Connect with us

Yazılar

Lüzumunda Gelmeyen – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Aklıma bir imaj düştü. Onu yazıp “İşte hayatım bu şekilde geçiyor!” diye artistik bir cümle kurmaya niyetlenmiştim. O anda kaydetmeyi ihmal ettim, kafamdan silindi gitti. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış Han Duvarları’na belki de kömür parçalarıyla yazmış kalem yoklukta, benim ne mazeretim vardı, hiç, hep tembellik.

Dağ bayır gezdiği bir gün yorgunluktan kendini yarı kuru ağacın altına bırakan, en çok tâbi olduğumuz kanunu zihninde yerli yerine oturtabilmek için düşündüğü sırada kafasına elma düşünce en yakınındaki kayıt cihazına; dünya tarihine geçeceğinden haberi olmayan şaşkın çobanın epizodik anıları daha sonra erişmek için kaydettiği temporal lobundaki hipokampuse nakşeden Newton kardeşim vardır mesela.

Murdar kurnada bakır tasın yüzdüğünü görünce, zatürreeyi önemsemeden peştamalıyla çarşılarda, Anadolu Rock güftelerine girmeyi hak edecek şekilde ıslak ıslak kendini rüzgâra veren Arşimedciğim, kardeşim bir sakin ol, ayıp değil mi o yaşta. “Evraka evraka!” diye bağırmanız asırlardan aşıp bana kadar geldi. Sevdiğini sevdiğine söyle demişler, bu sözü ucundan da olsa tutmanız iyi olmuş. Kendime o kadar fazla yüklenmek haksızlık sayılır, ihmallerimden bir kitap çıkardı şimdiye kadar.

Sincapların palamutları gömdükleri yerleri unutmasının ormanları çoğaltması gibi, zihnimin derinliklerine hapsolan imajların, geçen seferlerde bahsini geçirdiğim mahir köstebek sayesinde yerli yersiz zamanlarda açığa çıkacağından eminim. Ama keşke istediğim zaman gelseler. Adını unuttuğumdan günlerce aramak zorunda kaldığım bilgisayar dosyalarına benzemeseler. Onlarcasından en az beş tanesini niçin açtığımı unuttuğumdan, anlamak için işaret parmağımla fareyi gıdıklayarak sayfayı aşağı yukarı kaydırırken yüzümdeki mavi ekranla başlıklara dalıp dalıp gittiğim sekmeler gibi olmasalar.

Babaannem anlatmıştı. Dedemden müsaadeyle anlattığı pek az şeyden biridir madem, ölüme çare olsun diye buraya kaydedeyim bari. Eski köyümüz ilçeden 7 km. yukarıda. Akrabamızdan bir adam bir akşamüstü, gün içerisinde çarşıda görüp selamını babasına ileteceği adamın adını unutuvermiş aniden. Birkaç ipucu verse de diğerlerinin hatırlamasına yettirememiş. Ailesinin ricalarına, tutmalarına aldırmadan atla onca yolu tepip evin kapısına varmış. Bu kadarla kalsa iyi, tam kapıya vuracakken aklına gelmesin mi, gece gece rahatsız etmeyeyim diye vazgeçmiş de köşe başında suret bulan musluklu çeşmeden kendini, yalaktan atını sulayıp gerisin geri dönmüş köye. Bu trajik durum, yanında bir eksiklik hissedip komediye de yer veriyor. Kendine fazlaca güvendiği için yolda belde tekrar etmediğinden köye vardığında ismi bir daha unutmuş. Atına söyleseydi keşke, geçtiği patikalardaki çalılara, gürgenlere, dişbudaklara fısıldasaydı, mevsimi bilmiyoruz ama yemişlerden ne varsa bildirseydi hepsine, yol boyunca kendine yarenlik eden, baştan sona bittiğinde köye yaklaştığını haber veren türkü repertuarı yanında birkaç kere de adını ansaydı. Uzaktan köy gözüktüğünde bir hamleyle dilini döndürmüş ağzında, ama şaşkınlıktan gözleri yerinden uğramış da isim çıkmamış yine. Kafasında dank ettikten sonra menzile varana kadar hatırlamak için çok zorlamış kendini. O kadar meşakkatten sonra bir delilik daha yapıp geri dönmeyi yedirememiş kendine. Öyle ya, dağın taşın da hakkı vardır, yol gösteren yıldızlar da ayıplar belki. Atı da yormuştur gereksiz diyemeyeceğimiz bu meşgaleyle ama Genceli’ye selâm çakıp Ferhat olup sırtlaması gerekirdi madem öyle. Bilirsiniz bu tür durumlarda ailedekileri uyku tutmaz. Geceliklerinin üstüne kalın montunu atan babasının avluda sakin adımlarla aşağı yukarı voltaladığını görünce ne yaptığının farkına ancak varmış bizimki. Babacan baba, babaca kaygılarla bir elinde fincan diğerindeki çubuğundan derin nefesi buğulu gözlerle salarken imalı kinayeli olmayan bir tonda “gel Mükerremim gel” diye yitiğini zikrettiğinde ne kadar sevinse azdır. Babası da o gittikten az sonra bağlantıları kurup hatırlamış meğerse. Oğlu dönene kadar yatakta bir o yana bir bu yana dönmek yerine avluda yarenlik etmiş geceye, yıldızlı geceye. Tamam, belki mermiye kafa atan dayıoğlumuz yok ama bu konularda biz de kendi çapımızda belalı bir aileyiz yani. Kimse bizi test etmeye kalkmasın, hatırlayana kadar basmadığımız ayak kalmaz sonra.

