Yazılar
Haram’dan Protest’e Müzik ya da “Dinî” Müzik – Sait Alioğlu
Yayınlanma:
4 yıl önce-
-Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyal Politik Bağlamı-
Müzik, içeriği gereği, alıcısı çok olan, diğer yandan da karşıtı, daha açıkçası düşmanı bol olan bir özellik taşır.
Müzik, insanlıkla yaşıt olduğu gibi, o insaniyet içerisinde de kendisine değer verilen, değer biçilen, konumu belirlenen ve bu olgular üzerinden ele alınıp değerlendirilir.
Onun izdüşümünün fıtratta belli bir oranda yer almasıyla birlikte, onu keşfedenin de bizatihi insan olduğunu söylemek pek de zor olmasa gerek.
Müzikteki matematiksel gizemi keşfederek yazıya döken ve böylelikle de temelini atan kişinin M.Ö. 530-450 yılları arasında yaşadığı bilinen antik dönem Yunan filozofu Pisagor (Pythagoras) olduğu söylenir. Pisagor’un müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkânının önünden geçerken keşfettiği rivayet edilir. Demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarması Pisagor’un ilgisini çekmiş, dükkânı kapattırarak ustaya çeşitli aletler kullandırmış, çıkan sesleri incelemiş ve kayıtlar almış olduğu belirtilir. (1)
Müzik, aynı zamanda ses ile ilgili bir sanatsal form olup, bu forma, İslâm kültür tarihinde bu sanata hendese-i savt denir. Yani ‘ses sanatı’. (2)
Hem insan fıtratında bulunan ve hem de Pisagor’un, müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkânının önünden geçerken keşfettiği ve demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarmasından mütevellit olarak müzik hayatımızda önemli bir yer tutmaktadır.
İlk insandan bu yana, insan için en gerekli şey olan bir mabuda tapınma (kulluk etme, ibadet) ihtiyacı yanında birtakım (doğru ya da yanlış) ritüelin de oluşmasını da beraberinde getirmiştir.
Bu ritüellerden birisi de müziktir. Ya tevhidi özelliği zamanla kaybolan, insan ürünü haline gelen “din”ler ya da İslam gibi tevhidi özü kaybolmayan ama müntesiplerinin başka kültürlerle etkileşimi sonucu, özelikle de müziğin, çoğu kez “ibadet-zikir” fenomeni üzerinden içeriğe arız olması sonucu, müzik, birçok Müslüman toplumun da ibadet anlayışına sızarak kendine yer bulmuştur.
Hâlbuki müziği kendi bağlamı ve anlamı içerisinde, ibadeti de kendi bağlamı ve anlamı içerisinde değerlendirecek olsak, konu ile ilgili yanlışları devam ettirmezdik.
Günümüzde muhafazakâr olarak tanımlanan ama uzak geçmişte temellenen ve yine günümüzde gelenekçi olarak tanımlanagelen Müslüman kitlenin büyük bölümü, müziği birtakım mülâhazalarla “haram” kategorisinde görmesinin yanında, onu zikrin vazgeçilmez bir parçası olarak gören ve aynı zamanda onun üzerinden miskin bir anlayış geliştirdiği savıyla, kendini süreç içerisinde İslamcı olarak tanımlayan çevrelerin, müzik açısından “haram-helal-mübah” ikilemi karşısında, o da modern bir form olan ama ona ilgi duyanı devrimci/inkılapçı kılan “marş” tanımı üzerinde başka bir müzik formunu sahiplendiği görülmektedir.
Bu form seküler-devrimci çevrelerin, “düşmanla” mücadele aşamasında, devrimciler için moral-motivasyon kaynağı olarak önemli bir yer işgal eden marş formu idi.
Bu formun daha sonra, İran İslam devrimi taraftarlarında, devrim (inkılâb) sürecinde, daha da geliştirilerek kullanıldığını görmekteyiz.
Bizde de, İran devriminden etkilenme sonucu; yetmişlerin sonunda, ta iki binlerin başına kadar ilgi görmesi, bir açıdan müziğin çehre değiştirdiğine işaret ediyordu.
