Connect with us

Yazılar

Klasik Dönemde Okullaşma ve Urfa – Harran Okulları – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Okullaşma Nedir?

Bu durum iki madde ile özetlenebilir: Okullaşma durumu ve okul çağındaki çocuklara okuma olanağının sağlanmış olması.

Okullaşma için okula giden öğrenci oranını ve okul sayısını artırmak gerekir.

Konu okullaşma olunca devreye doğal olarak eğitim ve öğretim girer. Eğitim, çeşitli alanlarda bilgi ve beceri sahibi olması istenen ve isteyen kişilere yönelik eylemler silsilesidir.

Öğretim ise karşı tarafa salt bilginin aktarıldığı, ortada öğreten ile öğrenenin olduğu, zihinsel ve el becerisi gerektiren bilginin söz konusu olmadığı “bilgi aktarma” şeklidir.

Kendi içerisinde özgül bir ağırlığa sahip olan bu iki yöntemin artı ve eksileri vardır.

Yeri gelmişken belirtelim Türkiye’de yapılan genel itibarıyla eğitim değil öğretimdir. “Eğitim ve öğretim dönemi” denen bu sürecin isminde eğitim öğretimden önce gelse de sıralama tam tersi olmalıydı. Çünkü öğrenilmeyen, öğretilmeyen bir şeyin eğitimi mümkün değildir.

Tarih boyunca “din temelli” okullaşma durumuna bir vurgu

Bir Süryani ilim adamı, okullaşma konusunda aşağıda gösterdiğimiz minvalde bir sıralama yapmış. Bize de ilginç geldi. Bakalım.

1- İlk okulu Allah açtı. (Doğru galiba. Nitekim “Allah kalemle yazı yazmayı öğretti.”) (Alak, 96/1-5)

2- İkinci okulu Hz. Âdem açtı. (Bu da doğru galiba. Zira mahiyetinin ne olduğunu tam olarak bilmesek de kalemle yazmak öğretilmiş ve öğrenilmişse o zaman bu işi ilk defa Hz. Âdem’in yaptığı düşünülebilir.)

3- Üçüncü okulu Hz. Nuh açtı. (Bu da mümkün!)

4- Dördüncü okulu “ulu’l-azm” peygamberlerden olan ve bir “millet”i bulunan Hz. İbrahim açtı. (Buna da evet!)

5- Daha sonra bu peygamberlerin okul açma işlerinin Antik Yunan’da vücut bulduğunu görüyoruz. Ama burada açılan okulun mahiyeti açısından şirk içerdiği söyleniyor (ki, bu da doğru!)

6- Altıncı okulun süregelen İslam-tevhid mesajının üzeri örtülmesi, var olan hakikatin gizlenmesi üzerine Hz. İsa tarafından açıldığı belirtilmektedir.

Bu bilgiler dikkat edilirse Hz. İsa ile sona eriyor.

Bize göre bunlar doğru olmakla birlikte modern dönemde seküler okullaşma eğilimini sarf-ı nazar ettiğimizde “bize kadar izi kalan” son tevhid okulunun da bir daha kapanmamak üzere Hz. Muhammed tarafından açıldığını söylememiz gerekiyor. Hz. Peygamber döneminde Medine’de hizmet veren Ashab-ı Suffa buna en güzel örnektir.

Urfa Okulu

Dünyanın en eski şehirlerinden biri olan Urfa; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi üç büyük dinin gelişimi ve etkinliği açısından önemli bir yere sahiptir. Urfa’nın ilahi olsun, beşeri olsun birçok dinin kültürel gelişiminde büyük rolü olmuştur. Bilhassa Hristiyanlık ve İslamiyet’in kültürel merkezi olarak işlev görmüştür. Yahudilik, Hıristiyanlık, Süryanilik, Nesturilik, Sabiilik ve İslamiyet gibi birçok din ve mezhebi bünyesinde barındıran nadir şehirlerden birisidir.

Bu okulda okutulan dersler açısından önem açısından ilk sırayı felsefenin aldığını, daha sonra tıp, edebiyat ve tarihin geldiğini bilmekteyiz. Urfa Okulu, 363 senesinde İranlılar tarafından kurulduğundan bazı kaynaklarda İran medresesi olarak da geçmektedir. Urfa Okulu, farklı din ve mezheplerin etkisinde kaldığından olsa gerek daha çok felsefeye önem verilmiştir. O dönem açısından başta İran/Sasaniler olmak üzere Roma gibi güçlü ve istilacı aynı zamanda yerleştikleri yerde kendi kültürel değer ve hayat telakkilerini emperyalist bir bakış açısıyla hakim kılmaya çalışan devletlerin varlığına rağmen doğuyu ve batıyı ilgilendiren konularda eğitim yapılması istenen okul olgusu açısından birçok şehir dururken başta Urfa’nın ve Harran’ın tercih edilmesi dikkate şayandır.

