Connect with us

Yazılar

Bugün Dışarı Çıkma, Pazar Var – Yasemen Çoban

Yayınlanma:

-

Sosyal medyada “kadın” konusunda yaptığım paylaşımları okuyan vicdanlı arkadaşlarım, dostlarım yazdığım “Bu kısa yazıları genişleterek tekrar yazar mısın?” diye motive ettiler. Hatta baskı yaptılar, diyebilirim. Kırk yılın sivil toplum çalışanı olup onlarca aile ve kadın çalıştayına katılınca; panel, konferans, seminer verince ve bu konuları dinleyince, konuşunca, sanırım yazmak daha kolay  olacak. Ben de kabul edip yazmaya karar verdim. Hayırlısı artık… (Yasemen Çoban)

Bir zamanlar kadınlar sormazmış, sorgulayamazmış. “Bu neden böyle, bu niye böyle?” diyemez, her denileni yapmak zorunda hissederlermiş.

Beklenen işleri yapmazlarsa toplumda değersizleştirir, adını çıkarırlarmış!

Sorgularsa, “itaatsiz” derlermiş. Sorarsa, “Senin aklın yetmez, sen anlamazsın!” derlermiş.

Bir zamanlar, kadınlar soramadığı, sorgulamadığı için herkes mutlu görünürmüş. En çok babalar, abiler, kocalar mutlu görünürmüş. İlginç bir şekilde kayınvalideler, büyük anneler ve anneler de mutlu olurmuş bu durumdan ama kadınlar yine mutsuzmuş, yine içten içe sorgularlarmış ama soramazlarmış.

“Neden, niçin, niye, nasıl” kelimelerini hayatlarından çıkarmışlar.

Onlara ne denirse yaparlarmış.

Örneğin, “Evden çıkmayın! Okumak sizin neyinize! Araştırıp ne yapacaksınız? Sizin için en iyisi evde oturmak!” emir ve yargıları…

“Evde işler çok, temizlik yapın, yemek yapın, büyüklerinize hizmet edin, dikiş-nakış öğrenin; hatta dikiş-nakışı o kadar ilerletin ki ileride klozet çıkacak, klozetin üzerine de bir örtü işlemelisiniz!” derlermiş.

Şimdilerde pek kullanmıyoruz işlenen kanaviçeleri, ara dantellerini, uç dantelleri, oda takımlarını. Her odanın ayrı dantelleri örülürdü. Misafir, oturma, yatak odası, mutfak ve banyo takımları…

Ne ördük, ne ördük! Büyük büyük paspasları, renkli renkli yatak örtülerini; hatta perde örenler bile vardı!

Buzdolabı örtülerini, el bezlerini ördük ördük, sandığa koyduk!

İşledik işledik sandığa dizdik!

Ama 2000’li yıllarda sandıktakiler artık kullanılmaz oldular. Şimdilerde kızlar bu işleri hiç bilmezler, biz yaştakiler de bıraktık yapmayı.

Çünkü artık birçok şey ihtiyaç anında dışarıdan alınıyor.

Şunu diyenler çıkacaktır: “Ya o zaman bize terapi gibi geliyordu, kanaviçe işlemek, nakış yapmak, birbirimize örnekler vermek…”

Evet, o zaman terapi olabilirdi ama şimdi olamıyor! Ayrıca sizi ilerletmiyorsa, size bilgi-kültür olarak dönmüyorsa, bir kademe atlatmıyorsa, kendinize ve topluma bir değer katmıyorsa her iş sorgulanmalı değil mi?

Bu mesleki kariyer de olabilir, evde yaptığınız iş de.

Ama kadınlara gerekli olan şey öğretildi tabi!

Mesela, “Şununla görüşeceksin, şununla görüşmeyeceksin; şuraya gideceksin, buraya gitmeyeceksin; şunu yapacaksın, bunu yapmayacaksın!” gibi.

Eşinden zar-zor izin almış dindar bir kadın ya da genel olarak kadın diyelim, bir yere giderken eşi yol güzergâhını bile belirliyordu.

“Yolun sağından git, kaldırım bitiyorsa o zaman sol kaldırma geçebilirsin ama sağda kaldırım varsa yine sağa geçmen gerekiyor yoksa sana kocalık hakkımı helal etmem!”  diyebiliyordu.

Ya da “Bugün çıkma dışarıya, pazar var; bugün çıkma, yağmur var; bugün çıkma, güneş var!”

“Mümkünse sen hiç çıkma iyi olur, evde otur ne yapacaksın ki dışarıda, dışarıda bir şey yok ki zaten!” deyip kadının bütün özgürlüğünü kısıtlayabiliyordu bir baba, bir koca, bir abi.

Bir arkadaşım yıllarca kocasız hiçbir yere gitmemiş. Sonra çocuklar büyümüş, okullara gitmeye başlamış, kocanın da işleri fazlalaşmış. Arkadaşımın hastaneye gitmesi gerekiyormuş. Kocası sabah bırakmış, “İşin bitince otobüsle dönersin.” demiş. Ama kadın, evlendiğinden beri otobüse hiç binmemiş, küçük yaşta da evlendiği için hiçbir yere babasız gitmemiş. Çapa’da otobüse binecek ama hangi otobüse binecek, bilemiyor.

