Connect with us

Yazılar

Sermayenin Tahakkümü Ne Zaman Bitecek? – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:

-

Tahakküm, verili bir hiyerarşik yapının üstünün alttakilerin sınırlarını ve rollerini belirlediği ve dışına çıkmaya çalıştıklarında cebrî ve gayri cebrî araçlara başvurduğu ilişki biçimidir. Mevcut dünyamızdaki ilişkisellikler kompleks tahakküm ilişkilerinin ve kopuşların bir akışıdır. Tarih de böyledir, toplum da. Vâr olan toplumsal ilişkilerin merkezinde ise “mal-hizmetler” üzerinden tanımlanan ama günümüzde kapitalizmin geç evre formasyonlarının ortaya çıkması ile her şeyin bir değişim değeri ürettiği sürece metalaşabileceği bir ilişkisel teşekkül halini almış olan “neoliberal kapitalizm” vardır. Artık değişim/mübadele her an her yerdedir. Demek ki sermaye görünmez olmuş ve her yere sızmıştır.

Mübadele ve meta, kapitalizme ruhunu veren iki temel kavramdır. Meta, temel olarak değişim/mübadele için üretilen, sonuçta sermayeye dönüşüp yeniden üretilebilen herhangi bir ürün, hizmet ve artık günümüzde şeydir. Mübadele ise sermaye birikiminin ve sermayenin yeniden üretimin temel aracı olan toplumsal ilişki biçimidir. Açlık, giyinme, ısınma, barınma gibi ihtiyaçlar ya da moda, sosyal statü, zevk, haz gibi insani ve sosyal durumlar insanları mübadeleye meyl ettirir. Kapitalist “pazar” mübadelenin yapıldığı yerdir. “Sermaye -> Meta -> Sermaye” döngüsü buradaki başat döngüdür. Günümüzde pazar en küçük bir “chatleşmeye” kadar genişlemiş durumdadır.

Kapitalist toplumsal oluşla ile ilgili bir diğer temel kavram ise “emek”tir. Emek, tabiri caizse kapitalist ilişkilerin ruhunun var olmasının temel koşulu olan bedendir, maddedir. Kapitalist üretimin ön koşulu kompleks emek süreçlerine katılacak geniş yığınları oluşmasıdır. Bu da ancak bir mülksüzleştirme, üretim araçlarından geniş kitleleri uzaklaştırmak ile mümkündür. Bu mülksüzleştirme dalgaları “proleter” işçi sınıfını oluşturur. Proletarya terimi,  Roma Hukuk Sisteminde mülkü olmayan ve oyları en değersiz olan “vatandaş” grubundan gelmektedir. Proleterler, yaşamak için emeklerini pazara bir meta olarak sunmak zorunda olan emekçilerdir. Böylece temel yaşam gereçlerini elde ederler. Günümüzde her türlü ekonomik spekülasyona, ideopolitik saptırmalara rağmen dünyayı ayakları üzerinde taşıyan beden, emekçi sınıfların bedenidir.

Neoliberalizm ise sermaye için uçsuz bucaksız sınırsızlaşma tahayyülüdür. Bu sınırsızlaşma özellikle sanayi-sonrası toplumlarda üretilen arzın karlılığının sınırlılar içinde daralması riskine karşı elzemdir. Toplumların ve insanların “sınıfsal” sınırlar içinde davranmasının karlılık için oluşturduğu risklere karşı elzemdir. Bu yüzden Şikago Oğlanlarının Şili’de Pinochet darbesiyle beraber iktidara geldiklerinden bu yana “neoliberal iktidar”ın ve tahakkümün kurulumunu iki ana ayak izlemiştir. Birincisi yapısal, keskin hatlarıyla ekonomik olan ayak; diğeri ise tüm neoliberal fantezilerin ve ütopyanın aksi olan ideopolitik ayak.

Yapısal adımların muhtevası; sermayenin hareketini sınırlayan her faktörün ortadan kaldırılmasını, kamunun ekonomik faaliyetinin sınırlandırılmasını, kamu maliyesinde yük olarak görülen sosyal haklara yönelik harcamaların kesilmesini, özelleştirmeleri, emeğin örgütlülüğünün kırılmasını, güvencesiz esnek çalışmanın yaygınlaşmasını, su/sahiller/otoparklar gibi müştereklerin bile özelleştirmesini içeren kapsamlı “ekonomik reformları” içerir.

Ve ideopolitik tutumu ise katı, keskin bir anti-kolektivist, toplum karşıtı, toplumsal dayanışmanın ve ağların tamamına karşı yıkıcı bir zorbalık ve diktatörlüktür. Neoliberal programcılar, programlarındaki  “özgürlük”, “bireyselleşme ve kendini gerçekleştirme”, “Açık ve Şeffaf Bir Toplum” gibi vaatlere ve bazen fazlasıyla gülünç olabilen derin inançlarına karşın gerçekte Milton Friedman gibi fikir babaları otoriter diktatörlükler olmadan neoliberal programlara karşı oluşacak toplumsal direnci kıramayacaklarının farkındaydılar ki, neoliberal dönüşümler dünyanın her yerinde zorbalıkla -zorbalık yasal süreçler de olabilir- ve genelde güçlü anti-demokratik rejimlerin eliyle olmuştur. Thatcher ya da Pinochet ya da Kenan Evren arasında fark eden şey siyasetin sahnesiydi ve siyasal kültürün araçlarıydı. Thatcher’ın ya da Reagan’ın bu zorbalıkları, saldırılarının nasıl ve neden seçmen desteği aldığı ayrı bir başlığın tartışma alanı olmalıdır.