Bu güçlerden dönemin İran’ının yukarıda belirttiğimiz gibi Urfa’yı tercih etmesi ve burada bir medrese/okul açma düşüncesi bu topraklarda neşvünema bulmuş olan dinlerin, dinsel öğretilerin gerek kendileri ve gerekse de hâkimiyetleri altına almayı düşündükleri o bölgede mukim toplumlar açısından önem arz ediyordu. Zaten öteden beri varlıkları kabul edildiği halde içerik açısından tartışılan ama sonuçta o bölgenin ‘peygamberler bölgesi’ olmasının tesmiyesine bir uygunluk içerisinde bu okulların bu şehirlerde kurulmak istenmesinin önemli bir delili olabilir.

Urfa Okulu’nun birçok dinin ve mezhebin etkisinde kaldığını, başta Yakubi ve Nesturiler arasında bitmek bilmeyen çekişmeler baş gösterdiğinden bu okul 489’da kapatılıp Nesturi hoca ve talebelerinin de kovulduklarını görmekteyiz. Urfa Okulu en çok Süryanilerin etkisinde kalmıştır. Süryaniler filozof değil felsefeci yetiştirmişlerdir. Ayrıca İslam felsefesine ilk çağ filozoflarının eserlerinden (tercüme suretiyle) fikri malzeme sağlamışlardır. Urfa Okulu’nun en istikrarlı çizgisini Müslümanların egemenliği altındayken sürdürdüğü bilinmektedir. Bu meyandan olmak üzere Yunan felsefesi etkisinde başlayan tartışmalar İslami hükümlerin ve inançlarının akılcı yorumlanmasına neden olmuştur. Emevi ve Abbasi dönemlerinde itikadi mezheplerin doğmasına, İslam’ın çoğulcu düşünme ve bir arada yaşama biçiminin oluşmasına, kelam ilminin gelişmesine katkı sağlamış olduğunu da belirtmiş olalım.

Urfa Okulu’nun Müslümanların egemenliğine geçtikten sonra da geçmişteki gibi felsefe okulu olarak özelliğini koruduğunu, gayrimüslim insanlara karşı bir hoşgörü çerçevesinde yaklaşım sergilediklerini ve onların inançlarına dokunmadıklarını ilme verilen önemden dolayı bu okulların ne adına olursa olsun kapatılmadıklarından bahsedilebilir. Ki azınlıkta olanlar, azınlık olarak varlıklarını korudular ve felsefenin öğreticisi olmaya devam ettiler.

Birçok yabancı yazar tarafından Urfa Akademisi olarak da tanımlanan Urfa Okulu, Hristiyan teolojisi açısından İsa’nın kişiliği konusunda başta Kadıköy Ortodoksluğu olmak üzere Nasturilik/Diyofizitçilik, Yakubilik/Monofizitçilik gibi birçok konuda etkin ve belirleyici rol oynamıştır. Urfa Okulu’nda yetişen ve ders veren hocalar yalnızca ilahiyatla iştigal etmemişlerdir. Müzik, şiir, edebiyat, felsefe gibi çeşitli dallarda ürünler vermişlerdir. Örneğin Bardaysan iyi bir aziz olmasının yanında iyi bir müzisyendir ve kiliseye müziği ilk sokan kişidir. Aziz Afraim, Suruçlu Yakup ve Viranşehirli Yakup iyi birer şairdir. Hatta bu dönemde komşu şehirlerden ve ülkelerden gelip sanat, edebiyat, felsefe ve ilahiyat eğitimi alan birçok fikir ve düşünce adamı vardır.

Urfa Okulu’nun entelektüel arkaplanı

Urfa Okulu eski dünyanın, doğuda konumlanan ve dönemin ilgili çevreleri tarafından bilinen ve tanınan önemli birkaç okulundan biriydi. MS I. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığı kabul eden ve Hristiyan inancının şekillenmesinde önemli bir fonksiyon icra eden Urfa, Süryanilerin tarih boyunca ilahiyat bağlamında öne çıktıkları iki okuldan birisidir. (Diğeri Harran okuludur.) Burası söz konusu dinsel geleneğin yanı sıra V. yüzyıldan itibaren Atina ve civarındaki felsefi okulların kapatılmasından sonra bir kısmı Yeni Eflatuncu bilimcilerin gelmesiyle daha da hareketlenmiştir.