O zaman telefon kulübeleri var, 1980’li yıllardan bahsediyorum. Gitmiş kulübeye, telefon açacak ama jeton yok, jeton nerede satılır bilmiyor. Sora sora jeton bulup alıyor, sonra da kocasını arıyor. Kocasının tarif etmesiyle otobüse biniyor ve evine gidiyor.

Bu ve benzeri yaşanmış çok hikâye var ama sadece kadınlar bilir.

Ancak şimdi anlıyoruz: Kadınlar niye soru sormasın, sorgulamasın!

Sorduğunuz, sorguladığınız zaman sorunlar çıkıyor çünkü.

Bir cümledeki “ne, neden, niçin, niye, nasıl, kim” soruları birçok şeyi değiştiriyor.

İşte kadınlar, ne zaman sormaya ve sorgulamaya başladı, önce ailede sonra da toplumda “sorunlar” (!) çıkmaya başladı.

Şimdi biz bu sorunların nedenlerini, niçinlerini araştırıyoruz ama henüz uygun cevabını bulamadık. Çünkü önerilen çözümler neredeyse yüz yıl öncesine, hatta yüzlerce yıl öncesine ait. Öneriler de çözüm olmuyor maalesef.

Çözüm bulunamayan bu sorunlar devam ettiği için yeni sorunlar çıkıyor, yeni sorunlar çıktığı için aile ve toplumda farklı sosyolojik değişimler oluşuyor. Değişime direnen muhafazakâr zihniyet çözümün önünde ciddi bir bariyer…

Son derece girift hâllerdeyiz son yıllarda kısaca.

Evet, seküler camiada da benzer sorunlar var fakat ben dindar olduğum için dindar camiayı daha iyi tanıdığımı düşünerek bunları yazıyorum.  Dindar kadının önüne kendi düşüncelerini onaylatmak için ayet ve hadis getiriyorlar: “Babasına, abisine, kocasına sormadan evden çıkamaz, şuraya gidemez, buraya gidemez, şununla görüşemez, bununla görüşemez!” diye. Zaten bunlara delil olacak o kadar çok asılsız rivayet var ki…

Bu tarz rivayetleri okumakla bitiremezsiniz, yüzlerce binlerce hadis var bu konuda. Hidayet Şefkatli Tuksal’ın,  kadın aleyhine uydurulan hadisler hakkında kitaplaştırılmış bir doktora tezi var.

Hadi, ayetin başka bir ayetle, manasının öyle olmadığını ispat ettiniz, bu sefer de karşınıza başka bir hadisle çıkıyorlar!

“Uydurma hadis!” deyip de boyun eğmediyseniz, hadis ve ayette bulamadıkları deliller yerine bu defa gelenekler, görenekler, kültürel söylemlerle temellendirmeye çalışıyorlar iddialarını.

Buna bir örnek vermek istiyorum. Apartmanımızın merdivenini silen Dursune ablamız vardı. Batı Karadenizliydi.  Bir şekilde İstanbul’a gelmişler ve yine orada evlenmiş. Kocası alkol alıyor ve kumar oynuyor.

Bu kadın çok fakirlik çekmiş. Sonra konu-komşu “Merdiven silmeye veya ev temizliğine git, ona buna muhtaç olmaktan kurtulursun! demişler.

Temizliğe gittikçe epeyce farklı yardımlar da almış. Bu da Dursune ablanın birikimini kolaylaştırmış. O birikimiyle mahallesinde, bir gecekondudan daha iyi bir ev satın alıyor.

O evi de epeyce tamir ettiriyor yine kendi parası ile. Evin tapusunu kendi üzerine almak istiyor. Çünkü etraftaki kadınlar öyle söylüyor “Sakın kocanın üzerine alma, kocan alkolik, kumarbaz, satar matar, evsiz kalırsınız!” diyorlar. Dursune abla da evi kendi üzerine alacağını söylüyor. Ama ilk önce kendi ailesi; babası, abisi, annesi “Sen utanmıyor musun, kocası varken tapuyu kadın alır mı üzerine!” diye.

Sonra kocası büyük bir gerginlik ve tartışma çıkarıp, “Seni gebertirim,  ben varken sen nasıl olur da tapuyu üzerine alırsın!” diyor. Evin tapusu kocasının üzerine alınıyor; hem de kocasının beş kuruş katkısı olmadığı halde! Sonra ne oluyor, biliyor musunuz? On yıl falan geçmişti ben tanıştığımda. Kocası evi satmış! Kumarda kaybetmiş, senet vermiş ve ev gitmiş elinden.

Yani yıllar böyle hayatlara dokunarak geçip geçti.

Devam edecek.

 

1 Yorum
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Hidayet Tuksal
Hidayet Tuksal
4 yıl önce

Yazma serüvenin hayırlı uğurlu olsun Yasemen’cim, heyecanla okudum, yeni yazılarını merakla bekliyorum.

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x