Connect with us

Yazılar

Zap Suyu Derin Akar – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Bir türlü gelmemişti o sene bahar, dağlara bir türlü çıkamamıştık.

Kasvetten iyice darlandık. Dağların güney cepheleri aslî rengine büründü nihayet, kuzeyler hâlâ karlı. Çığ, taş vedahî ayı(!) tehlikesine karşı uyarılar devam etmekte. Büyüklü küçüklü yüzlerce çığ ve her gün binlerce ton taş-kaya düştüğüne göre, bunun yüklü bir akarı var. Mayıs’a kadar pes edeceğe de benzemiyor. Her sabah kar kürüme araçları birkaç sefer yaparak temizliyor yolu. Bazen o kadar çok taş düşüyor ki, orada daha önce yol olduğunu bilmesek, olmadığına kanaat getiriyorduk.

Okuldan dönerken (16/03/2012) o taşlardan bir kısmı bu sefer bizim arabaya düştü, yani, o taşlardan hayli tecrübeli bir ekip, kamikaze saldırıda bulundu. Sağ far camı ve ortadaki havalandırma deliğini parçalamış Transit’in. Ama biraz acemilik sezdim taş kafalıda, kaçamamış çünkü. Utanmadan oraya bir yere saklanmış bir de. Çarptığı köşesi beyaza kesmiş. Seslerden anladığımız kadarıyla ekip biraz kalabalıktı. Diğerleri görevlerini hakkıyla ifa edip kaçtıkları için yakalayamadık. Eşkâllerini ve hangi örgüte mensup olduklarını tespit için en büyükleri olduğunu düşündüğümüz zavallıyı yanımıza aldık. İki yumruk büyüklüğünde vardı. Ön cama gelenler onun kadar olsaydı, kaza yapmamız muhtemeldi. Demek ana kuvvetle ön takımlara saldırıp uyarı vermekti niyetleri. Camlara ihtiyat kuvvetlerini yollamaları belki kazayı hak etmediğimizi düşündüklerindendir.

İki sene önceki (2010) saldırı daha riskliydi. Sahibi değişik olsa da araba aynıydı. O zaman gelen, gördüğümüz -yani seslerden anladığımız- kadarıyla tek bir fedaiydi. Şoförün hemen arkasında oturuyordum. Camdan içeri yayılan basıncı hissettim. İntihar bombacısı gibi yapayalnızdı. Bir derdi vardı da öyle mi atladı, yoksa gerçekten kamikaze miydi, hâlâ anlamış değiliz. Bunun, biz öğlencilerle bir alakası var mı bilmiyoruz. Belki de bizden birine kastetmişlerdir. Sabahçıların başına bir şey gelmediği gibi, bütün lastikler de bizim seferlerde patlıyordu. Silecek demirine isabet etmişti o zamanki fedai. Ama bildiğin yamultmuştu demiri.

Bu taş isabet etme olayları sonucu, demek ki diyorum, hayatı tesadüflerle açıklama garabetini gösterenlerin derdi boşuna değilmiş. Sen git, bazen 90 dereceden fazla açılarla (kamyon tepesinde giderseniz dağlar üstünüze üstünüze düşecek gibi olur) yol boyu hizalanan dağların tepesinden yaklaşık 70 m.lik bir yükseklikten rastgele taklalarla -göremedik ama muhtemelen öyledir- intihar atlayışı yap. Sonra da o gün o yoldan geçen yüzlerce -saymadık ama herhâlde öyledir- arabadan herhangi birine dal. Bereket ki Zap’ın yatağını dolduran bu kayalar, taşlar gecenin sabaha yakın saatlerinde çözülüp yuvarlanıyor da kaza riski gün içinde bir nebze azalıyor.

Bir yanda bu sarp dağlar, bir yanda küçük bir mahalle sıkışmış rodeo atı gibi delicesine başını taşlara kayalara vura vura, bin bir dertle akan azgın Zap Suyu… Gidiyoruz öylesine…

Bu hikâyecik 4 sene boyunca her gün -saymadım ama herhâlde 650 kere- kat ettiğimiz 45 km.lik Hakkâri-Taşbaşı arası yolda geçti. Evet, her gün dikine dikine yükselmiş heybetli dağlar ve çılgın mı çılgın akan Zap Suyu’nun arasından bu kasisli, kavisli, çukurlu yolu gittik geldik. Kitap ve dergiler olmasa biterdim, diyebilirim.