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayeti ile Hz. Peygamber’e ait “İlim Çin’de bile olsa onu gidip alınız.” hadisinden yola çıkan Müslümanların fetihle İslam topraklarına kattıkları yerlerde öteden beri var olan kültürlerle diyalog kurmaları, onları koruyup sahip çıkmaları hoşgörü ortamının da oluşmasında önemli bir işlevi olmuştur.

İslam’ın değiştirilmesi mümkün olmayan ve bizzat Kur’an’ın kesin olarak vurguladığı itikadi/inançsal ilkelerini hariç tuttuğumuzda göreceliği toplumlar açısından farklılık arz edebilecek konularda insanlar muhayyer bırakılmış bununla birlikte önemli bir alan olan örfe vurgu yapılmıştır. Şayet bu böyle olmasaydı Müslümanlar asırlar boyu koyu bir Arap tasallutu altında ne kendi ‘makbul değerlerini’ ne de kültürel etkileşim sonucu başka toplumlar almaları gereken değerleri alabileceklerdi. Bu da yerinde sayma, çürüme ve yok olmayı beraberinde getirecekti.

Vahyî temele dayanan birçok dinde ona arız olan yanlışlıklar ve hurafeler zamanla o dinlerin vahyi temellerini nasıl sarsmışsa buna rağmen en son din olması hasebiyle İslam’ın kendi vahyi temellerini yitirmeyeceğinin yanında İslam’a inanan ama ona yaklaşım tarzında gerek şirk gerekse de hurafe kalıbında var olan ama hakikati içermediği apaçık olan inanç dizgeleriyle hareket etmek İslam’a zarar vermeyeceği halde ona kendi fehvasında inanıp yanından bir değer biçmeye çalışacak olan kişiye büyük zararlar verebilir ve onulmaz yaralar açabilir.

İşte bu meyanda sadece Urfa üzerinden bile yaşanılan bir yeri indirgemeci mantıkla kutsallık kalıbı içerisinde değerlendirmeye meyyal Müslümanların normalde göz önünde bulunan hakikati es geçip onun yerine ikame edilen kalıplara bakıp onlardan bir sonuç çıkarma girişiminin maddi ve kültürel açılardan bir getirisi olsa da sonuçta hakikate vasıl olma açısından bir ağırlığının olmayacağını insanlık tarihi verilerinden bilmemiz gerekir.

Eğitimin Mekân ve Anlayış Olarak El Değiştirmesi

Harran’ın ilme ve felsefeye hizmet ettiği ve ünlü bilginleri yetiştirdiği dönemlere baktığımızda İslam dışı olan Sabilik ve Hıristiyanlığın etkisinde kaldığı, daha sonra ise İslami duyarlılığın hakim olduğu bir döneme girdiğini görüyoruz. Zira Harran’da 10. asrın başına kadar Hristiyan olmayan felsefecilerin Sasani İmparatorluğu tebaasından olup Farsça konuşan felsefecilerin oluşturduğu bir okulu bulunuyordu. Bununla birlikte tamamıyla Yunan bilimi ve felsefesinin çalışıldığı okullara devam edenler genellikle Hristiyan’dı.

Harran felsefe okulunun ortaya çıkışı ile ilgili olarak bir başka kaynakta da şu ifadelere yer veriliyor: İslam’ın ortaya çıkışından sonra eğitim İskenderiye’den Antakya’ya geçti ve burada tek bir öğretmen kalıncaya kadar uzun bir süre kaldı. Son öğretmenden iki kişi eğitim gördü, bunlardan her ikisi de daha sonra yanlarına kitaplarını da alarak buradan ayrıldılar.

Anlaşıldığı kadarıyla bunların bir kısmı Hıristiyan, bir kısmı ise Müslüman öğrencilerden oluşuyordu. Eğitimin bir açıdan göç yoluyla İskenderiye’den Harran’a geçmesi aynı zamanda buranın doğal olarak sosyo-kültürel bir değişim geçirmesi demekti: “İşte bu göç sayesinde sosyo-kültürel bir değişim geçiren Harran’da ilim ve felsefe canlanmış, bir kültür merkezi olmuştur. Ekseri Grek asıllı olan Harran halkı putperestti. Onlar, İmparator Justinyanus devrinde Hristiyanlığın Doğu Roma İmparatorluğu’nun resmi dini kabul edilmesinden sonra Hristiyanların baskısına dayanamayarak aslî vatanlarından göç etmişlerdi. Şehirlerinden ayrılmalarıyla birlikte bu göçebeler, özellikle Yeni Eflatunculuk (Neo-platonik Philosophy) olmak üzere Yunan kültürüne bağlılıklarını devam ettirdiler. Bu Harran putperestleri, Abbasiler devrinde Yunan felsefesini ve onlara ait ilimlerini Bağdat’a taşıdılar.