“Senin de amma önemli fikirlerin varmış he!” diyenler olabilir. Evet, öyle, belki fazla önemli değil, ama sonuçta bir duvar örüyorum, elimde yonttuğum tuğla, yoldan geçenlere bakarak bir süre öylece bekliyorum ve çırak harç getirmiyor. Sizin zorunuza gitmez miydi bu. En azından manzaradan sıkıldığınızda ve işi götürü aldığınızı hatırladığınızda başlardınız bağırmaya.

İmaj düştüğü anda, mesela kızışmış cephe hattında olsam, bir küçük sigara kâğıdına da olsa yazmam icap eder. Yavuklumun mektubu bozulacak bile olsa harflere emanet etmem gerekir. Gel gör ki yokluk kıtlık varmış gibi uzanıp ya da iki adım gayret gösterip ulaş(a)mıyorum malzemeye. Malzeme, adı üstünde, “lazım olan” demek değil mi, niçin beni bu kadar zorluyor, ihtiyaç olduğu besbelli, ama gelmiyor mesaiye, kartını basmıyor göstere göstere. Bıkkın ve bezgin adayların sıralarda bıraktığından nasibimize düşen onlarca kalem, onlarca defter, binlerce metrekare kâğıt, üç telefon, iki bilgisayar, bir tablet, buzdolabında post-itler, lüks restoran masalarında üzerine “saatin ederi alınmıştır” notları yazılabilen 17-25 poşet peçete olduğu hâlde hiçbiri imdadıma yetişmiyor.  Birkaç gün sonra bambaşka şeylerle uğraştığımda, bunun niye hâlen aklıma gelmediği üzerine kafa yorarken ucundan tekrar yakaladığımı hissettiğim benzer başka bir imaj düştü kucağıma. Göğsümde yumuşatıp hakkını verdiğim voleyle ağların tozunu almak vardı. Uykuyla uyanıklık arasında kulaklıkla, ekrana bakmamı gerektirmeyen bir video dinlerken yine ihmal ettim. Hâlbuki ilkini karşılayıp karşılamadığına tam emin olamasam da bu mukni buluşla mutmain olmuştum. Niye hamle yapıp kaydetmedim ki yine. Evet, siz de merak ettiniz sonrasında ne olduğunu. Kara kışın ortasında, karanlık sabahta çeşitli sebeplerle derse geç kalan kara kaşlı bir öğrencinin kaba montunun olanca sıkıcılığıyla, çantasının skolyoz tetikleyici ağırlığıyla çatlak öğretmenince ayakta bekletildiği sınıf köşesinde çatık kaşlarıyla kinini diri tuttuğu gibi burnumdan soludum. Heh, iyi de etmişim, meğerse doğru nefes almak hafızayı tazeliyormuş.

Madem bu dertten bu kadar muzdaripim, müştekiyim, müşteriyim, bu vesileyle kendisine buradan bir çağrıda bulunayım bari. Kıymetli “gelmeyen”, ölesiye “beklenen”, niçin böyle yapıyorsun kardeşim. Niye mağdur ediyorsun beni olur olmaz yerlerde. Bak soru işareti bile koymuyorum cümle sonlarına, mevzuu sen de biliyorsun. Yapma kardeşim, yapma, tamam mı. Sen lüzumsuzsa söndürülmesi gereken lamba mısın, sen oyunda fazla gelen sandalye misin, büyüdüğünde metrobüste daha rahat koltuk kapabilmesi için bahçede kapmaca talimi yaparken gideceği köşeyi es geçen dalgın masum musun. Bu küçücük dünyada kuyruğunu bırakması gibi bir kertenkelenin, orta yerde bırakma ben sevdiğini, yazmadan birkaç satır. Yapma bunu, mahcup etme beni. Bak bu son ihtarım, bazen çok zorda kalmama rağmen iki satırın hatırına daha önce bu kadar üstüne gelmedim, şimdilik de güzel güzel söylüyorum, bir dahaki sefere farklı konuşurum, aklını başına devşir. Bizde o kadar burjuva âdetleri olmaz ama gece yarısı akla düşen zeytinyağlı limonlu Tokat sarma kadar ol bari. Çat kapı gel, ansızın düş gözümün önüne.

Her seferinde olduğu gibi bu yazıda da mutlaka unuttuğum bir şeyler vardır. Nedir onlar? Ne bileyim ben. Sincaplar palamutları unutmasaydı ormanlar, ben bir şeyleri unutmasaydım bu yazı oluşmazdı. Unutmayı istediğimiz o kadar çok şey varken niçin onları değil de en elzemleri kaçırır göz önünden, dolaba kaldırır, kimini dondurur kimini dehlizlerde bekletir. Kimini de maalesef öldürür. “Diğer yazıya bak.” Telefonda paragrafı yazarken araya sıkıştırdığım bu notu o günün akşamında okuduğumda hangi yazıyı kastettiğini uzun uzun düşündüm. Neden sonra aklıma geldi de dönüp bakıverdim: Cihan Aktaş’ın Unutulmayan kitabını tahlil ettiğim Unutursak Kalbimiz… Madem geldik, ateş alıp kaçmayalım:  “Unuttuğumuzda kalbimizin kuruması gereken bir dolu olaya şahit oluyoruz. Hiçbir nesil bundan azade kalamıyor. Herkesi maruz bırakıp kimseyi mazur görmeyen işler başımızda sürekli. Bunlar musibet, evet, ama musibet rastgele olmaz, getirilir; bilerek ve isteyerek, hedef gözetilerek, isabet alınarak…/ Unutulmayan, eskiyi yâd için acıları diri tutan bir isim. Fakat muhtemel, müstakbel darbelere tedbir almayıp kapıyı da teklifsiz açtığımız için unutulan da diyebiliriz; tamam, unuttum, sıradaki… Zamanlamanın hep manidar olduğu topraklarda; unutmadıysak diğerleri niçin oldu? Acı tazelemek için mi unutmamalı yoksa tedbir almak için mi? Birincisi daima açık ara önde maalesef!”

Bir de unuttuğumuzu sandığımız, vakti geldiğinde -sözgelimi yirmi yıl sonra- ansızın ortaya çıkıp bazen rezillik çıkaran (son kısmını unuttum)…

Yazıya çalıştığım günlerde, içeriğe pek de yakışacağını düşündüğüm birçok güzel fikri, afili cümleyi, atmosferine uyması amacıyla bu sefer bile isteye, bakalım ne olacak diye not almadığım için heba ettim diyebilirim. Tersi bazı şeyler de olmadı değil. Mesela birinde tıraşın en civcivli ânında berberden müsaadeyle klavyeye abandım, onun da işine geldi gerçi, birkaç fırt, birkaç da yudum çekti bu arada. Bir diğerinde otobüste telefonla uğraşırken genelde midem bulandığı için rastgele bir durakta inip arka rendeleyen oturaklarda etim dona dona yaz’eyledim, yine soğuktan hissetmediğim parmak uçlarımla. Açık söylemek gerekirse şu an okuduğunuz cümleyi yaya geçidine girmeden kaldırımda yazıyorum, motorlu kuryenin kornası kulağımı çınlatıyor, sinirlerimi sıçratıyor, yan gözle etkili bir bakış atıp iniyorum yola. Bunu ise karşı kaldırımda: Elimde telefonla aheste aheste yürüdüğüm için yok yere kızıp gereksiz dayılık yapan şoför arkadaşla küfürleşmemizi buraya yazamıyorum tabii, kusura bakmayın. Gerçi benim ettiklerimi yazarım da, onunkileri çözümleyemedim. En azından şunu yazmadan geçmeyelim; oğlum siz manyak mısınız ulen, yaya geçidindeki insan nasılsa koşar diye gazı köklemek ne demek birader. Önüne başka bir araç çıktığında var gücünle frene abanıyorsun ama o etten kemikten ve sen saatte 200’le gidebilen 1500 kiloluk makineye hükmettiğin için mi katlanmak zorumdayım bütün bu salaklıklara. Olum, sen hiç yaya olmuyor musun, hiç çocuğunun elinden tutup karşıdan karşıya geçmiyor musun. Bak sana da çok gördüm soru işaretini. Anladın sen onu. Buraya da ünlem gerekiyordu ama değmez. Bir başkası da durmayı aklından bile geçirmediğinden, yoktan yere çarpmasın diye kendimi kaldırıma attıktan sonra şoför mahalline fırlattığım delici bakışları görünce kulaklığımı işaret etmişti. He, pardon ben kulaklık olduğundan görmemiştim onu da, o yüzden yavaş hareket ediyordum. Hayır kardeşim ben yavaş değilim, sen hızlısın. 0 km.yi aşan her hız fazladır yaya geçidinde. Heh, bak şimdi hatırlayınca yine gülesim geldi, bir keresinde de elinde telefon olduğundan göz göze gelmemize imkân vermeyen bir hödüğün önüne atladığımda acı bir frenle durmak zorunda kalmıştı son anda. Ama hem geçmeme müsaade etmedi hem de “sen önce bi ellerini cebinden çıkarsana be” diye höykürmüştü. Burayı çocuklar okumasın: Şimdi Raskolnikov gelse de kanlı baltayı verse elime. Yok, herifçioğluna vurmayacağım, göstersem yeter sanırım. Arabadan inse tüm cesaretini kaybedeceğinden eminim çünkü. Ayrıca ben elimi cebimden çıkarırım çıkarmasına ama elimle beraber çıkacak şeylerden acayip korkarsın, o yüzden acırım sana.

O yoluna, biz yolumuza… Devam edelim. İmajlardan bir tanesi aklımdan nasıl uçtu, tahmin bile edemezsiniz. Akşam çocuğu okuldan getirirken apartmanın bahçe kapısından geçtiğimizde ben yine kelimeleri birbirine ulamaya gayret ederken “baba kapıyı kapat da rüzgâr girmesin” dedi müstehzi. Kendisi ferforje olduğu yetmiyormuş gibi her tarafı açık olan kapıyı kapatacakmışım da soğuk gelmeyecekmiş. Bak sen 1. sınıflık sıpaya, benim birinci sınıf şakamı bana satıyor. Satın almaya pek hevesliymişim ki, kanatlanıp uçtu cümleler bölük bölük.

Tabii insanın bir yerlere not almasının mümkün olmadığı pek zor bir durum daha vardır. Ahmetçiğim Sağlam, şimdi burada detaylarına girmek istemediğim bu durumu “Yazarlığımı tuvalete borçluyum” başlıklı yazısında uzun uzun anlatmıştı, 25 kiloluk bedeni toprağa kavuşmadan bir yıl kadar önce. Dar alanda odaklanma daha kolay oluyor tabii, başka ne olsun sebep.

