Connect with us

Yazılar

Bugün Dışarı Çıkma, Pazar Var – Yasemen Çoban

Yayınlanma:

-

Sosyal medyada “kadın” konusunda yaptığım paylaşımları okuyan vicdanlı arkadaşlarım, dostlarım yazdığım “Bu kısa yazıları genişleterek tekrar yazar mısın?” diye motive ettiler. Hatta baskı yaptılar, diyebilirim. Kırk yılın sivil toplum çalışanı olup onlarca aile ve kadın çalıştayına katılınca; panel, konferans, seminer verince ve bu konuları dinleyince, konuşunca, sanırım yazmak daha kolay  olacak. Ben de kabul edip yazmaya karar verdim. Hayırlısı artık… (Yasemen Çoban)

Bir zamanlar kadınlar sormazmış, sorgulayamazmış. “Bu neden böyle, bu niye böyle?” diyemez, her denileni yapmak zorunda hissederlermiş.

Beklenen işleri yapmazlarsa toplumda değersizleştirir, adını çıkarırlarmış!

Sorgularsa, “itaatsiz” derlermiş. Sorarsa, “Senin aklın yetmez, sen anlamazsın!” derlermiş.

Bir zamanlar, kadınlar soramadığı, sorgulamadığı için herkes mutlu görünürmüş. En çok babalar, abiler, kocalar mutlu görünürmüş. İlginç bir şekilde kayınvalideler, büyük anneler ve anneler de mutlu olurmuş bu durumdan ama kadınlar yine mutsuzmuş, yine içten içe sorgularlarmış ama soramazlarmış.

“Neden, niçin, niye, nasıl” kelimelerini hayatlarından çıkarmışlar.

Onlara ne denirse yaparlarmış.

Örneğin, “Evden çıkmayın! Okumak sizin neyinize! Araştırıp ne yapacaksınız? Sizin için en iyisi evde oturmak!” emir ve yargıları…

“Evde işler çok, temizlik yapın, yemek yapın, büyüklerinize hizmet edin, dikiş-nakış öğrenin; hatta dikiş-nakışı o kadar ilerletin ki ileride klozet çıkacak, klozetin üzerine de bir örtü işlemelisiniz!” derlermiş.

Şimdilerde pek kullanmıyoruz işlenen kanaviçeleri, ara dantellerini, uç dantelleri, oda takımlarını. Her odanın ayrı dantelleri örülürdü. Misafir, oturma, yatak odası, mutfak ve banyo takımları…

Ne ördük, ne ördük! Büyük büyük paspasları, renkli renkli yatak örtülerini; hatta perde örenler bile vardı!

Buzdolabı örtülerini, el bezlerini ördük ördük, sandığa koyduk!

İşledik işledik sandığa dizdik!

Ama 2000’li yıllarda sandıktakiler artık kullanılmaz oldular. Şimdilerde kızlar bu işleri hiç bilmezler, biz yaştakiler de bıraktık yapmayı.

Çünkü artık birçok şey ihtiyaç anında dışarıdan alınıyor.

Şunu diyenler çıkacaktır: “Ya o zaman bize terapi gibi geliyordu, kanaviçe işlemek, nakış yapmak, birbirimize örnekler vermek…”

Evet, o zaman terapi olabilirdi ama şimdi olamıyor! Ayrıca sizi ilerletmiyorsa, size bilgi-kültür olarak dönmüyorsa, bir kademe atlatmıyorsa, kendinize ve topluma bir değer katmıyorsa her iş sorgulanmalı değil mi?

Bu mesleki kariyer de olabilir, evde yaptığınız iş de.

Ama kadınlara gerekli olan şey öğretildi tabi!

Mesela, “Şununla görüşeceksin, şununla görüşmeyeceksin; şuraya gideceksin, buraya gitmeyeceksin; şunu yapacaksın, bunu yapmayacaksın!” gibi.