Bununla birlikte müziğe halen “haram” gözüyle bakan çevrelerle birlikte, onu, yer yer ibadetin bir parçası olarak gören birçok tasavvufî çevre ile birlikte, marş formundan başlamak üzere, özgün müziğe ve oradan da türkü’ye varan; müziği, ibadetin bir parçası olarak değil, onu, sadece kültürel bir olgu ve sanat olarak gören İslamcı cenahın yaklaşımı olmak üzere karşımıza üç farklı yaklaşım çıkarmaktadır.
Müzikten ziyade, onun salt haramlığına inandığı için, ilahi formunu kendi hayatında bir yere oturtan bazı tasavvufî çevrelerin, ilahi formunu, var olan şirk haline ve tuğyana karşı protest bir şekilde ele aldığı gibi marş formundan yola çıkarak ortaya konan çabaları ele alan/değerlendiren, kayda alan çalışmalar pek bulunmamaktadır. Öyle ki, gerek kendi dini hayatını ayakta tutmaya çalışan az sayıda tasavvufî çevre ile işe marş formu ile başlamış bulunan (çoğunluk itibarıyla) İslamcı çevrelerin yapıp ettiklerine dair çalışmalar, onlarca yıl sonrasında pek bilinmeyecekti. Ama elimizin altında Prof. Dr. Vejdi Bilgin imzalı; alt başlığında “Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyo-Politik Bağlamı” ibaresi bulunan “ADIM MÜSLÜMAN!” adlı eser, bu boşluğu doldurmaktadır.
Bilgin, konuya el atarken, esere seçmiş olduğu isim için şu ifadeyi kullanıyor; “Kitap adını Erdem Bayazıt’ın ‘Sürüp Giden Çağlardan’ isimli şiirinin son dizesinden alıyor: Sabır Savaş Zafer; Adım MÜSLÜMAN”
Bilgin, konuya adım atarken, bir arka plân çerçevesinde; Türkiye’nin 80’lere doğru yol alışını, konu bağlamında dini hayatın genel bir görünümünü çizmekte, var olan dindarlık biçimlerine vurgu yapmakta ve oradan hareketle dini protest kültürün doğuşu döneminde yapılan tartışmalarla birlikte, protest müziğin, onun ortaya koymaya çalıştığı olgunun izini sürmeye çalışmakta…
Eser şu ifadelerle takdim edilmektedir: “Protest dinî müziğin 1990’ların ilk yarısında önemli bir sektör haline geldiğini, dindar kamuoyunda ciddi makes bulduğunu iddia etmek mümkündür. Şüphesiz geleneksel dindarlar bu müziğe yabancı, bazı dinî gruplar da -beste ve güfte kaygılarından- mesafeliydiler. Ancak genel olarak dinî gruplar bir “alternatif kamu” içinde kendi “dünyalarını” kurma çabasındaydılar ve yeni müzik formu bu alternatif kamuda biliniyordu. Bu müziğin dindar insanların evlerinde, düğünlerde, konferans gibi programların öncesinde, mitinglerde, hatta İmam Hatip Liselerinin müzik derslerinde yoğun bir şekilde yer aldığı müşahede ediliyordu.”
Kabul edilmeli ki, Müslümanlar, özellikle de doksanlarda elde ettikleri imkâna ve akıp giden zamana rağmen, kendilerine özgü bir dindar; İslami ya da İslamcı bir “kamu” oluşturamadıkları, aksine uzun bir dönem kuşku ve şüpheyle yaklaştıkları demokrasi zemininde elde bulunanları da yitirdiklerinden maada, realiteye kanıp, hatta ona yenilip reel politik uğurda zaman harcamaya başlayınca, hayatının en mutena köşesine yerleştirdiği cihad mefhumu ile birlikte eserlerinde de dil, kelime ve söylem değişikliğine uğramış oldular; “2000’li yıllara gelindiğinde hem eser üretimi hem de içerik açısından bir değişim görüldü. Bu dönemde hala cihattan ve şehadetten bahsedilse de, vurgu eski gücünü yitirdi. Bir çocuğun dilinden yazılmış veya şehidin son cümleleri olarak dökülen etkileyici cümleler kayboldu. Sevda, sevgili ya da aşk temalarının hangi “sevgiliye” yöneldiği belirsizleşti. Bosna, Çeçenistan, Filistin gibi coğrafyalara yapılan atıflar azaldı.”