İslam düşüncesinin oluşumunda önemli bir yeri ve etkileri bulunan isim ve fikirler üzerinde duran Cabiri, şunları naklediyor: “Evet bazı Şarkiyatçılar Antakya, Nusaybin, ve Harran (Suriye ve Irak’ın kuzeyi) ile Cündşapur’daki (Güney İran) bazı Süryani ekollerinin oynadıkları rolden bahsetmektedirler. Bunlar Yunan menşeli felsefe ve bilimlerin tercüme yoluyla Doğu’ya intikaline katkıda bulunmuşlardır. Hatta bazıları söz konusu ekollerin kelâm ilmi gibi birtakım İslami ilimleri de etkilediklerini söylemektedir. Ama bu Süryani ekollerin üstatlarını ve öğrencilerini İslam kültüründeki tercüme faaliyetlerine yaptıkları katkılardan dolayı takdir etmemize rağmen aradığımızı onlarda bulamamaktayız.” Bu ekoller hakkında bilinen onların genelde dinî karakterli ekoller olduğudur. Onlar kutsal metinlerle sıkı bir ilişki içindeydiler ve kilisenin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yönlendiriliyorlardı.

Harran’ın salt paganist öğretisinden oldukça farklılık içeren ve doğrudan Grek din kültürünün önemli bir parçası olan Hermetizm’in bu düşünceye sahip İskenderiye Okulu müntesiplerince önce Harran’a, oradan da İslam dönemlerinde bir ilim merkezi olarak öne çıkan Bağdat üzerinden İslam düşüncesine etkisine dair Muhammed Âbid El-Cabiri ise “Arap Aklının Oluşumu” adlı eserinden şu ifadelere yer veriyor: “Hristiyan olan Harranlı Süryanilerin ortaya koydukları çalışmalarını kendi dini ihtiyaçları ve ekolleri üzerinden yine kendi dinleri adına yapmalarının yanında Harranlı Sâbiîlerin ise kendi pagan anlayışları bağlamında hareket etmişlerdir. Harranlılar kendilerine Babil’den gelen kozmoloji bilimlerine ilgi göstermiş, bunlarla bağlantılı olarak gezegenlere tapmış, yıldız bilimi ve büyüyle uğraşmışlardır. Kadim mirasın “gayr-i makul” boyutunda yer alan iki temel akımdan birini oluşturan Hermetik dini felsefenin sahipleri sayılan Sâbiîlerin yerleşim yeri olması da Harran’ın önemini arttıran bir faktördür. İslam tarihinde tercüme kültür aktarımı faaliyetleri sahasında Harranlıların da büyük rolü olmuştur. Özellikle de ikinci dönemde bunu açıkça görmekteyiz. Onlar, kendi ilmî ve felsefi miraslarının büyük bölümünü (Hermetik eserlerin bir bölümü de olmak üzere) Arapça’ya aktarmışlardır.”

Harran Okulu

Başlangıç tarihi bilinmemekle birlikte miladi ilk yüzyıllardan itibaren varlığı kabul edilen bu üniversite o dönemde dünyanın en önemli felsefe okulu olarak bilinir. İskenderiye ve Atina’dan sonra en büyük felsefe okulu Harran Okulu’dur. İslâm ordularının Harran’ı almalarından sonra da bu üniversite varlığını sürdürmüştür. 718-913 tarihleri arasında İslâm’ın hakim olduğu dönemlerde bilim ve sanatta zirveye ulaşılmış, dünyaca ünlü birçok bilim adamı yetişmiştir. Bu üniversiteye o dönemde İslâm dünyasının her yerinden talebeler gelmekte idi. Bu üniversitede Sabiî, Paganist, Hristiyan ve Müslüman âlimler beraber rahatça çalışmaktaydılar.

Geçmişten günümüze tarihi bir kalıntı olarak gelen Harran, birçok dinin menşei ve birçok medeniyetin beşiği olmuştur. İslam öncesi ve sonrası olmak üzere iki dönemde bilim ve kültüre hizmeti olan Harran, tarihi süreç içerisinde bir dönem en parlak devrini yaşamış, ihtişamlı bir isim bırakmıştır. Düşünce tarihi açısından Harran’a baktığımızda ilim ve felsefe açısından oldukça haklı bir şöhrete sahip olduğunu görürüz..

