Connect with us

Yazılar

Yerli, Milli ve Kirli – Harun Özkarakaş

Yayınlanma:

-

Yeni politik kültür, dünyada ve Türkiye’de farklı siyasal açılımlara ve arayışlara neden oldu. İtiraz sunan açılımlar daha çok kendisine yerlileşmeyle alan oluşturmaya çabaladı. Türkiye’de bunun izdüşümü olarak Yerlilik ve Millilik düşüncesi kendisine alan açtı. Günümüzde resmi ideoloji haline gelen bu fikir ne yazık ki daha çok liberal referanslarla kritik edildi. Ancak bu fikrin arka planında dinin araçsallaştırılması nedeniyle Müslümanlar tarafından da gündem edilip eleştirilmeye tabi tutulması gerekirdi. Eleştiriyi nitelikli yapan kısmi çalışmalar olmakla birlikte beklenen destek ve tartışma ne yazık ki oluşmadı.

Yaşadığımız coğrafyada 19. yy sonları ve 20. yy başlarında dünyadaki siyasal dönüşüme karşı nitelik açısından farklı ancak kaygılar açısından benzer bir süreç yaşandı. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset’inde güncel devlet modelleri ve ideolojik arayışlar karşısında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık akımlarını tartışıp Türkçülük ideolojisini bir reçete olarak sundu. Devleti kurtaracak ideoloji arayışı bu alanda kendisini ifade etti. Yeni politik kültürde, Akçura’nın üzerinde fikir yürüttüğü zemin anlam kaybına uğramıştır. Ulus devletlerin meşruiyet zemini büyük bir kırılmaya uğramış, kimlik tanımları ve kimliğe etkileri küreselleşen dünyada zayıflamış ve 19. yy sonlarında yaşanan kriz tekrar farklı bir mahiyette önümüze çıkmıştır. Tam bu noktada Yerlilik ve Millilik düşüncesi, elinde bulunan imkânları tekrar masaya yatırıp devleti kurtaracak, kimliği ve var olan toplumsallığı devam ettirecek bir arayışa girmiştir. Bu arayış sürecinde Akçura’nın yaptığı gibi tek bir model olan Türkçülük, kurtarıcı olarak görülmemiştir. Yerlilik ve Millilik düşüncesi resmi kimlik olarak Türkçülüğü, motivasyon ögesi olarak İslam’ı, etki etmek istediği hinterlant olarak da Osmanlıcılığı kendi bünyesinde cem etmiştir. Bu anlamda Yerlilik ve Millilik düşüncesine Üç Tarz-ı Siyaset Çorbası demek yerinde olacaktır!

İslami cenah bu süreçte ne yazık ki özgün bir arayış oluşturmak, açılım yapmak yerine yeni politik kültürü temsil eden Küreselcilik ile Yerlilik ve Millilik arasında bir tercihte bulunmuştur. Ağırlıklı olarak “yerli ve milli” çizgiyi benimseyen camia, İslami referansları Küreselciliğe karşı kullanırken bireysel çıkarlar ve yetersizlik nedeniyle Yerlilik ve Milliliğe karşı aynı refleksi göstermemiştir. İslam’ı, temel vurgularını örselemeden benimseyen her Müslüman bilecektir ki İslam; ne devleti, ne sermayeyi, ne de sınıfsal yapıyı kurtarmak için gelmiştir. İslam’ın tarihteki rolü, gücünü temerküz ettiren her türlü iktidar alanına karşı itiraz sunmaktan geçmektedir. Bu eylemini de kendi hukuk, adalet, dayanışma, mülk, kimlik vb. kavramlar üzerinden gerçekleştirmiştir.