Altmışlarda ve yetmişlerde, Anadolu insanının büyük oranda şehirlere göç etmesi sonucu, nicelik açısından şehirli ama nitelik, yani görünürlük, görünür olma açısından pek de şehirli bir kimliğin kendini göstermediği bir vasatta, metropollerden ziyade küçük şehirlerde var olan Müslüman cemaatler, yapılar, kendi bütünlüğü içerisinde dine bağlı, ama dini bütünlüğün dışa yansıması konusunda olabildiğince ketum davranması; işi bir meşruiyeti olabilir ama işini, vazifesini, hatta zikrini vb. gizli yol ve yöntemlerle yapması sonucunda kendini bir açıdan modernizmin sultasından koruduğu gibi, onun popüler kültürle de tanışmasına izin vermemişti.
Bu izin vermeyiş, beraberinde, Müslümanların, cari olan hayatın dilini de anlamaktan alıkoyuyordu. Bu durum, aynı zamanda ahlaki endişeleri de besliyor, canlı tutuyordu. Onu ve Müslüman nesli, sebepsiz bir şekilde ıskaladığında tümden mahrum eden, beri yanda da onu, oradan yayılan kültürel, toplumsal vb. afetlerden koruyan maddi donelerle var olan ilişkisi bir nevi “popülizm-dengelilik” içerisinde kendine bir yer bulmaktaydı.
Zamanla dindar kesimlerin, belki de hayatın bir cilvesi olarak popüler kültürle tanışmaları, onların, daha önce es geçtikleri, ıskaladıkları, hatta günah ve haram addettikleri birçok alanda var olmaya çabaladıkları söz konusu oluyordu.
Birçok işi ise, yapıp yapmama konusunda, ilgili “sivil” mercilerden fetva almaya çalışıyorlardı.
“80’lere ait bir fetva kitabında “Bazı kimseler spor yapıp top ile oynamak caiz değildir diyorlar. Çünkü Hz. Hüseyin şehit olduktan sonra başı kesilip top gibi onunla oynanmıştır. Bu hususta İslam’ın hükmü nedir?” (s. 45) sorusu, konuya ışık tutmaktadır.
Hâlbuki, futbolun bugünkü durumu ayrı bir şekilde değerlendirmeyi gerektirse de, onun prototipinin birçok halkta (Türkler, İngilizler) yüzlerce yıl öncesinden var olduğu bilinmektedir. Aynen müziğin de yanlışı ve doğrusuyla neredeyse tüm insanlık için bilindiği gibi…
İş salt fetva alma kabilinden ilmihal kitaplarına dolayısıyla da bir hocaefendiye müracaat etmekten ziyade, işin içerisine “etrafını cami, ağyarını mani” kabilinde fıkıh ilmi girmekteydi.
Tabii ki, bu ilme bağlılık içerisinde, müziğe külli haram diyen anlayışla, onun bazı kriterleri gözetme şartıyla “kullanılabilirlik” yönüyle mübah gören anlayışta, kendine fıkıh içerisinde yer bulmaya çalışıyordu.
Yazar, Necdet Subaşı’nın(*) eserinden konu ile ilgili şöyle bir aktarımda bulunmaktadır: “Bazılarının yanında türkülerden söz etmek terk-i edepti… Müziğe bir şekilde ilgi duyanlar ise Süleyman Uludağ’ın kitabına sığınıp cevaz aramaktaydılar.” (s. 55)
Seksenlerden başlamak üzere, dönenin kendine özgü sıcak atmosferinde devrimci söylemle birlikte gelişen ve akabinde değişime uğrayan müzik olgusu da, hem geleneksel anlayışlardan ayrışmış ve hem de popülizmle arasına mesafe koymuş ve hem de “gelişe gelişe” var olan katı Kemalist sistem karşısında protest bir yapı arz etmişti.
