Connect with us

Yazılar

Yerli, Milli ve Kirli – Harun Özkarakaş

Yayınlanma:

-

Yeni politik kültür, dünyada ve Türkiye’de farklı siyasal açılımlara ve arayışlara neden oldu. İtiraz sunan açılımlar daha çok kendisine yerlileşmeyle alan oluşturmaya çabaladı. Türkiye’de bunun izdüşümü olarak Yerlilik ve Millilik düşüncesi kendisine alan açtı. Günümüzde resmi ideoloji haline gelen bu fikir ne yazık ki daha çok liberal referanslarla kritik edildi. Ancak bu fikrin arka planında dinin araçsallaştırılması nedeniyle Müslümanlar tarafından da gündem edilip eleştirilmeye tabi tutulması gerekirdi. Eleştiriyi nitelikli yapan kısmi çalışmalar olmakla birlikte beklenen destek ve tartışma ne yazık ki oluşmadı.

Yaşadığımız coğrafyada 19. yy sonları ve 20. yy başlarında dünyadaki siyasal dönüşüme karşı nitelik açısından farklı ancak kaygılar açısından benzer bir süreç yaşandı. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset’inde güncel devlet modelleri ve ideolojik arayışlar karşısında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık akımlarını tartışıp Türkçülük ideolojisini bir reçete olarak sundu. Devleti kurtaracak ideoloji arayışı bu alanda kendisini ifade etti. Yeni politik kültürde, Akçura’nın üzerinde fikir yürüttüğü zemin anlam kaybına uğramıştır. Ulus devletlerin meşruiyet zemini büyük bir kırılmaya uğramış, kimlik tanımları ve kimliğe etkileri küreselleşen dünyada zayıflamış ve 19. yy sonlarında yaşanan kriz tekrar farklı bir mahiyette önümüze çıkmıştır. Tam bu noktada Yerlilik ve Millilik düşüncesi, elinde bulunan imkânları tekrar masaya yatırıp devleti kurtaracak, kimliği ve var olan toplumsallığı devam ettirecek bir arayışa girmiştir. Bu arayış sürecinde Akçura’nın yaptığı gibi tek bir model olan Türkçülük, kurtarıcı olarak görülmemiştir. Yerlilik ve Millilik düşüncesi resmi kimlik olarak Türkçülüğü, motivasyon ögesi olarak İslam’ı, etki etmek istediği hinterlant olarak da Osmanlıcılığı kendi bünyesinde cem etmiştir. Bu anlamda Yerlilik ve Millilik düşüncesine Üç Tarz-ı Siyaset Çorbası demek yerinde olacaktır!

İslami cenah bu süreçte ne yazık ki özgün bir arayış oluşturmak, açılım yapmak yerine yeni politik kültürü temsil eden Küreselcilik ile Yerlilik ve Millilik arasında bir tercihte bulunmuştur. Ağırlıklı olarak “yerli ve milli” çizgiyi benimseyen camia, İslami referansları Küreselciliğe karşı kullanırken bireysel çıkarlar ve yetersizlik nedeniyle Yerlilik ve Milliliğe karşı aynı refleksi göstermemiştir. İslam’ı, temel vurgularını örselemeden benimseyen her Müslüman bilecektir ki İslam; ne devleti, ne sermayeyi, ne de sınıfsal yapıyı kurtarmak için gelmiştir. İslam’ın tarihteki rolü, gücünü temerküz ettiren her türlü iktidar alanına karşı itiraz sunmaktan geçmektedir. Bu eylemini de kendi hukuk, adalet, dayanışma, mülk, kimlik vb. kavramlar üzerinden gerçekleştirmiştir.

Tartışmalar kavramın sözlük anlamında yürütüldüğü zaman Yerlilik ve Milliliğin ideolojik zemini ve amaçları ıskalanmaktadır. Savunduğu kurumsal yapı, bilgi teorisi, toplumsal ilişkiler, eğitim modeli, kimlik tanımı açısından modern kriterleri bünyesinde bulunduran bu ideoloji, fazlasıyla modern bir içerik arz etmektedir. Postmodern değerlerin oluşturduğu etkiye karşı modern iktidar alanını kurtarmak maksadıyla İslam’dan daha da uzaklaşan ve hatta İslam’ı araçsallaştıran bir tavır ortaya konmaktadır. Küreselleşmeye karşı gösterdiği tavır bir Müslümanın bu düşünceyi savunması için yeterli bir neden oluşturmamakta hatta barındırdığı felsefi ve kurumsal anlayış bizzat karşı çıkılması için neden oluşturmaktadır. Şimdi bu nedenleri kısa pasajlar şeklinde tartışmaya açabiliriz:

a. Ulus devlet, kıymetini kendisinden almaya kalkan tavrıyla yaratıcıdan rol çalmıştır. Ulus devletin bu konumunu Yerlilik ve Millilik içselleştirmiş, dini motivasyonlarla da kuvvetlendirmiştir.

b. Yerlilik ve Millilik, kurumsallaşma konusunda modernitenin tavrını aynen benimsemiştir. Aşırı kurumsallaşma, tekâsür toplumlarının vasfıdır. İslam, kurumları (özellikle seküler) değil toplumu öncelemiştir.