Kaldığımız yerden devam edelim. Otoriter baskıcı rejimlerin yerleştirdiği kanunların yanında neoliberal bir ideopolitik kurulum için yeni kültür politikaları da gerekliydi. Neoliberal kültür “atomizasyonun” kültürüdür. Kişiler sınıfsal ya da kimliksel herhangi bir varoluşun dışında sadece “kişidirler.” İnsanının mevcûdiyetini bağlamsızlaştıran bu yaklaşım yoksulluğun ya da zenginliğin yine “birey” ile ilgili olduğu mitinin bir devamıdır. Aslında klasik liberalizmden daha radikal ve mitik bir bireyciliğe sahiptir. Herkes kendisinin “patronu” ve “efendisidir”. Herkes bir “girişimcidir.” Girişimci ideal tipi “birey” en iyi şekilde açıklar. Bu söylem içinde girişimci fırsatları okuyan, risk alan, yeni şeyler üreten ve bunun üzerinden toplumsal ve bireysel fayda üreten kişidir. Toplumsal refahımızın ve mutluluğumuzun kaynağıdır. Öyleyse bir girişimci olamadıysanız bu sizin sorununuzdur. Ama yine de efkârlanmayın, bu cömert ve hayırhah insanların “yarattığı” işlerde çalışıp sizin için ürettikleri mutluluğu ve refahı satın alabilirsiniz.

Elimizdeki yapıya bakarak diyebiliriz ki sermaye neoliberal kapitalist toplumda tahakkümün esas aracıdır. Toplumsal dinamikleri dayatan ve belirleyen yapının can suyudur. Ve bugün en küçük ilişkimize bile sızmış durumdadır. Peki, bu tahakküm daha ne kadar sürecek? Tarih, toplum, insan, doğa heyecan verici bir akış içinde diyalektik yapılardır. Bugün bu tahakkümün sona ereceğini bilmemizin bir “kehanet” ortaya atmamızın nedeni bir “mehdilik” ve ulûhiyet iddiası değildir. Sonu gelmez sanılan krallıkların ve imparatorlukların yattığı tarihin mezarlığında toplumsal ilişkilerin sürekli dönüştüğü ve tahakküm sistemlerinin sürekli yıkılıp yenilerinin kurulduğu ortadır. Önemli olan bu tahakkümün çöküşünün bize neler getireceği ve buna hazır olup olmadığımızdır. Çünkü tahakküm sistemleri politik yapılardır. Politik bir varoluşu olan insanın ve insan toplumlarının ise politik doğası ilişkisel bir zorunluluktur. Yani yıkılan, eriyen, çöken her yapıyı yeni ya da eski yapılar takip eder. Politika boşluk kabul etmez ve etmiyor. Bugün neoliberal ilişkilere karşı tepkisel olarak yükselen hareketler özellikle milliyetçi ve kimlikçi kolektivizmler hatta bazı koşullarda neo-faşist hareketler olarak politik alana dair yeni tahakküm ilişkileri ve yeni sermaye ilişkileri getiriyor. Burada hem eski hem de yeni şeyler var. Belli neoliberal kavramlar hala norm olarak ele alınıyor ama özellikle “ulusal burjuvazinin” yeniden güçlendirilmesi ve yeniden sanayileşme temel bir gündeme dönüşüyor. İşsizlik-güvencesizlik yeniden toplumsal sorunlar olarak ele alınırken genelde bu hareketlerin yanlış aktarımı yabancı düşmanlığıyla bu konuları bir arada anıyor. Sermaye yapısının keskin şekilde ulus-ötesi şirketler lehine değiştiği son 40-50 yılda bu tepkisel sağ milliyetçi popülizm gerileyen neoliberal tahakkümün yerini doldurmaya hevesleniyor. Artık neoliberaller sınırları istediği gibi çizemiyor ama burada umut görebilmemiz için sınırları kimin zorladığı gerçeğine de bakmalıyız? Cevabımız maalesef  “bu fetret devrinin canavarlar doğurduğu…”*

Ek olarak neoliberalizmin gerilemesinden bahsetsek de tamlamanın tamlanan kısmına fazla değinmedik: “Kapitalizm.” Kapitalist ilişkilerin dönüştüğüne dair emarelerimiz olsa da kapitalist tahakkümün dinamik yapısı ve sınırları ne kadar dirençli olduğunu ortaya koyuyor. Yine de “tarihin sonunun” kapitalizm ile gelmediği artık geniş kesimlerce biliniyor. Bugün kapitalist ilişkilerin gerginleştirdiği pek çok krizin mevcudiyeti kapitalizmin ürettiği tahakküme karşı en yakın değişim olasılığı gibi duruyor. Burada yalnızca eklenmesi gereken şey kapitalist köhne tahakküm sadece kendi sonunu değil insan türünün de sonunu yaklaştırıyor. Ekolojik kriz, finans sistemindeki olası çöküş ya da gergin toplumsal yapılardaki akut patlamalar… Ama insanlığın tarihi bize yine beklenmedik sıçramaların varlığının farkında olmak gerektiğini hatırlatıyor. Bugün dünyanın her yerinde insanlar mevcut ilişkiselliğin basıncına karşı her gün daha fazla ayaklanıyor. Occupy Hareketinden İklim Hareketine, Küresel Çiftçi ve İşçi Örgütlerine kadar dünyada alternatif bir arayış sürüyor. Politik arayışlar daha fazla hareketin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu hareketler ne kadar bugün dünyamıza hâkim tahakküm biçimini değiştirmeye muvaffak olamayacak durumda olsa da değişim her an varoluşu bize bir gerçeği hatırlatmalı. Varlık, bir akış ve süreklilik içinde dönüşen bir yapıdır. Sabit ve mutlak bir tahakküm ve ilahlık iddiasını hiçbir insan ve insandan neşet eden yapı savunamaz.

Ayrıca bir gerçeği daha hatırlamamız gerekiyor: Sermayenin ulus-ötesi tahakkümüne karşı ulusal talepler ve hareketler sadece ağrı kesici etkisi yapıyor. Yarın için bu hodbin, kof ve narsist tahakküme karşı adil, hakkaniyetli, eşitlikçi bir geleceği savunacak isek bu temelde uluslarası ilişkiler üzerinden de hazır olmamız gerekiyor. Yeryüzünde adaletsizlik ve çelişkiler her geçen gün derinleşiyor. Eğer uyursak geleceği de kaçırırız.

*Antonio Gramsci’ye atfedilen “Eski ölüyor, yeni ise doğamıyor. Bu fetret devrinde ise zaman canavarların zamanıdır.” cümlesine atıf.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

27 Temmuz Yürüyüşü Üzerine – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Geçtiğimiz pazar günü, 22 ay geç kalmış ama önemli bir eylem gerçekleşti. Yankıları sürüyor.

“Sözü muhatabına söylüyoruz!” başlıklı yürüyüşün çağrısını yapan ve organize eden Köklü Değişim camiasına ve katılım sağlayan başta hocalarımız olmak üzere herkese teşekkürler. Önemli bir iş yaptılar.

Sözün muhatabına ve muhatabın bulunduğu yerde söylenmesi fikri gerçi yeni değildi ancak az çok tabana sahip bir hareketin çağrıcı pozisyonunda inisiyatif alması açısından bir ilk oldu çünkü daha önce üç defa ‘Külliye’ tabir edilen Beştepe Sarayında böyle bir etkinlik için çağrı yapılmış ve hiçbir grubun katılmadığı, 15-20 kişi ile yürütülen eylemler her defasında polis şiddeti ve gözaltılarla sona ermişti. Bu konuda ilk olma noktasında Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının gayretlerini anmadan geçemem.

27 Temmuz eylemi Türkiye Müslümanlarının ‘geç kalma’ alışkanlığının ve zamanlama probleminin bir sonucu olarak böyle bir kitlesel yürüyüş için çok ama çok geç kaldı. Bu yürüyüş için 22 ay geçmemeliydi. Bu süreçte şehit sayısı bazı kaynaklara göre (kayıplarla birlikte, ki maalesef muhtemelen onlar da şehit) 600 bini geçti. İsrail, Gazze duvarını aşıp Lübnan’a saldırdı ve Suriye’de de fiili işgale başladı. Soykırımın başlarında kabarıp sönen hissiyatımızın yeniden bizi harekete geçirmesi için demek ki her gün önümüze açlıktan ölen çocuk fotoğraflarının düşmesi ve Ebu Ubeyde’nin sitem dolu konuşmasını yapması gerekiyordu.

Buna rağmen, birbirlerini tekfir eden veya en azından oldukça soğuk bakan çeşitli grupların yürüyüşte kol kola olması gibi umut verici bir görüntünün de oluştuğu bu önemli yürüyüşe ne yazık ki kitlesi olan birçok yapı katılmadı. Hâlbuki sayı, 1 milyonu rahatlıkla bulabilirdi.

Kitlesel yürüyüşlerimizde sıklıkla gördüğümüz kitlenin konuya odaklanamama sorununu bu eylemde de yaşadık. Adeta slogan kıtlığı yaşandı ve sayısız defa tekbir getirilirken, birçok konu dışı slogan atıldı. “İşbirlikçi AKP” sloganı ise attırılmak istenmedi.

Köklü Değişim, Beştepe güzergâhında kararlı olduğunu katılımcı kitleye ve kamuoyuna önceden ilan etmesine rağmen bu konuda ısrarcı olmadı.

Gözaltına alınan iki arkadaşla avukatlar ve organizatörler karakolda ilgilendi ama arkadaşlar için kitle bilgilendirilerek bekletilmeliydi, yapılmadı.

Muhatap, kendisine ulaşan yolları kapattırsa da söz, muhatabına samimi bir şekilde söylendi. Boynundaki vebal hatırlatıldı. Hükümeti harekete geçirme yönündeki kitlesel çabalar 27 Temmuz’la sınırlı kalırsa şüphesiz bir sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan bu yürüyüşün bir son söz olmadığının, olmaması gerektiğinin hepimiz farkındayız.

Bu yürüyüşü değersizleştirmek de büyük bir zafer gibi sunmak da doğru değil. 27 Temmuz’da bir bariyer aşıldı, çıta yükseldi. Madem çıta yükseldi artık ona göre davranmak, geriye düşmemek için çalışmak gerekir. İktidar üzerinde kamuoyu baskısını artırmak için hareketliliğin devam ettirilmesi şarttır. Ses getirecek yerlerde kitlesel oturma eylemleri düşünülebilir. Gerekirse 27 Temmuz yürüyüşüne katılmayan grupların ayağına gidilerek bu ve benzeri çalışmalara davet edilmeli, ikna olmalarına çalışmalıyız.

Devamını Okuyun

Yazılar

İktidarları Aşmak, II – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

İsrail’in Suriye’ye yönelik son hava saldırısı, yalnızca bir egemen devlete yapılan aleni bir saldırı değildir; aynı zamanda bölge halklarına, direnişe, insana ve ahlaka yöneltilmiş sistematik bir meydan okumadır. Bu saldırının arkasında yalnızca Tel Aviv yoktur; Washington’un diplomatik ve askeri desteği, özellikle de Trump döneminde kurumsallaşan “sınırsız İsrail dokunulmazlığı” bu suçların zeminini hazırlamaktadır.

Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek sadece diplomatik teamülleri çiğnememiş; gücün, zorbalığın ve haydutluğun dibine vurmuştur. Ardından Golan Tepelerini “İsrail toprağı” ilan etmesi, emperyalist zorbalığın bir diğer göstergesiydi. O günden bu yana İsrail, Batı hukukunu da uluslararası normları da fiilen çöpe atmıştır ama asıl acı gerçek şudur: Bu cüret, yalnızca ABD’nin açık desteğinden değil, bölgedeki rejimlerin utanç verici sessizliğinden ve işbirlikçiliğinden beslenmektedir.

İsrail uçakları Şam’ı bombalarken bir yandan Riyad’daki petrol kuleleri yükseliyor, diğer yandan BAE limanlarında Tel Aviv malları sevkiyata hazırlanıyor. Türkiye limanlarından her gün 10’a yakın gemi ile İsrail soykırımının petrolü gönderiliyor. Gazze’ye atılan bombalarla aynı tedarik zincirinde olan çimentolar, çelikler, savaş mühimmatları Türkiye’den çıkıyor. Diplomatik koridorlarda ise soykırımcılara sessiz diplomasiyle örtü örülüyor. Tüm bu sahne, artık yalnızca siyasi değil, ahlaki bir çöküşün, insani çöküşün de belgesidir.

Suriye’ye yönelik saldırılar, yalnızca bir ülkenin egemenliğine değil aynı zamanda ümmetin onuruna yapılmış bir saldırıdır. Bu hat, sadece İran’la ya da Hizbullah’la sınırlı değildir. Bu hat; Gazze’de Hamas’ın kararlılığıyla, Yemen’de Ensarullah’ın meydan okuyuşuyla, Lübnan’da Şii-Sünni dayanışmasıyla örülmektedir. Bu nedenle İsrail’in saldırıları, sadece Suriye’ye değil; ümmetin onuruna, halkların özgürlüğüne yöneliktir.

Bu vahşetin karşısında, Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası yapılar tam bir acizlik ve aldatıcılık anıtına dönüşmüştür. Kınama dışında bir şey yapamayan bu organizasyonlar adeta emperyalizmin vitrin süsü haline gelmiştir. İnsan haklarından dem vuran Batılı kurumlar ise Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de, İran’da çocuklar katledilirken üç maymunu oynamakta bir beis görmemektedir.

Ama artık halklar bunu görüyor.

Halklar, kendi sokaklarına, kendi dualarına, kendi iradelerine sahip çıkıyor. Gazze’deki çocukla Şam’daki annenin kalbi aynı anda sızlıyor. Siyonist barbarlığa karşı yükselen bu yeni direniş; devletlerin değil, halkların omuzlarında yükseliyor!

Bu yeni hat, sadece askeri değil, ahlaki bir başkaldırıdır, insani bir başkaldırıdır. Bu hat, Batı’nın çizdiği “meşru şiddet” tanımlarını reddeder. Bu hat, emperyalizme karşı bağımsızlık hakkını savunur. Bu hat, iktidarların söylemlerini değil, mazlumların çığlıklarını esas alır.

Evet, direnişin adı artık Hamas’tır, Ensarullah’tır, Hizbullah’tır… Tabii daha da önemlisi, bu isimler artık birer örgüt değil, bir halk bilincinin, İslam ve tevhit bilincinin adı olmuştur. Onlarca yıl süren işbirlikçi iktidarlar, halkların iradesini bastıramamıştır. Şimdi o bastırılmış irade, yeraltı tünellerinden, çorak vadilerden, yıkılmış mahallelerden yeniden filizleniyor.  Vicdanları ve duruşlarını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olanlar bunu anlayamaz da göremezde, görmüyor da.

Bu sebeple;

İsrail’in saldırılarına sessiz kalan her iktidar suç ortağıdır.

Direnişi itibarsızlaştıran her medya aygıtı, propaganda savaşının bir parçasıdır.

Direnişi görmezden gelen her STK, ahlaki iflas içindedir.

Ve bizler, bu ahlaki çöküşün parçası olmayı reddediyoruz. Her erdemli insan da reddetmelidir.

Ya iktidarların çizdiği sun’î sınırları aşarak yeni bir direniş hattı kuracağız ya da çocuklarımız Siyonist emperyalizmin beton duvarları arasında boğulacak.

Çünkü kurtuluş sadece İsrail’in yıkılışıyla değil, onun zihinlerimizdeki tahakkümünün, STK’larımızdaki korkunun, medyamızdaki dalkavukluğun, iktidarlarımızdaki işbirlikçiliğin tasfiyesiyle mümkündür.

İşte bu tasfiyeyi başlatmak, hepimizin tarihsel ve ahlaki sorumluluğudur. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey de değildir. Bu, kulluğumuzun bir gereğidir. İnsanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz bir düzen kurmak için ufkumuzu, imkânlarımızı seferber etmeliyiz.

Bugünün savaşları artık yalnızca tanklarla, uçaklarla, füzelerle yürütülmüyor. Bugünün en keskin silahı, anlatıdır. Görüntünün dili, kelimenin ritmi, başlığın seçimi ve suskunluğun zamanı; bazen bir bombadan daha tesirlidir. İsrail’in Gazze’de işlediği soykırımı, Suriye’ye attığı füzeleri, İran’a olan saldırısı, Yemen’e yönelik ablukayı yalnızca askeri eylemler olarak görmek yeterli değildir. Bu eylemler, küresel medya düzeninin inşa ettiği meşruluk zırhıyla korunmaktadır.