Bazen öyle amansız hatırlama gayreti içinde oluyorum, deliriyorum kızıyorum ki kendime, aklıma gelmesiyle gitmesinin bir olduğu o anda ne yapıyorduysam onu tekrar yapmaya çalışıyorum. Evdeysem evi, sokaktaysam geri dönüp kaldırımı turluyorum, sürahiden su alıyorduysam yine öyle yapıyorum, su görünce şişsem bile. Oryantiring oyunundaki gibi olayları, mekânları sırasıyla takiple zorluyorum kendimi, yalvarıyorum adeta kendime gelsin diye. Ya gelsin, ya da onu unuttuğum gibi, öyle bir şey olduğunu ve bu vakayla ilgili tüm detayları da unutayım ve rahat edeyim bari. Böyle olması için araya saçma sapan işler soktuğum da oluyor. Koğuşta ay yürüyüşü yapan asker videolarından tut, 8-10 saniyelik vine’lara kadar sarıp sarıp tüttürüyorum. Ama çare olmuyor, birkaç gün geçmesi, araya daha büyük olaylar girmesi, yepyeni buluşlarla tatmin edici başka cümlelere erişmem gerekiyor. Lise sonda okul şampiyonluğunu son anda kaçırınca o ergenlikle birkaç gün kendime gelememiştim niyeyse. Ya da büyük bir kayıp yaşayan insanlarda da olur ya hani, unutana kadar araya kurşundan devasa kapılar gelse yeridir. Bana o kadar kalın olmasa da bir tane röntgenci kapısı lazım olduğu muhakkak. Bak şimdi işe bak, bir önceki cümleyi telefonun takvim hatırlatma kısmına yazmıştım. Oranın harf kapasitesi biraz düşük. Yazmaya izin veriyor ama kaydedince eksik bırakıyor, fazla yazdın diye uyarmıyor da. Kaptırıp gitmişim, haddi aşmışım. Tabii sonrasında buraya kopyalarken cümleyi nasıl bitirdiğimi hatırlayamadım. Yepyeni bir biçime büründü zorunlu olarak. Muhtemelen o cümlelerde röntgenci yerine başkaları vardı.

Bir yazıya niyetlendiğimde, başlığını yine bu takvime kaydediyorum. Ayarlıyorum, her gün hatırlatıyor. Tekrarlarla birlikte böyle yüzlerce, hatta sonsuza giden hatırlatmalar var kayıtlı. Başkasından buyruk alarak iş yapmaya mı alışmışım nedir, boşuna esnaflık yerine memurluk yapmıyoruz, burada da kendim kaydetsem bile başkası emrediyor, hatırlatıyor olunca daha disiplinli oluyorum. İş bu ya, bu yazının uyarısını bir karışıklık esnasında silmişim. Birkaç gün hiç aklıma gelmedi. Neden sonra hatırladığımda bu sefer de yeniden hatırlatıcı oluşturmayı ihmal ettim. Kardeşim nedir bu çektiğimiz. Birkaç hafta sonra ancak başlayabildim tekrar hatırlamamla.

O zaman yazımıza adının baş harfleri M. Z. E. olan az ünlü yazarımızın bir yazısından alıntıyla son verelim: “Ahmet Örs’ün kitaplarını okuyup hakkında yazmaya çalıştığım günlerde bilgisayarın başından kalkıp uykunun ağır basmasıyla kapanan gözlerime söz geçiremediğim bir zaman yazarın öykücülüğüyle ilgili harika bir detay geldi aklıma. Şu an hatırlayamasam bile o anki hazzını hissediyorum. İyi bir buluş diye kendimle de övündüm arada. Fakat üşendiğimden kalkıp not almadım bir kâğıda veya telefona. Buluşun sevinciyle uykunun tatlı kollarına teslim ettim kendimi. Bu tür durumlarda hafıza tekniklerinden birini kullanırdım ama ona da müracaat etmedim. Öyle ya, bu kadar güzel bir fikri unutabilecek kadar ihanet içinde bir beynim yoktu ki. Varmış meğer, kalktığımda neden sonra aklıma gelmesi gerektiği zaman derinlerden çekip çıkarmaya davrandığımda aklımda konuyla alâkalı hiçbir şey yoktu. Zaten öyle bir konu olduğu da kalktıktan saatler sonra gelebilmişti zihnime. Cümlelere bile dökmüştüm hâlbuki uyumadan önce. Ne yapsam ne etsem gelmedi inatçı. Ama olsun, bak kurtulamadı elimden. Kendisini yazamasam da öyküsünü yazıyorum inadına. Sen kalk, bilinçaltımdan oya oya yukarılara çık, beni heveslendir, sonra ortadan kaybol. Öyle yağma yok, kendin yoksan bile dedikodunu yaparım ben de.”

Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz. Bu da onlardan biri: İlk ne zaman duydum bilemiyorum ama Kurtuluş Savaşı sırasında vuruşmalar İzmir ve civarında geçiyorken “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini teknik açıdan sorgulamam hem coğrafya bilgimi hem de tenakuzları yakalamakla görevli iflah olmaz musahhih adaylığımı gösteriyor. Hayatın olağan akışına uymayan bu cümleyi kulağımın arkasına değil, kepçenin tam içine, deliğin başına, diğerlerinin yanına yerleştirdim. Özellikle araştırmasam da ileride palamut akını gibi gelecek doğrulayıcı destekleyici bilgileri tutabilmek için oltamı hazırladım. Yıllar sonra bir şekilde gelip beni buldu. Ege Denizi’nin o dönemki adı İç Akdeniz’miş. Birçok şeyi bu şekilde öğrendim diyebilirim. Detaylı bilgi için Algılarımız’a[1] bakabilirsiniz.

[1] https://yenipencere.com/yazilar/algilarimiz-mustafa-zahid-ergun/

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Hangi Saftayız? – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Malum son günlerde ABD işbirlikçilerinin de marifetiyle mazlum Gazze halkının zorbalıkla, zulümle yerlerinden edilmesi büyük bir gündem oluşturdu. Türkiye’deki sözüm ona aydın kalemşörler ve âlimler mazlum Gazze halkı için şunu dile getirdiler: “Bu zulüm artık dayanılmayacak noktaya geldi, bundan ötürü Gazze halkı için “hicret” vakti gelmiştir!”