Eşinden zar-zor izin almış dindar bir kadın ya da genel olarak kadın diyelim, bir yere giderken eşi yol güzergâhını bile belirliyordu.

“Yolun sağından git, kaldırım bitiyorsa o zaman sol kaldırma geçebilirsin ama sağda kaldırım varsa yine sağa geçmen gerekiyor yoksa sana kocalık hakkımı helal etmem!”  diyebiliyordu.

Ya da “Bugün çıkma dışarıya, pazar var; bugün çıkma, yağmur var; bugün çıkma, güneş var!”

“Mümkünse sen hiç çıkma iyi olur, evde otur ne yapacaksın ki dışarıda, dışarıda bir şey yok ki zaten!” deyip kadının bütün özgürlüğünü kısıtlayabiliyordu bir baba, bir koca, bir abi.

Bir arkadaşım yıllarca kocasız hiçbir yere gitmemiş. Sonra çocuklar büyümüş, okullara gitmeye başlamış, kocanın da işleri fazlalaşmış. Arkadaşımın hastaneye gitmesi gerekiyormuş. Kocası sabah bırakmış, “İşin bitince otobüsle dönersin.” demiş. Ama kadın, evlendiğinden beri otobüse hiç binmemiş, küçük yaşta da evlendiği için hiçbir yere babasız gitmemiş. Çapa’da otobüse binecek ama hangi otobüse binecek, bilemiyor.

O zaman telefon kulübeleri var, 1980’li yıllardan bahsediyorum. Gitmiş kulübeye, telefon açacak ama jeton yok, jeton nerede satılır bilmiyor. Sora sora jeton bulup alıyor, sonra da kocasını arıyor. Kocasının tarif etmesiyle otobüse biniyor ve evine gidiyor.

Bu ve benzeri yaşanmış çok hikâye var ama sadece kadınlar bilir.

Ancak şimdi anlıyoruz: Kadınlar niye soru sormasın, sorgulamasın!

Sorduğunuz, sorguladığınız zaman sorunlar çıkıyor çünkü.

Bir cümledeki “ne, neden, niçin, niye, nasıl, kim” soruları birçok şeyi değiştiriyor.

İşte kadınlar, ne zaman sormaya ve sorgulamaya başladı, önce ailede sonra da toplumda “sorunlar” (!) çıkmaya başladı.

Şimdi biz bu sorunların nedenlerini, niçinlerini araştırıyoruz ama henüz uygun cevabını bulamadık. Çünkü önerilen çözümler neredeyse yüz yıl öncesine, hatta yüzlerce yıl öncesine ait. Öneriler de çözüm olmuyor maalesef.

Çözüm bulunamayan bu sorunlar devam ettiği için yeni sorunlar çıkıyor, yeni sorunlar çıktığı için aile ve toplumda farklı sosyolojik değişimler oluşuyor. Değişime direnen muhafazakâr zihniyet çözümün önünde ciddi bir bariyer…

Son derece girift hâllerdeyiz son yıllarda kısaca.

Evet, seküler camiada da benzer sorunlar var fakat ben dindar olduğum için dindar camiayı daha iyi tanıdığımı düşünerek bunları yazıyorum.  Dindar kadının önüne kendi düşüncelerini onaylatmak için ayet ve hadis getiriyorlar: “Babasına, abisine, kocasına sormadan evden çıkamaz, şuraya gidemez, buraya gidemez, şununla görüşemez, bununla görüşemez!” diye. Zaten bunlara delil olacak o kadar çok asılsız rivayet var ki…

Bu tarz rivayetleri okumakla bitiremezsiniz, yüzlerce binlerce hadis var bu konuda. Hidayet Şefkatli Tuksal’ın,  kadın aleyhine uydurulan hadisler hakkında kitaplaştırılmış bir doktora tezi var.

