşünmek istemiyorlar, sorgulamak, araştırmak, öğrenmek değil, kendilerine öğretildiği gibi, inandırıldıkları gibi yaşamak istiyorlar. Küçük dünyalarına farklı yaşam tarzlarının, farklı düşüncelerin, farklı tarih okumalarının girmesini istemiyorlar. Kutsallık atfettikleri inşaat malzemelerinin ve öteki nesnelerin, kan ve kemikten kahramanlarının yerle yeksan olması ihtimalinden korkuyorlar.
KHK’lıların adalet arayışı, Cumartesi Anneleri’nin evlatlarının ölü bedenlerini arayışı, Barış Akademisyenleri’nin geçimi, Gülistan Doku’nun akıbeti, Dedeoğulları Ailesinin başına gelenler, Şenyaşar Ailesinin yaşadıkları, Emine Büyüknohutçu’nun hukuk mücadelesi, Kaz Dağı’ndaki, Akbelen Ormanı’ndaki, Fatsa Yukarıbahçeler’deki, Cerattepe’deki yağma ve talan, ormansızlaştırma, sulak alanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliğin azaltılması, çıplak arama ve işkence iddiaları, üç dönemdir devam eden kayyım uygulamaları, yaşlı ve hasta mahpuslar, Gezi Davası, Cemil Çağırga’nın üç gün derin dondurucuda, Taybet İnan’nın dokuz gün sokakta bekletilen cesetleri, kadın cinayetleri, tutuklu gazeteciler, Ebdo Ailesinden 7’si çocuk 9 kişinin öldürülmesi, Kanun Hükmü filmine getirilen gösterim yasağı, Grup Yorum şarkılarına getirilen erişim yasağı, en son TBMM’den geçen ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilen sakıncalı bulunan mealleri yasaklama, toplam ve imha ettirme yetkisi neden kendini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların hiç gündeminde olmamışsa, 100’den fazla Filistin gönüllüsünün haksız hukuksuz bir şekilde gözaltında alınışı, tutuklu ya da tutuksuz olarak yargılanıyor oluşu da aynı nedenle gündemlerinde olmayacaktır.
Filistin Mücadelesi denildiğinde Türkiye’de “sol” akla gelirdi. Solcular bu dava uğruna mücadele edip bedeller ödediler. Nasıl bir kırılma yaşandı ki bugün bu dava -istisnalar bir yana- Müslüman Mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı? Bildiğim kadarıyla dünyanın her yerinde böyle bir ayrışma yaşanmadı.
Hatırlarsanız Aralık 2017’de, Balfour Deklarasyonu’nun 100. Yıl dönümünde, Trump, İsrail’in Kudüs’ün “bir bütün ve ebedi başkent” oluşu kararını tanıdığını açıklamıştı. O zaman da Türkiye’de Filistin yanlısı gösteriler yapıldı. Gösteriler iki şekilde cereyan etti: Gazsız ve susuz olanlar, gazlı ve sulu olanlar. Sol grupların yaptığı Filistin’e destek gösterilere polis müdahale etti. Biber gazı da kullanıldı, tazyikli su da sıkıldı. Bu gösterilere dair haberler ne ana akım medyada yer aldı ne de pek azı müstesna muhalif Müslümanların haber sitelerinde. Aynı zamanda aynı şehrin farklı mekanlarında ya da farklı zamanlarda aynı şehrin aynı mekanlarında Filistin için sokağa çıkan iki grup var ve birinin diğerinden haberi yok.
Siz, Filistin davası -istisnalar bir yana- Müslüman mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı diye düşünürken, Filistin için biber gazı ve tazyikli su yiyen, gözaltına alınan ya da tutuklanan sol gruplar da şöyle düşünüyor: “Samimi birkaç küçük mütedeyyin topluluk hariç, Türkiye’deki İslamcılar ABD ve İsrail ile iş tutuyor.”
