Connect with us

Köşe Yazıları

Yalanın Siyaseti

Yayınlanma:

-

Yalanın Siyaseti adlı kitabında Yalın Alpay, yakın tarihten ve dahi güncel siyasi figürlerden bol bol örnekler vererek yalanın meşrulaştırılmasını, hakikatin önemsizleştirilmesini (post-truth) ve hileli akıl yürütme (safsata) tekniklerini anlatıyor.

Artık nesnel veriler kullanmaya gerek duymadan, sadece duygulara ve önyargılara hitap ederek, yalanları hakikatmiş gibi yutturuyorlar kitlelere. Hakikatle yüzleşmek, insanı özeleştiriye ve değişime zorlar. Öte yandan, önyargılara yaslanmak, engin bir kafa konforu sağlar.

İçten içe, “boş ver, takma kafana, rahatına bak” demek, işin kolayına kaçmak, yaygın bir davranış şeklidir. İnsan hazzı, kendini iyi hissetmeyi önceler. Zaten herkesler de çok meşgul. Şairin dediği gibi; kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya!

Biz yine de yaşamayı ağırdan alalım ve ince şeylere, durup, şöyle bir bakalım.

Bir haftadır tartışılan bir konu var Türkiye’de: Çıplak Arama. Yazıya başlarken andığım kitabın önemini ortaya koyan örnek bir olay bu. Dilerseniz, birlikte inceleyelim. Türkiye’de çıplak arama var mı yok mu, kararı siz verin.

HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu‘nun ‘Uşak’ta gözaltına alınan 30 üniversite öğrencisi kadının çıplak aramaya maruz bırakıldığını açıklaması üzerine Ak Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin‘den bir cevap geldi: Ben Türkiye’de çıplak arama olduğuna asla inanmıyorum, yok böyle bir şey”. Bu cevaptan önce, iddiayı ortaya atan kişi için “bu kadar Meclis’i terörize eden bir milletvekili görmedim” dedi. O arada şu cümleyi de kurdu: “Kendisinin geldiği bir yer var. Orayı siz artık bağlarsınız, nereden geldiğini.” Hemen ardından da “böyle” insanlar tarafından “böyle” şeylerin dile getirilmesini kastederek, “bunu çok net söyleyeceğim, bu bir FETÖ yöntemidir.” dedi.

Özlem Zengin, hakikatin önemsizleştirildiği, yalanın meşrulaştırıldığı ve her türlü hileli akıl yürütme tekniğinin kullanıldığı, bataklığı andıran Türkiye siyaset arenasında “kuralına göre” oynamış ve piyasanın ucuz numaralarından bir kaçına birden dört elle sarılmış görünüyor.

Cezaevleri ile bir şekilde temas etmiş milyon insanın bildiği, üstelik 20 yıldır uygulanan bir yöntemi, “çıplak arama” rezaletini, ya bilmiyor ya da bize, 80 milyon insana, yalan konuşuyor. Yalan konuşmuyorsa, demek oluyor ki bu konudaki cehaletini büyük bir özgüvenle ortaya koyuyor.

Milletvekili olan, Meclis’te ve kameralar önünde her vesileyle insan hakları ihlallerini duyuran bir insanın ortaya attığı iddiayı araştırmak yerine, ne yapıyor Özlem Hanım?

Rakip gördüğü kişiyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. HDP’nin terörle arasına yeterli mesafeyi koyamamasından (bir doğrudan) yola çıkarak her HDP’linin terörist olduğu yönünde hileli bir çıkarım yapıyor. Kitleleri öyle düşünmeye yönlendiriyor. Hakkın yanında batıl zail olmaya mahkum. Bunu bildiğinden veya hissettiğinden, eşeği sağlam kazığa bağlamak ihtiyacı içine girmiş. PKK’lı çamurundan yeterli iz kalmazsa diye FETÖ’cü olduğu algısından çamur tedarik etme yoluna başvurmuş.

Özlem Hanım, gerçeği araştıracağı yerde çamurla sıvamaya, muhatabını iki terör örgütüne birden yamamaya çalışıyor. Kusura bakmasın ama ortaya koyduğu performansı özetleyecek kelimeler şunlar: Hile, Cehalet, Yalan ve İftira.

Gergerlioğlu’nun terörle ilişkisi olmadığını bal gibi de biliyor. Gerçek umurunda değil veya basbayağı kandırılmış. “İnanmıyorum” diyor, “biliyorum” demiyor, diyemiyor. Önyargılara, algılara, duygulara oynuyor. Hakikat? Hakikat kimin umrunda ki!

Gelelim, Türkiye cezaevlerindeki “çıplak arama” geleneğine. Bir avukat olarak 8 yıldır Türkiye’nin değişik bölgelerinde cezaevlerine gittiğimi, ziyaretlerin ardından izlenimlerimi yazdığımı bilenler bilir. Pek çok cezaevinde mahkumlardan çıplak arama hikayelerini dinlemişliğimiz vardır.

Şurası kesin ki mahkumların/tutukluların çıplak olarak aranması güvenlikten ziyade onur kırmak, aşağılamak amacıyla, bir psikolojik işkence metodu olarak uygulanıyor. Üstelik bu yeni de değil. F Tipi Cezaevi sisteminin başladığı 2000 yılından bu yana sistematik biçimde uygulanıyor.

Kaldı ki bunun yönetmelikte de yeri var. Avukat Kaya Kartal bir hafta önce twitter hesabında paylaşmıştı. 2006 Tarihli İnfaz Tüzüğü’nün 46. Maddesi’nde açıkça düzenlenmiş. Çıplak arama, gerekli durumda ancak cezaevi tabibi eşliğinde gerçekleştirilir lakin bu kurala da genel olarak uyulmuyor.