Tartışmalar kavramın sözlük anlamında yürütüldüğü zaman Yerlilik ve Milliliğin ideolojik zemini ve amaçları ıskalanmaktadır. Savunduğu kurumsal yapı, bilgi teorisi, toplumsal ilişkiler, eğitim modeli, kimlik tanımı açısından modern kriterleri bünyesinde bulunduran bu ideoloji, fazlasıyla modern bir içerik arz etmektedir. Postmodern değerlerin oluşturduğu etkiye karşı modern iktidar alanını kurtarmak maksadıyla İslam’dan daha da uzaklaşan ve hatta İslam’ı araçsallaştıran bir tavır ortaya konmaktadır. Küreselleşmeye karşı gösterdiği tavır bir Müslümanın bu düşünceyi savunması için yeterli bir neden oluşturmamakta hatta barındırdığı felsefi ve kurumsal anlayış bizzat karşı çıkılması için neden oluşturmaktadır. Şimdi bu nedenleri kısa pasajlar şeklinde tartışmaya açabiliriz:

a. Ulus devlet, kıymetini kendisinden almaya kalkan tavrıyla yaratıcıdan rol çalmıştır. Ulus devletin bu konumunu Yerlilik ve Millilik içselleştirmiş, dini motivasyonlarla da kuvvetlendirmiştir.

b. Yerlilik ve Millilik, kurumsallaşma konusunda modernitenin tavrını aynen benimsemiştir. Aşırı kurumsallaşma, tekâsür toplumlarının vasfıdır. İslam, kurumları (özellikle seküler) değil toplumu öncelemiştir.

c. “Yerli ve milli” düşüncede kimlik tanımı toprak bağımlı şekilde ele ele alınmıştır. Kimlik tanımını akide üzerinden kuran bir din, fetişist bir şekilde kutsallaştırılan toprak ve sınır üzerinden müntesiplerini tanımlamamaktadır. İslam’ın tüm dünyayı kuşatan ufku, burada toprak ve sınırlar üzerinden terk edilmiştir.

d. Yerlilik ve Milliliğin kurucu ideolojik partisi olan AKP “biz ve öteki”ni, oluşturduğu pragmatist siyasete göre tanımlamaktadır ancak müslüman ufuk, güncel politikalar uğruna bu “biz ve öteki”nin ayrıştırıcılığını asla kullanamaz. Politik gündeme göre Deniz Baykal “biz” olabilirken, AKP’ye muhalif bir Müslüman, “öteki” olarak tanımlanabilmektedir. İslam, kendisine göre bir “biz ve öteki” inşa eder ancak burada “öteki”ne karşı kullanılan dil ve yaklaşım Yerlilik ve Millilik gibi yaşam alanı sunmayan, inkâr eden bir yapıda bulunmamakta, pragmatist hesaplarla tanımlanmamaktadır.

e. Modern tüm ideolojilerde olduğu gibi “yerli ve milli” düşüncede iktidar, meşruiyetini kurgulanmış bir tarihten almaktadır. Belirli bir ırkı, coğrafyayı ve dini yeniden yorumlayıp kendi iktidarına zemin hazırlayan bu düşünce, sözleşmeci kuramların iktidarı sekülerleştiren açılımlarını içselleştirmiştir. Kadim tüm inanışlar meşruiyetini dayandıkları değer ve/veya kitaplardan almaktadır. Bu konudaki tavrı Yerlilik ve Milliliğin kendini tanıttığı kavramsal çerçeveden ne kadar uzak olduğunu da göstermektedir. İslam, zanna uymayı (kurgulanmış bir tarihe inanmayı) Müslümanlara değil, gayrimüslimlere yakıştırmaktadır.

f. Tarihte sunulan öncü/kahraman profiller yapı olarak farklılaşmıştır. İslam tarihinde örnek şahsiyet için temel kriterler takva, ilim, amel, fedakârlık gibi değerler üzerinden ele alınmıştır ancak “yerli ve milli düşünce” ırk, coğrafya ve buna bağlı olan dini anlayış üzerinden yeni bir kahramanlar silsilesi oluşturmuştur. Halka yönelik tüm dizi ve filmlerde bu politika kendisini göstermektedir.

g. “Yerli ve milli düşünce” dış politika konusunda klasik ulus devlet tavrını benimsemektedir. Kendini mutlak şekilde merkeze alan ve kutsallaştıran bu akıl, dış politikada çıkarları uğruna rahatlıkla Müslüman ülkeleri küresel emperyalizmle beraber sömürecek refleksleri gösterecektir. Siyaset teorisi açısından Machiavelli’ye dayanan bu düşünce de kendisinin “yerlilik” konusunda ne kadar “tutarlı” olduğunu göstermektedir. İdeolojinin teorisyenlerinden Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabında Türkiye’nin bölgesel politikalarının küresel aktörlerin bölgesel politikalarıyla paralellik göstermesi gerektiğini açık bir şekilde dile getirmiştir.

h. Yerlilik ve Millilik düşüncesinde herhangi bir İslami yaklaşım için makul olma ölçütü, kendisini onaylamasından ve/veya Türkiye sınırları içerisinde üretilmiş olmasından geçmektedir. İslam coğrafyasını periferi olarak gören bu anlayış, orada üretilen düşünceleri de “zayıf ve sömürgecilerin etkisine açık” şeklinde tanımlamaktadır. Bu minvalde İslam coğrafyasından gelen bir fikir/nasihat ve birlikte hareket etme kaygısı en baştan mahkûm edilmektedir.

ı. “Yerli ve milli düşünce”ye bilgi kuramı açısından bakıldığında, dinin sadece motivasyon ögesi olarak kullanıldığını ve folklorik bir ögeye indirgendiğini, ilmî ve siyasi liderliğin uzmanlara, trollere, popülist siyasetçilere bırakılmasından anlamaktayız. Modern dünyanın kuramsal boyutunun yeniden üretilmesi bu konuda kendisini belirginleştirmiştir.

i. Manevi mekân olarak Abdurrahman Arslan’ın, Tarihi Toplumun Afyonu Yapmak başlıklı makalesinde değindiği gibi artık Kâbe, Mescid-i Aksa değil, Semerkand ve Buhara ön plâna çıkartılmaktadır. Ulusal anlamda karşılık bulmuş dizilerde, programlarda artık atıflar Semerkand ve Buhara’ya yapılıp, Türklük ve Maturidî din anlayışı üzerinden farklı mekânsal arayışlar gerçekleşmektedir.

j. İslam’ın kolektif şuurunu inşa eden Kurban ve Ramazan bayramları “yerli ve milli düşünce”nin kendisini yansıtması açısından bir alan oluşturmamaktadır. Irkı, coğrafyayı, devleti aşan bu bayramlardaki dayanışma ve kardeşlik ruhu, Yerlilik ve Milliliğin sınırlarını aşmaktadır. Bundan ötürüdür ki devlet, bayrak, ırk vb. gibi mefhumların ön plana çıkartıldığı ve yeniden üretildiği “15 Temmuz”un bir bayram olarak kullanılması kendileri açısından bir zaruret halini almıştır. Ulus devletin, ırkın ve sınırların kutsandığı bu bayram ne yazık ki müslümanların zihnindeki kırılmayı derinleştirmektedir.

k. Övünç kaynakları ve motivasyonlar açısından Yerlilik ve Millilik, sağcı ve muhafazakâr yapısını görünür kılmaktadır. İlerleme, kalkınma ve refah gibi dönüştürücü etkiye sahip olan kavramlar toplumun temel motivasyonu haline getirilmektedir. Saraylar, silahlar, zenginleşme gibi ekâbir yapıya işaret eden kriterler İslam’ın ahlaklı, mütevazı ve adil toplum vurgularını barındırmamaktadır.

Ele alınan bu maddeler arttırılmaya ve derinleştirilmeye muhtaçtır. Tarih, kimlik, toplum, coğrafya üzerinde şümullü bir içerik arz eden Yerlilik ve Millilik, Türkiye’deki İslami düşüncenin salahiyeti açısından sistematik bir kritiğe tabi tutulmalıdır. Son olarak gelinen noktada Yerlilik ve Millilik gömleğinin, Müslümana uymayacağını ifade edebiliriz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x