Ben özellikle takip ettim. 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı operasyonu ve sonrasındaki gelişmeler üzerine sol kesimin tavrı ne olacak. Belki az çok tanıdığım için olsa gerek şaşırmadım, EMEP, SYKP, ESP, Yeşil Sol Parti, TİP, TKP, istisnasız hepsi İsrail işgaline karşı Filistin halkının yanında yer aldıklarını söylediler. 15 Ekim 2023’te İstanbul’da Saadet Partisi, HÜDA-PAR’ın da katılımıyla Filistin’e destek için miting düzenlerken, Ankara’da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Olağanüstü Büyük Kongresi’nde konuşan yeni Eş Genel Başkanlar Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, İsrail’in 100 yılı aşkındır Filistin toprakları üzerinde devam eden işgal politikalarını reddettiklerini açıkladılar.
İlginç olan şuydu. Sol, sosyalist ya da komünist partilerin ve oluşumların İsrail karşıtlığını ve Filistin halklarına verdiği desteği görmezden gelenler, CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı’nı “HAMAS terör örgütü tarafından yapılan bir saldırı” olarak nitelendirmesine takıldılar. Ki Özgür Özel, partililerinden, en azından bir kısmından uyarı almış olacak ki sonradan “ben HAMAS’a terör örgütü demedim, eyleme dedim” açıklamasında bulundu. Tabii haklarını yememek lazım, AK Parti cenahından hiç kimse HAMAS’a terör örgütü demedi. HAMAS’a selam, Gazze’ye dua, İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel ve petrol gönderdiler.
Özgür Özel, milyon defa HAMAS’a terör örgütü dese, bu İsrail jetlerine yakıt olan bir damla petrolün yerini tutmaz. Ayrıca CHP, İstanbul Milletvekili Yunus Emre’nin genel kurulda iktidarın Filistin meselesindeki ikiyüzlülüğünü dile getiren enfes bir konuşması var.
Diğer taraftan ABD’de okuyan, sosyalist bir öğrenci olan Ayşenur Eygi Ezgi’yi unutmamak gerekir. Filistin halkına destek olmak için okyanusu aşıp Batı Şeria’ya geldi ve orada işgalci İsrail askerlerinin namlularından çıkan kurşunla başından vurularak öldürüldü. Dün olduğu gibi bugün de sol, sosyalist, komünist çevreler Filistin halkı için bedel ödemeye devam ediyor, yine dün olduğu gibi 6. Filo eylemlerine karşı ABD ve İsrail ile saf tutan muhafazakâr çevreler birtakım ulusalcıların – ulusalcılar sol, sosyalist ya da komünist olmadıkları halde-, Filistin meselesine yaklaşımı solun İslam düşmanlığı olarak göstermeye çalışıyorlar. Sanırım büyük bir kitleyi de bu konuda ikna ediyorlar.
Diğer taraftan İspanya’dan Ione Belarra başta olmak üzere İrlanda’da, Fransa’da, Almanya’da, Danimarka’da, İngiltere’de, İtalya’da, ABD’de ve başka birçok ülkede azımsanamayacak kadar çok sol, sosyalist ya da komünist siyasetçi, akademisyen, sanatçı, aktivist, parti ve platform Filistin halklarına çok açık ve net destek vermektedir. Bu ülkelerde yapılan Filistin yanlısı eylemlerde de göstericiler defalarca polisle karşı karşıya gelmiştir. Yine ilginç olan bir durum, TRT ve Anadolu Ajansı, Batılı ülkelerinde polisin Filistin yanlısı göstericilere müdahalesini anında haber geçerken Türkiye’de Filistin dostların kolluk tarafından defalarca darp edilmesini görmezden gelmişlerdir.

Türkiye’de Filistin Mücadelesi, özellikle 2000 sonrası, şiddet dışı, barışçıl bir hat üzerinde yürüyor. Ara ara “şiddet” nedir, ne kadarı meşrudur gibi tartışmalar gündeme geliyor bazı küçük gruplar arasında. Siz hak mücadelesinde şiddetin bir enstrüman olarak kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
14 Aralık 2008’de Bağdat’ta Iraklı gazeteci Muntazar el-Zeydi ayakkabılarını çıkarıp, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile ortak basın toplantısı yapan ABD Başkanı George W. Bush’a fırlattı. Şimdi bunu, yani ayakkabı fırlatma olayı hukuki açıdan fiili saldırı girişimi olarak değerlendirilebilir. “Şiddet içeren protesto” veya “saldırı teşebbüsü” diyenler olacaktır. Diğer taraftan bu hedef kişiyi aşağılamak amacıyla yapılan sembolik bir protesto olarak da görülebilir. Bir şiddet eyleminde muhatabına fiziksel açıdan zarar verme amacı vardır. El-Zeydi’nin yaptığı ise politik bir mesaj vermekti. Bunu da agresif bir protesto olarak değerlendirenler olacaktır. İsrail’in yaptığı soykırıma bir Avrupa ülkesinde bir şekilde destek olan ya da sessiz kalan etkili ya da yetkili kimselere yumurta atmak fiziksel bir zarar vermekten ziyade sarsıcı bir mesaj vermek olarak nitelendirilebilir.
Diğer taraftan soykırıma uğrayan, yaşam hakları ellerinden alınan, evleri ve iş yerleri yıkılan, topraklarından çıkarılan insanların buna karşı direnmelerini şiddet olarak nitelendirmek, öz savunma haklarını, direnişi yok saymak ve işgalciyle işbirliği yapmak değilse, nedir?
Gazze’de ya da dünyanın bir başka yerinde çocuklar ve kadınlar öldürülürken, hastaneler ve okullar bombalanırken, insanlar canlarını, gözlerini, ellerini, ayaklarını kaybederken, insanlar tecavüze uğrarken, işkenceye maruz kalırken, geleceklerini kaybederken, vicdan sahibi insanların yasal haklarını kullanarak, bu kötülükleri duyurmalarına, protesto etmelerine ve halkın vergileriyle maaşları alan yöneticilerden buna engel olmalarını istemelerine kolluk gücüyle keyfi bir şekilde engel olmak şiddet değilse, nedir?
Türkiye’de neden belli ilkeler etrafında buluşup partiler, hizipler, ideolojiler üstü bir hak mücadelesi veremiyoruz? Gazze’de cereyan eden ve zalim ile mazlumu, ezen ile ezileni ayıran, ayan beyan ortaya koyan soykırım gibi dehşet verici bir trajedi bile bizi bir araya getiremezken soruyorum bu soruyu.
Sanırım birçoğumuz en dehşet verici trajedi olarak kendi yaşadıkları acıyı görüyor ve insanların ayan beyan olan bu acıyı nasıl görmezden geldiklerini, bu acı karşısında nasıl duyarsız kaldıklarını sorguluyor. Gazze’deki soykırımı dert edinenlerin yapması gereken, “insanlar niçin Filistin meselesi etrafında kenetlenmiyorlar?” demek değil. Biz Gazze için gösterdiğimiz duyarlılığı aynı şehirde yaşadığımız, yolda, sokakta, bir toplu taşıma aracında karşılaştığımız, ama selamlaşmadığımız, ama tanışmadığımız, ama hikayesini bilmediğimiz insanların acıları için gösteriyor muyuz? (“Hangi acılar Gazze’de yaşanan acılarla bir olabilir ki?” demek körlüğün itirafıdır.)
Acıları yarıştırıyoruz ve önceliklerimiz farklı. Yine birçoğumuz kendimizden görmediklerimizin en başta varoluşlarını hak olarak görmüyoruz. Varoluşlarını hak olarak görmediğimiz insanların haksızlığa uğramış olma ihtimalleri ise aklımızın ucundan geçmiyor. Her şeye rağmen onlarla bir arada yaşıyorsak, varoluşlarını bir şekilde kabullenmişsek yine de endişelerimizin, kaygılarımızın, umutlarımızın ve beklentilerimizin farklı olduğu unutup onların bizi anlamasını istiyoruz. Bizim ne onları anlayacak vaktimiz var ne de Gülten Akın’ın dediği gibi “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.”
10 Ekim Gar katliamının, Suruç katliamının, Roboski katliamının, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının anmalarına gitmiyoruz ama onlar Nekbe (Nakba) Günü’nün yıl dönümünde aramızda olsun istiyoruz. EMEP İzmir İl Örgütü’nün Nakba anmasından ise hiç haberimiz olmuyor.