Siyonist medya gücü, sadece propaganda üretmiyor; gerçeği formatlıyor, mazlumu suçluya, işgali meşruya dönüştürüyor. Bu medya düzeni, Batı’nın merkez medya organlarında kurumsallaşmıştır: CNN, BBC, The New York Times, Le Monde, DW ve daha niceleri… Ülkemizdeki medyanın, “İktidar gücenir!” diye Filistin eylemlerini nasıl görünmez kıldığını, görmezden geldiğini hep birlikte izliyoruz. Hepsi tek bir şeyde ortak: Direnişi şeytanlaştırmak, İsrail’i “meşru müdafaa” pozisyonuna çekmek!

Ama asıl yıkım, bu dili yerli medya aygıtlarının benimsemesinde yatıyor.

İslam coğrafyasındaki medya organlarının önemli bir kısmı kendi halklarına değil, kendi iktidarlarının dış politikalarına sadakat gösteriyor. İktidarlar gücenmesin diye Müslümanlara, insanlara yapılan tüm haksızlıkları ustaca görmezden gelebiliyorlar. Bu medya organları, Filistin direnişini “taraflar arası çatışma” olarak kodluyor; Ensarullah’ı “İran yanlısı milis” olarak küçümsüyor; Hizbullah’ı “bölgesel tehdit” olarak lanse ediyor.

Her şeyden acısı da şudur: Hamas’ın adı dahî geçirilmeden “barış çağrısı” yapılıyor. “İtidal” dili, halkların öfkesini soğutmak için kullanılıyor. Direniş değil, statüko; adalet değil, dengecilik; hakikat değil, görüntü yönetimi tercih ediliyor.

Batılı medya, aslında işbirlikçi iktidarların ruhunu taşıyor. Onların ekranları, emperyalizmin yıkımını değil, diplomatik dengelerin aldatıcılığını servis ediyor. Siyonistlerin soykırımı karşısında suskun ama bir roket fırlatıldığında alarma geçiyorlar. Bombalanan çocuklar için değil; zarar gören İsrailli psikolojisi için haber yapıyorlar.

Ne yazık ki sosyal medyada dahî algoritmalarla desteklenen bu medya dili, alternatif sesleri boğmakta kullanılıyor. Direnişe dair içerikler sansürleniyor, hesaplar kapatılıyor, etiketler gömülüyor. Dijital alan da işgal altında!

Tüm bunlara rağmen bir şey değişiyor:

Halklar, Müslümanlar artık medya değil, gerçeklik arıyor. Gazze’den yayılan görüntüler, Yemen’deki meydan okuma, Şam’da yıkılan binalar, Lübnan’da kurulan barikatlar artık sadece haber değil, vicdan çağrısıdır.

Direnişi terörize eden medya dili, yalnızca işgale değil; halkların iradesine de saldırmaktadır. Bu nedenle medya savaşı, yalnızca bir “enformasyon mücadelesi” değil; bir irade savaşıdır.

Bu bağlamda;

Her bir mazlumun hikâyesini anlatmak, bir haber değil bir görevdir.

Her bir direnişçiyi savunmak, bir ideolojik tercih değil, bir insanlık borcudur.

Her bir medya manipülasyonunu ifşa etmek, bir mesleki tutum değil, ahlaki zorunluluktur.

Bugün artık hakikat arayışı, bağımsız haber odaklarında, halk medyasında, gönüllü gazetecilerin omuzlarında yükselmektedir. Bu yeni medya dili, mazlumun gözünden, çocuğun çığlığından, annenin yıkılmış evinin önündeki sessizliğinden doğmaktadır.

Bizler, medya savaşında da tarafız. Tarafımız Müslümanlardır, ezilenlerdir, halklardır, adalettir, direniştir.

Çünkü gerçeği anlatmak, yalnızca bir anlatım biçimi değil; bir cephedir. Bu cephede susmak, işgalin dilini konuşmak demektir!

Devamını Okuyun

Yazılar

Yorgan Gitti, Kavga Bitti – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

İnsan bu fani dünyada ne için yaşar? Temel ve yalın olarak şerefi, namusu, güvenliği, ekmeği için; kendi hakkını savunurken de başkasının hakkına girmeden huzurluca, özgürce, insanca yaşamak ister.  İnançlı bir mü’min olarak Yaratıcısının bahşettiği nefes uğrunda, O’nu razı etmek için O’nun çizdiği sınırlar dahilinde mücadele ederek kurtuluşu niyaz eder. Bu arada kendisine bahşedilen dünyalıklardan az biraz da olsa nasiplenip sevdikleriyle rahat bir hayat sürmeyi de arzulayabilir tabii ki!

Ömrüne anlam katan asıl değer ise idealleridir. İdeali olmayan insan alelâde bir beşerdir, sürüdeki koyundur, boşlukta sürüklenen bir çerçöptür!  Bizim Müslümanlara bakın; ideali, umudu, hedefleri, hayalleri olan kaldı mı? Dünyalık hırs ve bilinçsizliğimizle elimizdeki imkânları da kaybetmiş durumdayız. Maalesef ne Müslümanca ne de insanca bir yaşam atmosferi var artık!

Bizim gibi müzmin muhalifleri geçelim, mevzunun muhaliflikle de alâkası kalmadı! Zoraki oluşturulan kutuplaşmalar çerçevesinde yürütülen denge oyunlarını da aşalı çok oldu. Karşıtlıklar dahilinde yürütülen stratejik hesap ve refleksler anlamını yitireli yıllar oldu. Hâlâ basit kazanımlar üzerinden meseleleri okuyup hareket eden zavallılara acı bir haberimiz var: ülke, tümden bitmek üzere…

Bu bitiş salt iktisadi, somut, zahiri gerçekliklerin ötesinde soyut, düşünsel, ahlâkî değerler açısından daha da vahim noktadadır. Canhıraş bir biçimde verilen iktidar mücadelesi size has değil, tarih boyu daha şeditleri verilmiş. Gelinen noktada elinize geçireceğiniz bir iktidar zemini de kalmadı, iktidar olup da hakimiyet kasacağınız bir atmosfer de… Hani atalarımız demiş ya, “Yorgan gitti, kavga bitti!” diye; siz, daha neyin davasını güdüyorsunuz!

İnsanlık tarihi, sömürü tarihidir. Siyasi, iktisadi, düşünsel, duygusal, her boyutun türlü desise ve baskılarla işletildiği zulüm tarihidir. İktisadi sömürü zemini olan kapitalizm ve siyasi sömürü düzeni olan emperyalizm, Dünya’yı tek bir forma sokup kontrol edebilmenin ve tek merkezden daha sistematik ve firesiz sömürmenin yollarını bulmuş ve sistematize edilen planlarını hayata geçirmişlerdir.

Salt bizim topraklarıma has değil tabii ki bu esaret; tekelleşmiş küresel iktidarın eline geçmiş vaziyettedir Dünya hakimiyeti! Yani bütün benliğinizi bırakıp ilkesizce peşinden koştuğunuz yerel iktidarı edinmiş olsanız da, ola ola karşıt kutuptakine nazaran daha ehlileşmiş bir uşak olabilirsiniz ancak!

Küresel hegemonya her devleti, her toplumu her toprağı üretim araçlarından tüketim alışkanlıklarına, siyasi despotlukla şekillendirmekten ekonomik köleliğe, fiili baskılardan zihinsel manipülasyona kadar her şekilde hakimiyetine almış, gönüllü veya gönülsüz çekip çevirmektedir. Tek adam rejimlerinden ziyade çoğulcu yönetim ve toplumların bir nebze esneklikleri olsa da onlar dahî küresel çarkın girdabında etkisiz bırakılmaktalar. Husûsen bizim ülkemiz gibi tek adam rejimlerini çok daha kolay boyunduruk altına alabilmekteler. Yerelde kendi iktidarını sürdürüp emelleri doğrultusunda fayda sağlayacağı (verilen serbestiyet sınırlarında) kazanımlarını muhafaza etme dürtüsüyle küresel patronların her istediklerini zımnen de olsa kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Onlar için tek bir kişiyi ikna veya mecbur etmek, kandırmak veya satın almak, baskılamak veya dostluğunu kazanmak çok da zor olmasa gerek! Neyi ne kadar üretip neyi ne zaman tüketeceğine, ne kararlar alıp neye imza atacağına, içeride ve dışarıda, nerede ne şekilde ne zaman hareket edeceğine karar vermek artık imkânsızlaşmış vaziyettedir.

Ezcümle, özelde ülke olarak özgür değiliz, iradeyi verdiğiniz tek bir adamın esaretiyle bütün bir ülke esir düşmüştür. Bu ahvalimiz yeni de değil, uzunca bir vakittir güzelim ülkemiz ve geleceğimiz esir ve aciz konumdadır. İşin vahimi, özellikle zihinsel bu esaret iliklerinize kadar işlemiş ve farkında dahî değilsiniz. Uzunca bir zamandır tek bir kişi yok, hepiniz onun şahsına içkin bir hâle bürünmüşsünüz. Artık onun gibi düşünüp onun gibi hareket ederek refleks geliştiriyorsunuz.

Bu esaret acziyetini gösteren birçok başlık olmakla birlikte, en barizi hâlâ sınavın bitmediği Gazze tecrübesidir. Gazze adeta kendini feda etti. Ne için? Ümmetin, prangalarının farkına varıp onları kırması, özgürlük rüzgârları estirerek hem kendini hem Kudüs’ü özgürleştirsin diye! Biz hâlâ esaret altında kaldıkça Gazze’ye o vakit yazık olmuş olacak!

Gazze bitti, şimdi işimize bakalım. İşimiz; dünyalık kazanımlarımızın ardından daha da sürüklenmek değil, kendi muhasebemizi yapmak, hatalarımızla hesaplaşmaktır. Her bir fert, her bir cemaat, her bir örgüt, her bir devlet, her bir toplum kendi muhasebesini yapıp şapkasını önüne koyacak. Koymayanın şapkası, özgür halklar tarafından indirilip yerli yerine konulacak!

7 Ekim’le birlikte hak gelmiş, batıl zâil olmuştur. Artık dünya, eskisi gibi olmayacak, olmamalı, olamaz da! Yok oydu, buydu, şuydu hikâyeleri havada uçuşup savrularak tarihe karışmıştır. Kendi tebaalarını ikna edip meşrulaşma çabaları anlam(sızlığı)ını yitirmiştir. Modern insanın putu olan uluslararası hukuk ve dengeler çöp olmuştur, herkesin nefsinden uydurduğu din, hakikat karşısında yerle yeksan olmuştur. İslam diye güttükleri maslahatların nefislerinin heva ve hevesleri olduğu bütün topluma aşikâr olmuştur. Bütün bu gerçekler önceden öyle böyle süslenip boyanarak tevil edilerek toplumlara dava diye yediriliyordu ama artık eskide kaldı onlar!

Ya “hak”tan ya batıldan yana olacaksınız, bunun lamı cimi yok! Yaşadığımız çağın firavunu Amerika’dır; sadece kendi kavmine değil, bütün Dünya halklarına Rabblik iddiasında bulunup terbiye etmeye soyunmuş Amerika’ya ya tâbi olursun ya da onlara “Lâ” diyerek mücadele edersin. Dolaylı ve doğrudan beşerî Rabblerine kulluk eden, hayatta kalabilmek uğruna türlü ilişkilere giren bütün uşaklar da (bilinmesine rağmen) çırıl çıplak ortaya saçılmış ve aşikâr olmuştur. Artık onun bunun senin benim düşüncemle, öncelik ve ihtiyaçlarımızla, anlayıp anlamamamızla alakası yok, her şey beyan olmuş. Başka sözü olan çıksın er meydanına…

Bu hak-batıl savaşı da yeni ve bilinmeyen bir şey değil; Adem’den kıyamete kadar yapılıyor ve sürecek! Sadece arada bir açık seçik beyan olur, insanlık sınava tâbi tutulur. Buradaki ölçü şudur: Kişi, kazanım ve kayıplarının hesabını dünyevi ölçütlere göre mi, yoksa özgür iradesiyle varlık gösterip Allah’ın vaadine göre mi şekillendiriyor hayatını? Bu, sadece askeri bir cepheleşme de değildir. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-modernist bir mücadeledir; dünyalık değerlerle ilahi öğretinin savaşıdır, mustazaflar ile müstekbirlerin savaşımıdır, sünnetullâhı ikâme etmeye çalışanlarla Dünyayı (ıslah edicileriz diyerek) fesada boğanların savaşımıdır!

Bu savaşı kaybetmekteyiz maalesef! Değer olgularımız yerle yeksan edilmiş vaziyettedir! Herhangi bir toplum kültürel, dini, özel ilke ve kaideleriyle hayat bulmuş değerleriyle anlam kazanır ve bu âlemde onurlu, devamlı, güvenli bir hayat sürer. Aksi takdirde anlık somut kazanımlar içinde ve refah ortamında cazibeli bir hayat sürse de bunun devamlılığı ve haysiyeti olmayacaktır ki, içinde debelendiğimiz zelil durumun gerekçesi de budur!

Sosyal çürüme had safhadadır. İnsanlığa, özellikle gençlere geçer akçe olarak yalan, tutarsızlık, haysiyetsizlik, çıkarcılık, maslahat adı altında şahsi varoluş hayalleri, kısa yoldan zengin olup koltuk edinerek hükmetme umutları zikren vurgulanıp fiilen sergilenerek vaat edilmektedir. Ahlâkî değerlerle bezeli bir hayat, alttan alta ahmaklık olarak lanse edilmektedir. En küçük ilke ve prensipleri yaşatma gayretleri dahî Don Kişot’luk olarak yansıtılıp insanlık, rasyonaliteye ve pragmatizme itilmektedir!

Soyut kayıplarımız yanında kazandığınızı zannettiğiniz somut şeyler bile tek tek elinizden uçup gitmekte ki, onursuzca edindiğiniz o somut kazanımların asıl sahibi de siz değildiniz zaten! Size veren eller istedikleri zaman kafanıza vura vura alacaklar ve almaktalar. Ülke ekonomik olarak, reel hukuk olarak, gençlere sunacağı somut sosyal imkânlar açısından bitmiş vaziyettedir.

Kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir ümmet. “Kurban edilen ümmet”, sondan ziyade başa koyunca “kurban eden ümmet” anlamı çıkıyor.

Ümmet olarak kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir. Ahlak ve özgürlük gibi temel kavramlarımızdan ziyade kazanım kayıp, başarı başarısızlık gibi iğdiş edilmiş tanımlarımızı bizlere hatırlatan Gazze ve Yemen, rasyonel mantık ve faydadan öte Yaratıcılarına sığınıp mücadele etmeyi, hayatlarını kurgulamayı gösterdi. Tabii ki çoğu gözler görmeyecek bu aydınlığı, çoğu kulaklar duymayacak bu nidaları, çoğu gönüller hissetmeyecek bu hakikati, çoğu akıllar idrak edemeyecek bu olanları! Sınav dünyası işte… İsteyerek veya istemeyerek Amerika’ya kulluk eden, bugün olmazsa yarın hesap verecek!

Korku, mantıktan daha güçlüdür. Mantıksız ve ahlaksız da olsa insan, korku içerisinde (iştirak etmese de) işletilen haksızlıklara sessiz kalabiliyor, zalimin yanında saf tutabiliyor. Hayat yolculuğumuzda genellikle korkularla karar verip hareket ederiz. Fiili baskılar haricinde dünyalıklarını kaybetme korkusu daha baskın gelebiliyor çoğu vakit. Korkularımızı yenip özgürleştiğimiz ölçüde insanlığımıza ulaşabiliriz. İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir? Bu bir teoloji mi yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi? “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya Allah’a tapacaksınız ya da (para tanrısı) Mamon’a!” diyen İsa Nebi, acaba ne demek istiyordu?

Artık görmeyen gözlerinizi, duymayan kulaklarınızı, idrak etmeyen dimağınızı açın!  Elinizde tutabilmek için uğruna her türlü değerinizi en naif ifadeyle ötelediğiniz, pervasızca harcadığınız, sattığınız bir iktidarınız dahî kalmadı. Sımsıkı tuttuğunuz, peşinden sürüklendiğiniz, benliğinizi kenara bırakıp her şeyinizle desteklediğiniz iktidarınız sizin değil. Ülkemiz ve ülkemizde tek başına hakimiyet süren RTE, küresel irade ve hakimiyetin esiridir; onun esareti, hepimizi mahkum etmektedir.

Bunun yüz binlerce örneği var, size sadece son iki tanesini sunabiliriz. Bu örnekten ziyade genel olarak Türkiye özelinde kimse iktidardan savaş açmasını beklemedi, duyarlı Filistin gönüllülerin taleplerine bile gerek kalmadan İsrail’in işlediği soykırıma karşı ekonomik ve siyasi olarak yalnızlaştırıp biraz da olsa Siyonistleri baskı altına almak için ilişkileri kesmesi gerekmekteydi ama iktidar tarafından hiçbir adım at(ıla)madı. Adım atmayı geçin (tabii kendi yüzünü aşikâr ettiğinden), bu taleplerle iki yıldır dört bir yanda haykıranları şeytanlaştırmaya çalıştılar. Hadi bunları da anlarız; utanmadan İsrail’e petrol sevkiyatı ve ticaret yapan ZORLU ve SOCAR firmalarına, en yüksek ihracat yapan 10 şirket listesine girmelerinden dolayı bizzat RTE eliyle ödül verilmesi ne demek oluyor? Hâlâ destekçiliğini yapan haysiyet sahibi tek bir kişi çıkıp açıklasın bunu! Mesele bu kişi de değil, vurguladığımız şey şu ki, peşinden sürüklendiğiniz kişi utanma duygusunu yitirmiş, haysiyetini satmış, benliğini kaybetmiş, tercihlerini herhangi bir erdem belirlemiyor ve özgür değil. Bir ikincisi; sahiplendiğiniz bu iktidarın en bariz temsilcisi olan Bayraktar Holding, Leonardo isimli İsrail’e silah tedarik eden İtalyan firmasıyla doğrudan askeri teknoloji ortaklığına girmesini nasıl açıklıyorsunuz; gönlünüze, aklınıza, benliğinize!

Bu noktada, özellikle bizim Müslümanlara seslenmek istiyoruz! Şu “dava” diye güttüğünüz maslahatların somut bir karşılığı olacaksa olsun artık! Çeyrek asır oldu, tek başınıza iktidarı yürüteli! Siz de bilirsiniz ki yaşadığımız çağdaki çeyrek asır, zaman olgusu açısından eski dönemlerdeki bir asra bedeldir. Allah, Muhammed aşkına bir söyleyin: Sizin bilip de bizim bilmediğimiz ne var? Hadi biz ahmağız, bari kardeşlik hukukuna binaen beş dakikanızı ayırıp Bilal’e anlatır gibi anlatın da biz de aydınlanalım! Yumurtadan nasıl bir sürpriz çıkacak, bu nasıl bir kuluçka süreci, meraktan çatlayacağız! Merak bir yana, yaşadığımız ızdıraptan çıldıracağız! Ne ağzımızda sinirden sıktığımız dişlerimiz ne de başımızda yolduğumuz saçlarımız kaldı!

Gelinen noktada idealleri, umutları, hayalleri iyice belirsizleşmiş bir camiaya döndük. Durup iki dakika düşünün; başta kendinize, çevrenize, topluluklarınıza bakın: Hangisi İslami bir emel uğrunda koşturmakta? Herkes gününü işten eve, evden işe geçirmekte! Ev, araba, gelecek plânları yapılmakta; afili sosyal ortamlarda caka satılmakta! Normal vatandaştan ne farkımız kalmış! Cümle arasında dahî İslami hareketten, İslami tekamülden, İslam düşüncesinden bahsedemez olduk. Hedef ve amaç diye basit dünyalık denklemler peşinde sürükleniyoruz.

Hâlâ “Zengin olup güçlenecek ve kaleyi içeriden fethedip sonra geleceğiz!” mi diyorsunuz? Öyle bir şey yok! İçeri girdikçe kaleye hapsoluyorsunuz, köşeyi döndükçe görüş açınız kayboluyor, güçlendikçe benliğinizi kaybedip güç sarhoşluğuna kapılıyorsunuz. Hayali düşmanlarla sizleri çevresine toplayan güruh, hayali davalar satıp kendi dünyalıklarını ve emellerini beslemek için sizleri aparatçıklar hâline getirenler tarafından yarın paçavra gibi kenara atılacaksınız! Üst perdede küresel patronlarının onlara yapacakları gibi zilleti tadacaksınız. Gelin, sizlere onur ve şeref kazandıracak tevhidi mücadelenin yoluna girin tekrardan, sizi halifelik makamına taşıyan akıl ve iradenizi kiraya verip prangalara vurmayın, özgürlüğünüzü nefsinize ve dünyalığınıza kurban etmeyin! Dost acı söyler, gerçekler acı olsa da sonu felahtır!

Rasyonel anlayışla hayat süren normal vatandaşlardan ziyade “Ben Müslümanlardanım!” diyen, hâlâ tevhidi duruşunu kaybetmemiş kardeşlerin artık kendilerine gelmeleri gerekmektedir. İslami kimliklerini tekrar taşımaya geçip İslami ideallerin peşinden koşup kendilerine önder ve öncü olarak seçtiklerini güncelleyip sürüklendikleri girdaptan Allah’a sığınarak çıkma eğilimi göstermelerini rica ediyoruz. Yarın çok geç olmadan dönün bu yoldan; güttüğünüz maslahatlar ve yaptığınız hesaplar iyice şaşmadan, murad ettiğiniz kazanımlar uğruna yarınlarınız vedahî ahiretiniz ziyan olmadan… Yol yakınken yola dönün!

Yarınlarda onurlu bir yaşam sürebilmek için, evlatlarımızın yüzüne bakıp aktarabileceğimiz bir söz bırakabilmek için, âhir zamanda güven içinde huzur-u mahşere çıkabilmek için…

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x