O hâlde soralım bu aydınlarımıza ve âlimlerimize: Bir savaş kapıya dayandı mı, herkes evini, yurdunu bırakıp gitsin mi, bu kabul edilebilir bir durum mu? Tabii, bu söylemleriniz Gazze halkı için hiçbir şey ifade etmiyor çünkü onlar direnişle doğmuştur, direnişle büyümüştür, direnişle yaşamıştır, direniş onlar için bir mektep, bir yaşam tarzıdır. Onlar açık cezaevinde, ambargo altında her türlü zulme karşı onurlarıyla ve direnişleriyle bütün dünyaya ders veriyor. Selam ve zafer onlara ve destekçilerine olsun! Direnişleri vâr olsun!

Peki, yerinden edilmeye “hicret” adı vermek ne kadar doğru? “Hicret”in yaratıcı, kurucu, medeniyet vâr edici bir misyonu vardır. Zulümler olduğu için herkes hemen bıraksın ve hicret etsin, düşman da gelip orayı işgal etsin! Hangi kitapta var bu? Nasıl bir tutumdur bu!

Evet, zulüm görenler; özellikle âciz ve zayıf erkekler, kadınlar, çocuklar ilk etapta terk edebilir. Kaldı ki yer Filistin olunca, yer Gazze olunca bu imkânsız hâle geliyor çünkü onlar kadınıyla-erkeğiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla direnişe topyekûn destek veriyorlar, hayat veriyorlar, vermeye de devam edecekler. Onların hayatlarında yurdunu, direnişin simgesi olan karpuzu, barışın simgesi olan zeytin ağaçlarını, refahın ve mutluluğun simgesi olan portakal ağaçlarını bırakıp da gitmek yok! Direnişin zaferiyle yeni bir yaşam vâr olacak! İşte o zaman zulümden, barış ve felâh içerisinde bir medeniyete göç olacak. Bizler bu duruma, Filistin halkının bu direnişinin bu şekilde “yer değiştirip” zafere ulaşmasına “hicret” diyoruz.

Şimdi bizim aydın ve âlimlerimizin hicretine gelelim. Onların “hicret” tanımı zilletten başka bir şey değildir! Bizler de aydın ve âlimlerimize nâçizane şu tavsiyelerde bulunalım: İlk önce siz, kendinizi muhatap alarak “hicret”i kendi zihinlerinizde başlatın! Küresel emperyalist oyunların nasıl kurgulanıp sergilendiğini, bunun için halkların nasıl kurban edildiklerini görün, tezgâhlanan bu oyunları görüp anlatın. Ya bunu gerçekten bilmeyerek yanlış yorumluyorsunuz ya da gözleriniz var, görmüyor; dilleriniz var, konuşmuyor; elleriniz ve ayaklarınız var, harekete geçmiyor! Öncelikle zihninizi, söylemlerinizi mazlumlar lehine çevirin! Zaten Filistin halkı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Önemli olan bizim, direnişin hangi safında olduğumuzdur

İsterseniz gelin, bu safları netleştirelim! Sözüm, onlara! O aydınlarımız ve âlimlerimiz kendilerini çok iyi bilir! Ne zaman Filistin lehine somut adım atabildiler? Tersine; harekete geçenleri, direnişe destek verenleri utanmadan eleştirdiler, kötülediler ve sorguladılar! Katliamları sadece kınamayla geçiştirdiler. Hiçbir söylem ve eylemlerinde kınama ve “Kahrolsun İsrail!” söylemlerinden öte gidemediler. Sadece popülist ve hamâsî söylemlere takılıp kaldılar.

Şimdi gelelim direniş safında hizalanan bir avuç vicdan sahibi insana! Niye bunlar gözaltılara, sorgulamalara, işkencelere, tutuklamalara maruz kaldı? Neden kolluk güçleri, iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan toplanınca böyle bir tavır takınıyor? Direnişin safında yer alan bir avuç insan çok mu korkutuyor Filistin düşmanlarını? Sahi korkunuz nedir? Bulunduğunuz statünün daha bilinçli ve daha sözü dinlenir bir statü olması gerekmiyor mu? Yoksa statünüzü, mevkiinizi kaybetme korkunuz mu var?

Oysa direniş safları, korkularını yenen, ölümü öldürenlerin safıdır! Bu safta olmayacaksınız eğer, gölge de etmeyin! Artık bu aşamada saflarımızı belirlemeyelim mi? Zulmün safında, mazlumlara karşı mı yoksa mazlumların safında, direnişin safında mı! Aslında vicdan sahibi insanlar için çok açık: direnişin safında, zafere dek!

Devamını Okuyun

Yazılar

Amerikan-İsrail Soykırımı ve Globalist Projenin Ayak Sesleri – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Yirmi birinci yüzyılın ortasında insanlık, tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Ne yazık ki bu karanlık, yalnızca bombaların gökten yağmasıyla değil; ahlakın, vicdanın ve insanlığın sistematik bir şekilde yok edilmesiyle derinleşiyor. Bugün Gazze’de yakılan her ev, yıkılan her cami, parçalanan her çocuk bedeni sadece İsrail’in değil, Amerikan emperyalizminin ve ona akıl veren küresel efendilerin ortak cinayetidir. Bu, bir savaş değil; soğukkanlı bir soykırım ve topyekûn bir medeniyet yıkımıdır!