Yazar eserinde, Müslümanları da zaman içerisinde kuşatan, onları etkileyen popüler kültür ile ilgili düşüncelerini, arka plân yardımıyla aktardıktan sonra, sahiplerinin büyük bölümünün dönemin yaşayan İslamcı şairlerine ait şiirlerin bestelenmesi sonucu ortaya çıkan ve hem genel anlamda, hem de dönemi açısından, yaşayan Müslümanları ilgilendiren konuların işlendiği eserlerin ortaya çıktığını aktarmaktadır.
Bu konuları şu şekilde sıralayabilirdik: Kur’an ve Peygamber, Zulüm, Başörtüsü, Kıyam ve Cihad, Ümmet Şuuru, Şehadet.
Bir de özel ilgi alanı olarak “kente karşı dağ; gurbet, yalnızlık ve melankoli” durumları da bu çalışmalarda konu başlığı altında kendine yer bulmuştu.
“İslamcı şairlerin işledikleri temalar arasında kentlerin ve makinelerin kötülenmesi modern çağ ile hesaplaşmanın açık bir ifadesidir. Bu iki olumsuz imgenin karşısına ise tabiat ve dağ konulur.” (s. 125)
Bu İslamcı şairlerden merhum Mehmet Akif İnan;
“Her eylem yeniden diriltir beni
Nehirler düşlerim göl kenarında
***
Dönüştür ey kalbim bahçeli eve
Anlam ezen o makinaları” (s. 126)(**)
İslam tarihine (Mute Destanı) ve günümüze dair birçok konunun mizahi olarak işlendiği bant tiyatroları, (PTT: Pötürgeli Tornavida Tevfik; Eyvah İrtica vb.) salt şiir kasetleri (Doğ Ey Güneş, Ömer Karaoğlu; İnfilak, Eşref Ziya Terzi vb.) dönemin dijital ortamında ortaya konan ve ilgi gören çalışmalar olarak zihinlerde yer etmişti.
Bir kısmı yaşayan, bir kısmı da doksanlarda var olan o havaya renk katan, o havayı soluyan şairlerin ve onların eserlerin seslendirme suretiyle, dönemin teknik imkanlarını kullanarak, bir müktesebat ortaya koyan insanların ve onların eserlerine kulak kabartan geniş bir Müslüman kesimin (İslamcı, muhafazakar) uğraşıları, yine o uğraşı içerisinde yer aldığı bilinen zevatın, zamanın ruhuna uyarak pastadan pay kapma düşüncesinin galebe çalınmasıyla inkıta’a uğramıştı.
Şimdi ise, eskinin bir şeyler yapılırken, istenmeden de olsa oluşan yol hatalarını dahi aratacak ve hatta onları “özletecek” olan yeni popüler durumlar; bu kez seküler modernist cenahın hiçbir şey yapmasına ihtiyaç duyurmayacak şekilde, muhafazakar popülizm kalıbında; dinden, müziğe kadar hemen her alanda kendine yer bulmaktadır.
Hani derler ya; “Küller başımıza!” İşte, günümüzde o durumları yaşıyoruz.
Galiba, biz de geçmişte bazı şeyleri eksik bıraktık!
________________
1) “Müziği Kim İcat etti…” adlı makale. (HayatNotu.com)
2) İsmail Raci Farukî, Lamia Farukî, İslam Kültür Atlası., s.467 İnkılâb Yay. Aralık, 1999 İstanbul
*) Necdet Şubaşı; 1-Gerisi Hikaye, 2-Yaz Dediler
**) Mehmet Akif İnan, Hicret, Şairin ayrıca “Tenha Sözler” adlı şiir kitabına da bakılabilir.
Eserin Kimliği:
“ADIM MÜSLÜMAN – Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyal Politik Bağlamı
Prof. Dr. Vejdi Bilgin, 1. Baskı, Ekim 2020, Beyan Yayınları, İstanbul
Yorumlayın
-
Filistin Direnişinde Edebiyatın Yeri – Sait Alioğlu
-
İklim Değişikliği, Küresel Isınma ve Çevre Felaketine Dâir – Sait Alioğlu
-
Tasavvuf-Tarikat-Felsefe: Hangi Temel, Hangi Dinamikler? – Sait Alioğlu
-
Halkın ve Devletin “Maddi ve Manevi” Dinamikleri Üzerine – Sait Alioğlu
-
Az Kaldı Bayram Ola – Sait Alioğlu
-
Talep mi, Tevdi mi? – Sait Alioğlu
12 Eylül, temel hedefleri itibariyle canlılığını koruyor.
12 Eylül askeri darbesinin egemen dünya düzenini yerelde tahkim eden rolü yıllar içinde daha iyi anlaşıldı. Asker-sivil koalisyonuyla darbe süreci kurucu rolünün hakkını vermiş, hedeflerini uzun yıllara yayılan başarısıyla gerçekleştirerek enteresan bir tarihsel aşama örneği sunmuştur.
Tanzimat Fermanı ile küresel kapitalizme dâhil olma kararı veren Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kesiksiz akış, onarıcı darbelerle tehlikelerden azade kılınmıştır. Azgın sermayenin önündeki bilumum engelin kaldırıldığı neoliberal aşamasıyla kapitalizm, bâkir coğrafyalara dizginlerinden boşanan bir hız ve ihtirasla dalmıştır.
Şili’deki Pinochet darbesinin tıpkı basım benzer bir örneği olarak gerçekleşen 12 Eylül darbesi, yakın dönemlerinde bütün dünyada gerçekleşen neoliberal dönüşümün yereldeki kolaylayıcısıydı. Kapitalizmin krizini aşmayı hedefleyen 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi mevcut koşullarda mümkün olmadığından sert bir yönetim ihtiyacına cevap olarak askeri darbe geldi.
12 Eylül’ün kapitalizmi himayesi iki koldan gerçekleşmiştir. Yükselen işçi hareketleri hedef alınmış, sendikal mücadele ve sosyalist örgütlenmeler baskılanıp önemli ölçüde dağıtılmıştır. Sol-sosyalist çizgi, 12 Eylül’de aldığı darbenin tesirinden hâlâ kurtulabilmiş değildir. Neredeyse bütün dünyada eş dönemli olarak gerçekleşen neoliberal saldırı[1] farklı coğrafyalarda benzer sonuçlar doğurmuştur.
24 Ocak kararlarının açtığı yarık giderek büyümüş, halkı ve coğrafyasıyla bütün bir ülkeyi yoksulluk ve yağma düzenine teslim etmiştir. Kim ne derse desin 24 Ocak-12 Eylül hattının şampiyonu 22 yıllık AKP iktidarıdır. Her ne kadar Turgut Özal’ın önce 24 Ocak kararlarını ilan eden hükümetin program hazırlayıcısı sonra da kararları sert bir şekilde uygulayan darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak başlayan ve Anavatan Partisi ile iktidar olarak süren yaldızlı imajının dönemsel popülaritesinden bahsedilebilirse de istikrarlı hükümetler kuran AKP’nin 24 Ocak kararlarının ruhuna iman etmiş yaygın ve kalıcı neoliberal politikalarının eline kimse su dökemez!
Neoliberal saldırganlığın Türkiye özelindeki başarısı ancak bazı siyasal, kültürel, dini ve sosyolojik müdahalelerle mümkün olabilirdi.
12 Eylül darbesinin önemli ölçüde yenilgiye uğrattığı sol-sosyalist hareketlerin yerine Türk-İslam sentezinin ikame edilmesini isteyen rejim, bu doğrultuda bütün imkânlarını seferber etti. En nihayetinde Türkiye bir NATO üyesiydi ve kapitalist blok için kaybı göze alınamayacak değerdeydi. Hele de İran’da hemen kısa bir süre önce İslam devrimi gerçekleşmişken!