Hadi, ayetin başka bir ayetle, manasının öyle olmadığını ispat ettiniz, bu sefer de karşınıza başka bir hadisle çıkıyorlar!

“Uydurma hadis!” deyip de boyun eğmediyseniz, hadis ve ayette bulamadıkları deliller yerine bu defa gelenekler, görenekler, kültürel söylemlerle temellendirmeye çalışıyorlar iddialarını.

Buna bir örnek vermek istiyorum. Apartmanımızın merdivenini silen Dursune ablamız vardı. Batı Karadenizliydi.  Bir şekilde İstanbul’a gelmişler ve yine orada evlenmiş. Kocası alkol alıyor ve kumar oynuyor.

Bu kadın çok fakirlik çekmiş. Sonra konu-komşu “Merdiven silmeye veya ev temizliğine git, ona buna muhtaç olmaktan kurtulursun! demişler.

Temizliğe gittikçe epeyce farklı yardımlar da almış. Bu da Dursune ablanın birikimini kolaylaştırmış. O birikimiyle mahallesinde, bir gecekondudan daha iyi bir ev satın alıyor.

O evi de epeyce tamir ettiriyor yine kendi parası ile. Evin tapusunu kendi üzerine almak istiyor. Çünkü etraftaki kadınlar öyle söylüyor “Sakın kocanın üzerine alma, kocan alkolik, kumarbaz, satar matar, evsiz kalırsınız!” diyorlar. Dursune abla da evi kendi üzerine alacağını söylüyor. Ama ilk önce kendi ailesi; babası, abisi, annesi “Sen utanmıyor musun, kocası varken tapuyu kadın alır mı üzerine!” diye.

Sonra kocası büyük bir gerginlik ve tartışma çıkarıp, “Seni gebertirim,  ben varken sen nasıl olur da tapuyu üzerine alırsın!” diyor. Evin tapusu kocasının üzerine alınıyor; hem de kocasının beş kuruş katkısı olmadığı halde! Sonra ne oluyor, biliyor musunuz? On yıl falan geçmişti ben tanıştığımda. Kocası evi satmış! Kumarda kaybetmiş, senet vermiş ve ev gitmiş elinden.

Yani yıllar böyle hayatlara dokunarak geçip geçti.

Devam edecek.

 

1 Yorum
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Hidayet Tuksal
Hidayet Tuksal
4 yıl önce

Yazma serüvenin hayırlı uğurlu olsun Yasemen’cim, heyecanla okudum, yeni yazılarını merakla bekliyorum.

Yazılar

Hangi Saftayız? – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Malum son günlerde ABD işbirlikçilerinin de marifetiyle mazlum Gazze halkının zorbalıkla, zulümle yerlerinden edilmesi büyük bir gündem oluşturdu. Türkiye’deki sözüm ona aydın kalemşörler ve âlimler mazlum Gazze halkı için şunu dile getirdiler: “Bu zulüm artık dayanılmayacak noktaya geldi, bundan ötürü Gazze halkı için “hicret” vakti gelmiştir!”

O hâlde soralım bu aydınlarımıza ve âlimlerimize: Bir savaş kapıya dayandı mı, herkes evini, yurdunu bırakıp gitsin mi, bu kabul edilebilir bir durum mu? Tabii, bu söylemleriniz Gazze halkı için hiçbir şey ifade etmiyor çünkü onlar direnişle doğmuştur, direnişle büyümüştür, direnişle yaşamıştır, direniş onlar için bir mektep, bir yaşam tarzıdır. Onlar açık cezaevinde, ambargo altında her türlü zulme karşı onurlarıyla ve direnişleriyle bütün dünyaya ders veriyor. Selam ve zafer onlara ve destekçilerine olsun! Direnişleri vâr olsun!

Peki, yerinden edilmeye “hicret” adı vermek ne kadar doğru? “Hicret”in yaratıcı, kurucu, medeniyet vâr edici bir misyonu vardır. Zulümler olduğu için herkes hemen bıraksın ve hicret etsin, düşman da gelip orayı işgal etsin! Hangi kitapta var bu? Nasıl bir tutumdur bu!