15 Eylül 2011… Okulun ilk günleri, daha servis ayarlanmamıştı. Çukurca arabalarıyla yaklaşık 2 hafta gidip geleceğiz. Daha çok otostop belki… Bir arkadaşın arabası var. 10 kişiyiz, 5 kişi arabaya biniyor, 5 kişi otostop yapıyor. Onlar yola çıkmadan bir araba durup bizi alıyor. Arkadan yetişiyorlar. Bir köyün içinden geçerken Zap Suyu’nu besleyen binlerce dereden birinin üzerindeki dar köprüde tırla çarpışmaktan son anda kurtuluyoruz. Bizi sollarken “dikkatli olun” işareti yapıyorlar. Şoför hoş sohbet, muhabbet koyulaşıyor. Merkezde oturduğumuz evin yanındaki odun deposunun sahibiymiş. Hazır kış da yaklaşıyor, tanışmamız iyi oldu. Yaklaşık 200 m. aramız var arkadaşlarla. Önde oturan arkadaş “eyvah eyvah eyvah” diye vaveylayı basınca herkes dikkat kesiliyor. Anlık olay, baktığımda arabanın yola düz bir şekilde yaylanarak oturduğunu gördüm. Toz kalkana kadar yetiştik. Yol yeni yapıldığı ve her zamanki gibi kenarlar iyice ezilmediği için araç mıcıra kaptırmış ve sağ tarafa, yamaca doğru tırmanışa geçmiş. 3-4 m. sonra bir kayaya çarpınca yola doğru bir sefer tam takla atmış. Ben gördüğümde bu takla sonucu düştükten sonra son kez yaylanıyordu. O kayaya çarpmasalar daha çok çıkıp takla sayısı artacağından Zap’a yuvarlanmaları işten bile değildi. Kazazede arkadaş sonraki bir sene boyunca hep o kayaya ve üzerinde kalan yağ izlerine baktı durdu, iç geçirdi. Çığ tüneli yapılırken o da bozuldu gitti tabiî.

Olay tam Vali Çeşmesinin yanında cereyan etti. (Vali çeşmesinin üç yandan çıkmalı 1 parmaklık musluksuz demir tesisat borularından kuvvetli akan güzel bir suyu var. Biraz gerisinde tünel yapılırken çeşmeye gelen damarlarla oynandığı için hayli süre suyu etrafa yayıldı. Ama zaten kaynağı hemen orası olduğu için millet tereddütsüz kullandı yine suyu. Zap vadisinde her km.de böyle pınarlar çok olmakla beraber, bu çeşme derleyip toparladığı için suyu, ziyaretçisi çok oluyor.) Yanlarına kavuştuk. Biz gidene kadar hepsi arabadan çıkınca rahatladık, ama ufak da olsa kanamaları olduğundan acilen merkeze yetişmeleri gerekiyordu. Biz indik onlar bindi. O mevkide mümkün değil telefon çekmez. Gelip geçenlerle Üzümcü karakoluna haber gönderdik. Kendi güvenliklerini sağlayarak gelecekleri için 15 km.yi gelmeleri yaklaşık 2 saat sürdü. Aracın elektrik ve yakıt sızıntısı olmadığını kontrol edip biraz daha oyalandıktan ve daha sonra çekiciyle arabayı almak üzere terk ettikten sonra su almaya gelenlerden biriyle geri döndük. Merkeze vardığımızda tedavileri bitmek ve taburcu olmak üzere olduklarını görünce sevindik. Araba hariç kimseye bir şey olmamıştı.

Bu kaza her gün onlarcasının olması muhtemel kazalardan sadece biriydi. İşin kötüsü kaza yapmaksa, daha kötüsü Zap’a uçmaktır, söz konusu Zap vadisi olunca.

O yoldan tam tam 4 sene okula gittim geldim sonra. Zap’a düşüp de çıkanı duymadım, görmedim. (Mayın patlaması sonucu Zap’a yuvarlanan bir asker günlerce süren aramalar sonucu ancak bulunabilmişti. Ankara’dan gelen özel ekip bulabilmişti naaşını. Bir de yöre halkının az bir kısmında az da olsa Cuma günleri Zap’ın cenazeleri vereceğine dair bir umut var. Özellikle o vakitlerde gidip arıyorlar uzun süren kayıpları.) Zap Suyu, tıpkı bir maratonda gibi, fakat yüz metre atleti performansıyla koşturmaya başladığı günden beri yapılması gereken, ama yüzyıllardır yapılmayan yol kenarı bariyerleri 2013’te yapılmaya başlandı. O da hem çözüm değil, hem de yarı yolda var sadece. Merkeze çıkan yolun birkaç km.lik kısmında dik yamaçlara tel örgüler çekildi, eyvallah. Ama koca Zap vadisinde yola akan, düşen taşın kayanın haddi hesabı yokken bu lokal bir tedavi oluyor. Yüzlerce km.lik yollarda sadece bir yerde radar var. Yerlerde hız limitleri yazıyor, ama uyan kim!

