Connect with us

Yazılar

Büyüme Toplumundan Çıkış, Küçülme Üzerine Düşünmek – Alaattin Uras

Yayınlanma:

-

Çevre ile ilgili bütün raporlar bize gezegenimizin tükenmekte olduğunu, hatta birkaç dünyayı şimdiden yok ettiğimizi söylemektedir. Etkilerini küresel olarak yaşadığımız bu olgu, kuşkusuz belirleyici bir hâl almakta, artık durumun görmezden gelinecek ya da küçümsenecek bir gerçek olmadığını, bizi yok oluşun eşiğine getirecek bir süreç olduğunu bilimciler de çoktandır uyarmaktadır. Mevcut düzen sürdürülmeye devam edilirse ortaya çıkacak felaketlerin öncüllerini çoktandır hâl-i hazırda yaşıyoruz.

Başta küresel ısınma, şimdilerde etkisi süren salgınlar, mevsimsel değişimlerle gelen sellerin yok ettiği kentler, kuraklığın etkilediği tarımsal faaliyetler, hız kesmeden inşa edilen HES’lerle kuruyan sular, açılan maden ocakları, altın çıkarmak için kullanılan siyanür gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsanın ekosistem üzerinde oluşturduğu talebi karşılamak için dünyanın kapasitesinin 1,6 büyüklüğünde bir gezegene ihtiyaç duyulduğu [1] düşünüldüğünde ve dünyanın taşıyabileceğinin üzerinde bir sömürme biçiminin hâlâ devam ettiği görüldüğünde durum çok daha acil bir hâl almaktadır. Artık şu gerçek yine acil bir şekilde kavranmalıdır: Doğaya ve gezegenin tükenişine yol açan egemenlik kurma biçimleri ve araçsal akıl gün geçtikçe gezegeni yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkarmaktadır.

Geçtiğimiz yıl nisan ayında Hollanda’da sekiz üniversiteden 170 bilimci çok ilginç bir manifesto yayımladı. Manifestoda konu Kovid-19 olsa da yukarıda kısaca özetlediğimiz fenomenlerin nedenlerine dair izler bulmak mümkün. Kovid-19 salgının yarattığı derin ekonomik sonuçların bir yanıyla son 30 yılda uygulanan baskın ekonomik modelden kaynaklandığına dikkat çeken bilimciler, büyümeye endeksli ekonominin, üretmiş olduğu ekolojik problemleri ve eşitsizliği göz ardı ettiğini belirtmişlerdir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre böyle devam ederse yılda 4.2 milyon insan hava kirliliğinden dolayı yaşamını yitirecek, iklim değişikliği 2030 ile 2050 yılları arasında yılda fazladan 250 bin insanın ölümünü beraberinde getirecektir.

Bu verileri aktaran bilimcilerin Hollanda için getirdikleri öneriler ise çok sıra dışı isteklerden oluşuyor. Hakim ekonomik modelin sorgulanamazlığını sarsacak önerilerinde, bilimciler başta Gayri Safi Milli Hasılanın (GSMH) gelişmesini hedefleyen ekonomik modelin değiştirilmesini, kamu sektörü, temiz enerji, eğitim ve sağlık sektörüne yatırımların yapılmasını; petrol, gaz, madencilik ve reklam sektörü alanlarının ise ‘küçülmesini’ önermişlerdir. [2]

Bilimcilerin saptamış olduğu gibi, büyümeye ve kalkınmaya odaklı ekonomik modelin çevreye, doğaya ve küresel ölçekte bütün bir yeryüzüne geri sarılamaz zararlar verdiği bilinen bir gerçek. Kalkınma ve büyüme saplantısının nasıl geriletileceği de insanlığın önünde duran büyük bir problem. Bu bağlamda bir öneri olarak küçülme teklifinin şiddetli bir şekilde incelenmesi ve gündeme taşınması elzem hale gelmiştir.

Küçülme terimi iktisadi içerimlerinin yanında hakim ekonomik modelin güçlü bir sorgulamasına dayanan aynı zamanda ekolojik ve toplumsal bir çerçeveden eleştiriler getiren post-yapısal bir kuram ve hareket olmuştur. Bu bağlamda küçülme kavramına yakından bakmak için, Serge Latouche’un, Türkçeye çevrilen ve alt başlığı Küçülme Üzerine Yanlış Yorumlar ve Tartışmalar olan Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru isimli eseri, önümüzü aydınlatacak bir rehber niteliğinde ve konuyu ilk defa işitenler açısından başlangıç mahiyetinde ele alan bir muhtevaya sahip. Yazarın da belirttiği gibi meraklı ancak konuya yabancı olan okuyucular için özgün bir giriş kitabı teşkil ediyor.

Latouche, son derece kışkırtıcı olan küçülmeyi anlattığı kitabının birinci bölümünde küçülme projesi hakkındaki yanlış yargıları ele alıyor. Bu yargılar aslında büyümenin sarsılmaz gücü etrafında gelişen mitlerdir. Yazar, klasik ekonominin tezlerini tartışarak küçülmenin ne olmadığını anlatıyor. Küçülme, büyümenin karşıtı değildir. Yani bir ekonomik gerçeklik olarak değil, tamamen tüketim toplumundan çıkışı ima ediyor. Ve oksimoron görünüşlü kanaatkâr bolluk toplumuna geçiş, gönüllü olarak zaruri olandan bile feragat etme projesidir:

Yeniden kanaatkârlığa dönmek tam olarak, Ivan Illıch’in ‘modern asgari geçim’ diye adlandırdığı temelin üzerine yeniden bir bolluk toplumu inşa etmeye olanak verir. Başka bir deyişle, insanların piyasaya bağımlılıklarını azaltmayı başardıkları ve buna, teknik ve araçların öncelikle profesyonel ihtiyaç üreticileri tarafından nicelleştirilmemiş ve nicelleştirilemez kullanım değerleri üreten bir alt yapıyı, politik vasıtalar aracılığıyla koruyarak ulaştıkları post-endüstriyel ekonomideki yaşam biçimi. (s. 36).

Küçülme projesi düşünsel olduğu kadar imgelemsel olarak da ekonomizmden ve büyümeden çıkışı ifade ediyor. Kanaatkâr bolluk, insanlığın prodüktivist saplantıdan kurtulmasıyla gelecektir:

Kanaatkâr bolluk, tüketim toplumundan çıkış için bir anlam ufkudur, ancak aynı anda bugünün sert bunalım koşullarında neo-liberal terapilere karşı ileri sürülecek, kısa vadede ulaşılacak politik bir hedeftir. Böyle bir put kırıcı proje elbette ki yanlış anlamalar ve itirazlara toslayacaktır. (s. 36).

Küçülmenin ana tezi, ekonomik büyümenin gezegenin sınırlı oluşuyla bir zaman sonra sürdürülemez duruma gelerek küresel bir krize ve ekolojik felâketlere neden olacağıdır. Kaynakların sınırlı oysa ihtiyaçların sınırsız olduğu düşünüldüğünde gezegenin fiziksel sınırlarının, mevcut ekonomik büyümeyi kaldıramayacağı gerçeğiyle karşılaşırız. Bu açıdan fosil yakıtların ve madenlerin tükenmesi sonsuz büyümeyi imkânsız hale getirmektedir. Bu tez kitapta termodinamik ve entropi yasaları bağlamında tartışılarak biyosferin sınırlılığı üzerine, büyümenin belli bir limiti aşamayacağı iddia ediliyor:

Gezegenin maddi sınırlarının ve dünyadaki kaynakların akıl dışı bir biçimde kullanılmasının trajik neticelerinin bilincine varılmasının, bizi hem insanların davranışlarına hem de ardından da bir bütün olarak günümüz toplumunun yapısına yönelik bir temel revizyona götürecek olan yeni düşünce biçimlerinin ortaya çıkması için vazgeçilmez olduğu kanaatindeyiz. (s. 47)

Büyümenin herkesin meselesi olduğu düşünüldüğünde küçülme projesini savunmak kolay değil. Sürekli refah artışı beklentisiyle hareket eden insanlar, ekonomik büyüme rakamlarını her zaman büyük bir coşkuyla karşılamış, ekonomik durum her zaman toplumu yakından ilgilendirmiştir. Çünkü ekonomik büyümenin eşitsizlikleri ve yoksulluğu ortadan kaldıracağına dair inancı besleyen yalanlar büyüme yandaşlarınca topluma sürekli zerk edilir. Bu açıdan küçülme projesi de büyüme yandaşlarınca kimi yanlış yorumlarla küçümsenerek büyüme olan inanç pekiştirilmeye çalışılır. Latouche, bu yanlış yorumları ele alarak küçülmenin ne olmadığını maddeler halinde anlatmaya çalışır. Küçülmenin bilim karşıtı olduğu, muma geri dönüş olduğu, sıfır büyüme olduğu, geleneksel düzene dönüş olduğu, işsizlik olduğu, küçülmenin demokrasi ile uyumsuz olduğu gibi yargıları tek tek tartışır.

Serge Latouche küçülme projesini anlattığı kitap, esasında batının maddi standartlarına ciddi saldırılar içeriyor. Küçülme projesinin sadece zenginleşmiş Kuzey ülkeleri için olmadığını belirtiyor ve Güney ülkelerine dayatılan büyüme modeline de karşı çıkıyor. Sonsuz kalkınma ve büyümeyi Güney’e dayatmak bir tür kolonyalizm, onları sömürme biçimi olan batının evrensel bir politikasıdır. Yazarın bir başka eseri olan Dünyanın Batılılaşması da Batılıların dünyaya dayattıkları batılılaşma probleminin altında yatan nedenlere odaklanır. Kitap, batılılaşmanın bir tür ideoloji olarak bütün dünyaya yayılan sömürme biçimi olduğunu ve yerel kültürleri nasıl kültürsüzleştirdiğini açıklamaya çalışır.

Küçülme kavramı başta ekonomik büyümenin sorgulanmasına dayanan toplumsal ve politik bir eleştirel harekettir. Sınırlı doğal kaynakların olduğu gezegende sınırsız bir şekilde büyümenin olamayacağını savunan hareket, bunun ekolojik, ekonomik ve toplumsal bir yıkım üreteceğini ortaya koyar. Küçülme projesi mevcut büyümeci ekonominin dışına çıkıp, kanaatkâr bolluk toplumunun inşa edilmesini önerir. Bu ise zorunlu ihtiyaçtan bile kısan bir anlayışın getirilmesini gerektirir.

Günümüzün kamçılanan tüketim toplumunda, ne kadar ütopik görünse de küçülmenin bir alternatif olarak düşünülmesi ve küçülme toplumunun inşası siyasal ve toplumsal olarak herkesin meselesi olması gerektiği su götürmez bir gerçek.

Serge Latouche, Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru (çev: Tahir Karakaş), İletişim Yayınları, İstanbul.

[1] Büyümemek Mümkün mü? “Ekonomik Küçülme Fikri Üzerine Tartışmalar”, Kalkınma İktisadının Penceresinden Türkiye’ye Bakmak: Fikret Şenses’e Armağan, 175-196, 2017.

[2] https://www.evrensel.net/haber/401966/hollandada-170-bilim-insani-korona-krizi-radikal-reformlar-icin-olanak-sunuyor

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

Yazılar

Neden? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?

“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.

Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!

Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.

Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.

Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.

Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.

Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”

Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.

Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.

Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.

Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.

İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x