Özellikle din ve felsefe tarihi açısından bakıldığında Harran bir bilim ve medeniyet merkezi olarak belirginleşir.

Harran Okulu ve Felsefe

Felsefe, Yunan filozoflarından ve en önemlilerinden biri olan Platon’dan (Eflatun) başlayarak modern dönem filozoflarına kadar belli başlı filozoflarla ve bazı Müslüman filozofların tarif ve tanımlarından yola çıkılarak eşyanın hakikatini araştıran bir ilim olarak tanımlanmıştır. Böyle olmakla birlikte, o şer’i yol olmayıp onun gibi kararlı değildir. Buna rağmen, o, yapısı ve içerdiği doneler açısından es geçilmesi pek de mümkün görünmeyen bir olgudur.

İslam dünyasında ilk asırlarda tercüme edilmeye bağlı olarak revaç bulan ve Müslüman filozoflarca işin özgünlüğü korunarak İslam felsefesi şeklinde tavsif edilen felsefenin, belli bir müddet sonra, o da var olan siyasi mülahazalarla eğitim müfredatından çıkarıldığı, reddedildiği, unutulduğu ve daha sonra, Osmanlı son döneminde, “hikmet sevgisi” olarak tanımlanan felsefe, bu kez bize doğru Batıcılık yoluyla tekrar yol bulmuştu.

Yukarıda bir yerde, felsefenin İslam dünyasında ilk asırlarda tercüme yoluyla tanınır olduğundan bahis açmıştık. Zamanla İslam felsefesi şeklini alacak olan bu tercüme faaliyetlerinde birçok okulla birlikte Harran Okulu’nun yeri çok önemli ve bambaşka idi.

Siyasî, ticarî, ilmî ve coğrafî olarak merkezi roller üstlenen Harran, çok az mekâna nasip olan bu özellikleriyle, çeviri, felsefe, tıp, astronomi ve benzeri alanlarda birçok ünlünün yetişmesine uygun zemin hazırlamıştır. Belki de bundan dolayı Harran sakinleri, yerel dilleri Süryanicenin yanında Yunancayı da kullandılar. İslam coğrafyasına dâhil olduktan sonra da Harran ve bitişik yerleşim yeri Urfa, felsefe ve bilim merkezi oldular ve aynı zamanda çeviri faaliyetlerinin odağında bulundular.

Yıldız-gezegen kültüne dayalı politeist/paganist Harran anlayışı, Helen düşüncesine direnmesine rağmen Hermes, Agathodaimon, Aratus, Solon, Eflatun, Euhermerus, Pisagor birçok Yunan filozofunu kutsallaştırarak kendi azizleri içerisine dâhil ettiler. Bu etkileşimin bir benzerini aynı coğrafyanın yeni sahipleri Müslümanlar tarafından da yaşandığı bir gerçektir.

İslam felsefesinin oluşumu, her ne kadar Harranlı Sâbiîlerin gerek Süryaniceden ve gerekse de Yunancadan Arapçaya yaptıkları tercüme faaliyetlerine dayanıyor ve belli bir oranda ondan etkilendiği söylense de Allah’ın insanlara kitabı ve hikmeti vermiş olması bu etkileşimi büyük oranda aza indirmiş ve bir müddet sonra yok hükmüne sokmuştur diye düşünmek gerekirdi. Nitekim Müslüman filozofların Allah’ı tanıyarak insanı, tabiatı ve hayatı bilip öğrenmesi, onları bu yolla elde etmesi yani hikmet şubesine başvurması sonucu vaki olmuştu. Ki “Hikmet, müminin yitik malıydı.”

Harranlı olup geleneksel Sâbiî inanca sahip olan, uğraş alanları hasebiyle başta kendi bölgelerinde olmak üzere farklı coğrafyalarda da kendilerinden bahsedilen bu insanların belki de en önemlilerinden biri olan Sabit b. Kurra’nın kendinden emin bir şekilde memleketi olan Harran’ı kastederek Hıristiyanlığa yönelik olarak söylediği “Bu şehir asla Hristiyanlıkla kirlenmemiştir.” sözü az da olsa meseleyi açıklar mahiyetteydi.

Belki de Sabit b. Kurra’ya bu ifadeleri söyleten sebeplerden birisinin adeta “tencere dibin kara” fehvasında ortaya çıkan, temelde tevhidi öze sahip bulunan Hristiyanlığın geldiği son nokta açısından aralarında belirgin bazı farklar bulunsa da onun pagan özellikleri düstur edinmesine yönelik bir itiraz olabilirdi.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x