Ve 4 Mayıs 2015 günü ajanslara kara bir haber düştü

Ajanslardan okuduklarımı derleyerek ileteyim: Hakkâri merkeze bağlı Taşbaşı köyünden sabah saatlerinde şehir merkezine bir yakınlarının cenazesini almaya giden dört araçlık konvoydaki bir kamyonet Vali Erdoğan Gürbüz çeşmesi yakınlarında, şoförün direksiyon hâkimiyetini kaybetmesiyle Zap Suyu’na yuvarlandı. O gece ve gün boyunca iyice hızını artıran yağmurla coşan Zap Suyu uzun atlamalı büyük dalgalarıyla hemen içine çekti aracı. Araçtan çıksan ne fayda, yüzme bilsen boş! Konvoydan biraz geride kalan aracın merkeze ulaşmadığı fark edilince şüpheler üzerine aramalar başladı. 5 Mayıs Salı günü öğle saatlerinde suyun hafiften azalmasıyla biraz görünerek vinçle alınan araçtaki 5 kişinin kilitli kalmak suretiyle boğularak feci şekilde can verdikleri tespit edildi.

Daha köyden tayin olalı bir sene bile olmamıştı. Muhtarı, hocaları, öğretmen arkadaşları, konu komşuyu aradım çokça. Milletin boğazı düğümleniyor konuşurken. Tek teselli (!) Zap’ın cenazeleri saklama konusunda fazla ısrarcı olmaması. Düğünü bayramı olduğu gibi hüznü de derinden yaşar Doğu halkı. Bütün köy yasta, taziye çadırları kurulmuş. Okulda öğrenciler perişan, öğretmen nasıl ders işlesin. İnsanların boğazından ekmek geçmiyor, kulağından bilgi nasıl geçsin. Civar ve uzak illerden, Irak’tan, İran’dan akrabalar gelmiş. Devletin tüm kurumları, askeriye, STK’lar, partiler herkes orada… Her sene yaza doğru eski köy yolunu açmaya gelen iş makineleri bu sene hem erken geldiler biraz, hem de fazladan olarak beş mezar daha kazdılar toprağı kanata kanata.

Bana uzaktan bu haberlerin bir kısmını ileten medyaya da burada yer vermemek elde değil. Yerel basın nispeten hâlden anlıyor, durumu bildiği için. Şikâyetim şu: 2013’te köye gelen elbise yardımından sonra bir ulusal gazetenin birinci sayfasında Taşbaşı köyü şöyle resmedilmişti. Bir yanda buz üzerine çıplak ayakla bastırılmış, diğer yanda bot giydirilmiş bir çocuk fotoğrafı ve üstünde şu yazıyor: Bot denen şey ne sıcakmış. Yazık be, sanki o çocuk daha önce hiç bot görmemiş. Diyelim ki görmemiş 2013’e kadar sen neredeydin derler adama! Kaza olayında da aynı haberciler çıkıp vefat edenler hakkında “şu kadar çocuğu vardı, yeni düğün yapmıştı” gibi cümleler sarf ederek işi dikkat çekilir hâle getirmeye çalıştılar ya, işte o çocuklardan birini o zaman nasıl malzeme yaptığınızı görmüştük. Acı da tatlı da malzeme, bol bol kullanın! (Soma’yı hatırlayın!) Köydeki hatırlı büyüklerden Mecit Erçağ’ın geçen sene de bir kardeşini kanserden kaybettiğini duyduk süslü spikerlerden! Sonra magazin haberlerine kaldığı yerden devam ettiler neşelenerek. Şoför Ali Dayan ve eşinin geride bıraktığı pırlanta gibi yedi çocuğu haberlere meze mi yapmadılar! 13 yaşındaki Yücel’in Zap kenarındaki içinde volkanlar patlarken bile sakin gözüken dertli bekleyişini de, 8 yaşındaki Hatice’nin aksayan bacağını da gördük hikâyeler arasında! 11 yaşındaki Melek, kundaktaki minik kardeşini kucağına almışken hüzünlü pozlar yakaladılar Doğudaki kız çocuklarının dramatik(!) hayatlarına dair! Zengin yardımseverlerin kucağına servis ettikleri pozları didik didik edip montajladılar! Yerel basından tanıdığım biri şunu söylemişti: Biz, buradan gönderdiklerimizle ulusal basında çıkanlar arasında bağlantı kurmakta çoğu zaman zorlanıyoruz. Zira masa başında çok değişikliğe uğruyor yaptığımız haberler.

Hakkâri’ye tayini çıkan bir öğretmen, “Gelirken Van’dan bakliyat peynir vs. alayım mı?” diye sorma raddesine geliyorsa, bunda medyanın yanlış yönlendirmesinin etkisi yadsınamaz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x