c. “Yerli ve milli” düşüncede kimlik tanımı toprak bağımlı şekilde ele ele alınmıştır. Kimlik tanımını akide üzerinden kuran bir din, fetişist bir şekilde kutsallaştırılan toprak ve sınır üzerinden müntesiplerini tanımlamamaktadır. İslam’ın tüm dünyayı kuşatan ufku, burada toprak ve sınırlar üzerinden terk edilmiştir.

d. Yerlilik ve Milliliğin kurucu ideolojik partisi olan AKP “biz ve öteki”ni, oluşturduğu pragmatist siyasete göre tanımlamaktadır ancak müslüman ufuk, güncel politikalar uğruna bu “biz ve öteki”nin ayrıştırıcılığını asla kullanamaz. Politik gündeme göre Deniz Baykal “biz” olabilirken, AKP’ye muhalif bir Müslüman, “öteki” olarak tanımlanabilmektedir. İslam, kendisine göre bir “biz ve öteki” inşa eder ancak burada “öteki”ne karşı kullanılan dil ve yaklaşım Yerlilik ve Millilik gibi yaşam alanı sunmayan, inkâr eden bir yapıda bulunmamakta, pragmatist hesaplarla tanımlanmamaktadır.

e. Modern tüm ideolojilerde olduğu gibi “yerli ve milli” düşüncede iktidar, meşruiyetini kurgulanmış bir tarihten almaktadır. Belirli bir ırkı, coğrafyayı ve dini yeniden yorumlayıp kendi iktidarına zemin hazırlayan bu düşünce, sözleşmeci kuramların iktidarı sekülerleştiren açılımlarını içselleştirmiştir. Kadim tüm inanışlar meşruiyetini dayandıkları değer ve/veya kitaplardan almaktadır. Bu konudaki tavrı Yerlilik ve Milliliğin kendini tanıttığı kavramsal çerçeveden ne kadar uzak olduğunu da göstermektedir. İslam, zanna uymayı (kurgulanmış bir tarihe inanmayı) Müslümanlara değil, gayrimüslimlere yakıştırmaktadır.

f. Tarihte sunulan öncü/kahraman profiller yapı olarak farklılaşmıştır. İslam tarihinde örnek şahsiyet için temel kriterler takva, ilim, amel, fedakârlık gibi değerler üzerinden ele alınmıştır ancak “yerli ve milli düşünce” ırk, coğrafya ve buna bağlı olan dini anlayış üzerinden yeni bir kahramanlar silsilesi oluşturmuştur. Halka yönelik tüm dizi ve filmlerde bu politika kendisini göstermektedir.

g. “Yerli ve milli düşünce” dış politika konusunda klasik ulus devlet tavrını benimsemektedir. Kendini mutlak şekilde merkeze alan ve kutsallaştıran bu akıl, dış politikada çıkarları uğruna rahatlıkla Müslüman ülkeleri küresel emperyalizmle beraber sömürecek refleksleri gösterecektir. Siyaset teorisi açısından Machiavelli’ye dayanan bu düşünce de kendisinin “yerlilik” konusunda ne kadar “tutarlı” olduğunu göstermektedir. İdeolojinin teorisyenlerinden Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabında Türkiye’nin bölgesel politikalarının küresel aktörlerin bölgesel politikalarıyla paralellik göstermesi gerektiğini açık bir şekilde dile getirmiştir.

h. Yerlilik ve Millilik düşüncesinde herhangi bir İslami yaklaşım için makul olma ölçütü, kendisini onaylamasından ve/veya Türkiye sınırları içerisinde üretilmiş olmasından geçmektedir. İslam coğrafyasını periferi olarak gören bu anlayış, orada üretilen düşünceleri de “zayıf ve sömürgecilerin etkisine açık” şeklinde tanımlamaktadır. Bu minvalde İslam coğrafyasından gelen bir fikir/nasihat ve birlikte hareket etme kaygısı en baştan mahkûm edilmektedir.

ı. “Yerli ve milli düşünce”ye bilgi kuramı açısından bakıldığında, dinin sadece motivasyon ögesi olarak kullanıldığını ve folklorik bir ögeye indirgendiğini, ilmî ve siyasi liderliğin uzmanlara, trollere, popülist siyasetçilere bırakılmasından anlamaktayız. Modern dünyanın kuramsal boyutunun yeniden üretilmesi bu konuda kendisini belirginleştirmiştir.

i. Manevi mekân olarak Abdurrahman Arslan’ın, Tarihi Toplumun Afyonu Yapmak başlıklı makalesinde değindiği gibi artık Kâbe, Mescid-i Aksa değil, Semerkand ve Buhara ön plâna çıkartılmaktadır. Ulusal anlamda karşılık bulmuş dizilerde, programlarda artık atıflar Semerkand ve Buhara’ya yapılıp, Türklük ve Maturidî din anlayışı üzerinden farklı mekânsal arayışlar gerçekleşmektedir.

j. İslam’ın kolektif şuurunu inşa eden Kurban ve Ramazan bayramları “yerli ve milli düşünce”nin kendisini yansıtması açısından bir alan oluşturmamaktadır. Irkı, coğrafyayı, devleti aşan bu bayramlardaki dayanışma ve kardeşlik ruhu, Yerlilik ve Milliliğin sınırlarını aşmaktadır. Bundan ötürüdür ki devlet, bayrak, ırk vb. gibi mefhumların ön plana çıkartıldığı ve yeniden üretildiği “15 Temmuz”un bir bayram olarak kullanılması kendileri açısından bir zaruret halini almıştır. Ulus devletin, ırkın ve sınırların kutsandığı bu bayram ne yazık ki müslümanların zihnindeki kırılmayı derinleştirmektedir.

k. Övünç kaynakları ve motivasyonlar açısından Yerlilik ve Millilik, sağcı ve muhafazakâr yapısını görünür kılmaktadır. İlerleme, kalkınma ve refah gibi dönüştürücü etkiye sahip olan kavramlar toplumun temel motivasyonu haline getirilmektedir. Saraylar, silahlar, zenginleşme gibi ekâbir yapıya işaret eden kriterler İslam’ın ahlaklı, mütevazı ve adil toplum vurgularını barındırmamaktadır.

Ele alınan bu maddeler arttırılmaya ve derinleştirilmeye muhtaçtır. Tarih, kimlik, toplum, coğrafya üzerinde şümullü bir içerik arz eden Yerlilik ve Millilik, Türkiye’deki İslami düşüncenin salahiyeti açısından sistematik bir kritiğe tabi tutulmalıdır. Son olarak gelinen noktada Yerlilik ve Millilik gömleğinin, Müslümana uymayacağını ifade edebiliriz.

Yazılar

İsrail’in Zehirli Mirası: Güney Lübnan’a Beyaz Fosfor Bombaları

Yayınlanma:

-

Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde (AUB) çevre kimyası araştırmacısı olan Abbas Baalbaki, yaklaşık altı aydır İsrail tarafından Lübnan topraklarına atılan beyaz fosforu inceliyordu.

Sonra bir gün, bir meslektaşıyla birlikte inceledikleri bir numune alev aldı.

Böyle bir şey olmamalıydı. Örnekler, 17 Ekim’de Kfar Kila üzerine bırakılmış ve 10 Kasım’da bölgede yağmur yağdıktan sonra toplanmıştı.

Baalbaki, onları test ettiğinde neredeyse bir aydır “kullanılmış” durumdaydılar.

Beyaz fosforla ilgili tüm literatürü okumuş ve tüm önlemleri almıştı, numunelerin aktif olmaması gerekiyordu.

Baalbaki, El Cezire’ye “Duman yaymaya başladılar!” diye anlattı.

Dumana birkaç saniye maruz kalmak, Baalbaki’nin günlerce beyin sisi, konsantrasyon eksikliği, aşırı baş ağrısı, yorgunluk ve mide krampları yaşamasına yetmiş.

“Meslektaşımı aradım ve ona nasıl hissettiğini sordum,” dedi. “Onda da aynı belirtiler vardı. Ne kadar zehirli olduğunu anlamamıştım.”

Baalbaki, Lübnan’a atılan beyaz fosforun, konuyla ilgili bilgilerin gösterdiğinden çok daha uzun süre aktif, çok zehirli ve yanıcı kaldığını düşünüyor.

Baalbaki, İsrail’in taktiklerinin Güney Lübnan’ın çevresine, tarımına ve ekonomisine uzun vadeli ve potansiyel olarak geri dönüşü olmayan zararlar verdiği ve bu bölgeyi yaşanmaz hâle getirebileceği konusunda uyarıda bulunan Lübnanlı araştırmacı ve uzmanlar korosuna katılıyor.

Baalbaki, Lübnan Hizbullah’ı ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ardından sınır ötesi saldırılar düzenlemeye başlamasından bu yana “tehlikeli maddeler; toprağımıza, suyumuza ve toprağımıza giren yabancı maddeler” üzerinde çalışmak zorunda kaldı.

Baalbaki’nin test ettiği beyaz fosfor; İsrail’in, Lübnan’ın güney köylerine ve tarım arazilerine saldırdığı silahlar arasında yer alıyor.

8 Ekim’de Hizbullah, İsrail işgali altındaki Şebaa Çiftliklerine saldırılar düzenlerken İsrail de Güney Lübnan’a saldırılar başlattı.

Lübnan Ulusal Bilimsel Araştırma Konseyi’ne (CNRS) göre 6 Mart’a kadar Güney Lübnan’a 117 fosforik bomba atıldı. Saldırılar devam ediyor.

İsrail, beyaz fosfor mühimmatını savaş alanında sis perdesi oluşturmak için kullandığını iddia ediyor. Ancak İsrail’in beyaz fosfor kullanımıyla ilgili olarak Lübnan’da çeşitli alanlardaki uzmanlarla yapılan görüşmelerde ortak bir teori ortaya çıktı: İsrail bunu, sivilleri bölgeden uzaklaştırmak ve Güney Lübnan’ı şimdi ve gelecekte yaşanmaz hale getirmek için daha büyük bir stratejinin parçası olarak kullanıyor.

El Cezire, araştırmacıların beyaz fosfor kullanımının kasıtlı olduğu yönündeki sonuçlarına ilişkin yorum almak üzere İsrailli yetkililere ulaşmış ancak yayın saati itibariyle herhangi bir yanıt alamamıştır.

AUB Doğa Koruma Merkezi (AUB-NCC) müdür yardımcısı Antoine Kallab, beyaz fosforla ilgili yakın zamanda düzenlenen bir panelde “Beyaz fosfor bir mermi ya da hedefe yönelik mühimmat gibi değildir, araziyi yaşanmaz hale getirmek için kullanılır.” dedi ve görüntülerin etkilerinin yayıldığını, “hedeflenen yerler” sınırlı kalmadığını gösterdiğini ekledi.