Kürtlerin bir sözü var, “mirî di mala me de ye, em ji bo xelqê digirîn”, ölü bizim evimizde biz başkasına ağlıyoruz. Tabii ben, önce yakınımızdaki acıları görelim, sonra uzaklara bakalım demiyorum. Aynı anda ikisi de mümkündür diyorum.
Problem ahlakın cinselliğe indirgeyip kendimiz için istediklerimizi başkalarına hak görmeyişimiz, kendimiz için istemediklerimizi başkaları için müstahak görmemiz. Türk’e helal olan Kürt’e de helaldir sözünden rahatsız olanlar var, halbuse (hal bu ise) Arap’a helal olan Ermeni’ye, Rum’a, Sırp’a, Rus’a da helaldir.
Mustafa Akkad’ın The Message (Çağrı) filmini yıllar sonra yeniden izlediğimde fark ettim. Aslında mesaj, filmin ilk sahnesindeydi. Maurice Jarre’nin muhteşem müziği eşliğinde ufukta beliren üç atlı, çölde, kum tepelerinin aralarında bir müddet birlikte ilerlerler ve sonra üç ayrı istikamete yönelirler. Merhum Akkad filmi, Hudeybi’ye sonrasından başlatmıştır. Atlılar Bizans’a, Mısır’a ve İran’a gönderilen elçilerdir. Omuzlarındaki yük, silm’dir, selam’dır, İslam’dır, Türkçe söylersek “barış”tır. Allah, âlemlerin rabbidir, Resul, âlemlere rahmettir, teklif tüm insanlığadır. Hal böyle iken etnisitesi, dili, inancı, mezhebi, partisi, derneği, sendikası, yaşam tarzı farklı diye, yine tırnak içinde söylüyorum, “öteki” olandan uzak duran bir Müslüman tipolojisi ortaya çıkmıştır.
Hak ve adalet mücadelesi vermenin yolu en başta bize benzemeyenlerle oturup çay içmekten ve onların hikayesini dinlemekten geçiyor.
Türkiye’de bilhassa son 10 yılın kelimesi nedir diye bir anket yapsak, “kutuplaşma” ilk sıralarda gelir herhalde. Sizce ilk üçte hangi kelimeler yer alır, merak ettim. Sorum şu: Bu topraklarda kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, herkesin bir diğerinin haklarına saygı duyduğu bir toplumsallığı, emin beldeyi nasıl tesis edebiliriz?
Son 10 yıla (zamanın 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl ya da1000 yıl olarak taksim edilmesini anlayabilmiş değilim 😊) bana göre damgasını vuran önce olumsuz üç kelimeyi söyleyeyim: Kutuplaşma, keyfilik ve dinbazlık. Yaşadığımız günlere tam olarak sirayet ettiklerini söyleyemesem de yine bana göre çok alametleri beliren olumlu üç kelime ise: Yüzleşme, helalleşme ve kucaklaşma.
Kimsenin kimseyi ötekileştirmediği bir dönem sanırım hiç yaşanmamış ama her dönemde herkes için yaşamı kolaylaştırmanın ve güzelleştirmenin mücadelesini veren insanlar olmuş. Mesele bu insanları organize edebilmek, çünkü iyiliklerin organize olmayışı kötülüğün gücünü artırıyor. İsrail tek başına değildir, başta ABD ve stratejik ortakları olmak küresel sömürü sisteminin tüm enstrümanları İsrail’in yanında yer almaktadır. Filistin halkları da yalnız değildir, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, bir inancı olan ya da olmayan, sol, sosyalist, komünist dünyanın tüm vicdanlı insanları da -Filistin halkları dahil olmak üzere- haksızlığa, adaletsizliğe uğrayan, yok sayılan, sömürülen halkların yanındadır. Biz, insan için tek coğrafi sınırın biyosfer olduğunu görüp, küresel sömürü sistemine karşı tüm bu vicdanlı insanların organize olmasıyla küresel bir direniş hattı oluşturmanın gayretinde olmalıyız.
Sorularınız için, bana söz söyleme imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.