Connect with us

Yazılar

Haram’dan Protest’e Müzik ya da “Dinî” Müzik – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

-Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyal Politik Bağlamı-

Müzik, içeriği gereği, alıcısı çok olan, diğer yandan da karşıtı, daha açıkçası düşmanı bol olan bir özellik taşır.

Müzik, insanlıkla yaşıt olduğu gibi, o insaniyet içerisinde de kendisine değer verilen, değer biçilen, konumu belirlenen ve bu olgular üzerinden ele alınıp değerlendirilir.

Onun izdüşümünün fıtratta belli bir oranda yer almasıyla birlikte, onu keşfedenin de bizatihi insan olduğunu söylemek pek de zor olmasa gerek.

Müzikteki matematiksel gizemi keşfederek yazıya döken ve böylelikle de temelini atan kişinin M.Ö. 530-450 yılları arasında yaşadığı bilinen antik dönem Yunan filozofu Pisagor (Pythagoras) olduğu söylenir. Pisagor’un müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkânının önünden  geçerken keşfettiği rivayet edilir. Demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarması Pisagor’un ilgisini çekmiş, dükkânı kapattırarak ustaya çeşitli aletler kullandırmış, çıkan sesleri incelemiş ve kayıtlar almış olduğu belirtilir. (1)

Müzik, aynı zamanda ses ile ilgili bir sanatsal form olup, bu forma, İslâm kültür tarihinde bu sanata hendese-i savt denir. Yani ‘ses sanatı’. (2)

Hem insan fıtratında bulunan ve hem de Pisagor’un, müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkânının önünden  geçerken keşfettiği ve demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarmasından mütevellit olarak müzik hayatımızda önemli bir yer tutmaktadır.

İlk insandan bu yana, insan için en gerekli şey olan bir mabuda tapınma (kulluk etme, ibadet) ihtiyacı yanında birtakım (doğru ya da yanlış) ritüelin de oluşmasını da beraberinde getirmiştir.

Bu ritüellerden birisi de müziktir. Ya tevhidi özelliği zamanla kaybolan, insan ürünü haline gelen “din”ler ya da İslam gibi tevhidi özü kaybolmayan ama müntesiplerinin başka kültürlerle etkileşimi sonucu, özelikle de müziğin, çoğu kez “ibadet-zikir” fenomeni üzerinden içeriğe arız olması sonucu, müzik, birçok Müslüman toplumun da ibadet anlayışına sızarak kendine yer bulmuştur.

Hâlbuki müziği kendi bağlamı ve anlamı içerisinde, ibadeti de kendi bağlamı ve anlamı içerisinde değerlendirecek olsak, konu ile ilgili yanlışları devam ettirmezdik.

Günümüzde muhafazakâr olarak tanımlanan ama uzak geçmişte temellenen ve yine günümüzde gelenekçi olarak tanımlanagelen Müslüman kitlenin büyük bölümü, müziği birtakım mülâhazalarla “haram” kategorisinde görmesinin yanında, onu zikrin vazgeçilmez bir parçası olarak gören ve aynı zamanda onun üzerinden miskin bir anlayış geliştirdiği savıyla, kendini süreç içerisinde İslamcı olarak tanımlayan çevrelerin, müzik açısından “haram-helal-mübah” ikilemi karşısında, o da modern bir form olan ama ona ilgi duyanı devrimci/inkılapçı kılan “marş” tanımı üzerinde başka bir müzik formunu sahiplendiği görülmektedir.

Bu form seküler-devrimci çevrelerin, “düşmanla” mücadele aşamasında, devrimciler için moral-motivasyon kaynağı olarak önemli bir yer işgal eden marş formu idi.

Bu formun daha sonra, İran İslam devrimi taraftarlarında, devrim (inkılâb) sürecinde, daha da geliştirilerek kullanıldığını görmekteyiz.

Bizde de, İran devriminden etkilenme sonucu; yetmişlerin sonunda, ta iki binlerin başına kadar ilgi görmesi, bir açıdan müziğin çehre değiştirdiğine işaret ediyordu.

Bununla birlikte müziğe halen “haram” gözüyle bakan çevrelerle birlikte, onu, yer yer ibadetin bir parçası olarak gören birçok tasavvufî çevre ile birlikte, marş formundan başlamak üzere, özgün müziğe ve oradan da türkü’ye varan; müziği, ibadetin bir parçası olarak değil, onu, sadece kültürel bir olgu ve sanat olarak gören İslamcı cenahın yaklaşımı olmak üzere karşımıza üç farklı yaklaşım çıkarmaktadır.

