Connect with us

Yazılar

Haram’dan Protest’e Müzik ya da “Dinî” Müzik – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

-Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyal Politik Bağlamı-

Müzik, içeriği gereği, alıcısı çok olan, diğer yandan da karşıtı, daha açıkçası düşmanı bol olan bir özellik taşır.

Müzik, insanlıkla yaşıt olduğu gibi, o insaniyet içerisinde de kendisine değer verilen, değer biçilen, konumu belirlenen ve bu olgular üzerinden ele alınıp değerlendirilir.

Onun izdüşümünün fıtratta belli bir oranda yer almasıyla birlikte, onu keşfedenin de bizatihi insan olduğunu söylemek pek de zor olmasa gerek.

Müzikteki matematiksel gizemi keşfederek yazıya döken ve böylelikle de temelini atan kişinin M.Ö. 530-450 yılları arasında yaşadığı bilinen antik dönem Yunan filozofu Pisagor (Pythagoras) olduğu söylenir. Pisagor’un müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkânının önünden  geçerken keşfettiği rivayet edilir. Demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarması Pisagor’un ilgisini çekmiş, dükkânı kapattırarak ustaya çeşitli aletler kullandırmış, çıkan sesleri incelemiş ve kayıtlar almış olduğu belirtilir. (1)

Müzik, aynı zamanda ses ile ilgili bir sanatsal form olup, bu forma, İslâm kültür tarihinde bu sanata hendese-i savt denir. Yani ‘ses sanatı’. (2)

Hem insan fıtratında bulunan ve hem de Pisagor’un, müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkânının önünden  geçerken keşfettiği ve demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarmasından mütevellit olarak müzik hayatımızda önemli bir yer tutmaktadır.

İlk insandan bu yana, insan için en gerekli şey olan bir mabuda tapınma (kulluk etme, ibadet) ihtiyacı yanında birtakım (doğru ya da yanlış) ritüelin de oluşmasını da beraberinde getirmiştir.

Bu ritüellerden birisi de müziktir. Ya tevhidi özelliği zamanla kaybolan, insan ürünü haline gelen “din”ler ya da İslam gibi tevhidi özü kaybolmayan ama müntesiplerinin başka kültürlerle etkileşimi sonucu, özelikle de müziğin, çoğu kez “ibadet-zikir” fenomeni üzerinden içeriğe arız olması sonucu, müzik, birçok Müslüman toplumun da ibadet anlayışına sızarak kendine yer bulmuştur.

Hâlbuki müziği kendi bağlamı ve anlamı içerisinde, ibadeti de kendi bağlamı ve anlamı içerisinde değerlendirecek olsak, konu ile ilgili yanlışları devam ettirmezdik.

Günümüzde muhafazakâr olarak tanımlanan ama uzak geçmişte temellenen ve yine günümüzde gelenekçi olarak tanımlanagelen Müslüman kitlenin büyük bölümü, müziği birtakım mülâhazalarla “haram” kategorisinde görmesinin yanında, onu zikrin vazgeçilmez bir parçası olarak gören ve aynı zamanda onun üzerinden miskin bir anlayış geliştirdiği savıyla, kendini süreç içerisinde İslamcı olarak tanımlayan çevrelerin, müzik açısından “haram-helal-mübah” ikilemi karşısında, o da modern bir form olan ama ona ilgi duyanı devrimci/inkılapçı kılan “marş” tanımı üzerinde başka bir müzik formunu sahiplendiği görülmektedir.

Bu form seküler-devrimci çevrelerin, “düşmanla” mücadele aşamasında, devrimciler için moral-motivasyon kaynağı olarak önemli bir yer işgal eden marş formu idi.

Bu formun daha sonra, İran İslam devrimi taraftarlarında, devrim (inkılâb) sürecinde, daha da geliştirilerek kullanıldığını görmekteyiz.

Bizde de, İran devriminden etkilenme sonucu; yetmişlerin sonunda, ta iki binlerin başına kadar ilgi görmesi, bir açıdan müziğin çehre değiştirdiğine işaret ediyordu.

Bununla birlikte müziğe halen “haram” gözüyle bakan çevrelerle birlikte, onu, yer yer ibadetin bir parçası olarak gören birçok tasavvufî çevre ile birlikte, marş formundan başlamak üzere, özgün müziğe ve oradan da türkü’ye varan; müziği, ibadetin bir parçası olarak değil, onu, sadece kültürel bir olgu ve sanat olarak gören İslamcı cenahın yaklaşımı olmak üzere karşımıza üç farklı yaklaşım çıkarmaktadır.

Müzikten ziyade, onun salt haramlığına inandığı için, ilahi formunu kendi hayatında bir yere oturtan bazı tasavvufî çevrelerin, ilahi formunu, var olan şirk haline ve tuğyana karşı protest bir şekilde ele aldığı gibi marş formundan yola çıkarak ortaya konan çabaları ele alan/değerlendiren, kayda alan çalışmalar pek bulunmamaktadır. Öyle ki, gerek kendi dini hayatını ayakta tutmaya çalışan az sayıda tasavvufî çevre ile işe marş formu ile başlamış bulunan (çoğunluk itibarıyla) İslamcı çevrelerin yapıp ettiklerine dair çalışmalar, onlarca yıl sonrasında pek bilinmeyecekti. Ama elimizin altında Prof. Dr. Vejdi Bilgin imzalı; alt başlığında “Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyo-Politik Bağlamı”  ibaresi bulunan “ADIM MÜSLÜMAN!” adlı eser, bu boşluğu doldurmaktadır.

Bilgin, konuya el atarken, esere seçmiş olduğu isim için şu ifadeyi kullanıyor; “Kitap adını Erdem Bayazıt’ın ‘Sürüp Giden Çağlardan’ isimli şiirinin son dizesinden alıyor: Sabır Savaş Zafer; Adım MÜSLÜMAN”

Bilgin, konuya adım atarken, bir arka plân çerçevesinde; Türkiye’nin 80’lere doğru yol alışını, konu bağlamında dini hayatın genel bir görünümünü çizmekte, var olan dindarlık biçimlerine vurgu yapmakta ve oradan hareketle dini protest kültürün doğuşu döneminde yapılan tartışmalarla birlikte, protest müziğin, onun ortaya koymaya çalıştığı olgunun izini sürmeye çalışmakta…

Eser şu ifadelerle takdim edilmektedir: “Protest dinî müziğin 1990’ların ilk yarısında önemli bir sektör haline geldiğini, dindar kamuoyunda ciddi makes bulduğunu iddia etmek mümkündür. Şüphesiz geleneksel dindarlar bu müziğe yabancı, bazı dinî gruplar da -beste ve güfte kaygılarından- mesafeliydiler. Ancak genel olarak dinî gruplar bir “alternatif kamu” içinde kendi “dünyalarını” kurma çabasındaydılar ve yeni müzik formu bu alternatif kamuda biliniyordu. Bu müziğin dindar insanların evlerinde, düğünlerde, konferans gibi programların öncesinde, mitinglerde, hatta İmam Hatip Liselerinin müzik derslerinde yoğun bir şekilde yer aldığı müşahede ediliyordu.”

Kabul edilmeli ki, Müslümanlar, özellikle de doksanlarda elde ettikleri imkâna ve akıp giden zamana rağmen, kendilerine özgü bir dindar; İslami ya da İslamcı bir “kamu” oluşturamadıkları, aksine uzun bir dönem kuşku ve şüpheyle yaklaştıkları demokrasi zemininde elde bulunanları da yitirdiklerinden maada, realiteye kanıp, hatta ona yenilip reel politik uğurda zaman harcamaya başlayınca, hayatının en mutena köşesine yerleştirdiği cihad mefhumu ile birlikte eserlerinde de dil, kelime ve söylem değişikliğine uğramış oldular; “2000’li yıllara gelindiğinde hem eser üretimi hem de içerik açısından bir değişim görüldü. Bu dönemde hala cihattan ve şehadetten bahsedilse de, vurgu eski gücünü yitirdi. Bir çocuğun dilinden yazılmış veya şehidin son cümleleri olarak dökülen etkileyici cümleler kayboldu. Sevda, sevgili ya da aşk temalarının hangi “sevgiliye” yöneldiği belirsizleşti. Bosna, Çeçenistan, Filistin gibi coğrafyalara yapılan atıflar azaldı.”

Altmışlarda ve yetmişlerde, Anadolu insanının büyük oranda şehirlere göç etmesi sonucu, nicelik açısından şehirli ama nitelik, yani görünürlük, görünür olma açısından pek de şehirli bir kimliğin kendini göstermediği bir vasatta, metropollerden ziyade küçük şehirlerde var olan Müslüman cemaatler, yapılar, kendi bütünlüğü içerisinde dine bağlı, ama dini bütünlüğün dışa yansıması konusunda olabildiğince ketum davranması; işi bir meşruiyeti olabilir ama işini, vazifesini, hatta zikrini vb. gizli yol ve yöntemlerle yapması sonucunda kendini  bir açıdan modernizmin sultasından koruduğu gibi, onun popüler kültürle de tanışmasına izin vermemişti.

Bu izin vermeyiş, beraberinde, Müslümanların, cari olan hayatın dilini de anlamaktan alıkoyuyordu. Bu durum, aynı zamanda ahlaki endişeleri de besliyor, canlı tutuyordu. Onu ve Müslüman nesli, sebepsiz bir şekilde ıskaladığında tümden mahrum eden, beri yanda da onu, oradan yayılan kültürel, toplumsal vb. afetlerden koruyan maddi donelerle var olan ilişkisi bir nevi “popülizm-dengelilik” içerisinde kendine bir yer bulmaktaydı.

Zamanla dindar kesimlerin, belki de hayatın bir cilvesi olarak popüler kültürle tanışmaları, onların, daha önce es geçtikleri, ıskaladıkları, hatta günah ve haram addettikleri birçok alanda var olmaya çabaladıkları söz konusu oluyordu.

Birçok işi ise, yapıp yapmama konusunda, ilgili “sivil” mercilerden fetva almaya çalışıyorlardı.

“80’lere ait bir fetva kitabında “Bazı kimseler spor yapıp top ile oynamak caiz değildir diyorlar. Çünkü Hz. Hüseyin şehit olduktan sonra başı kesilip top gibi onunla oynanmıştır. Bu hususta İslam’ın hükmü nedir?” (s. 45) sorusu, konuya ışık tutmaktadır.

Hâlbuki, futbolun bugünkü durumu ayrı bir şekilde değerlendirmeyi gerektirse de, onun prototipinin birçok halkta (Türkler, İngilizler) yüzlerce yıl öncesinden var olduğu bilinmektedir. Aynen müziğin de yanlışı ve doğrusuyla neredeyse tüm insanlık için bilindiği gibi…

İş salt fetva alma kabilinden ilmihal kitaplarına dolayısıyla da bir hocaefendiye müracaat etmekten ziyade, işin içerisine “etrafını cami, ağyarını mani” kabilinde fıkıh ilmi girmekteydi.

Tabii ki, bu ilme bağlılık içerisinde, müziğe külli haram diyen anlayışla, onun bazı kriterleri gözetme şartıyla “kullanılabilirlik” yönüyle mübah gören anlayışta, kendine fıkıh içerisinde yer bulmaya çalışıyordu.

Yazar, Necdet Subaşı’nın(*) eserinden konu ile ilgili şöyle bir aktarımda bulunmaktadır: “Bazılarının yanında türkülerden söz etmek terk-i edepti… Müziğe bir şekilde ilgi duyanlar ise Süleyman Uludağ’ın kitabına sığınıp cevaz aramaktaydılar.” (s. 55)

Seksenlerden başlamak üzere, dönenin kendine özgü sıcak atmosferinde devrimci söylemle birlikte gelişen ve akabinde değişime uğrayan müzik olgusu da, hem geleneksel anlayışlardan ayrışmış ve hem de popülizmle arasına mesafe koymuş ve hem de “gelişe gelişe” var olan katı Kemalist sistem karşısında protest bir yapı arz etmişti.

Yazar eserinde, Müslümanları da zaman içerisinde kuşatan, onları etkileyen popüler kültür ile ilgili düşüncelerini, arka plân yardımıyla aktardıktan sonra, sahiplerinin büyük bölümünün dönemin yaşayan İslamcı şairlerine ait şiirlerin bestelenmesi sonucu ortaya çıkan ve hem genel anlamda, hem de dönemi açısından, yaşayan Müslümanları ilgilendiren konuların işlendiği eserlerin ortaya çıktığını aktarmaktadır.

Bu konuları şu şekilde sıralayabilirdik: Kur’an ve Peygamber, Zulüm, Başörtüsü, Kıyam ve Cihad,  Ümmet Şuuru, Şehadet.

Bir de özel ilgi alanı olarak “kente karşı dağ; gurbet, yalnızlık ve melankoli” durumları da bu çalışmalarda konu başlığı altında kendine yer bulmuştu.

“İslamcı şairlerin işledikleri temalar arasında kentlerin ve makinelerin kötülenmesi modern çağ ile hesaplaşmanın açık bir ifadesidir. Bu iki olumsuz imgenin karşısına ise tabiat ve dağ konulur.” (s. 125)

Bu İslamcı şairlerden merhum Mehmet Akif İnan;

“Her eylem yeniden diriltir beni

Nehirler düşlerim göl kenarında

***

Dönüştür ey kalbim bahçeli eve

Anlam ezen o makinaları” (s. 126)(**)

İslam tarihine (Mute Destanı) ve günümüze dair birçok konunun mizahi olarak işlendiği bant tiyatroları, (PTT: Pötürgeli Tornavida Tevfik; Eyvah İrtica vb.) salt şiir kasetleri (Doğ Ey Güneş, Ömer Karaoğlu; İnfilak, Eşref Ziya Terzi vb.) dönemin dijital ortamında ortaya konan ve ilgi gören çalışmalar olarak zihinlerde yer etmişti.

Bir kısmı yaşayan, bir kısmı da doksanlarda var olan o havaya renk katan, o havayı soluyan şairlerin ve onların eserlerin seslendirme suretiyle, dönemin teknik imkanlarını kullanarak, bir müktesebat ortaya koyan insanların ve onların eserlerine kulak kabartan geniş bir Müslüman kesimin (İslamcı, muhafazakar) uğraşıları, yine o uğraşı içerisinde yer aldığı bilinen zevatın, zamanın ruhuna  uyarak pastadan pay kapma düşüncesinin galebe çalınmasıyla inkıta’a uğramıştı.

Şimdi ise, eskinin bir şeyler yapılırken, istenmeden de olsa oluşan yol hatalarını dahi aratacak ve hatta onları “özletecek” olan yeni popüler durumlar; bu kez  seküler modernist cenahın hiçbir şey yapmasına ihtiyaç duyurmayacak şekilde, muhafazakar popülizm kalıbında; dinden, müziğe kadar hemen her alanda kendine yer bulmaktadır.

Hani derler ya; “Küller başımıza!” İşte, günümüzde o durumları yaşıyoruz.

Galiba, biz de geçmişte bazı şeyleri eksik bıraktık!

________________

1) “Müziği Kim İcat etti…” adlı makale. (HayatNotu.com)

2) İsmail Raci Farukî, Lamia Farukî, İslam Kültür Atlası., s.467 İnkılâb Yay. Aralık, 1999 İstanbul

*) Necdet Şubaşı; 1-Gerisi Hikaye, 2-Yaz Dediler

**) Mehmet Akif İnan, Hicret, Şairin ayrıca “Tenha Sözler” adlı şiir kitabına da bakılabilir.

 

Eserin Kimliği:

“ADIM MÜSLÜMAN – Protest Dinî Müziğin Edebî ve Sosyal Politik Bağlamı

Prof. Dr. Vejdi Bilgin, 1. Baskı, Ekim 2020, Beyan Yayınları, İstanbul

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM