Connect with us

Yazılar

Gazze’nin Çığlığını Batı’da İslami Bir Devrime Dönüştürmek – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Seyyid Kutub, “Gördüğüm Amerika” adlı eserinde Batı toplumlarının iç dünyasına dair derin gözlemler yapar. O dönemde Amerika’da gördüğü refah, teknolojik ilerleme ve bireysel özgürlük görüntüsünün ardında maneviyattan yoksun, anlam arayışı içinde kaybolmuş bir toplum portresi çizer. Bugün, aradan geçen onlarca yıla rağmen Kutub’un bu tespitleri hâlâ geçerliliğini korumakla kalmıyor, Gazze’de yaşanan soykırımın Batı toplumlarına bizzat kendi tecrübeleri üzerinden bu gerçeği daha açık biçimde gösterdiği söylenebilir.

Bugün Batılı halklar, kendi yönetimlerinin Gazze’de işlenen insanlık suçlarını alenen desteklediğini görmekte. Yıllarca “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi kavramlarla dünyaya ahlaki üstünlük taslayan Batılı devletler, canlı yayımlanan soykırıma sessiz kalarak hatta tüm gelişmiş silah ve savaş mühimmatları ile destekleyerek bu kavramların aslında sadece birer aldatmacadan ibaret olduğunu kendi halklarına çok açık bir şekilde ifşa etmiş oldular.

Batılı gençler, bu yalanların içinde büyüyüp şimdi bu acı gerçekle yüzleşiyor ve kendi yöneticilerinin, Filistin’deki katliamı meşrulaştırmak için sahte kavramları nasıl araçsallaştırdıklarını görüyorlar. Bu tecrübe, onları yeni bir anlam arayışına, varoluşsal bir sorgulamaya itmektedir. İşte tam da burada Kutub’un işaret ettiği maneviyat boşluğu devreye giriyor: Batı, içten içe aradığı hakikati artık İslam’da bulmaya çok daha yakın. Dolayısıyla bugün Batı’da bir İslami devrim fikri, tarihsel olarak hiç olmadığı kadar güçlü bir zemine oturmaktadır.

İslam coğrafyasında ise durum tersinedir. Gazze’de akan kan, İslam ülkelerindeki rejimlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır. Halklar öfkeli ve direnişe gönüllü olsa da rejimler işbirlikçi ve teslimiyetçidir. Yahya Sinvar’ın dediği gibi:

Bu şehir tüm normalleşenleri ifşa edecek, tüm düzenbazları rezil edecek, tüm terk edenlerin ve tavizcilerin hakikatini ortaya çıkaracak!

Bugün bu sözün muhatapları açıktır:

Mısır, Gazze’nin nefes borusu olan Refah sınır kapısını kapatarak İsrail’in kuşatmasına ortak oldu, oluyor.

Ürdün, halkının öfkesine rağmen İsrail’le diplomatik ilişkilerini koruyor, İran füzelerinin İsrail’e ulaşmasını engelleme çalışmalarına destek verdi. ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte hareket etti.

Türkiye, sözde sert açıklamalar yaparken İsrail’le ticaretini sürdürüyor, Azerbaycan petrolünün soykırım süresince kesintisiz sevkiyatını yaptı, çelikten çimentoya, gıdadan kabloya kadar göndermeye devam ederek soykırımın en büyük sponsorlarından biri hâline gelmiştir.

Suudi Arabistan ve BAE, “normalleşme” adı altında İsrail ile ittifaklarını derinleştirdi.

Bu tutumlar, sadece ihanet değil; aynı zamanda ümmetin onuruna karşı işlenmiş suçlardır. Gazze’de çocuklar toprağa düşerken bu rejimler, İsrail’le masaya oturmayı, ticaret yapmayı ve Amerika’ya sadakat göstermeyi tercih etmiştir. Sinvar’ın dediği gibi, Gazze bu ikiyüzlülüğü ifşa etmekte, tarih önünde bu rejimleri rezil etmektedir.

Öte yandan İslam ülkelerinde İslami bir devrimin şu an için mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bunun sebebi dışsal değil, içseldir: Bu ülkelerdeki diktatör rejimler, halklarını uyuşturmakta, sürekli illüzyona tâbi tutarak bilinçlerini ifsat etmekte ve İslami talepleri bastırmaktadır. Ordu ve güvenlik aygıtları kendi halklarına karşı dizayn edildiği ve halkı korumak için değil, tam aksine kendi halkına karşı kurulmuş birer baskı aracıdır.

Bu nedenle İslami coğrafyalarda, sokaklardan yükselmesi gereken İslami devrim talebi, çoğunlukla iktidarın gözüne bakarak şekillenen edilgen bir bekleyişe dönüşmüş durumda. Gazze halkı, kanıyla direnirken birçok İslam ülkesinde rejimler, halkların öfkesini kontrol altına alarak İsrail’in zulmüne fiilî bir destek sağlamış olmaktadır. İsrail sadece ABD ve Batılı devletlerin desteği ile soykırım yapmıyor, bundan daha çok bölge ülkeleri, sözüm ona İslam ülkelerinin desteği ve yardımı ile soykırım yapmaktadır.

Sonuç olarak İslam dünyasında rejimler, ümmetin kanıyla kurdukları saltanatlarını sürdürürken Batı toplumları kendi iktidarlarının ikiyüzlülüğünü görerek yeni bir anlam arayışına girmiştir. Seyyid Kutub’un işaret ettiği, Sinvar’ın ifşa ettiği ihanet gerçeği, birleştiğinde ortaya şu hakikat çıkıyor:

İslam ülkelerinde devrim, diktatörlükler yüzünden felce uğramışken; Batı’da İslami bir devrim imkânı tarihsel olarak daha güçlü bir şekilde gündemdedir çünkü Batı halkları artık kendi yöneticilerinin “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük” adı altında nasıl bir sahtekârlık yaptıklarını görmüş, İslam’ın hakikatini kavramaya bir adım daha yaklaşmıştır.

Yani, şunu bir kez daha söylemek istiyorum Seyyid Kutub’un “Gördüğüm Amerika”da işaret ettiği Batı’nın manevi çürümesi, bugün Gazze gerçeğiyle birleşerek bambaşka bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu da İslam ülkelerinde devrim ihtimali zayıfken, Batı toplumlarında İslami bir devrim umudu güçlenmektedir. Dediğim gibi Batı halkı artık kendi yöneticilerinin ikiyüzlülüğünü görmüş, sahte değerlerin maskesi düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu yüzleşme, Batılı insanları İslam’ın adalet, merhamet hakikat ve tevhid merkezli dünya görüşüne daha da yakınlaştıracaktır. Müslümanlar olarak batıda bir İslami devrimin imkânları üzerine kafa yormamız bu konuda gayret etmemiz belki de Gazze direnişine verilebilecek en büyük destektir.

Gözden kaçırılmaması gereken konu Batı toplumları hakikati arayıp İslam’a yönelirken Müslümanların omuzlarında ağır bir sorumluluk yüklenmiş oluyor. Bu hem bir imkân hem de aynı zamanda ilahi bir yükümlülüktür.

Kur’an’ın “Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahit olasınız.” (Bakara, 143) ayeti, bu çağrının merkezindedir. Bugün Batı’da arayışa giren insanlara İslam’ın adaletini, merhametini, hakikatini ve tevhidi ulaştırmak, onları yalnız bırakmamak Müslümanların görevidir. Gazze’nin kanı, Batılı vicdanları uyandırmıştır fakat bu uyanışın bir hakikate dönüşmesi ancak Müslümanların davet çabasıyla mümkündür. Biz sustuğumuzda, daveti ulaştırmadığımızda, bu arayış başka ideolojilerin pençesine düşecek, Gazze’nin şehit kanlarının uyandırdığı vicdanlar yeniden sönecektir. Bu, sadece bir ihmal değil; ümmete ve insanlığa karşı bir ihanet olacaktır. Eğer bu görev ihmal edilirse büyük bir tarihî fırsat heba edilmiş olacaktır. Dolayısıyla, bugün sadece Gazze için değil, tüm insanlık için bir sorumluluk, Batının erdemli insanlarına sahih İslam’ı tebliğ etmek ve daveti ulaştırmaktır. Bu adım atıldığında, Batı’da İslami bir devrimin fitilini ateşlemek, artık sadece bir ihtimal değil, güçlü bir gerçeklik olacaktır. Eğer bundan kaçınırsak Gazze, ihanet edenleri nasıl rezil ediyorsa daveti taşımayanları da aynı şekilde mahkûm edecektir.

Tarihin çok ciddi bir kırılma noktasındayız; onun doğru tarafında yer almak durumundayız. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, sadece Gazze’de değil hiçbir yerde eski sistem devam edemeyecek; Gazze’den başlayarak Madrid’ten, Lizbon’dan, Londra’dan, Paris’ten, Roma’dan, Zagrep’ten, Toronto’dan, New York’tan, Berlin’den, Pekin’den, Moskova’dan başlayarak insanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz yeni bir düzen kurmak için çabalarımızı bütünleştirip birleştirmek durumundayız.

21. yüzyıla söyleyeceklerimiz de yapacaklarımız da sorumluluklarımız da var! Sorumluluklarımızdan kaçarsak 21. yüzyıla biz de maruz kalırız, çocuklarımız da maruz kalır. Bu pis oyunu bozarsak -ki ancak biz bozarız- kendi coğrafyamızdaki totaliter rejimlerin peşi sıra domino taşı gibi devrildiklerine de şahit olacağız!

Unutulmamalıdır ki Gazze, sadece bir direnişin değil, aynı zamanda bir çağrının adıdır. O çağrıya icabet etmek, Müslümanların tarih önündeki imtihanıdır. Ya bu daveti omuzlayacağız ya da tarih bizi de işbirlikçi rejimlerle birlikte ifşa edecektir. Bugün ya Gazze’nin çığlığını İslam’ın davetine dönüştüreceğiz ya da tarih sustuklarımız için bizi de zalimlerin safına yazacaktır.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Sosyal Adalet Arayışlarının Zemin ve Çerçevesi

Yayınlanma:

-

Köleleştirme ve sömürünün alabildiğine derinleştiği neoliberal dönemde adalet arayışları, hayatın bütün alanlarına yayılmış durumdadır. İnsanın ve tabiatın kapitalizmin son sürümü neoliberalizm tarafından ayrım gözetmeden, istisnaya tabi tutulmadan süratle sömürge hâline getirilmesi ne denli ürkütücü zamanlarda yaşadığımızı göstermektedir.

Sömürü ve tahakkümün çok boyutlu hâli, bütün toplumsal alanları krize sokmuştur. Modern kapitalist medeniyetin karakteristiğinin tabii sonucu olarak son yüzyıllarda adım adım mesafe kat eden bu sürece karşı direnç gösteren pek çok ideolojik teori ve fiili hat tespit edebiliriz.

İnsanlığın hakikat arayışı ile de paralel ilerleyen bu sürecin siyasal, onunla bağlantılı olarak da ekonomik boyutları baskın biçimde öne çıkmaktadır. Sosyal adalet kavramının genel çağrışımı, takdir edilmeli ki ekonomik ağırlıklıdır ancak bunun politik alandaki kuramsal tartışmaları davet eden tarafları fazlasıyla öne çıkmaktadır. Siyasal, hukukî çerçeveyle onun güçlü fiilî karşılıklarından iktisadî işleyişin birlikte oluşturduğu çerçevenin neticelerine dönük itirazların, buna mukabil vücut bulan taleplerin şemsiye söylemi olarak sosyal adalet kavramının geniş bir çeperde sahiplenildiği söylenebilir.

Sosyal ve adalet kavramlarının geniş karşılıkları, muhatap olduğumuz zeminin de ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Neredeyse sınırları belirsiz bu zeminde, politik ve ekonomik boyutlara yoğunlaşmanın tartışmaları yürüten çevreler için kolaylaştırıcı olduğu söylenebilir. Seyyid Kutup’un meşhur eseri “İslam’da Sosyal Adalet”, vurguda bulunduğum o geniş zemini eksiksiz sunma cesaretini göstermiş ve sosyal adaleti besleyen neredeyse bütün alanları tartışmıştır.

Küresel kapitalizme bütün siyasal yapıların neredeyse tümüyle dahil olduğu bir dünyada tahliller de itirazlar da illâki eksik kalacaktır ancak bu bilinci kaybetmeden iddialı bir karşılama yapılması da bir zorunluluktur. Sosyal adalet vurgusunda bulunulduğunda çok boyutlu eşitsizlikler ve hukuksuzluklarla karşı karşıya olduğumuz iddiasıyla muhatap olduğumuzu anlıyoruz: Hakça bölüşüm, adil paylaşım temelli bir işleyiş; bağlantılı olarak da “Herkes için yeterli ekmek yoktur ve bunu besleyen/bundan beslenen bir hukuksuzluk vardır! Hukuksuzluklar da zorunlu olarak siyasal alanı kötürümleştirmede, özgürlükler baskılanmaktadır.

Sosyal adalet tartışmalarında, bahsi geçen sömürü ve hukuksuzlukların telafisi bahsindeki taleplerin muhatabının doğrudan devlet organizasyonunun olması ve bu temaslanmalardaki usûlün liberal teorilere yakın hatlarda seyretmesi, üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Modern kapitalist medeniyetin ulus devlet örgütlenmesi, kendini vâr eden zihinsel çerçeve karşısında bir kurtuluş kapısı açabilir ya da kısmî bir felâha izin verebilir mi?

Eşyanın tabiatı gereği bu sorunun cevabı bana göre kesin olarak menfi istikamettedir. Hastalığı üretenden deva beklemek olacak şey midir! İnsan hakları söylemindeki temel zaaf, burada da karşımıza çıkmaktadır. Keynesçi refah devleti arayışları, Rawlsçı liberal adalet teorileri derken devleti, modern kapitalist medeniyeti vâroluşsal bir sorgulamaya tâbi tutmayıp temel hakikat arayışını sorunsallaştırmayan arayışlar, insanlığı oyalamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Buradaki “insanlık”ı da söz konusu medeniyet dairesinde sınırlandırmakta fayda olacağını ayrıca belirtmeliyim.

Sermaye tarafından domine edilen modernliğin tekçiliği dayatan yapısı bir bütün olup insanı ve tabiatı boyunduruk altına almışken adalet arayışçılarının hâlâ o çerçevenin hiçbir bileşenini dışarıda bırakmayan bir devrimci tutuma gönül indirmemesi anlaşılır gibi değildir. Kapitalist üretim biçimlerinin bütün unsurlarıyla reddedilmeksizin bir felâhtan bahsedilebilir mi? Refah kavramının -zaten hatalı olan tercihinin- ürettiği yanılsamalar şimdiye kadar derin bir hayal kırıklığından başka bir şey üretmemiş, diğer yandan da hakikate giden yolları tıkayarak kurtuluşu bütünüyle engellemeye azmetmiştir.

Tabiatı açık açık ifsat eden üretim ve tüketim biçimlerinden -Musa peygamberin İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışı gibi- cesaretle kopmayı hedef olarak belirlemeyen bir mücadele, müfsit işleyişten pay kapma zilletiyle malul kalmayacak mıdır? Toplumsal-siyasal dayatmaları, onları üreten yerel ve küresel düzenleri aşmaya niyet etmeyerek yine onların içinde kalıp köklü paradigmatik kopuşlara tevessül etmeden püskürtmek (Aslında bu durumda püskürtmek-aşmak sözcükleri de kullanılamaz!) imkânsızdır.

Hakça üreterek bölüşmeyi, adil paylaşımda bulunmayı reddeden modern kapitalist medeniyet bu tutumunun neticesi olarak politik ve iktisadî hiçbir alanda infaka yönelemez. Musa peygamber bu zorba ve değişmez yapıyla Rabbimizin emri mucibince Mısır’da karargâhlar edinerek örgütlü bir mücadele yürütmüş ancak oradaki güçlü sömürü mekanizmasını alt edememiştir. Firavun düzeni; bekası için sınıflı yapıyı, sömürü işleyişini muhafaza etmede kararlı olunca Musa peygamber köleleri o sömürü işleyişi ve mekânsallığından çıkarmıştır. Güçlü sömürü mekanizmasının çarklarını hidayet ve direniş aşamalarıyla parçalayarak herkes için bir özgürleşme vâr edebilseydi hârika olacaktı ancak olmadı, olabileceğine dâir örneklikler de doğrusu pek mevcut değil.

Musa peygamberin bahsettiğim modeli, örgütleyip çıkarabildiği köle topluluğu bakımından aynı olmasa da çıkış bakımından benzeri olan İbrahim peygamberde de vardır. Resuller; güçlü, hayatın bütün alanlarına yayılmış devasa müfsit sömürü düzenlerinden çıkmayı salık vermektedirler. Aşamaların ilki, az evvel bahsettiğim gibi tebliğ-hidayet basamaklarıdır lâkin orada Sabâ melikesi gibi içsel bir devrim yaşanmazsa çıkış, kaçınılmaz aşama olacak ve sahih bir model için özgür bir alanda yeni bir yurtlanma başlayacaktır.

Adalet mücadelesini gayba iman temelli “tevhid-adalet-özgürlük” ekseninden koparan yorumlarda eksik kalan, bütünlüğü yakalayamayan taraflar kaçınılmaz olarak vâr olacaktır. Az evvel kendisinden bahsettiğimiz sermaye destekli modern ulus devlet zoru karşısında sadece imandan ilhamla somutlaşacak gönüllü iradeler durabilir. Ahirete iman, bu siyasal duruşun en güçlü motivasyonu olacaktır. Aksi durumda hâl-i hazırdaki işleyişin birtakım sözüm ona iyileştirme ve rötuşlarla kendini tekrar etmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Akay Yokuşunda Tek Başıma Kutladım, 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın Birinci Yıldönümünü

Yayınlanma:

-

Nuri Pakdil’le ilgili etraflıca bir yazı kaleme almak istedim şimdiye değin lâkin bu, bir türlü nasip olmadı ancak daha önce Tasfiye’de “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi-Yazı ve Devrim”[1] ile “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”[2] başlıklarıyla iki yazı yayımlamıştım.

Bu iki yazı, Pakdil’in mektuplarını[3] ve Hüseyin Su’nun günlüklerini[4] odağa aldığı için daha çok Nuri Pakdil’den aktarılan ilkelere odaklanıyordu. Çok daha önce Hece dergisinin Nuri Pakdil özel sayısı[5] da bu bağlamda oldukça önemli bir içeriğe sahipti. Elbette süreç içerisinde farklı dergilerce başka özel sayı ve kitaplar yayımlandı Pakdil için ancak bunların pek çoğu sadra şifa olmayan ve birbirini tekrar eden çalışmalar olmaktan öteye gidemedi doğrusu.

Nuri Pakdil vefat edeli altı sene oldu. En sonda söylenmesi gerekeni hemen başta söyleyelim: Hoyrat muhafazakâr siyasetin elinde Nuri Pakdil’i ve onun hakkı teslim edilmemiş söylem birikimini, öncülüğünü yağmaladılar! Buna vesile olan herkes, tarih önünde ve elbette Allah katında suçludur. Hüseyin Su, Nuri Pakdil’i anlattığı “Entelektüel Öfke”[6] kitabının sonunda -henüz gerçekleşmeyen bir vaat olarak- Nuri Pakdil’in imhasını anlatmak istediğini yazmıştı. Açıkçası benim de heyecanla beklediğim bu çalışmanın Hüseyin Su’nun da bir şekilde dahil olduğu mevcut siyasal atmosferde vücut bulacağına olan inancım epeyce zayıflamış durumda.

Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi ile bütünleşik siyasal-ideolojik hattının kısa manifestosu olarak sunulabilecek şu kısa metni, iddia ediyorum ki Nuri Pakdil’i ölmeden önce bütün varlığı ile yağmalayanlar zerrece anlamaktan fersah fersah uzaktılar:

Edebiyat dergisi; sermayeye, mülkiyete, kâra sırtını dönmüş bir inanmışlığın adıdır; çünkü, bu üç kavram (yani; mülkiyet, sermaye, kâr; ülkemiz özelinde çok kirli ve lekelidir): İNSANI BUGÜN ESİR ALMIŞTIR. Herkesin boynunda, ince kalın, görünür ya da görünmez, paganizm ipleri: bağlı herkes. Sermaye (mülkiyet): özgürlüğe ivme kazandırmıyor: ayaklarımızın altında, toprağın altında çatışma: inanç, mülkiyetten arındırılmadıkça, o insana feyz bulaşmayacak : feyz, burada, faizi silmek için: aşkımızda: kırıklıklarımızda: kinimizde: sanatımızda: yapıtımızda: Kelâm’dan koyu yeşil kırmızı tohumlar saçılıyor: ruhumun, vicdanımın derinliklerinde.[7]

Nuri Pakdil’in çok öncesinde filizlenip 70’li yıllar boyunca güçlenen ve yukarıdaki alıntıda özünü, mahiyetini genel çerçevesi itibariyle beyan eden ideolojik çerçevesi kabul etmeli ki ülkedeki İslami çevrelerde görülemeyecek bir düzey ve netlikteydi. O gün Pakdil’i anlamayanlar bugün de anlamadı ve onun tarihsel misyonunu bir Kudüs şairi parantezine hapsederek imha ettiler. Suçları, veballeri büyüktür.

Ölümüne yakın yıllarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a varana kadar Nuri Pakdil’e yönelen teveccühü anlamak için biraz kafa yormak gerekir. Demans teşhisi konulan yaşlı birinin peşi sıra konuşmalara, kitap imzalarına taşınması, altı doldurulup konuşulmayan sloganlar çerçevesinde sunulması yakın dönem İslamcılığının can yakıcı ihanetlerinden biri olmuştur. Yedi İklim dergisinin özel sayısında[8], Pakdil’le ilgili bir hatıra nakledilirken onun, yaşlılığın da tesiriyle konuşmak, anlatmak istediği, anlattıkça açıldığı yazılmıştı. Bu ifadeler, yozlaşan muhafazakâr siyasanın farklı uzantılarıyla nasıl bir Pakdil muhasarası ve yağması icra ettiğini gözler önüne sermektedir.  Ketumluğu, ciddiyeti ile bilinen ve sükût sûretinde yaşamış Pakdil’in bir aileden mahrum oluşun da getirdiği handikaplarla örülmüş korunmasızlıkta nasıl istismar edildiği bu sayede belki tahmin edilebilir.

İslam’a karşı katı ideolojik saldırıların boy verdiği cumhuriyet uygulamalarına karşı keskin bir muhalefet dili üreten Pakdil’in, sosyal hafıza hastalığının tesiriyle mevcut AKP iktidarının neredeyse bir devrim yaparak bambaşka ve yeni bir sayfa açtığına inandı(rıldı)ğı pekâlâ savunulabilir.

İslami çizgide eşi benzeri olmayan antikapitalist/antiemperyalist bir tutum/gelenek ve buna bağlı kavramlar üreten Pakdil’in neoliberal uygulayıcılığın ve emperyalizmle süregiden işbirlikçiliğin şampiyonluğunu yapan mevcut muhafazakâr iktidarı ve onun politikalarını onaylaması ilkesel olarak elbette düşünülemez.

Nuri Pakdil’in eserleri ve özellikle mektupları ortadadır. Dileyen herkes bu eserlerde savunulan hattı müzakere edebilir. Hüseyin Su da “Takvim Yırtıkları”nda benzersiz bir çalışma koymuştu ortaya. Yakından, oldukça yakından bir Nuri Pakdil portresi, fikriyatı o eserde görülebilir ve ömrünün sonunda yağmalanan bir entelektüeli/yazarı/devrimciyi ve onun yakın çevresi tarafından bile anlaşılamamış/benimsenmemiş bir fikriyatı herkes kolaylıkla tespit edebilir.

Bu kısa yazıyı, ömrünün sonuna doğru kendi amaç ve çıkarları için kalabalıklara hitap ettirilen, hâl-i hazırdaki kapitalist sömürünün sınırsız yürütücüsü muhafazakâr iktidarın tüm varyantlarıyla meşrulaştırılması misyonuna koşulan, ölür ölmez de neredeyse tümüyle unutturulan tarihsel bir şahsiyetin Edebiyat dergisiyle mücessem hareketinin ölüm anlarına doğru iç çekişleriyle bitirmek istiyorum. Yalnızlığa terk edilen ve layıkıyla anlaşılıp kavranılamayan bir portre, bakın bu ızdırabı bir feryat hâlinde mektuplarına nasıl yansıtıyordu:

Ciddiyetine inandığım bütün arkadaşları böyle bir sorumluluk çizgisine çekmek istiyorum. Bir de böyle deneyeceğim. Bu deneme de tutmazsa, bu sorumluluk çizgisinde de bilinçli olan arkadaşlar çıkmayacak olursa, bir başka ve son denemem daha olacaktır. O son ve başka denememde de, yine arkadaşları ciddiyet çizgisinde yakalayamayacak olursam, bütün arkadaşların bilinçsiz ve sorumsuz olduklarına inanıp, yalnız başıma eylemi sür dürmeye devam edeceğim.

Sorumsuzluk, boş vermişlik gitgide yaygınlaşıyor; hatta ukalalık da giriyor kimi insanların davranışlarına. Sorumluluk duygusu artacağına, hafifliyor. Sorumluluktan herkes uzaklaşıyor. Bu da değil sadece; ‘kopmak’ için bahaneler icat edecekler neredeyse. Ama, ben bu belirtilere çok alıştım; bütün gücümle sabırlı olmaya çalışıyorum. Kalıcı olan, sorumluluk bilincidir.

 Ciddî, güvenilir hemen hemen kimse yok, denebilir. Herkes kendi keyfinde, denebilir. Ama, ne olursa olsun, bir yöne doğru direniş, gerçekten emsalsiz güzel!

Akay Yokuşunda tek başıma kutladım 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın birinci yıldönümünü.[9]

Nuri Pakdil’in fikriyatı pek çok eleştiriye tâbi tutulabilir. Kavramsallaştırmalarının bir kısmına itiraz edilebilir ancak onun henüz bağımsız bir İslam düşüncesinin vâr olma çabalarının cılız örneklerinin görüldüğü dönemlerde yerel ve küresel sömürüyü tespit ve teşhis etmesi, müslüman fikriyâtın bu işleyişe devrimci karşı koyma potansiyel ve iradesine işaret etmesi -kim ne derse desin- efsanevî bir hamledir!

Yazıma dahil ettiğim son alıntılar, onu yağmalayan muhafazakâr çeşninin özünü ve esasını ele vermektedir. Zor zamanlarda -tam da 12 Eylül yılları- Pakdil’i terk eden zevât, bu alıntılarda bütün mahiyetleriyle işaretlenmiştir. Yazıklanıp durmanın bir işe yaramayacağını, pek çok kişi tarafından bir aklama gayretinde olduğumuzun söyleneceğini tahmin edebiliyorum ancak çok şükür ki kişilerin değil ilkelerin takipçisi olmaya ahdettik ve söylemimizin kökenlerine dair kazılar yapmaya inşallah devam edeceğiz.

Dipnotlar: 

[1] Ahmet Örs “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi: Yazı ve Devrim”, Tasfiye dergisi 48. sayı.

[2] Ahmet Örs, “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”, Tasfiye dergisi, 55. sayı.

[3] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[4] Hüseyin Su, Takvim Yırtıkları, Şule yay.

[5] Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil, Hece dergisi, 85. sayı.

[6] Hüseyin Su, Entelektüel Öfke, Şule yay.

[7] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[8] Nuri Pakdil Özel Sayısı, Yedi İklim dergisi, 358. sayı.

[9] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

Devamını Okuyun

Yazılar

7 Ekim Sonrası ‘Ateşkes’ Anlaşması – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan ve Gazze Şeridi’nde derin insani krizlere ve akla hayale sığmaz yıkımlara yol açan savaşın ardından 13 Ekim 2025’te Mısır’ın Şarmu’ş-Şeyh kentinde, ABD’nin arabuluculuğunda bir ateşkes anlaşması imzalandı. Bu makalede, söz konusu ateşkes anlaşmasını eleştirel bir perspektiften inceleyip bu anlaşma ile murad edilenin ne olduğunu anlatmaya çalışacağım. Özellikle, anlaşmanın Gazze temelinde Filistinliler üzerindeki potansiyel etkileri, Müslüman ülkelerin çatışma sırasındaki ve anlaşma sürecindeki rolleri, İsrail’in savaş suçlarının aklanması ve uluslararası hukukun çifte standartları gibi konulara odaklanmaya çalışacağım. Nihayetinde İkinci Dünya Savaşı ve Ukrayna Savaşı gibi tarihsel örneklerle karşılaştırmalı bir analiz yaparak bu anlaşmanın adalet ve kalıcı barıştan öte, işgalci ve soykırım suçlusu bir devleti temize çıkarmak, onu mahkemelerden kurtarmak için nasıl ustaca kurgulandığını göstermeye çalışacağım.

7 Ekim 2023’ten 13 Ekim 2025’e kadar yaşanan devasa yıkımda, Müslüman ülkelerin Filistin halkına yönelik somut ve etkili bir destek sergilemediğine bizzat tanık olduk. Bu ülkelerin neredeyse tamamı, İsrail ile diplomatik ve ticari ilişkilerini sürdürmüş hatta bazıları normalleşme süreçlerine devam etmiştir.[1] Bu durum, Filistin davasına verilen desteğin söylem düzeyinde kaldığı ancak eyleme dönüşmediği eleştirilerine yol açmıştır. Bu süreçte onlarca STK ve akademisyen, bu devletlerin İsrail ile normalleşme adımlarını, ticaretlerini[2] ve bunun bölge üzerindeki etkilerini inceleyerek bu diplomatik kaymanın Filistin direnişini nasıl zayıflattığını ortaya koymaya çalıştı.[3] Tüm bunlar yetmezmiş gibi ateşkes anlaşması müzakereleri sırasında arabulucu konumundaki Müslüman ülkelerin Hamas üzerinde baskı kurarak onları İsrail’i ve suç ortaklarını işledikleri suçlardan ötürü aklayacak anlaşmaya imza atması için zorladıklarını bizzat Trump’ın ağzından ve Hamas’a yakın kaynaklardan duyduk, okuduk. Bu durum, Filistin halkının meşru haklarını savunmak yerine kendi çıkarlarını ön plânda tutan bir yaklaşımın göstergesi olarak okunmalıdır. Bu ülkelerin, çatışmalar boyunca İsrail ile diplomatik ve ticari ilişkilerini kesmemeleri, Gazze’nin ve Gazzelilerin geleceklerine dair hiçbir bağlayıcılık içermeyen, İsrail’e hiçbir yaptırım getirmeyen anlaşmaya Hamas’ı zorlamaları, Filistin halkının yaşadığı zulme karşı sergilenen pasif tutumlarının bir başka kanıtıdır.

Şarmu’ş-Şeyh’te imzalanan ateşkes anlaşmasının en kritik noktası, İsrail’in çatışmalar boyunca işlediği insanlık ve savaş suçlarını aklamasıdır. Uluslararası hukukta savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar için cezasızlık ilkesinin kabul edilemez olduğu vurgulanırken bu anlaşma metninin sorumluların hesap vermesini sağlamaktan uzak olduğu apaçık ortadadır. Bu durum, uluslararası adalet sisteminin çifte standartlarını bir kez daha gözler önüne sermektedir.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinde savaş suçlularının yargılanması ve günümüzde Ukrayna’da işlenen suçlara yönelik uluslararası soruşturmalar ve yargılamalar uluslararası hukukun cezasızlıkla mücadeledeki kararlılığını göstermektedir.[4] Uluslararası suçlar için cezasızlıkla mücadelenin önemini vurgularken Goldston (2024), uluslararası suçlar ve çifte standartlar üzerine yaptığı çalışmada, uluslararası adaleti ilerletmek isteyenlerin çifte standartları tamamen ortadan kaldıramasalar da bunlarla mücadele etmek için somut önlemler alabileceğini belirtmektedir.[5] Ancak Filistin-İsrail çatışması bağlamında benzer bir adalet arayışının bilinçli bir şekilde sergilenmediği hatta mevcut anlaşmanın ileriye dönük hesap sorma mekanizmaların çabalarını da yok etmeye dönük olduğu açıktır.  Bu durum, uluslararası hukukun güçlü devletler karşısındaki zayıflığını ve siyasi çıkarların adalet ilkelerinin önüne geçtiğinin en somut işaretleridir. Özellikle Ukrayna’daki savaş suçlarına verilen hızlı ve güçlü uluslararası tepki ile Filistin’deki duruma verilen tepki arasındaki fark, uluslararası hukukun ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

Bu ateşkes anlaşmasının geleceğe dair Filistin halkı için herhangi bir bağlayıcılığının olmadığı aksine İsrail’in uzun vadeli çıkarlarıyla paralel bir içeriğe sahip olduğu da gün gibi ortadadır. Anlaşma; işgalin sona ermesi, yerleşim birimlerinin genişlemesinin durdurulması veya Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı gibi temel konularda hiçbir şart koşmamakta sadece İsrail’in insafına bırakılmış geçici bir sükûnet sağlamaktan öteye bir bağlayıcılık da içermemektedir. Bu tür bir anlaşma, mevcut statükoyu koruyarak Filistin topraklarındaki işgal ve zulmün devamına zemin hazırlayacak, işgalcinin gelecekte işleyeceği suçlara dair iştahını artıracaktır. Filistinlilerin geleceği, uluslararası toplumun adil ve kalıcı bir çözüm için göstereceği gerçek kararlılığa bağlıdır. Bununla birlikte bu anlaşma, bu kararlılığa dair hiçbir işaret içermemektedir. Anlaşmanın metni, İsrail’in güvenlik kaygılarını ön plânda tutarken Filistinlilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktan uzaktır. Bu durum, anlaşmanın uzun vadede sürdürülebilir bir ateşkes ve barış yerine, İsrail’in bölgedeki hegemonyasını pekiştiren bir araç olarak işlev göreceği varsayımını da ciddi şekilde doğrulamaktadır.

Sonuç olarak, Şarmu’ş-Şeyh’te imzalanan şatafatlı ve bol eğlenceli ateşkes anlaşması, 7 Ekim sonrası yaşanan felaketlerin ardından bir durulma getirse de Filistin ve Filistinlilerin geleceği açısından derin endişeler barındırmaktadır. Müslüman ülkelerin pasif tutumu ve Hamas üzerindeki baskıları, İsrail’in savaş suçlarının aklanması ve uluslararası hukukun çifte standartları, bu anlaşmanın adalet ve kalıcı barış getirme potansiyelini de yok etmektedir. İkinci Dünya Savaşı ve Ukrayna örnekleri, savaş suçlarının cezasız kalmaması gerektiği yönünde güçlü emsaller teşkil ederken Filistin bağlamında bu ilkelerin göz ardı edilmesi, uluslararası sistemin güvenilir olmadığı, ABD ve etrafındaki güçler elinde bir oyuncaktan ibaret olduğu tezini de güçlendirmektedir. Dolayısıyla bu anlaşma, Filistin halkının geleceği için gerçek bir umut ışığı olmaktan ziyade, mevcut adaletsizliği pekiştiren bir araç olarak tarihe geçebileceği endişesi doğurmaktadır. Zira kalıcı ve onurlu bir barış, egemen güçlerin elinde oyuncağa dönen uluslararası hukukun kör sağır taklidi yaptığı bir ortamda değil, bölge ve dünya halklarının bu kara düzeni ve düzen bekçilerini alt edeceği günlerden sonra mümkün olacaktır.

Dipnotlar:

[1] El Kurd, Dana. “The Impact of Normalization with Israel on the Arab World” International Studies Association Quarterly 3, no. 3 (2023).

[2] https://direniscadiri.com/botas-rapor.pdf

[3] Hallward, Maia Carter. “Arab State Narratives on Normalization with Israel.” Journal of Middle East Studies (2024).

[4] Bassiouni, M. Cherif. “Combating Impunity For International Crimes.” Colorado Law Review 71, no. 1 (2000).

[5] Goldston, James A. “International Crimes and Double Standards.” Journal of International Criminal Justice 22, no. 2 (2024).

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x