Baalbaki, “[İsrail ordusu] beyaz fosforun zararlı olduğunu, çok daha sonraki durumlarda yeniden alevlendiğini ve çevre üzerindeki toksik etkilerini iyi biliyor.” dedi.

Savaştan önce Lübnanlılar, İsrail’e İbranice konuşulduğunu duyabilecekleri kadar yakın olan eski bir sınır kapısı olan Fatima Kapısında bir gün geçirebiliyorlardı ancak ziyaretçilerin dikkatini çeken tek şey bu değildi.

Arap Reform Girişimi İcra Direktörü Nadim Houry, El-Cezire’ye yaptığı açıklamada “Güneye doğru gittiğinizde çok çarpıcı bir manzara ile karşılaşıyorsunuz!” dedi.

“Lübnan tarafı tamamen çorak bir arazi iken İsrailliler sınırdan önceki son santime kadar ekim yapıyorlar. İsrailliler [Lübnanlıların] ekim yapmasını neredeyse imkânsız hale getirdiler!”

Uluslararası Göç Örgütü’ne göre savaşın başlamasından bu yana 91,000’den fazla insan Güney Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı.

BM’ye göre 60,000 kişi de hâlâ aktif çatışma bölgelerinde bulunuyor ve bunların çoğu kaynak yetersizliği ya da yaşlılık veya engellilik nedeniyle hareket kabiliyetinden yoksun oldukları için kaçamıyor.

Baalbaki, El Cezire’ye yaptığı açıklamada bu insanların çoğunun artık sarımsağa benzeyen beyaz fosfor kokusunu tanıdığını söyledi.

Beyaz fosfor -doğada bulunmayan mumsu, beyaz veya sarımsı bir katı- 30C (86F) üzerindeki sıcaklıklarda havadaki oksijene maruz kaldığında tutuşur ve fosfor oksitlerle karışık yoğun beyaz duman şeritleri yağdırır. Fotoğraflar, yanan tarım arazileri veya yapılar üzerinde uçan gaz halindeki beyaz denizanalarını andırıyor.

Ateşli parçalar tamamen oksitlenene ya da oksijensiz kalana kadar bitki örtüsü, binalar ya da insan eti üzerinde yanmaya devam eder.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC), “Beyaz fosfor, havada oksijenle hızla reaksiyona girerek dakikalar içinde nispeten zararsız kimyasallar üretir” derken “toprakta ise partiküllere yapışabilir ve birkaç gün içinde daha az zararlı bileşiklere dönüşebilir!” diyor.

Bu sözler, 2014’ten bu yana revize edilmedi.

Beyaz fosforun etkilerini inceleyen Lübnanlı araştırmacı ve akademisyenler, beyaz fosforun uzun vadede toprağı, bitkileri ve hayvanları nasıl etkileyeceğini belirlemek için çok az yararlı veri bulunduğunu söylüyor.

Bu tür çalışmaları yürüten gruplar sadece beyaz fosforu sağlayanlar, ABD ordusu ve bu vakada Gazze’den araştırmacılar olan bazı kurbanlardır.

(…)

“İsrail ordusu 1982 işgalinde sivilleri beyaz fosforla hedef aldı ve 7 Ekim’den bu yana ormanlarda, tarlalarda, zeytin ve meyve ağaçlarında çok sayıda beyaz fosfor kullanıldı.

(…)

2006 savaşının son günlerinde İsrail, özellikle çatışmanın son üç gününde, her iki tarafın da bir anlaşmanın yakın olduğunu bildiği bir zamanda Güney Lübnan’ın geniş bir bölümünü 2,6 ila 4 milyon misket bombasıyla vurdu.

(…)

Beyaz fosfor ve diğer silahların toprak üzerindeki uzun vadeli etkilerinin araştırılması gerekirken, BM’ye göre tarımın yerel GSYİH’nin yüzde 80’ini oluşturduğu güney Lübnan halkı için âcil bir ekonomik kriz söz konusudur.

Savaş başlamadan önce bile çiftçiler geçinmekte zorlanıyordu.

Dünya Bankası’na göre Lübnan, modern tarihin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşarken para birimi 2019’da serbest düşüşe geçti. Lira, değerinin yüzde 95’inden fazlasını kaybetti ancak son zamanlarda 89.700 lira / 1 dolar civarında dengelendi (kriz öncesi döviz kuru 15.000 dolar / 1 dolardı).

(…)

2019’dan önce çiftçiler, ihtiyaçları olan şeyleri krediyle satın alabiliyor ve tedarikçilere hasattan sonra ödeme yapabiliyordu ancak bugün çiftçiler peşin ve nakit ödeme yapmak zorunda ve ekonomi dolarize olduğu için her şey daha pahalı hale geldi. Salloum, “[Eski] sistem krizden bu yana öldü!” dedi.

Lübnan Merkez Bankası’na göre Güney Lübnan’ın toplam ihracatı yılda yaklaşık 94 milyon dolar değerindedir. Salloum, 2006’daki savaş sırasında “Tarımdan kaynaklanan kayıp 280 milyon dolardı” dedi. “ve 2006’da ekonomik bir kriz yaşamadık.”

Güney Lübnan Tarım Birliği Başkanı Hüseyin, El Cezire’ye yaptığı açıklamada “Ekonomik açıdan felç olmuş durumdayız! Sınırdan Sidon’a kadar [sınırdan yaklaşık 62 km ya da 38,5 mil uzaklıkta] insanlar hareketlerine çok dikkat ediyor. Ekonomik olarak büyüme yok ve herkes korkuyor.” dedi.

Kaynak: aljazeera.com

Devamını Okuyun

Yazılar

İstanbul’da Üç Noktadan Geleceğe Sesleniş – Ömer Bilal Karakaya

Yayınlanma:

-

Üç araç değiştirip gittiğinizde bulmak isteyeceğiniz yeni bir şey olmasıdır, değil mi?

Ya da en azından bir sıcaklık ararsınız, söyleneni değil söylenmek isteneni anlayacak kadar söyleyene değer verildiği yer olabilir.

Bakalım, baskının en koyusuna giderken karanlığı durdurup hepimiz için bir kıvılcım olma potansiyelindeki üç farklı yere gidiyoruz. Farklı insanlar sözlerini nasıl söylüyorlar, birlikte nasıl yürüyorlar; izleyenlerine, sempatizanlarına nasıl umut oluyorlar, görelim istedim.

Bu üç noktanın birincisi olarak İstanbul TÜSİAD’ın önünde, İsrail’le ticarete devam eden şirketleri, kurumları protesto eden “Filistin İçin 1000 Genç”in eylemine gidiyoruz. Sonrasında, devrimci Akıncı (sadece Akıncı değil) Metin Yüksel ile solcu devrimci Deniz Gezmiş’in birlikte anılacağı Balat’taki programa; ertesi gün ise Şişli’de 23 emek örgütünün katıldığı paneli takip edeceğiz.

Filistin İçin 1000 Genç eylemine geldik. Y&Z jenerasyonlarının ikisini bir arada görüyoruz. Gezi’den az evveline kadar bu jenerasyonlar için, “Çok zekiler ama acımasızlar, sekterler, vefasızlar; saman alevi gibi parlayıp sönüyorlar; sadece bağımsız, yakın hedef odaklı, farklı farklı ilgi alanları var, vb.” eleştiriler oluyordu. Ama görüldü ki her jenerasyon kendi döneminde başına gelenlerle mücadele edebilir. Geçmiş tecrübelere takılmadan, herkes beklerken yola çıkabilir. Üstelik teknoloji çağında yola koyuldukları konuları dünyaya duyurabilir, olağan bir haksızlığa itirazı bile kitleselleştirebilir hatta oradan birleşik mücadele hattı çıkarabilirler.

Neyse, ön koşullu soruları geçip, büyük bir yapının, partinin desteği olmadan özellikle muhafazakâr yapıların hışmını üzerine çekecek tarzda yandaş sermayeyi protesto etmek gibi cesurca protesto etme ahlâkını gösterenlerin artılarına bakmak daha insanî! “Diriliş Buluşmaları” programları yaparak iktidardaki bizim mahallenin ettiklerini umursamayan İHH gibi yerlerden gençler olur mu diye bakındık.  “Abi bürokrasisi”ni tekrar hatırlamak zorunda kaldık tabii!

15 Temmuz’dan sonra kurulup hak mücadelesi veren platformlardan da gelen yoktu. Her ziyarete gidilen yere “Bizi niye gündem etmiyorsunuz?” derken buradaki eylemlerden nefes almayanlara sözüm, “Lütfen üstünüze alının ama bu, siyasetsizliğe düşüp yalın, özcü bir mağduriyetten kurtulma çabasıdır.” oluyor.

Dileğimiz tabii ki karar verdikleri yolda yürürken farklı yapıların kurduğu geniş çaplı birliklerde yer almaları… Bunun için ters düşebildikleri konulara, yaklaşımlara takılmadan buralarda sebat etmeleri…

Taksim’de, TÜSİAD önündeki genç topluluğun bahsettiğim birliklere tecrübelerini aktarabilecekleri, katalizör ve turnusol olabilme imkânı buluyorlar. Her itirazın, çıkışın sözünü kitleselleştirmesi ve ülke genelinde hareket kurmanın paydaşı olacaklar. Bu olamazsa özcülükte, sterilde kalma ve siyasetini kitleselleştirmede zorlanabilecektir. Buradaki gençlerin eşit katılımcı (hiyerarşisiz, ortak akılla) doğru yerden başladıklarından klişe hâle gelmeyeceklerinden umutla ayrılıyoruz TÜSİAD önündeki eylemden. Darısı; iradelerin önce büyüklerin, sonra iktidarların patentine uygun hale getirildiği insani yardım vakıflarındaki gençlere….

Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş’in, anma programında yan yana getirilişinin hikmetini öğrenmeye geçiyoruz Balat’a, “Antikapitalist Müslümanlar”ın programına… (https://www.youtube.com/watch?v=YUt9ZVlMQM4)

İnşa’daki programa yola çıkarken “Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş birlikte anılır mıymış?” diye bir serzeniş duymuştum, Kemalistti vb. gibi itirazlarla.

Oysa program başlayınca bence solun ideoloğu olmayı hak eden, video konferansla katılan  Demir Küçükaydın’dan ayrıntıyı öğrenmiş olduk. Zaten yol boyunca “Türk ve Kürt halklarının eşitliğine, bağımsızlığına vurgu yapan birisi böyle olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Küçükaydın, “CHP veya Kadıköy’ün solcularının bayrak yapabileceği bir Deniz Gezmiş var artık!” dedi. Gerçek Deniz Gezmiş, bizler gibi son Mohikanlar dışında kimse tarafından bilinmiyor artık!” diye ekledi. Yani Deniz’i, kendi anlayışına uygun biçimde icat edenleri özetledi.

Deniz Gezmiş ve Metin Yüksel’i anma programda ikisinin de yanlışlarına vurgu yapılmasını beklemiyorduk doğal olarak. Belki eleştirilerde cevap verilirdi. Bu konuda kitaplar izaha daha uygun olduklarından onların devreye girmesi gerekiyor tabii. Mesela “Bizim Deniz” kitabında dönemin diğer solcularının “Kır Gerillası” hedefine getirdikleri karşı açıklamaları dinlememekteki ısrarı anlatılır. Erdal Öz’ün “Deniz Gezmiş Anlatıyor” kitabında, odaklandığı yer itibarıyla bunlar yer almıyor. Deniz Gezmiş’in karşılıklı çatışmaları olmasına rağmen pusu kurma olaylarına karışmadığı belirtildi. Bu tür panellerde birinci dereceden tanıklar olması çok iyi ama yarım kalan ayrıntılar, sorular için kitaplara, kaynaklara atıflara yer verilmeli.

Anma programından ilginç anekdot: Köy çalışmasına giden solcuların köylülerin işlerini yapması ve sempati kazanması ama Cumaya gitmeyince olayın akamete uğraması!

Bence solcuların Cumaya o dönemde neden gitmediklerinin dezavantajını analiz etmek yerine bu durumu “Müslümanlardan da bazı gerekçelerle gitmeyenlerin olduğu” bilgisiyle açıklayabilmeliydiler ya da “İlkesinden sapmış Cumalara Müslümanlar nasıl gidebiliyorlar?”ı sorabilmeliydiler oradaki köylülere. “Cuma” demek, “toplanmak, dertleşmek” değil mi; “Kurtaralım Cumaları devletin hegemonyasından! Onu özgürleştirelim ki Müslümanlar amacına uygun ibadet etsin!” derlerdi. Sivil Cumaları canlandırırlardı.

Yoksa “Mısır’daki komünistler gibi katılmak isteriz.” derlerdi belki… Özgür, bağımsız bir Cuma’nın nasıllığını anlatabilecek durumda olmalıydılar. Mısır’da komünistlerin Cuma meselesini örnek gösterebilmeliydiler. Madem kuyudan birlikte çıkabilmek birbirine tutunarak olacak, o zaman Müslümanlar ve solcuların birbirlerini bir an önce görmek-tanımakanlamakkabul etmek sürecini tamamlamaları gerekiyordu nicedir. Bu dört aşamayı Gezi zamanında Beşiktaş Çarşı grubu temsilcilerinden biri, hârika bir şekilde anlatmıştı.

Bence Deniz Gezmiş, Filistin’den geldiği zaman mücadele tarzını belirlerken/değiştirirken  Ertuğrul Kürkçülerin bunun yerine mevcut direnişlere devam edilmesi yönündeki tavsiyesini dinlerken Metin Yüksel ve Sedat Yenigün gibi devrimci Müslümanlarla da gelip konuşabilmeliydi. Tabi bunu karşılıklı istemek gerekiyordu. Bence bunun gerçekleşmeme hatası daha çok Denizlerdeydi. Duvarlara “Sınıfsız, Sınırsız İslam Toplumu” ve Türkçe-Kürtçe sloganları birlikte yazan Yükseller, Yenigünler cidden muhatap alınmalıydı.

Velhasıl sıcacık bir anma programı oldu. Ancak gelecek yıl sadece Yüksel-Deniz anması değil de “Yüksel-Yenigün-Kaypakkaya-Deniz tarihçesi” gibi programlara geçilmeli.

“İslam ve Sol” veya “Müslüman Sosyalistler” programlarından ileri geçerek bir tarihsel bölüm alınarak “Şu tarih aralığında Müslümanlar ve Sosyalistler” vb. programlara geçilebilmeli.

İstanbul’daki önemli programların üçüncüsündeyiz. Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezinde yapılan “Sınıf Hareketinin Durumu: Deneyimlerimiz Işığında Ne Yapmalı” başlıklı panele yirmiden fazla işçi-emekçi örgütü ve sendikalar ayrı ayrı bu mücadelenin nasıl yapılacağına dair “Ne diyoruz, birbirimizden duyalım!” amacıyla yapılmış. (https://youtu.be/YCDpGPoYhMw?si=v30XWrZvRoQmmSA3)

Birbirine pek ters düşmeyen 23 kurumun bir araya geldiği salon canlı görünüyor.

Katılımcılardan Emek ve Adalet platformu konuşmacısının anlattıklarına ayrı parantez açıyorum. En çok tanıdığım kurum olarak linkteki videodan konuşmanın tamamı ve X hesabından takip edilebilir. İKEP temsilcisinin “En az 1-2 maddelik, anlaştığımız kararlar alalım!” isteği önemliydi. Bu gerçekleşseydi elbette Emek ve Adalet Platformu’nun altını çizdiği tahlillere odaklanılmış olabilecekti. Bana göre önemli tespitler şöyle:

  • İlerlemenin ve aydınlanmanın idealist tanımlarına yaslanarak dahası Kemalizm’in açtığı alanda bu terimleri sınıf siyasetinin merkezine alarak Türkiye sosyalist hareketi, bu topraklardaki sınıfın maddesinden, sınıfın kaynağındaki yapıdan uzaklaşmıştır
  • Sınıf mücadelesinin kitleselleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz aydınlanmacı anlayışın ve kültür savaşının terk edilmesi: İdeolojik gücümüzü (işçilere giderken) önümüzde değil, ardımızda götürelim.
  • İşçilerin bir temsilci beklediğini var saymaktansa onların kendi kendilerini temsil ettikleri direnişlerin sınıf hareketine egemen olmasına çalışmalıyız.
  • İşçi sınıfının gündelik pratiğine onları kurtaracak olan bir ideolojik yük ile değil, onların gündelik hayatlarında ürettikleri direncin bizi kurtaracak şey olduğunu söyleyerek dahil olalım
  • Bunlar yıllarca süren tartışmalar , araştırmalar, sahada yüzleşilen tecrübeler olduğundan yukarıda bahsettiğim İKEP temsilcisinin en az 1-2 maddeyi anlaştığımız kararlar olarak ilan edelim isteğinin önemi belli oldu. Böylesi kararlar alınsa birliğin işçi cephesi olmasına yarar.
  • Kaldıraç’ın özetlediği slogan “rekabet böler, eylem birleştirir” ile birbirini tamamlayan görüşler ile yoluna devam edilebilecek bir birlik yapısı gelecek mesajı verilebildi bence.
  • Kapanış bölümünde soruları cevaplayan bir konuşmacıya dinleyicilerin müdahelesine salonun bir tepki vermesini beklerken, bu defa Çorlu’dan gelen işçiyi, konuşmaya kışkırtıcı bir şekilde giriş yapmış olsa bile o denli susturmaya yönelik tepki yine salona yakışmadı tabii. Ancak katılan kurumların kitlesel birleşik bir emek cephesinin başlangıcını kurabilecelek potansiyeli olduğunu söylemek isterim. Kaosları beklerken ve yılgınlıklar arasında toplanıp konuşmak herkese iyi geldi.

Devamını Okuyun

Yazılar

Allah’la Konuşmak – Emir Faruk Sevim

Yayınlanma:

-

Bir film, bir tiyatro oyunu, bir de dizi…

Üçü de benzer duygu ve düşünceler uyandırıyor bende. Kayda değer farkları bir kenara, üçünde de imana bir kapı açma imkânı mevcut.

Matrix: Evreni Sorgulatan Bir Fikir

Evrenin gerçek olmadığı fikri, onunla yüzleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak zorluklar içeriyor. Dış dünyayı gerçekte olduğu şekilde algılıyor olduğumuz sağ duyusunu aşmak başlı başına bir mesele. Ama örneğin insan bilincinin türlü etkenlerle değişebilmesi dikkate alındığında bu adımı atmak kolaylaşabilir. Yine de bu idrak seviyesini günlük hayatta sürdürmek pek mümkün gözükmüyor, eğer bahis konusu idrak fiili bir düşünme egzersizinden ibaretse. Peki, ya yüzleştiğimiz hakikat evrene bakışımızı radikal bir şekilde dönüştürme kudretine sahipse? İşte bu durumda nesnelere bakıp onları var eden kodu görme imkânı söz konusu olabilir.

Evreni kuran hakikatin kudretine şüphe yok. Fakat teslim olma iradesini kişi kendisi ortaya koymak zorunda. Hakikate adanmayı seçmek insana bırakılmış. Kim kaderini bu adayış üzere tayin ederse, yeni bir sağduyu kazanabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Bana Bir Şeyhler Oluyor: Ruha Dokunan Bir Şiir

Nesnelliğin hegemonyasında içe bakmak delilik addediliyor. Üzerindeki biyopolitik baskının altında ezilen içe bakışın yerini kişisel gelişim dolduruyor. Yüreklere yerleşen gelecek kaygısının güdülediği fasılasız hayatlarda içe dönmeye vakit yok. Ancak ruh, kendisinden kaçılabilecek fuzuli bir antite değil. Dış dünyanın tecrübesi dahî ruhun marifetiyle gerçekleşiyor. Fakat içe dönmenin vesilesi sıklıkla bu tip teorik düşünceler değil, varoluşsal sancılar oluyor. Bunalımlar içinde bir odaya kapanmak, bir yalnızlık anında insanın kendisiyle hemhal olmasını sağlayabilir. Yoğun duygularla dolu bu yalnızlık kendini bilmenin imkânını doğurabilir. Kendinin bilgisine erişmek bir veçhesiyle hakikate de erişmek anlamına gelir. Zira hakikat hiçbir şekilde görünüşte nesnel olanla sınırlanamaz. Dışarıdaki nesnelliğin mutlak olmaması ölçüsünde içerideki öznellik de mutlak değil, her ikisi de zıddını içeriyor.

Hakikate bu içeriden bakış nefis muhasebesinin çok ötesine, Yaradan’la yakınlık kurmaya kadar varabilir. Çoğumuzun hazır olmadığı fikir şu ki bu yakınlık belirli bir zümreye mahsus kılınmış değil. Hangi kalb-i selîm murat etse, O’nunla içten bir bağ kurabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Kübra: Topluma Seslenen Bir Çağrı

Kapitalist statüko toplumsallaşmanın yöntemlerini kat’i bir şekilde belirlemiş durumda. Topluma farklı bir yolla seslenmek çoğu zaman hayal bile edilemiyor. Halbuki adalete karşı olan arzunun önüne geçilemez. Bu arzu huzurlu bir kötülük düzenini imkânsız kılar. Böylece adalet, her huzursuzlukta, yağmur bulutlarının aralanmasıyla aydınlığı açığa çıkan güneş gibi yüzünü gösterir. Kendisine atanmış rolü oynamaktan vazgeçip özgür bir eylemde bulunmaya cesaret edenler, hakikatin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Çünkü hakikatin mekânı ne evrenin kodlarıyla ne de ruhun derinlikleriyle sınırlıdır. Esasen onun en aşikâr olduğu yer insan ilişkileridir.

Çeşitli çıkar ilişkileriyle kuşatılmış insanın özgür bir eylemde bulunabilmesi için sûret-i haktan görünen telkinleri hiçe sayması gerekebilir. Özgürlüğünün bilinciyle kendi yolunu seçip adaletin sesine kulak veren bir yiğit, hakikatle aramızdaki duvarları yıkabilir. Umulur ki hepimiz için bir kapı açılır.

Mucize: Temas Kurmak

İnsanı hayrete düşüren açıklanamaz bir mucize isteyenler boş bir beklentiyle oyalanıp dururlar. Beklenen gerçekleşse bile bu isteklerin sonu gelmez, insanoğlu tatmin olmaz. Şımarıklık yolunun varış noktası ya sahte kutsalların egemenliği ya da başıboş bir bocalama hâlidir. Geçtiğimiz iki yüz yıl, iki seçeneği de sırasıyla bize yaşatmadı mı? Pozitivizm saplantısı, açıklanabilenleri ipotek altında tutarken hakikatle temasımızı açıklanamazlar alanına hapsetti. Böylece birbiriyle çatışan iki huzursuzluk düzeninden mürekkep bir dünya doğdu. Bu dünyada mucizelere yer yok. Fakat bu mucize yoksunu dünya huzursuz yürekleri tatmin etmiyor. O yüzden bu rüya yarıda kalmaya mahkûm.

Belki de mucize denilen şey, her yerde ve her şeyde bulunan hakikatle temas kurmaktan ibarettir. Bu temas her zaman bir yönüyle açıklanabilirdir: Sünnetullahta bir zemini vardır. Öteki yönüyle ise tecrübîdir. Tecrübe edenin görebildiği ama gösteremediği bir hâldir. Bununla beraber mucizeyi gören kişi diğerlerini de görmeye davet edebilir. Dileyen açılan kapıdan girer.

Belki de mucize aslında bir tanedir ve buradadır, yanı başımızda. Ona erişim tüm zamanlarda ve mekânlarda mümkündür. Allah bu imkânı insana vererek bir mucize yaratmıştır. Bizden muradı bu imkânı kullanmamızdır. Çünkü bizimle irtibata geçmek ve bize ağır ama taşıyabileceğimiz bir yük yüklemek istiyordur. Bu sarp yokuşu çıkmaya talip olanlar, evrene, ruha ve topluma baktıklarında mucizeyi görürler.

İman: Allah’la Konuşmak

Bir fetret döneminde vahyin devam etmesi için Allah’a yalvaran bir peygamberin ıstırabını paylaşan samimi bir sorgulayıcı, Allah’ın nasıl olup da gözlerine, kulaklarına, hislerine, düşüncelerine, eylemlerine rehber olacağını sorarsa, iyi bir cevabı hak etmiş olur. Birtakım usullerden dem vuran akademik cevaplar, mucizenin tecrübî yönünü göz ardı eder. Hakikatle temas, bir dizi teknik talimatın kuru kuru uygulanmasıyla gerçekleşemez. Çünkü esasen temasa konu olan şey, orada bir yerde keşfedilmeyi bekleyen dışsal bir nesne değil, tecrübe ettiğimiz dünyanın kurucu öznesidir. Soru aslında kişinin Allah’la konuşma talebini ifade ediyor. Bu talebin olumlu karşılanma imkânı, imana açılan kapıdır.

Allah’la konuşan kişinin adanma niyeti edimsellik kazanır. Konuşmanın etkisinde olduğu sürece, onun için artık dünya meşgalesi bir oyundan ibarettir. Sağlam bir imanın tadına varır. Oyunun kural koyucusuyla temasta olmak ona öyle bir güç verir ki gerçekliği manipüle etmenin bile ihtimal dahilinde olduğunu düşünebilir. Ancak sünnetullahın sürekliliği buna izin vermez. Kurallar herkes içindir. Kimse dünya meşgalesinden âzâde değildir. Zor olan da bu bilinç seviyesini taşıyarak bir yandan oyuna devam etmektir. Allah’la konuşmanın verdiği güç, bu esas zorluğun üstesinden gelmeyi ve ardından hayat içindeki cüz’î zorluklara hikmetli çözümler üretmeyi sağlayabilir.

Her şeyin sahtesi olduğu gibi Allah’la konuşanların da sahtesi olmuştur ve olacaktır. Allah’la konuştuğu iddiasına yaslanarak sorgulanmaya kapalı hükümler koyanlar ancak şarlatanlar olabilir. Ama imtiyazlı bir makama sığınmadan, herkese hitaben ve açık yüreklilikle öneriler sunanların sözü dinlemeye değerdir. Kimseyi hiçbir şeye zorlamadan herkese meydan okurlar. Muarız meydan okumalar elbette her zaman çıkabilir. İnsanlık mucizesi sayesinde, hangi meydan okuyan sözün hakikatten izler taşıdığını görme imkânı herkes için mevcuttur. Ne mutlu görenlere!

Devamını Okuyun

GÜNDEM