Bugünün dünyasında insanlık olarak “medeniyet” kavramının altının boşaltıldığı, değerlerin metalaştırıldığı ve vicdanın sistematik olarak bastırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu çağda “medeniyet”, Batı’nın elinde bir propaganda aracına dönüşmüş, içerdiği tüm anlamları kaybederek yeni-sömürgeci projelerin vitrini haline gelmiştir. İşte bu vitrinin ardında Gazze gibi yerlerde akan kan, soykırım, tehcir aslında yeni dünya düzeninin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

İsrail: Sadece Bir Terör Devleti Değil, Bir Proje

İsrail, yalnızca bir terör devleti değil, bir projedir! Bu proje, Batı’nın kadim Haçlı kiniyle, çağdaş Siyonist ideolojinin birleşiminden doğmuş bir yapay organizmadır. Gazze’de yürütülen katliamlar, spontane gelişen askeri hamleler değil; sistematik bir etnik temizlik politikasının ürünüdür. Her bomba, bir plânın; her keskin nişancı kurşunu, bir küresel stratejinin parçasıdır.

İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri garnizonu, bir “medeniyet istasyonu” değil; etnik temizlik ve soykırım mühendisliğinin canlı örneğidir. 1948’den bu yana Filistin topraklarında uygulanan şiddet politikaları, Siyonist ideolojinin teolojik temellerinden beslenen bir ırkçılıkla harmanlanmış, Yahudi üstünlüğünü mutlaklaştıran bir etno-devlet modeline dönüşmüştür.

Bu bağlamda İsrail’in eylemleri, salt “güvenlik kaygılarıyla açıklanamaz. Aksine, bu sistematik saldırılar, bölgede kültürel, demografik ve dini bir dönüşüm hedefleyen uzun vadeli bir “resetleme” planının parçasıdır. Bu plânın aktörleri ise sadece İsrail devlet aklı değil; onu destekleyen hatta yöneten global sermaye ve stratejik akıllardır.

Amerika: “Özgürlük” Maskesiyle Cinayet İhracı

ABD ise bu plânın taşeronudur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi söylemlerle tüm dünyaya ihraç ettiği şey gerçekte savaş, yıkım ve kaostur. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da oynanan kirli oyun şimdi Gazze’de, tüm acımasızlığıyla yeniden sahnelenmektedir. Amerikan uçaklarıyla gelen bombalar, Amerikan silahlarıyla vurulan çocuklar ve Amerikan medyasıyla aklanan katliamlar… Bu, barbarlığın dijital çağdaki hâlidir.

ABD, tarihin en büyük askeri gücü olarak sadece savaş değil; kültür, medya ve teknoloji yoluyla da küresel tahakküm kuran bir imparatorluk inşa etmiştir. “Özgürlük ihracı” adı altında yürütülen her askeri müdahale; aslında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarların ele geçirilmesi ve küresel düzenin yeniden dizaynı anlamına gelmektedir.

Amerikan dış politikası, İsrail’in politikalarını yalnızca desteklemekle kalmaz; onun bölgede bir taşeron devlet olarak işlev görmesini sağlar. Pentagon’un mühendisliğini yaptığı, CIA’nın finansal destek verdiği soykırım projeleri NATO medyasıyla meşrulaştırılırken, dünya kamuoyu, “Batılı değerler” ambalajıyla uyuşturulmaktadır.

Globalistler: Tanrıcılık Oynayan Yeni Firavunlar

Ancak bu cinayetlerin arkasında yalnızca devletler değil, çok daha büyük bir güç vardır: Küresel sermayeyi, medya tekellerini, ilaç ve teknoloji devlerini elinde tutan bir avuç elit azınlık! Bu azınlık, kendini Tanrı yerine koymuş, insanlığı kontrol altına almak, milletleri köleleştirmek ve nihayetinde “tek tip” bir insan modeli oluşturmak istemektedir. Gazze’de denenen şey, bu küresel plânın bir test sahasıdır: Direnen toplumları kır, yok et, susmayanları aç bırak, yılmayanları bombala, direnlere destek olanları tutukla, hapset!

Modern dünya sisteminin gerçek yöneticileri devletler değil; sınırları aşan, ulusal egemenlikleri hiçe sayan bir sermaye oligarşisidir. Bu oligarşi; küresel finans kurumları, büyük medya tekelleri, farmasötik ve teknoloji devleri aracılığıyla insan hayatını, bilgiyi ve algıyı kontrol etmektedir.

İsrail’in Filistin’de denediği, ABD’nin Irak’ta uyguladığı şey aslında bu globalistlerin nihâî plânının laboratuvar deneyleridir. Bu plân, ulus-devletleri ortadan kaldırmak, aileyi çözmek, dini inancı yok etmek ve bireyi yalnız, kontrol edilebilir bir dijital varlığa indirgemek üzere kuruludur.

Gazze’de öldürülen bir çocuk; yalnızca bir can değil, global düzene direnişin sembolüdür. Onun bedeni, dijital totaliterliğe karşı insanlığın verdiği son savaşın siperidir!

Modern çağın en büyük yalanı, insanlığın özgürleştiği yalanıdır. Oysa gerçekte yaşanan; bireyin, toplumun ve milletlerin adım adım küresel bir denetim sistemine mahkûm edilmesidir! Bu sürecin arkasında ise ne sadece devletler ne de ideolojiler vardır. Arkasında bir sınıf vardır: globalist elitler. Onlar, kendilerini tanrı yerine koymuş, insanı yeniden biçimlendirmek ve yeryüzünü mutlak bir tahakkümle yönetmek isteyen modern Firavunlardır.

Globalizm, sermayenin ve gücün ulusal sınırları aşarak küresel bir otorite haline gelmesidir. Bu ideolojinin hedefi, bağımsız ulus-devletlerin çözülmesi, kültürel kimliklerin yok edilmesi ve tek tip bir tüketim bireyinin oluşturulmasıdır. Uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası), büyük teknoloji tekelleri (Meta, Google, Microsoft), ve küresel medya devleri bu yapının yürütme organlarıdır.

Onların gözünde insan bir ruh değil, istatistiksel bir varlıktır. Bir QR kod, bir algoritmadır. Her hareketi izlenebilir, yönlendirilebilir, gerektiğinde etkisizleştirilebilir.

Sessiz Dünya, Suç Ortaklığıdır

Batı’nın sessizliği masum değildir. Her sessizlik, bir onaydır. Her tarafsızlık, bir suç ortaklığıdır. Bugün İsrail’e silah satan da ona “savunma hakkı” diyen de soykırıma sessiz kalan da insanlık suçu işlemektedir. İsrail’le ticarete devam edenlerle diplomatik, siyasi, askerî ilişkileri kesmeyenler soykırım suçuna ortak olmuştur. Bu yeni dünya düzeni, “kanla yazılmış bir distopya”dır.

Çünkü sessiz kalmak, işlenen suça ortak olmaktır. Barbarlığa karşı susmayan her ses, insanlığın geleceğine atılan bir tohumdur. Bugün Gazze’deki mücadele; sadece bir toprağın değil, tüm insanlığın değerlerinin, kimliğinin ve haysiyetinin savunusudur. Tüm insanlığın Gazze direnişine sahip çıkma borcu vardır.

Direniş: Medeniyetin Son Kalesi

Bu kirli düzene karşı direnmek, sadece bir hak değil, ahlâkî bir görevdir. Direniş, sadece silahla değil; kalemle, sözle, fikirle, şiirle de mümkündür. Çünkü bu savaş, sadece toprakların değil, zihniyetlerin de savaşıdır. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz! Ya bu barbarlığa sessiz kalacağız ya da yeni bir insanlığın hayalini kuracağız!

Unutma: Gazze düştüğünde yalnız Filistinliler değil, insanlığın onuru da düşmüş olacak! O nedenle bu mücadele, sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir.

Küresel elitlerin uyguladığı yöntemlerin başında, kriz üretmek ve bu krizlere çözüm sunma bahanesiyle özgürlükleri geri almak gelir. Pandemiler, ekonomik buhranlar, savaşlar ve sun’î göç dalgaları bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her büyük kriz, globalistlerin “yeni düzen”e geçişte kullandığı bir merhaledir.

COVID-19 pandemisi, bir sağlık krizinden çok, dünya çapında denetim mekanizmalarının test edildiği bir laboratuvardı. Dijital pasaportlar, kitlesel gözetim sistemleri, sosyal medya sansürleri bu dönemle birlikte normalleştirildi. İnsanlar korkutularak itaatkâr hale getirildi.

Tek Dünya Devleti: Dinin, Ailenin ve Kimliğin İflası

Küreselcilerin nihai hedefi tek merkezden yönetilen bir dünya sistemidir. Bu sistemin önünde duran en büyük engeller ise şunlardır: din, aile ve milli kimlik.

  • Din; insanın üst bir otoriteye bağlılığını temsil eder. Bu da globalistlerin mutlak hâkimiyetini tehdit eder. Bu yüzden din ya yozlaştırılır ya da marjinalize edilir.
  • Aile; bireyi sistemin mutlak kontrolünden koruyan en küçük direnç birimidir. Onun yerine cinsiyetsiz, köksüz bireylerden oluşan sözde özgür topluluklar inşa edilir.
  • Milli kimlik; yerli olanı, özgün olanı ve bağımsızlığı temsil eder. Bu da tek tip insan modeline engeldir. Dolayısıyla kültürler ya homojenleştirilir ya da çürütülür.

Dijital Tahakküm: Gözetim, Manipülasyon ve Veri Diktatörlüğü

Yeni dünya düzeni, fiziksel işgallerle değil; veriyle, yapay zekâyla, algoritmalarla yürütülmektedir. Google aramalarınızdan kredi notunuza, sosyal medya etkileşimlerinizden alışveriş alışkanlıklarınıza kadar her şey kayıt altındadır.

Bu veri setleri, bireylerin zihinsel haritasını çıkarır ve kitlesel yönlendirme için kullanılır. Bugünün en büyük silahı ne bombadır ne tank! Bugünün en güçlü silahları bilgidir, veridir, algoritmadır.

Ya Direniş ya Dijital Esaret

Ya bu sistemin sunduğu sanal özgürlüklerle ruhumuzu satacağız ya da bedel ödeyerek gerçek insan kalacağız. Bugün Gazze’de direnenler, sadece İsrail’e değil, bu küresel düzene de karşı koymaktadır. Bu yüzden bu savaş; yalnızca bir toprak meselesi değil, insanlığın ruhunu kurtarma mücadelesidir.

İslam’ın Teklif Ettiği Dünya

Adaletin, Merhametin ve Tevhid’in Egemen Olduğu Bir Varlık Düzeni

Sadece Karşı Çıkmak Yetmez, Bir Teklifin Olmalı

Tarihte hiçbir karşı çıkış, bir teklif olmadan kalıcı olamamıştır. Bunu “Arap Baharı” sürecinde tecrübe ettik, eleştiriler yıkıcı olmaktan çıkıp dönüştürücü hâle ancak alternatif bir yapı önerisiyle gelir. Bugün globalist barbarlık, dijital tahakküm, Siyonist zulüm ve liberal çürüme karşısında; insanlığın sadece “direniş” değil, aynı zamanda “yeniden inşa”ya ihtiyacı vardır. İslam medeniyeti, bu yeniden inşanın yegâne evrensel modelidir. Çünkü o, insanı merkezine alan, ilahi ilkeyi temel alan ve adaleti tüm boyutlarıyla sistematikleştiren yegâne medeniyet tasavvurudur.

Tevhid: Birliğe Dayalı Ontolojik Bir Bakış

İslam medeniyeti, varlığı parçalanmış bir bütün olarak değil; anlamlı bir birlik içerisinde kavrar. Tevhid inancı, sadece Allah’ın birliğini değil; hayatın her alanında bütünlük ve adaletin hâkim olması gerektiğini öğretir. Ekonomi, siyaset, hukuk, aile, çevre… Her şey ilahi denge (mîzan) ile ahenk içinde olmalıdır.

Bu anlayışta insan, doğaya hükmeden değil; doğa ile birlikte bir emaneti taşıyan varlıktır. Devlet, halkın efendisi değil; adaletin taşıyıcısıdır. Bilgi; güç değil, sorumluluktur.

Adalet: İslam Medeniyetinin Omurgası

İslam’ın medeniyet teklifinde adalet, merkezî ilkedir. Adalet, sadece hukuki değil; ekonomik, sosyal, kültürel ve epistemolojik bir düzendir. Kur’an’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” emri, evrensel hukuk için erişilmesi zor bir zirvedir.

Bugün dünyada adalet, sadece güçlü olanın ayrıcalığına dönüşmüşken; İslam, en zayıfı, en yetimi, en kimsesizi merkez alan bir düzeni öncelemektedir. Bu adalet, sınıfsız bir toplum vaadi değil; her sınıfın hakkını koruyan bir denge sistemidir.

Aile ve Toplum: İnsanlığın Çekirdeği

İslam medeniyetinde aile, toplumun temeli değil, bizzat kendisidir! Kadın ve erkek cinsiyetsizleştirilmiş eşitlik yarışında değil; birbirini tamamlayan iki hakikat olarak kavranır. Çocuk, nesil değil; emanettir. Bu bakış açısı, Batı’daki aile krizinin ötesinde; sağlıklı, üretken ve sorumlu bir toplumun yapı taşlarını sunar.

Toplum, yalnızca bireylerin toplamı değil; birbirine karşı ahlâkî sorumluluklarla bağlı bir “ümmet”tir. Bireyin özgürlüğü, başkasının hakkını yok sayarak değil; onu gözeterek vâr olur.

Ekonomi: Faizsiz, İsrafsız, Hakkaniyetli Bir Model

İslam’ın ekonomik teklifi; faizsiz, israfsız ve üretim temelli bir düzene dayanır. Kapitalist sistemde paradan para kazanmak makbuldür; İslam’da ise bu, zulümdür. Fakirlik bir kader değil; zenginlerin vebali olarak görülür. Servetin dolaşımda olması, belirli ellerde toplanmaması, zekât ve infak gibi kurumsal sistemlerle garanti altına alınmıştır.

Bu anlayış, bugünün krizlere gebe olan finansal sistemine karşı hem adil hem sürdürülebilir bir modeldir.

Bilgi ve İrfan: Gerçekliğe Yolculuk

İslam medeniyetinde bilgi, sadece nicel birikim değil; hakikatle buluşma sürecidir. Modern bilgi epistemolojisi, hakikati parçalayan bir tahakküm aracına dönüşmüşken; İslam düşüncesi, akıl ile vahiy arasında denge kurarak, insanı hem maddi hem manevi olarak inşa eder.

Bilgi; kibir değil, tevazudur. Güç değil, emanettir. İşte bu anlayışla, İslam medeniyeti, bir yandan astronomide zirveye çıkmışken öte yandan tasavvufta insanın iç yolculuğuna da rehberlik etmiştir.

Savaş ve Barış: Onur Temelli İlişkiler

İslam, savaşla barış arasında denge kuran bir sistem sunar. Ne pasifist bir kabulleniş ne de emperyalist bir yayılma… İslam’ın savaş anlayışı, mazlumları korumak, adaleti tesis etmek ve fitneyi (bozgunculuğu) durdurmak içindir. Barış ise zulmü meşrulaştıracak bir örtü değil, adaletin tesisinden sonraki durumdur.

Bu yönüyle İslam, Batı’nın “barışçıl işgali”ne, “demokrasi için savaş” yalanına karşı hakikate dayalı bir duruş sergiler.

Şehir ve Mekân: Ruhu Olan Coğrafyalar

İslam medeniyetinde şehir; rantın değil, rûhun mekânıdır. Camiinin merkezde yer aldığı, sokakların komşulukla örüldüğü, mimarinin estetikle, insanla ve doğayla barışık olduğu bir modeldir. Bu anlayış, modern şehirlerin beton ormanına dönüşmesine karşı; yaşanabilir, huzurlu ve ruhu olan şehirler teklif eder.

Sonuç: Medeniyet, İnsanlık Onurunun Mimarisidir

İslam’ın teklif ettiği medeniyet; insanı ilahlaştırmaz ama ona onur kazandırır. Teknolojiyi reddetmez ama onun efendisi olmayı öğretir. Kültürü dondurmaz ama yozlaşmasına izin vermez. Bu medeniyet, sadece Müslümanlara değil; tüm insanlığa bir davettir. İnsanlığın geldiğimiz noktada tek kurtuluş reçetesidir.

Gazze’deki direniş, bu medeniyetin küllerinden doğuşunun habercisidir. Batı’nın çöküşü sadece bir yıkım değil; hakikat medeniyetinin yeniden inşası için bir başlangıç olabilir, olmalı, biz istersek, irade ortaya koyarsak bu mümkün, bu olursa iyi olur babından bir şey değil kulluğumuzun gereğidir. Çünkü hakikat yalnızca savunulmaz; aynı zamanda inşa edilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x