Kapitalist blok hem dünyada hem de Türkiye’de sosyalist hareketleri ve devletleri/paktları mağlup etmenin eşiğindeyken Batı Asya’da (Ortadoğu’da) önemli bir üssünü kaybetmişti. Ayetullah Humeynî önderliğinde gerçekleşen İslam devrimi, bölgede yükselen diğer İslami hareketlerle birlikte NATO önderliğindeki Batı bloğunu ürkütmüştü. Bir taşla iki kuş vurmanın tam zamanı sayılabilirdi!
İslam’ın devrimci yükselişini Türk-İslam senteziyle bulandırıp engellemek için İslamizasyon politikalarını devlet imkân ve araçlarıyla devreye sokan 12 Eylül rejimi sosyalizm ve İslam tehlikesini birlikte savuşturmanın hesabını yapıyordu. Irak’ın İran’a saldırtılmasıyla kuşatılmak istenen İslam devriminden sonra Türkiye’de de serpilme emareleri gösteren tevhîdî yönelim mecrasından saptırıldı.
24 Ocak-12 Eylül hattının mütemmim cüzü olarak yapılan ve “terbiye süreci” olarak değerlendirdiğimiz 28 Şubat[2] darbesinin doğurduğu AKP iktidarının Şili’ye benzer biçimde ironik “12 Eylül’le hesaplaşma” muhabbeti, hakikati perdeleme çabasından başka bir amaç gütmemiştir.
Başörtüsü yasağı üzerine gelen ve kapanan imam-hatip okullarının açılmasıyla dindar kitlelerin gönlünü fethederek düzen adına rıza üreten AKP iktidarı, NATO’dan ve küresel sermayeden yana tutumunu neredeyse engelsiz bir şekilde fiiliyata geçirdi. Irak işgaline yol veren, Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Filistin’e kadar egemen dünya düzeni saflarında yer alan AKP iktidarı bütün bunlara paralel biçimde ülkeyi baştan başa sermayenin talanına açmıştır.[3] Bir yandan TÜSİAD sermayesini kollayan AKP, diğer yandan kendine yakın çevreleri de ayrıca ihya etmiştir.[4] Vâr oluşsal pozisyon olarak da emek mücadelesinin tam karşısında konumlanmıştır. Bunun en somut örneği OHAL koşullarında yasaklanan grevlerdir.[5]
Cumhur ittifakı ile Türk-İslam sentezini icraya olan gönüllülüğünü kanıtlayan AKP iktidarı, ideolojik referansı olarak da Necip Fazıl çizgisini[6] türlü vesilelerle öne çıkardı, İslam’ın devrimci mesajının Batı Asya’daki ilerleyişine set çekmekten imtina etmedi. Kemalizm’in sembol ve ritüellerine teslimiyete, içi boşaltılan bir kısım İslami semboller için itiraz etmeyen;[7] II. Abdülhamit’ten bu yana benimsenmiş dış politika olan denge siyasetiyle ayakta kalmaya çalışan ve bu yolla iyice kimliksizleşerek küresel güçlerin iradesine teslim olan 22 yıllık iktidarın 12 Eylül’ün şampiyonu olmadığını kim reddedebilir!
15 Temmuz’dan bu yana yükseltilen şovenist dalganın gizlediği yağma Anadolu’nun her bir köşesine ulaşmış, delik deşik etmediği yer bırakmamıştır. Sermayenin önündeki engelleri kaldırmanın programı olan 24 Ocak, 12 Eylül darbesinden güç almasaydı bile son 22 yıllık iklimde pekâlâ çok daha güçlü bir şekilde uygulanabilirdi.[8] Kırsalın boşaltılarak küçük köylülüğün yok edilmesiyle beraber büyükşehir yasasıyla beraber iptal edilen köy statüleri, mera ve ormanların 2-B gibi yasalar yardımıyla sermayeye devrini hızlandırdı[9] ve bunlar kamulaştırma kanunları marifetiyle cılız gösterilerin rağmına sert bir şekilde gerçekleştirildi.
Türkiye’nin Çin modeli vizyonuyla[10] ucuz işçi cenneti olması resmi politika olarak savunuldu, bunun için asgari ücret genel geçer ücret hâline getirildi. Yoksul kitlelerin, emekçi sınıfların haysiyetleri[11] hedef alınarak devrimci hareketlerin boy vermesi 12 Eylül’ün şampiyonları tarafından baştan engellenmek istendi.
12 Eylül’ün zulümleriyle büyüyen Kürt meselesi, yasaklarla boğuşan İslami çevrelerin yaşadığı aldatma tecrübelerine maruz kalarak sistem içine çekilme sürecinin bir benzerini yaşadığı söylenebilir: Çözüme kavuşturuluyormuş gibi yapılan pek çok meselenin şiddet-rıza sarmalında sistem içine çekilerek sönümlendirilmesi ve egemen şoven sistemin söyleminin pekiştirilmesi[12] yine AKP’nin marifetli politikalarıyla mümkün oldu.
Eğitimde, kerameti kendinden menkul 12 Eylül ruhuyla uygun erdem-değer modeliyle Avrupa Yeterlilikler Çerçevesini esas kabul eden Türkiye Yeterlilikler Çerçevesi[13] üzerinden kapitalizmle bütünleşerek küresel sermayenin iş gücü ihtiyacı amacını birleştirerek Protestan ahlâkını mücessem hâle getirmeyi amaçlamıştır. Böylece 12 Eylül’ün en başarılı uygulayıcısı olma sıfatını hak etmiştir.
[1] Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki; Alfredo Saad-Filho Deborah Johnston; Yordam Kitap
[2] Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat, Ahmet Örs; https://www.tasfiyedergisi.net/bir-terbiye-sureci-olarak-28-subat/
[3] Türkiye Maden Ruhsatlarının Tehdidi Altında: 24 İlde 20 Bine Yakın Maden Ruhsatı: https://www.tema.org.tr/basin-odasi/basin-bultenleri/turkiye-maden-ruhsatlarinin-tehdidi-altinda
[4] Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Erol Balkan-Neşecan Balkan-Ahmet Öncü; Yordam Kitap
[5]Erdoğan: Greve tevessül etmek isteyen işçilere OHAL ile müdahale ettik; https://www.evrensel.net/haber/350636/erdogan-greve-tevessul-etmek-isteyen-iscilere-ohal-ile-mudahale-ettik
[6] Necip Fazıl Ödülleri; https://www.necipfazilodulleri.com/
[7] Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Cihan Tuğal; Koç Üni. Yay.
[8] Alevler değil, bir imza yok etti; https://www.birgun.net/haber/alevler-degil-bir-imza-yok-etti-540949
[9] Toprakları Kapatmak: Kamu Arazilerinin Özelleştirilmesi, Melek Mutioğlu Özkesen; İletişim Yay.
[10] Erdoğan ekonomide yol haritasını anlattı: Çin de böyle büyüdü; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-ekonomide-yol-haritasini-anlatti-cin-de-boyle-buyudu-41952854
[11] Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi, Alpkan Birelma; İletişim Yay.
[12] Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Barış Ünlü; Dipnot Yay.
[13] Müfredat Taslağı Yeni Sıfatını Hak Etmiyor: https://www.egitimilkesen.org/mufredat-taslagi-yeni-sifatini-hak-etmiyor/
Yazılar
İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil
Yayınlanma:
2 ay önce-
Temmuz 24, 20247 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.
Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.
Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.
Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.
Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.
“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.
Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.
Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,
Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.
21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.
Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.
WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.
O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.
Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.
STK yok.
Dernek?
Dernek de yok.
Parti?
Parti de yok.
Vakıf?
Vakıf da yok.
Sendika?
Sendika da yok.
“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.
“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.
Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.
Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.
Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.
Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.
Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.
Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek, kirli işbirlikçileri ve onları kollayanları ifşa etmek istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.
Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.
Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.
Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.
Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.
İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.
Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.
Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.
Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli
BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.
Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.
Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.
Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.
Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.
Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.
Kaynak: https://www.thelancet.com/