Müzikten ziyade, onun salt haramlığına inandığı için, ilahi formunu kendi hayatında bir yere oturtan bazı tasavvufî çevrelerin, ilahi formunu, var olan şirk haline ve tuğyana karşı protest bir şekilde ele aldığı gibi marş formundan yola çıkarak ortaya konan çabaları ele alan/değerlendiren, kayda alan çalışmalar pek bulunmamaktadır. Öyle ki, gerek kendi dini hayatını ayakta tutmaya çalışan az sayıda tasavvufî çevre ile işe marş formu ile başlamış bulunan (çoğunluk itibarıyla) İslamcı çevrelerin yapıp ettiklerine dair çalışmalar, onlarca yıl sonrasında pek bilinmeyecekti. Ama elimizin altında Prof. Dr. Vejdi Bilgin imzalı; alt başlığında “Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyo-Politik Bağlamı”  ibaresi bulunan “ADIM MÜSLÜMAN!” adlı eser, bu boşluğu doldurmaktadır.

Bilgin, konuya el atarken, esere seçmiş olduğu isim için şu ifadeyi kullanıyor; “Kitap adını Erdem Bayazıt’ın ‘Sürüp Giden Çağlardan’ isimli şiirinin son dizesinden alıyor: Sabır Savaş Zafer; Adım MÜSLÜMAN”

Bilgin, konuya adım atarken, bir arka plân çerçevesinde; Türkiye’nin 80’lere doğru yol alışını, konu bağlamında dini hayatın genel bir görünümünü çizmekte, var olan dindarlık biçimlerine vurgu yapmakta ve oradan hareketle dini protest kültürün doğuşu döneminde yapılan tartışmalarla birlikte, protest müziğin, onun ortaya koymaya çalıştığı olgunun izini sürmeye çalışmakta…

Eser şu ifadelerle takdim edilmektedir: “Protest dinî müziğin 1990’ların ilk yarısında önemli bir sektör haline geldiğini, dindar kamuoyunda ciddi makes bulduğunu iddia etmek mümkündür. Şüphesiz geleneksel dindarlar bu müziğe yabancı, bazı dinî gruplar da -beste ve güfte kaygılarından- mesafeliydiler. Ancak genel olarak dinî gruplar bir “alternatif kamu” içinde kendi “dünyalarını” kurma çabasındaydılar ve yeni müzik formu bu alternatif kamuda biliniyordu. Bu müziğin dindar insanların evlerinde, düğünlerde, konferans gibi programların öncesinde, mitinglerde, hatta İmam Hatip Liselerinin müzik derslerinde yoğun bir şekilde yer aldığı müşahede ediliyordu.”

Kabul edilmeli ki, Müslümanlar, özellikle de doksanlarda elde ettikleri imkâna ve akıp giden zamana rağmen, kendilerine özgü bir dindar; İslami ya da İslamcı bir “kamu” oluşturamadıkları, aksine uzun bir dönem kuşku ve şüpheyle yaklaştıkları demokrasi zemininde elde bulunanları da yitirdiklerinden maada, realiteye kanıp, hatta ona yenilip reel politik uğurda zaman harcamaya başlayınca, hayatının en mutena köşesine yerleştirdiği cihad mefhumu ile birlikte eserlerinde de dil, kelime ve söylem değişikliğine uğramış oldular; “2000’li yıllara gelindiğinde hem eser üretimi hem de içerik açısından bir değişim görüldü. Bu dönemde hala cihattan ve şehadetten bahsedilse de, vurgu eski gücünü yitirdi. Bir çocuğun dilinden yazılmış veya şehidin son cümleleri olarak dökülen etkileyici cümleler kayboldu. Sevda, sevgili ya da aşk temalarının hangi “sevgiliye” yöneldiği belirsizleşti. Bosna, Çeçenistan, Filistin gibi coğrafyalara yapılan atıflar azaldı.”

Altmışlarda ve yetmişlerde, Anadolu insanının büyük oranda şehirlere göç etmesi sonucu, nicelik açısından şehirli ama nitelik, yani görünürlük, görünür olma açısından pek de şehirli bir kimliğin kendini göstermediği bir vasatta, metropollerden ziyade küçük şehirlerde var olan Müslüman cemaatler, yapılar, kendi bütünlüğü içerisinde dine bağlı, ama dini bütünlüğün dışa yansıması konusunda olabildiğince ketum davranması; işi bir meşruiyeti olabilir ama işini, vazifesini, hatta zikrini vb. gizli yol ve yöntemlerle yapması sonucunda kendini  bir açıdan modernizmin sultasından koruduğu gibi, onun popüler kültürle de tanışmasına izin vermemişti.

Bu izin vermeyiş, beraberinde, Müslümanların, cari olan hayatın dilini de anlamaktan alıkoyuyordu. Bu durum, aynı zamanda ahlaki endişeleri de besliyor, canlı tutuyordu. Onu ve Müslüman nesli, sebepsiz bir şekilde ıskaladığında tümden mahrum eden, beri yanda da onu, oradan yayılan kültürel, toplumsal vb. afetlerden koruyan maddi donelerle var olan ilişkisi bir nevi “popülizm-dengelilik” içerisinde kendine bir yer bulmaktaydı.

Zamanla dindar kesimlerin, belki de hayatın bir cilvesi olarak popüler kültürle tanışmaları, onların, daha önce es geçtikleri, ıskaladıkları, hatta günah ve haram addettikleri birçok alanda var olmaya çabaladıkları söz konusu oluyordu.

Birçok işi ise, yapıp yapmama konusunda, ilgili “sivil” mercilerden fetva almaya çalışıyorlardı.

“80’lere ait bir fetva kitabında “Bazı kimseler spor yapıp top ile oynamak caiz değildir diyorlar. Çünkü Hz. Hüseyin şehit olduktan sonra başı kesilip top gibi onunla oynanmıştır. Bu hususta İslam’ın hükmü nedir?” (s. 45) sorusu, konuya ışık tutmaktadır.

Hâlbuki, futbolun bugünkü durumu ayrı bir şekilde değerlendirmeyi gerektirse de, onun prototipinin birçok halkta (Türkler, İngilizler) yüzlerce yıl öncesinden var olduğu bilinmektedir. Aynen müziğin de yanlışı ve doğrusuyla neredeyse tüm insanlık için bilindiği gibi…

İş salt fetva alma kabilinden ilmihal kitaplarına dolayısıyla da bir hocaefendiye müracaat etmekten ziyade, işin içerisine “etrafını cami, ağyarını mani” kabilinde fıkıh ilmi girmekteydi.

Tabii ki, bu ilme bağlılık içerisinde, müziğe külli haram diyen anlayışla, onun bazı kriterleri gözetme şartıyla “kullanılabilirlik” yönüyle mübah gören anlayışta, kendine fıkıh içerisinde yer bulmaya çalışıyordu.

Yazar, Necdet Subaşı’nın(*) eserinden konu ile ilgili şöyle bir aktarımda bulunmaktadır: “Bazılarının yanında türkülerden söz etmek terk-i edepti… Müziğe bir şekilde ilgi duyanlar ise Süleyman Uludağ’ın kitabına sığınıp cevaz aramaktaydılar.” (s. 55)

Seksenlerden başlamak üzere, dönenin kendine özgü sıcak atmosferinde devrimci söylemle birlikte gelişen ve akabinde değişime uğrayan müzik olgusu da, hem geleneksel anlayışlardan ayrışmış ve hem de popülizmle arasına mesafe koymuş ve hem de “gelişe gelişe” var olan katı Kemalist sistem karşısında protest bir yapı arz etmişti.

Yazar eserinde, Müslümanları da zaman içerisinde kuşatan, onları etkileyen popüler kültür ile ilgili düşüncelerini, arka plân yardımıyla aktardıktan sonra, sahiplerinin büyük bölümünün dönemin yaşayan İslamcı şairlerine ait şiirlerin bestelenmesi sonucu ortaya çıkan ve hem genel anlamda, hem de dönemi açısından, yaşayan Müslümanları ilgilendiren konuların işlendiği eserlerin ortaya çıktığını aktarmaktadır.

Bu konuları şu şekilde sıralayabilirdik: Kur’an ve Peygamber, Zulüm, Başörtüsü, Kıyam ve Cihad,  Ümmet Şuuru, Şehadet.

Bir de özel ilgi alanı olarak “kente karşı dağ; gurbet, yalnızlık ve melankoli” durumları da bu çalışmalarda konu başlığı altında kendine yer bulmuştu.

“İslamcı şairlerin işledikleri temalar arasında kentlerin ve makinelerin kötülenmesi modern çağ ile hesaplaşmanın açık bir ifadesidir. Bu iki olumsuz imgenin karşısına ise tabiat ve dağ konulur.” (s. 125)

Bu İslamcı şairlerden merhum Mehmet Akif İnan;

“Her eylem yeniden diriltir beni

Nehirler düşlerim göl kenarında

***

Dönüştür ey kalbim bahçeli eve

Anlam ezen o makinaları” (s. 126)(**)

İslam tarihine (Mute Destanı) ve günümüze dair birçok konunun mizahi olarak işlendiği bant tiyatroları, (PTT: Pötürgeli Tornavida Tevfik; Eyvah İrtica vb.) salt şiir kasetleri (Doğ Ey Güneş, Ömer Karaoğlu; İnfilak, Eşref Ziya Terzi vb.) dönemin dijital ortamında ortaya konan ve ilgi gören çalışmalar olarak zihinlerde yer etmişti.

Bir kısmı yaşayan, bir kısmı da doksanlarda var olan o havaya renk katan, o havayı soluyan şairlerin ve onların eserlerin seslendirme suretiyle, dönemin teknik imkanlarını kullanarak, bir müktesebat ortaya koyan insanların ve onların eserlerine kulak kabartan geniş bir Müslüman kesimin (İslamcı, muhafazakar) uğraşıları, yine o uğraşı içerisinde yer aldığı bilinen zevatın, zamanın ruhuna  uyarak pastadan pay kapma düşüncesinin galebe çalınmasıyla inkıta’a uğramıştı.

Şimdi ise, eskinin bir şeyler yapılırken, istenmeden de olsa oluşan yol hatalarını dahi aratacak ve hatta onları “özletecek” olan yeni popüler durumlar; bu kez  seküler modernist cenahın hiçbir şey yapmasına ihtiyaç duyurmayacak şekilde, muhafazakar popülizm kalıbında; dinden, müziğe kadar hemen her alanda kendine yer bulmaktadır.

Hani derler ya; “Küller başımıza!” İşte, günümüzde o durumları yaşıyoruz.

Galiba, biz de geçmişte bazı şeyleri eksik bıraktık!

________________

1) “Müziği Kim İcat etti…” adlı makale. (HayatNotu.com)

2) İsmail Raci Farukî, Lamia Farukî, İslam Kültür Atlası., s.467 İnkılâb Yay. Aralık, 1999 İstanbul

*) Necdet Şubaşı; 1-Gerisi Hikaye, 2-Yaz Dediler

**) Mehmet Akif İnan, Hicret, Şairin ayrıca “Tenha Sözler” adlı şiir kitabına da bakılabilir.

 

Eserin Kimliği:

“ADIM MÜSLÜMAN – Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyal Politik Bağlamı

Prof. Dr. Vejdi Bilgin, 1. Baskı, Ekim 2020, Beyan Yayınları, İstanbul

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sıkışma ve Çıkışsızlık

Yayınlanma:

-

Asgari düzeyde bir örgütlülük olmayınca en kritik zamanlarda ne yapacağınızı bilemiyor, öyle ortada kalıyorsunuz.

“Acaba kimin eylemine katılsam? Hangi protestoya dâhil olsam? Yarınki yürüyüşe gitsem mi? Ortada kimse yok, bu nasıl bir tepkisiz toplumdur!”

Çaresiz bir hâlet-i rûhiye, Aksâ Tûfânı sürecinde olduğu gibi tarihsel kırılma anlarında pek çok insanın yakasına yapışır. Kıvrandırıp durur onu. O âna değin yapıp ettiklerini vedahî yapmayıp etmediklerini önüne seriverir. Bir muhasebeden ziyade pişmanlık ya da yazıklanma denilebilecek duygu durumuna teslim olur o kişi: Tam onaylamadığı, eksik ya da yanlış gördüğü birtakım etkinliklerle vicdan söndürür. En nihayetinde esaslı tavırlar üretemeden tarihin dışına itiliverir.

İsrail’in, Gazze’ye dönük tamamen katliam amaçlı eşi benzeri az görülür vahşi saldırısı boyunca Türkiye’deki özelde İslamcı çevrelerin, genelde bütün toplumsal-siyasal kesimlerin tepkisinin son derece düşük seviyede seyrettiğine dâir ortak bir kabul oluştu neredeyse. Elbette ben de bu kanaati paylaşıyorum. Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında insanlığın mühim bir kısmının ayağa kalkmasının dayattığı bir utancı yaşadı aslında Türkiye’deki temiz vicdanlar. Öteden beri Filistin meselesinin ateşlediği bilinçleri taşıyan farklı ideolojik ya da toplumsal çevrelerdeki genel sönümlenme, yüzleşilmesi belki ertelenen hakikati kesin bir şekilde ortaya çıkarmış oldu.

AKP iktidarının uzun yılları boyunca açık bir şekilde tespit edileceği üzere Kürt ve sol/sosyalist çevreler sakınımsız hukuksuzluklarla, siyasal hareket alanlarının sürekli kısıtlanması ve kolluk marifetiyle alabildiğine baskılandı. İslami denilebilecek çevrelerin büyük bir kısmı da büyüyüp iyice obezleşen bir cemaat olan devlet yapısıyla bütünleştirilip üzerlerine toprak örtüldü. Böylece toplumsal muhalefetin kötürümleştirilmesi önemli ölçüde tamamlanmış oldu.

Esasen bu gibi durumlarda yeni dalgaların ortaya çıkması, yeni kadroların toplumsal muhalefet önderliğini üstlenmesi, yeni usullerin yeni aktörlerle örneklendirilmesi beklenir. Türkiye siyasallığında bu bir türlü olamıyor. Bunun kendine özgü toplumsal nedenleri var muhakkak ve tartışılmayı fazlasıyla hak ediyor.

Bu analiz derinleştirilebilir lâkin umuma dâir değerlendirmelerin bize pek bir faydası yok. Ülkedeki batmış ve çoktan bitmiş İslâmiliğe dâhil olmayan bir damar var ya da vardı; işte kılcalları birbiriyle birçok meselede çelişse de o damardan olan beklentinin karşılıksız çıkması bizi çıkmaza ve umutsuzluğa sürükleyen asıl sebeptir.

Bu damar, önceki kuşaklar özelinde sohbet halkalarını aşarak açık siyaset üretme temelinde örgütlenemedi; böylece kendi kendini kötürümleştirdi. Siyasal/dinî netliğe ulaştıran tevhîdî kavrayış nimetini lâyıkıyla değerlendiremeyen bu kuşak hemen hiçbir toplumsal ve siyasal meselede inisiyatif alamadı, açık siyasal hedefler belirleyemedi. Bu damar bünyesinde yer alan ve önceki kuşağı takip eden ve görece gençliğe tekabül eden kuşak ise akademik ilgi tarafından kötürümleştirildi, üniversite yıllarında neredeyse öğrenci kulübü faaliyetlerine denk düşen kısmî siyasallaşma/örgütlenme tecrübesini ileriye taşıyamayarak bireysel mevzilere çekildi ve bu sûretle kendini kötürümleştirdi.

Bahse mevzu önceki kuşağın, sabiteleri güçlü olduğundan siyasallaşamama kötürümlüğüne rağmen akîdevî bağlılık pozisyonunu muhafaza ettiği rahatlıkla söylenebilir ancak bu durum dertlerimize derman olmuyor. Artık Rableriyle aralarında gerçekleşeceklere terk edilmiş zamanlara ulaşmış gibiler. Diğer bölük ise ne yapacağı hususunda teslimiyetten gerçekliğe dâir yaşadığı çokça zaafın, belirsizliğe mahkûmiyetin tutsağı olduğundan, temel ilkeler alanına dâir mühim şüpheleri merkeze aldığından kıpırdayamıyor ve hakikate dâir güçlü şüphelerle neredeyse zincirlenmiş durumda; çoğunlukla da yalnız ve yol haritalarına mesafeli.

Bu iki ana hat hâlâ birbirleriyle çözümsüz ve çıkışsız müzakereler yürütüyor lâkin ufukta görünür bir kurtuluş emaresi yok. “Sıkışma” sözcüğü durumu topyekûn ifade edebilir. Buradaki zengin tarihsel birikim siyasal önderlik makamına eremediğinden ülkedeki İslamî duyarlıklı geniş toplumsal kesimleri sevk edebilmede güç ve potansiyelini de neredeyse tümüyle yitirmiş durumda. Bu durumda halk, devşirmelerin yönlendirmesiyle ilerleyip rakipsiz siyaset yapan egemenin gölgesine sığınmaktan başka bir seçenek bulamıyor.

Birincisinin tabii ve sosyolojik ömrünü neredeyse tamamlamak üzere olduğu bu tarihsel evrede yer yer sahte örgütlenme ve söylemlere savrulmuş ikinci kuşaktan bir çıkış/açılım gelebilir mi, diye baktığımızda bir şey görebilenin olacağını zannetmiyorum doğrusu.

Bu sağlam mücadele geleneği kurmanın uzağına düşmüşlüğün çaresiz ve karanlık tablosu bize başka bir şey sunacak değildi. Örgütlülüğün türlü çeşit zulümlere karşı ülke içinde ve küresel düzeyde oluşan mücadele birikimi, tecrübesi olmaksızın sokaklar, meydanlar çekip çevrilemezdi. Yapılamadı da, yapılacak gibi de değildi. Elbette yalnız bırakılmış küçük çırpınışlar bu değerlendirmelerin dışındadır.

Rafine bir tevhidî söylem üretmenin gerekli şartları vardır. Çoğu zaman imrendiğimiz festival tarzı protestoların ötesinde red ve inşayı keskin ve yakıcı bir biçimde vahyin penceresinden işaret eden kurucu söylemlerin halklar ve egemenlerle buluşma yolları vardır. Bunlar bir çemberde pişer ve kesintisiz devam eden örgütlü bir adanış ve açık mücadele sürecini zorunlu kılar.

Türkiye İslami çevrelerinin görece en kolay yapabildikleri İsrail karşıtı eylemlilikleri bile ideolojik bir netlik ve toplumsal bir genişlikte örgütleme kabiliyetinden büyük oranda uzaklaşmaları muhasebe için elbette bereketli bir zemin sunan bir nimet olarak algılanmalıdır. Böylece yakın ya da uzak bir gelecek için yeni ufuklar kendini gösterebilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Biden, Filistinlilerin Gazze’den Göç Ettirilmesine Yeşil Işık mı Yakıyor? – Mario Nawfal

Yayınlanma:

-

Biden’ın 106 Milyar Dolarlık Teklifi, Filistinlilerin Mısır’a Önceden Planlanmış Olası Göçü Konusunda Endişe Yaratıyor

Biden, Gazze’nin yerinden edilmiş sakinleri ve Ukraynalı mülteciler için 106 milyar dolarlık ek mali yardım talebinde bulundu ve teklifin bir bölümü önemli endişelere neden oldu.

Fon, İsrail’deki mültecilere ve insani yardım çabalarına destek olmayı amaçlarken, talebin belirli bir yönü dikkat çekti:

– Talebin 40. sayfasında, devam eden çatışmalardan etkilenen sivillerin desteklenmesi için fon tahsis edilmesine ilişkin bir hüküm yer almakta ve özellikle Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinli mültecilerden bahsedilmektedir.

– Endişe uyandıran husus, bu fonların bu tür amaçlar için kullanılacağını düşündüren potansiyel sınır ötesi ‘yerinden edilme’ ve ‘sığınma’ya yapılan atıftır.

– Bu talebin Filistinlilerin Mısır’a zorla göç ettirilmesini garanti altına almasından endişe ediliyor.

Bu durum, Mısır hükûmetinin tutumunu ve Filistin egemenliği üzerindeki potansiyel sonuçlarını sorgulatmaktadır.

Mısır Cumhurbaşkanının Biden ile yaptığı telefon görüşmesinde “Mısır’ın, Filistinlilerin Gazze’den kendi topraklarına göç etmesine izin vermeyeceğini” açıkça ifade ettiğini belirtmek önemlidir

Üç Aşamalı Yer Değiştirme Plânı:

İsrail İstihbarat bakanı Gila Gamliel de Gazze’deki Filistin nüfusu üzerindeki potansiyel etkisi konusunda endişelere yol açan tartışmalı bir teklif hazırladı.

– Sina’da Çadır Kentlerin Kurulması:

Bakan Gamliel’in plânı, özellikle Gazze Şeridi’nin güneybatısında yer alan Sina Yarımadası’nda geçici çadır kentlerin kurulmasıyla başlıyor.

Bu çadır kentler Gazze’deki Filistinliler için ilk yer değiştirme çözümü olarak hizmet ediyor.

– İnsani Yardım Koridorunun Uygulanması:

Genellikle “insani koridor” olarak adlandırılan ikinci aşama, Filistinlilerin Gazze’den çıkışını kolaylaştırmaya odaklanmaktadır. Bu aşama, Filistinlilerin Gazze Şeridi’ni terk etmeleri için bir rota oluşturmayı ve onları etkili bir şekilde evlerinden uzaklaştırmayı amaçlamaktadır.

– Kuzey Sina’da Şehirlerin İnşası:

Planın üçüncü ve son aşamasında İsrail, Sina Yarımadası’nın kuzey kesiminde kalıcı şehirler inşa etmeyi öngörüyor.

Bu şehirlerin, yerlerinden edilen Filistinli nüfusu barındırması ve yerinden edilenler için uzun vadeli bir çözüm sağlaması amaçlanıyor.

– Geri Dönüşü Engellemek için İnsansız Bölge:

Planın önemli bir yönü de Mısır toprakları içinde bir “insansız bölge” oluşturulmasıdır.

Bu yasak bölgenin amacı Sina’ya yerleştirilen Filistinlilerin Gazze’deki evlerine dönmelerini engellemektir.

 

Bu Neden Önemli?

Bu öneri, Biden yönetiminin Filistin halkının yerinden edilmesi için fon tahsis etme konusundaki potansiyel ön niyetini vurgulamaktadır.

Ayrıca bu plânın, Biden’ın önerisinin kamuoyuna duyurulmasından yedi gün önce İsrail İstihbarat Bakanlığının onayını taşıdığı bildirilen ve potansiyel olarak benzer niyetleri özetleyen sızdırılmış İsrail belgesiyle aynı zamana denk gelmesi de endişe vericidir.

İsrail İstihbarat bakanı Gila Gamliel’in üç aşamalı tehcir planı, Biden yönetiminin fon tahsisi ile bağlantılı olarak Filistinlileri anlaşılır bir şekilde derinden endişelendirdi, travmatik Nekbe anılarını çağrıştırdı ve potansiyel bir ikinci tehcir korkusunu yoğunlaştırdı.

Nekbe, 1948 Arap-İsrail savaşı sırasında ve sonrasında yüz binlerce Filistinlinin zorla yerinden edilmesi ve mülksüzleştirilmesidir.

Pek çok Filistinli göç etmiş ya da kovulmuş, mülteci durumuna düşmüş, bu da bugüne kadar İsrail-Filistin çatışmasında merkezi bir mesele olmaya devam eden önemli bir demografik ve insani krize yol açmıştır.

Kaynak: Kişisel hesap (@MarioNawfal)

Devamını Okuyun

Yazılar

Frankfurt Kitap Fuarı, Zizek, Filistin – M. Salih Kaya

Yayınlanma:

-

Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapan filozof Zizek, “Filistinlileri de dinlemeliyiz.” dediği için salonda sesler yükseldi ve bazı dinleyiciler salonu terk etti. Protokolden üst düzey siyasilerden sahneye yürüyenler ve konuşmasını bölüp cevap yetiştirmeye çalışanlar oldu. Bir tür arbede yaşandı ama buna karşı yine de Zizek konuşmasını bitirebildi.

Aslında konuşmanın tamamına baktığımızda Zizek gibi sıra dışı bir entelektüelden daha iyisini beklerdik. Zizek, “Filistinlileri de dinlemeliyiz!” cümlesini kuruncaya kadar defalarca Hamas’ı ve terörü lanetledi ve buna rağmen bu kadar tepki gördü ama yine de bu konuşma fuarın açılışında soğuk duş etkisi yaptı çünkü fuar direktörü, fuarın İsrail’le dayanışma içinde hareket edeceğini defalarca basın yoluyla ifade etti. Hatta somut adımlar attı. Fuarda ödül alması gereken Filistinli yazar Adania Shibli’nin ödül törenini iptal etti.

Shibli, Berlin’de yaşayan bir yazar. Ödül alan romanı “Küçük Bir Ayrıntı” (Nebensache), Filistinli bir genç kızın İsrail askeri tarafından öldürülmesini anlatıyor.  Zizek de konuşmasını bitirirken Filistinli yazarın burada olmamasını “skandal” olarak niteledi.

Aslında fuarda yaşananlar buz dağının görünen yüzü. Bütün Avrupa ve özellikle Almanya son yaşananlarda kesin bir şekilde İsrail’in yanında ve İsrail’le dayanışma içinde olduklarını hem açıkladılar hem de somut eylem ve politikalarla bunu ortaya koydular. Devlet kurumları, meclisteki tüm partiler, medya ve sivil toplum bir bütün olarak ağız birliği yapıp Filistin ve Gazze’de yaşananları görmezden geldiler. Bir taraftan Filistin’le dayanışma mitinglerini yasaklayıp bir yandan da İsrail’le dayanışma mitinglerini devlet eliyle ve desteğiyle yaptılar.

Önceki pazar günü Berlin Brandenburg kapısı önünde Cumhurbaşkanı Steinmeyer’nın da katılıp kitleye seslendiği büyük bir miting yapıldı. Buna karşı aynı gün Filistin’le dayanışma için Berlin’in Neuköln semtinde yapılmak istenen eylem güvenlik gerekçesiyle yasaklandı. Miting yasakları sadece bununla sınırlı değil tabi. Küçük istisnaları saymazsak Almanya, tüm eyaletlerinde Filistin eylemlerini iptal etti, yasaklara rağmen sokağa çıkanları gözaltına aldı.

İzin verilen nadir eylemlerde de İsrail’i eleştiren slogan atılmaması ve döviz taşınmaması şartı vardı. Aslında yasaklar sadece eylemlerde değil günlük hayatta da uygulanıyor. Mesela Filistin bayrağı ve Filistin poşusu günlük hayatta yasak. Sebep ise, terör propagandası ve antisemitizm. Olay sadece yasaklardan ibaret değil tabii. Devamında ‘tehdit’ler de var. Bazı siyasiler işi daha da ileriye götürüp kendi değerlerine aykırı davrananları yani kendi durdukları tarafta değil de karşı (Filistin) tarafta duranları ülkeden sürmeyi, onların oturum haklarını iptal etmeyi hatta eğer bu kişiler Alman vatandaşı iseler hepsinin pasaportlarını iptal etmeye kadar ileri gittiler. Buna benzer demeçleri SPD’li içişleri bakanı Nancy Faesar basın açıklamalarında dile getirdi.

Biraz da medyadan bahsetmek gerekiyor. Alman basınının amiral gemileri Zeit, Welt, FAZ, Spiegel, Tagesschau vb. tüm gazeteler ağız birliği yapmış şekilde Gazze’de bir şey yokmuş gibi davranıyorlar ve İsrail’le saf tutma yarışındalar. Beni şaşırtan ise mülteci dostu ve enternasyonal bir politika yapan sol gazetelerin de aynı yerde saf tutmasıydı. Hatta Sol Parti (Die Linke) İsrail’le birçok dayanışma mitingi yaptı.

Şunu söyleyebilirim ki çok az sayıda marjinal hale gelmiş ve sesleri az duyulan bir kaç küçük sol parti (mesela Almanya Komünist Partisi) ve sivil toplum örgütünün dışında herkes Gazze’de yaşananlarla ilgili üç maymunu oynuyor. Sadece kendi duruşlarını dile getirmekle kalmıyorlar aynı zamanda en ufak farklı ses çıkaranları hedef gösterip terörize etmeye çalışıyorlar. Mesela biraz önce bahsettiğim küçük sol grupların çıkardığı farklı sesten rahatsız olan basının amiral gemileri bu sol grupları kriminalize edecek düzeyde yazılar yazıp onlara hiza vermeye çalışıyorlar. Ayrıca Zizek’in fuardaki konuşmasını ve daha önce de Filistin meselesi ile gündeme gelen Edward Said’in Filistin meselesindeki tutumunu birleştirip, entelektüellerle terör arasındaki ilişki mahiyetinde yazılar kaleme alınabiliyor.

En başa dönersek, Zizek’i neredeyse sahneden indirecek dereceye varan totalitarizm tekrar hortlamaya başladı. Almanların, demokrasilerinin en temel esası olarak gördükleri; en çok övünüp bir kutsal gibi bahsettikleri ‘ifade özgürlüğü’ (Meinungsfreiheit) Filistin meselesinde duvara çarptı. Alman anayasasının 5. başlığında güvence altına alınan ifade özgürlüğünün bir istisnası başkasının kişisel onuruna dokunmak…  Medyadaki yorumlarda ve siyasilerin demeçlerinde vurguladıkları şey, “İsrail’e karşı eylem yapmak antisemitik bir eylemdir ve bu da insanlık onuruna yakışan bir davranış olmaması sebebi ile bu türden eylem yapanların ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği” özellikle vurgulanıyor. Yani şunu iyi anlıyoruz ki yasalar sadece yasa değildir, onu uygulayanların yorumudur biraz da.

Aslında tüm bunlar bize gösteriyor ki totalitarizm çok kısa sürede bütün toplumu kuşatabiliyor. Bunu da en çok Almanya’nın geçmişinden biliyoruz. Burada Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nı hatırlamakta yarar var. Kötülük yayılmaya başladığında yasalarınız ve kurumlarınız ne kadar güçlü olursa olsun bunun önüne geçemiyor. O zaman konuşacak olan bir tek konjonktür oluyor.

Devamını Okuyun

GÜNDEM