Cezaevleri denetime kapalı alanlardır, hele ki Türkiye gibi Hukuk’un içselleştirilmediği, keyfiyetin galebe çaldığı ülkelerde sayısız hak ihlali olur fakat hak arama yolları ya kapalı ya çok çetrefilli ve risklidir! Hak arayayım derken daha çok haksızlığa maruz kalma riskinden bahsediyorum.

Önceki gün F Tipi Cezaevinde örgüt üyeliğinden 20 yıldan fazladır yatmakta olan bir mahkumla görüştüm. Kendisine şahsi çıplak arama tecrübesini sordum. 2017 yılında yaşanan bir dizi olayı anlattı. İbretlik bir örnek bu.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ’cüleri F Tipi cezaevlerine yerleştirmek için, apar topar, bir yargı kıyımına girişilmişti, malum olduğu üzere. Kurunun yanında yaş yanıyor değildi, hayır. Bu kadar masum değildi. Yaşın yanında kuru kuru iftiralarla, delilsiz, mesnetsiz biçimde, “tabanı ibadet” mensubu vatandaşlar, biner biner hapislere doldurulacaktı. Ne var ki F Tipi Cezaevleri tıka basa doluydu. Ülke “vatan haini”nden, “terörist”ten geçilmiyordu ki!

F Tipi Cezaevlerindeki eski mahkumları T Tipi Cezaevlerine sürmeye başlamışlar.

F Tipi Cezaevleri “yüksek güvenlikli” olması ile ünlüdür. İçerisi kameralarla 24 saat izlenir. Yönetim, istediği zaman koğuşları basar ve arama yapar. İçeriye alınan eşyalar da insanlar da çok titiz bir aramadan geçirilir.

Mahkumlar odalarından alınırken, gardiyanlar üst araması yapmışlar. Çıkış yerine gelindiğinde eşyalar da insanlar da X-Ray cihazından geçirilmiş, dedektörle aranmış. İlave alarak, elle ince arama da yapılmış.

Bu aşamadan sonra mahkumlar askerlere teslim edilmiş. Mahkumların ayakkabıları çıkartılıp incelenmiş. Ardından, ellerine kelepçe takılmış ve cezaevi (ring) aracına konulmuşlar. Ring aracında hücre biçimde odalar var. Elleri kelepçeli olarak konuldukları hücrelerin kapısı da kilitleniyor ayrıca. Bu halde 7 saatlik bir yolcuktan sonra sürgün edildikleri cezaevine varmışlar. Yeni cezaevinde gardiyanlara elleri kelepçeli olarak teslim edilmişler.

Girişte, küçük bir odaya alınmışlar. Kendilerine, “soyunun” denilmiş. Görüştüğüm mahkum, direnmenin dayaktan başka bir sonuç vermeyeceğini tecrübe ettiği için şöylece itiraz etmiş: “Yönetmeliğe göre çıplak arama ancak doktor nezaretinde yapılabilir.”

Sen misin böyle diyen, der demez, bir “güzel” dövmüşler onu. Bir yandan dövüyor ve ana avrat sövüyor, bir yandan da soyuyorlarmış.

Bu insanlık dışı muameleye karşı çıkanlara dayağın yanı sıra, “görevli memura mukavemet” ettikleri gerekçesiyle disiplin cezası da veriyorlar! Göz yaşartıcı bir adalet!

Bu “sıradan” hikayede, çıplak aramaya “güvenlik” dolayısıyla ihtiyaç duyulmadığı aşikar. Amacın, onur kırmak, aşağılamak, “devletin gücünü” göstermek olduğu net. Bunun adı işkence. OHAL döneminde bu ve benzeri işkenceler, hak ihlalleri cezaevlerinde zirve noktasına ulaşmıştı.

O dönem, kocası terörle ilişkili görülüp gözaltına alınan bir kadın bana hikayesini anlatmıştı, gözü yaşlı. Kocasını ormana götürmüş polisler gece vakti ve kafasına silah dayamışlardı. Büyük bir korku vardı, bunu bana adeta fısıldamıştı, çaresiz.

Karlı bir sabah oğlumuzu Bakırköy Devlet Hastanesi Çocuk Acil’e götürmüştük eşimle. Sıra beklerken, askerlerin kolunda içeri giren bir kadın görmüştüm. Karnı burnundaydı. Hamileliğini cezaevinde değil elektronik kelepçe eşliğinde evde geçirse, bebeğini evinde baksa, büyütse olmazdı! Ülke güvenliği tehlike altında kalırdı. Zira kendisi bir “abla” idi muhtemelen. Gazete dağıtmış, bir bankaya para filan yatırmıştı!

O dönem, cezaevlerindeki avukat görüşme odalarına kamera konulmuş, vekil müvekkil ilişkisi ve savunma hakkı budanmıştı. Ses ve görüntü kaydı alınması yetmezmiş gibi görüşme esnasında, odada bir gardiyan da hazır bulundurulurdu. Bu, akıllara durgunluk veren zulüm daha dün gerçekleşti bu ülkede.

Ülkeyi 20 yıldır yöneten partinin sözcüsü böyle şeylere inanmaz ama ben yine de anlatmak istedim. Olur ya, belki yalanlarla değil gerçeklerle işi olur, muktedirlere değil mazlumlara, ötekileştirilenlere kulak verir. O vakit, muhalefet konumuna “düşmüş” de olsa, ıskartaya ayrılmış da olsa, biz buradayız, bekleriz.

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

1 Yorum

1 Yorum

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM