Connect with us

Yazılar

Büyüme Toplumundan Çıkış, Küçülme Üzerine Düşünmek – Alaattin Uras

Yayınlanma:

-

Çevre ile ilgili bütün raporlar bize gezegenimizin tükenmekte olduğunu, hatta birkaç dünyayı şimdiden yok ettiğimizi söylemektedir. Etkilerini küresel olarak yaşadığımız bu olgu, kuşkusuz belirleyici bir hâl almakta, artık durumun görmezden gelinecek ya da küçümsenecek bir gerçek olmadığını, bizi yok oluşun eşiğine getirecek bir süreç olduğunu bilimciler de çoktandır uyarmaktadır. Mevcut düzen sürdürülmeye devam edilirse ortaya çıkacak felaketlerin öncüllerini çoktandır hâl-i hazırda yaşıyoruz.

Başta küresel ısınma, şimdilerde etkisi süren salgınlar, mevsimsel değişimlerle gelen sellerin yok ettiği kentler, kuraklığın etkilediği tarımsal faaliyetler, hız kesmeden inşa edilen HES’lerle kuruyan sular, açılan maden ocakları, altın çıkarmak için kullanılan siyanür gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsanın ekosistem üzerinde oluşturduğu talebi karşılamak için dünyanın kapasitesinin 1,6 büyüklüğünde bir gezegene ihtiyaç duyulduğu [1] düşünüldüğünde ve dünyanın taşıyabileceğinin üzerinde bir sömürme biçiminin hâlâ devam ettiği görüldüğünde durum çok daha acil bir hâl almaktadır. Artık şu gerçek yine acil bir şekilde kavranmalıdır: Doğaya ve gezegenin tükenişine yol açan egemenlik kurma biçimleri ve araçsal akıl gün geçtikçe gezegeni yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkarmaktadır.

Geçtiğimiz yıl nisan ayında Hollanda’da sekiz üniversiteden 170 bilimci çok ilginç bir manifesto yayımladı. Manifestoda konu Kovid-19 olsa da yukarıda kısaca özetlediğimiz fenomenlerin nedenlerine dair izler bulmak mümkün. Kovid-19 salgının yarattığı derin ekonomik sonuçların bir yanıyla son 30 yılda uygulanan baskın ekonomik modelden kaynaklandığına dikkat çeken bilimciler, büyümeye endeksli ekonominin, üretmiş olduğu ekolojik problemleri ve eşitsizliği göz ardı ettiğini belirtmişlerdir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre böyle devam ederse yılda 4.2 milyon insan hava kirliliğinden dolayı yaşamını yitirecek, iklim değişikliği 2030 ile 2050 yılları arasında yılda fazladan 250 bin insanın ölümünü beraberinde getirecektir.

Bu verileri aktaran bilimcilerin Hollanda için getirdikleri öneriler ise çok sıra dışı isteklerden oluşuyor. Hakim ekonomik modelin sorgulanamazlığını sarsacak önerilerinde, bilimciler başta Gayri Safi Milli Hasılanın (GSMH) gelişmesini hedefleyen ekonomik modelin değiştirilmesini, kamu sektörü, temiz enerji, eğitim ve sağlık sektörüne yatırımların yapılmasını; petrol, gaz, madencilik ve reklam sektörü alanlarının ise ‘küçülmesini’ önermişlerdir. [2]

Bilimcilerin saptamış olduğu gibi, büyümeye ve kalkınmaya odaklı ekonomik modelin çevreye, doğaya ve küresel ölçekte bütün bir yeryüzüne geri sarılamaz zararlar verdiği bilinen bir gerçek. Kalkınma ve büyüme saplantısının nasıl geriletileceği de insanlığın önünde duran büyük bir problem. Bu bağlamda bir öneri olarak küçülme teklifinin şiddetli bir şekilde incelenmesi ve gündeme taşınması elzem hale gelmiştir.

Küçülme terimi iktisadi içerimlerinin yanında hakim ekonomik modelin güçlü bir sorgulamasına dayanan aynı zamanda ekolojik ve toplumsal bir çerçeveden eleştiriler getiren post-yapısal bir kuram ve hareket olmuştur. Bu bağlamda küçülme kavramına yakından bakmak için, Serge Latouche’un, Türkçeye çevrilen ve alt başlığı Küçülme Üzerine Yanlış Yorumlar ve Tartışmalar olan Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru isimli eseri, önümüzü aydınlatacak bir rehber niteliğinde ve konuyu ilk defa işitenler açısından başlangıç mahiyetinde ele alan bir muhtevaya sahip. Yazarın da belirttiği gibi meraklı ancak konuya yabancı olan okuyucular için özgün bir giriş kitabı teşkil ediyor.

Latouche, son derece kışkırtıcı olan küçülmeyi anlattığı kitabının birinci bölümünde küçülme projesi hakkındaki yanlış yargıları ele alıyor. Bu yargılar aslında büyümenin sarsılmaz gücü etrafında gelişen mitlerdir. Yazar, klasik ekonominin tezlerini tartışarak küçülmenin ne olmadığını anlatıyor. Küçülme, büyümenin karşıtı değildir. Yani bir ekonomik gerçeklik olarak değil, tamamen tüketim toplumundan çıkışı ima ediyor. Ve oksimoron görünüşlü kanaatkâr bolluk toplumuna geçiş, gönüllü olarak zaruri olandan bile feragat etme projesidir:

Yeniden kanaatkârlığa dönmek tam olarak, Ivan Illıch’in ‘modern asgari geçim’ diye adlandırdığı temelin üzerine yeniden bir bolluk toplumu inşa etmeye olanak verir. Başka bir deyişle, insanların piyasaya bağımlılıklarını azaltmayı başardıkları ve buna, teknik ve araçların öncelikle profesyonel ihtiyaç üreticileri tarafından nicelleştirilmemiş ve nicelleştirilemez kullanım değerleri üreten bir alt yapıyı, politik vasıtalar aracılığıyla koruyarak ulaştıkları post-endüstriyel ekonomideki yaşam biçimi. (s. 36).

Küçülme projesi düşünsel olduğu kadar imgelemsel olarak da ekonomizmden ve büyümeden çıkışı ifade ediyor. Kanaatkâr bolluk, insanlığın prodüktivist saplantıdan kurtulmasıyla gelecektir:

Kanaatkâr bolluk, tüketim toplumundan çıkış için bir anlam ufkudur, ancak aynı anda bugünün sert bunalım koşullarında neo-liberal terapilere karşı ileri sürülecek, kısa vadede ulaşılacak politik bir hedeftir. Böyle bir put kırıcı proje elbette ki yanlış anlamalar ve itirazlara toslayacaktır. (s. 36).

Küçülmenin ana tezi, ekonomik büyümenin gezegenin sınırlı oluşuyla bir zaman sonra sürdürülemez duruma gelerek küresel bir krize ve ekolojik felâketlere neden olacağıdır. Kaynakların sınırlı oysa ihtiyaçların sınırsız olduğu düşünüldüğünde gezegenin fiziksel sınırlarının, mevcut ekonomik büyümeyi kaldıramayacağı gerçeğiyle karşılaşırız. Bu açıdan fosil yakıtların ve madenlerin tükenmesi sonsuz büyümeyi imkânsız hale getirmektedir. Bu tez kitapta termodinamik ve entropi yasaları bağlamında tartışılarak biyosferin sınırlılığı üzerine, büyümenin belli bir limiti aşamayacağı iddia ediliyor:

Gezegenin maddi sınırlarının ve dünyadaki kaynakların akıl dışı bir biçimde kullanılmasının trajik neticelerinin bilincine varılmasının, bizi hem insanların davranışlarına hem de ardından da bir bütün olarak günümüz toplumunun yapısına yönelik bir temel revizyona götürecek olan yeni düşünce biçimlerinin ortaya çıkması için vazgeçilmez olduğu kanaatindeyiz. (s. 47)

Büyümenin herkesin meselesi olduğu düşünüldüğünde küçülme projesini savunmak kolay değil. Sürekli refah artışı beklentisiyle hareket eden insanlar, ekonomik büyüme rakamlarını her zaman büyük bir coşkuyla karşılamış, ekonomik durum her zaman toplumu yakından ilgilendirmiştir. Çünkü ekonomik büyümenin eşitsizlikleri ve yoksulluğu ortadan kaldıracağına dair inancı besleyen yalanlar büyüme yandaşlarınca topluma sürekli zerk edilir. Bu açıdan küçülme projesi de büyüme yandaşlarınca kimi yanlış yorumlarla küçümsenerek büyüme olan inanç pekiştirilmeye çalışılır. Latouche, bu yanlış yorumları ele alarak küçülmenin ne olmadığını maddeler halinde anlatmaya çalışır. Küçülmenin bilim karşıtı olduğu, muma geri dönüş olduğu, sıfır büyüme olduğu, geleneksel düzene dönüş olduğu, işsizlik olduğu, küçülmenin demokrasi ile uyumsuz olduğu gibi yargıları tek tek tartışır.

Serge Latouche küçülme projesini anlattığı kitap, esasında batının maddi standartlarına ciddi saldırılar içeriyor. Küçülme projesinin sadece zenginleşmiş Kuzey ülkeleri için olmadığını belirtiyor ve Güney ülkelerine dayatılan büyüme modeline de karşı çıkıyor. Sonsuz kalkınma ve büyümeyi Güney’e dayatmak bir tür kolonyalizm, onları sömürme biçimi olan batının evrensel bir politikasıdır. Yazarın bir başka eseri olan Dünyanın Batılılaşması da Batılıların dünyaya dayattıkları batılılaşma probleminin altında yatan nedenlere odaklanır. Kitap, batılılaşmanın bir tür ideoloji olarak bütün dünyaya yayılan sömürme biçimi olduğunu ve yerel kültürleri nasıl kültürsüzleştirdiğini açıklamaya çalışır.

Küçülme kavramı başta ekonomik büyümenin sorgulanmasına dayanan toplumsal ve politik bir eleştirel harekettir. Sınırlı doğal kaynakların olduğu gezegende sınırsız bir şekilde büyümenin olamayacağını savunan hareket, bunun ekolojik, ekonomik ve toplumsal bir yıkım üreteceğini ortaya koyar. Küçülme projesi mevcut büyümeci ekonominin dışına çıkıp, kanaatkâr bolluk toplumunun inşa edilmesini önerir. Bu ise zorunlu ihtiyaçtan bile kısan bir anlayışın getirilmesini gerektirir.

Günümüzün kamçılanan tüketim toplumunda, ne kadar ütopik görünse de küçülmenin bir alternatif olarak düşünülmesi ve küçülme toplumunun inşası siyasal ve toplumsal olarak herkesin meselesi olması gerektiği su götürmez bir gerçek.

Serge Latouche, Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru (çev: Tahir Karakaş), İletişim Yayınları, İstanbul.

[1] Büyümemek Mümkün mü? “Ekonomik Küçülme Fikri Üzerine Tartışmalar”, Kalkınma İktisadının Penceresinden Türkiye’ye Bakmak: Fikret Şenses’e Armağan, 175-196, 2017.

[2] https://www.evrensel.net/haber/401966/hollandada-170-bilim-insani-korona-krizi-radikal-reformlar-icin-olanak-sunuyor

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

12 Eylül Dipdiri

Yayınlanma:

-

12 Eylül, temel hedefleri itibariyle canlılığını koruyor.

12 Eylül askeri darbesinin egemen dünya düzenini yerelde tahkim eden rolü yıllar içinde daha iyi anlaşıldı. Asker-sivil koalisyonuyla darbe süreci kurucu rolünün hakkını vermiş, hedeflerini uzun yıllara yayılan başarısıyla gerçekleştirerek enteresan bir tarihsel aşama örneği sunmuştur.

Tanzimat Fermanı ile küresel kapitalizme dâhil olma kararı veren Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kesiksiz akış, onarıcı darbelerle tehlikelerden azade kılınmıştır. Azgın sermayenin önündeki bilumum engelin kaldırıldığı neoliberal aşamasıyla kapitalizm, bâkir coğrafyalara dizginlerinden boşanan bir hız ve ihtirasla dalmıştır.

Şili’deki Pinochet darbesinin tıpkı basım benzer bir örneği olarak gerçekleşen 12 Eylül darbesi, yakın dönemlerinde bütün dünyada gerçekleşen neoliberal dönüşümün yereldeki kolaylayıcısıydı. Kapitalizmin krizini aşmayı hedefleyen 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi mevcut koşullarda mümkün olmadığından sert bir yönetim ihtiyacına cevap olarak askeri darbe geldi.

12 Eylül’ün kapitalizmi himayesi iki koldan gerçekleşmiştir. Yükselen işçi hareketleri hedef alınmış, sendikal mücadele ve sosyalist örgütlenmeler baskılanıp önemli ölçüde dağıtılmıştır. Sol-sosyalist çizgi, 12 Eylül’de aldığı darbenin tesirinden hâlâ kurtulabilmiş değildir. Neredeyse bütün dünyada eş dönemli olarak gerçekleşen neoliberal saldırı[1] farklı coğrafyalarda benzer sonuçlar doğurmuştur.

24 Ocak kararlarının açtığı yarık giderek büyümüş, halkı ve coğrafyasıyla bütün bir ülkeyi yoksulluk ve yağma düzenine teslim etmiştir. Kim ne derse desin 24 Ocak-12 Eylül hattının şampiyonu 22 yıllık AKP iktidarıdır. Her ne kadar Turgut Özal’ın önce 24 Ocak kararlarını ilan eden hükümetin program hazırlayıcısı sonra da kararları sert bir şekilde uygulayan darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak başlayan ve Anavatan Partisi ile iktidar olarak süren yaldızlı imajının dönemsel popülaritesinden bahsedilebilirse de istikrarlı hükümetler kuran AKP’nin 24 Ocak kararlarının ruhuna iman etmiş yaygın ve kalıcı neoliberal politikalarının eline kimse su dökemez!

Neoliberal saldırganlığın Türkiye özelindeki başarısı ancak bazı siyasal, kültürel, dini ve sosyolojik müdahalelerle mümkün olabilirdi.

12 Eylül darbesinin önemli ölçüde yenilgiye uğrattığı sol-sosyalist hareketlerin yerine Türk-İslam sentezinin ikame edilmesini isteyen rejim, bu doğrultuda bütün imkânlarını seferber etti. En nihayetinde Türkiye bir NATO üyesiydi ve kapitalist blok için kaybı göze alınamayacak değerdeydi. Hele de İran’da hemen kısa bir süre önce İslam devrimi gerçekleşmişken!

Kapitalist blok hem dünyada hem de Türkiye’de sosyalist hareketleri ve devletleri/paktları mağlup etmenin eşiğindeyken Batı Asya’da (Ortadoğu’da) önemli bir üssünü kaybetmişti. Ayetullah Humeynî önderliğinde gerçekleşen İslam devrimi, bölgede yükselen diğer İslami hareketlerle birlikte NATO önderliğindeki Batı bloğunu ürkütmüştü. Bir taşla iki kuş vurmanın tam zamanı sayılabilirdi!

İslam’ın devrimci yükselişini Türk-İslam senteziyle bulandırıp engellemek için İslamizasyon politikalarını devlet imkân ve araçlarıyla devreye sokan 12 Eylül rejimi sosyalizm ve İslam tehlikesini birlikte savuşturmanın hesabını yapıyordu. Irak’ın İran’a saldırtılmasıyla kuşatılmak istenen İslam devriminden sonra Türkiye’de de serpilme emareleri gösteren tevhîdî yönelim mecrasından saptırıldı.

24 Ocak-12 Eylül hattının mütemmim cüzü olarak yapılan ve “terbiye süreci” olarak değerlendirdiğimiz 28 Şubat[2] darbesinin doğurduğu AKP iktidarının Şili’ye benzer biçimde ironik “12 Eylül’le hesaplaşma” muhabbeti, hakikati perdeleme çabasından başka bir amaç gütmemiştir.

Başörtüsü yasağı üzerine gelen ve kapanan imam-hatip okullarının açılmasıyla dindar kitlelerin gönlünü fethederek düzen adına rıza üreten AKP iktidarı, NATO’dan ve küresel sermayeden yana tutumunu neredeyse engelsiz bir şekilde fiiliyata geçirdi. Irak işgaline yol veren, Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Filistin’e kadar egemen dünya düzeni saflarında yer alan AKP iktidarı bütün bunlara paralel biçimde ülkeyi baştan başa sermayenin talanına açmıştır.[3] Bir yandan TÜSİAD sermayesini kollayan AKP, diğer yandan kendine yakın çevreleri de ayrıca ihya etmiştir.[4] Vâr oluşsal pozisyon olarak da emek mücadelesinin tam karşısında konumlanmıştır. Bunun en somut örneği OHAL koşullarında yasaklanan grevlerdir.[5]

Cumhur ittifakı ile Türk-İslam sentezini icraya olan gönüllülüğünü kanıtlayan AKP iktidarı, ideolojik referansı olarak da Necip Fazıl çizgisini[6] türlü vesilelerle öne çıkardı, İslam’ın devrimci mesajının Batı Asya’daki ilerleyişine set çekmekten imtina etmedi. Kemalizm’in sembol ve ritüellerine teslimiyete, içi boşaltılan bir kısım İslami semboller için itiraz etmeyen;[7] II. Abdülhamit’ten bu yana benimsenmiş dış politika olan denge siyasetiyle ayakta kalmaya çalışan ve bu yolla iyice kimliksizleşerek küresel güçlerin iradesine teslim olan 22 yıllık iktidarın 12 Eylül’ün şampiyonu olmadığını kim reddedebilir!

15 Temmuz’dan bu yana yükseltilen şovenist dalganın gizlediği yağma Anadolu’nun her bir köşesine ulaşmış, delik deşik etmediği yer bırakmamıştır. Sermayenin önündeki engelleri kaldırmanın programı olan 24 Ocak, 12 Eylül darbesinden güç almasaydı bile son 22 yıllık iklimde pekâlâ çok daha güçlü bir şekilde uygulanabilirdi.[8] Kırsalın boşaltılarak küçük köylülüğün yok edilmesiyle beraber büyükşehir yasasıyla beraber iptal edilen köy statüleri, mera ve ormanların 2-B gibi yasalar yardımıyla sermayeye devrini hızlandırdı[9] ve bunlar kamulaştırma kanunları marifetiyle cılız gösterilerin rağmına sert bir şekilde gerçekleştirildi.

Türkiye’nin Çin modeli vizyonuyla[10] ucuz işçi cenneti olması resmi politika olarak savunuldu, bunun için asgari ücret genel geçer ücret hâline getirildi. Yoksul kitlelerin, emekçi sınıfların haysiyetleri[11] hedef alınarak devrimci hareketlerin boy vermesi 12 Eylül’ün şampiyonları tarafından baştan engellenmek istendi.

12 Eylül’ün zulümleriyle büyüyen Kürt meselesi, yasaklarla boğuşan İslami çevrelerin yaşadığı aldatma tecrübelerine maruz kalarak sistem içine çekilme sürecinin bir benzerini yaşadığı söylenebilir: Çözüme kavuşturuluyormuş gibi yapılan pek çok meselenin şiddet-rıza sarmalında sistem içine çekilerek sönümlendirilmesi ve egemen şoven sistemin söyleminin pekiştirilmesi[12] yine AKP’nin marifetli politikalarıyla mümkün oldu.

Eğitimde, kerameti kendinden menkul 12 Eylül ruhuyla uygun erdem-değer modeliyle Avrupa Yeterlilikler Çerçevesini esas kabul eden Türkiye Yeterlilikler Çerçevesi[13] üzerinden kapitalizmle bütünleşerek küresel sermayenin iş gücü ihtiyacı amacını birleştirerek Protestan ahlâkını mücessem hâle getirmeyi amaçlamıştır. Böylece 12 Eylül’ün en başarılı uygulayıcısı olma sıfatını hak etmiştir.

 

[1] Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki; Alfredo Saad-Filho Deborah Johnston; Yordam Kitap

[2] Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat, Ahmet Örs; https://www.tasfiyedergisi.net/bir-terbiye-sureci-olarak-28-subat/

[3] Türkiye Maden Ruhsatlarının Tehdidi Altında: 24 İlde 20 Bine Yakın Maden Ruhsatı: https://www.tema.org.tr/basin-odasi/basin-bultenleri/turkiye-maden-ruhsatlarinin-tehdidi-altinda

[4] Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Erol Balkan-Neşecan Balkan-Ahmet Öncü; Yordam Kitap

[5]Erdoğan: Greve tevessül etmek isteyen işçilere OHAL ile müdahale ettik; https://www.evrensel.net/haber/350636/erdogan-greve-tevessul-etmek-isteyen-iscilere-ohal-ile-mudahale-ettik

[6] Necip Fazıl Ödülleri; https://www.necipfazilodulleri.com/

[7] Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Cihan Tuğal; Koç Üni. Yay.

[8] Alevler değil, bir imza yok etti; https://www.birgun.net/haber/alevler-degil-bir-imza-yok-etti-540949

[9] Toprakları Kapatmak: Kamu Arazilerinin Özelleştirilmesi, Melek Mutioğlu Özkesen; İletişim Yay.

[10] Erdoğan ekonomide yol haritasını anlattı: Çin de böyle büyüdü; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-ekonomide-yol-haritasini-anlatti-cin-de-boyle-buyudu-41952854

[11] Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi, Alpkan Birelma; İletişim Yay.

[12] Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Barış Ünlü; Dipnot Yay.

[13] Müfredat Taslağı Yeni Sıfatını Hak Etmiyor: https://www.egitimilkesen.org/mufredat-taslagi-yeni-sifatini-hak-etmiyor/

 

Devamını Okuyun

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

GÜNDEM