Evet, zulüm görenler; özellikle âciz ve zayıf erkekler, kadınlar, çocuklar ilk etapta terk edebilir. Kaldı ki yer Filistin olunca, yer Gazze olunca bu imkânsız hâle geliyor çünkü onlar kadınıyla-erkeğiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla direnişe topyekûn destek veriyorlar, hayat veriyorlar, vermeye de devam edecekler. Onların hayatlarında yurdunu, direnişin simgesi olan karpuzu, barışın simgesi olan zeytin ağaçlarını, refahın ve mutluluğun simgesi olan portakal ağaçlarını bırakıp da gitmek yok! Direnişin zaferiyle yeni bir yaşam vâr olacak! İşte o zaman zulümden, barış ve felâh içerisinde bir medeniyete göç olacak. Bizler bu duruma, Filistin halkının bu direnişinin bu şekilde “yer değiştirip” zafere ulaşmasına “hicret” diyoruz.

Şimdi bizim aydın ve âlimlerimizin hicretine gelelim. Onların “hicret” tanımı zilletten başka bir şey değildir! Bizler de aydın ve âlimlerimize nâçizane şu tavsiyelerde bulunalım: İlk önce siz, kendinizi muhatap alarak “hicret”i kendi zihinlerinizde başlatın! Küresel emperyalist oyunların nasıl kurgulanıp sergilendiğini, bunun için halkların nasıl kurban edildiklerini görün, tezgâhlanan bu oyunları görüp anlatın. Ya bunu gerçekten bilmeyerek yanlış yorumluyorsunuz ya da gözleriniz var, görmüyor; dilleriniz var, konuşmuyor; elleriniz ve ayaklarınız var, harekete geçmiyor! Öncelikle zihninizi, söylemlerinizi mazlumlar lehine çevirin! Zaten Filistin halkı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Önemli olan bizim, direnişin hangi safında olduğumuzdur

İsterseniz gelin, bu safları netleştirelim! Sözüm, onlara! O aydınlarımız ve âlimlerimiz kendilerini çok iyi bilir! Ne zaman Filistin lehine somut adım atabildiler? Tersine; harekete geçenleri, direnişe destek verenleri utanmadan eleştirdiler, kötülediler ve sorguladılar! Katliamları sadece kınamayla geçiştirdiler. Hiçbir söylem ve eylemlerinde kınama ve “Kahrolsun İsrail!” söylemlerinden öte gidemediler. Sadece popülist ve hamâsî söylemlere takılıp kaldılar.

Şimdi gelelim direniş safında hizalanan bir avuç vicdan sahibi insana! Niye bunlar gözaltılara, sorgulamalara, işkencelere, tutuklamalara maruz kaldı? Neden kolluk güçleri, iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan toplanınca böyle bir tavır takınıyor? Direnişin safında yer alan bir avuç insan çok mu korkutuyor Filistin düşmanlarını? Sahi korkunuz nedir? Bulunduğunuz statünün daha bilinçli ve daha sözü dinlenir bir statü olması gerekmiyor mu? Yoksa statünüzü, mevkiinizi kaybetme korkunuz mu var?

Oysa direniş safları, korkularını yenen, ölümü öldürenlerin safıdır! Bu safta olmayacaksınız eğer, gölge de etmeyin! Artık bu aşamada saflarımızı belirlemeyelim mi? Zulmün safında, mazlumlara karşı mı yoksa mazlumların safında, direnişin safında mı! Aslında vicdan sahibi insanlar için çok açık: direnişin safında, zafere dek!

Devamını Okuyun

Yazılar

Amerikan-İsrail Soykırımı ve Globalist Projenin Ayak Sesleri – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Yirmi birinci yüzyılın ortasında insanlık, tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Ne yazık ki bu karanlık, yalnızca bombaların gökten yağmasıyla değil; ahlakın, vicdanın ve insanlığın sistematik bir şekilde yok edilmesiyle derinleşiyor. Bugün Gazze’de yakılan her ev, yıkılan her cami, parçalanan her çocuk bedeni sadece İsrail’in değil, Amerikan emperyalizminin ve ona akıl veren küresel efendilerin ortak cinayetidir. Bu, bir savaş değil; soğukkanlı bir soykırım ve topyekûn bir medeniyet yıkımıdır!

Bugünün dünyasında insanlık olarak “medeniyet” kavramının altının boşaltıldığı, değerlerin metalaştırıldığı ve vicdanın sistematik olarak bastırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu çağda “medeniyet”, Batı’nın elinde bir propaganda aracına dönüşmüş, içerdiği tüm anlamları kaybederek yeni-sömürgeci projelerin vitrini haline gelmiştir. İşte bu vitrinin ardında Gazze gibi yerlerde akan kan, soykırım, tehcir aslında yeni dünya düzeninin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

İsrail: Sadece Bir Terör Devleti Değil, Bir Proje

İsrail, yalnızca bir terör devleti değil, bir projedir! Bu proje, Batı’nın kadim Haçlı kiniyle, çağdaş Siyonist ideolojinin birleşiminden doğmuş bir yapay organizmadır. Gazze’de yürütülen katliamlar, spontane gelişen askeri hamleler değil; sistematik bir etnik temizlik politikasının ürünüdür. Her bomba, bir plânın; her keskin nişancı kurşunu, bir küresel stratejinin parçasıdır.

İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri garnizonu, bir “medeniyet istasyonu” değil; etnik temizlik ve soykırım mühendisliğinin canlı örneğidir. 1948’den bu yana Filistin topraklarında uygulanan şiddet politikaları, Siyonist ideolojinin teolojik temellerinden beslenen bir ırkçılıkla harmanlanmış, Yahudi üstünlüğünü mutlaklaştıran bir etno-devlet modeline dönüşmüştür.

Bu bağlamda İsrail’in eylemleri, salt “güvenlik kaygılarıyla açıklanamaz. Aksine, bu sistematik saldırılar, bölgede kültürel, demografik ve dini bir dönüşüm hedefleyen uzun vadeli bir “resetleme” planının parçasıdır. Bu plânın aktörleri ise sadece İsrail devlet aklı değil; onu destekleyen hatta yöneten global sermaye ve stratejik akıllardır.

Amerika: “Özgürlük” Maskesiyle Cinayet İhracı

ABD ise bu plânın taşeronudur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi söylemlerle tüm dünyaya ihraç ettiği şey gerçekte savaş, yıkım ve kaostur. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da oynanan kirli oyun şimdi Gazze’de, tüm acımasızlığıyla yeniden sahnelenmektedir. Amerikan uçaklarıyla gelen bombalar, Amerikan silahlarıyla vurulan çocuklar ve Amerikan medyasıyla aklanan katliamlar… Bu, barbarlığın dijital çağdaki hâlidir.

ABD, tarihin en büyük askeri gücü olarak sadece savaş değil; kültür, medya ve teknoloji yoluyla da küresel tahakküm kuran bir imparatorluk inşa etmiştir. “Özgürlük ihracı” adı altında yürütülen her askeri müdahale; aslında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarların ele geçirilmesi ve küresel düzenin yeniden dizaynı anlamına gelmektedir.

Amerikan dış politikası, İsrail’in politikalarını yalnızca desteklemekle kalmaz; onun bölgede bir taşeron devlet olarak işlev görmesini sağlar. Pentagon’un mühendisliğini yaptığı, CIA’nın finansal destek verdiği soykırım projeleri NATO medyasıyla meşrulaştırılırken, dünya kamuoyu, “Batılı değerler” ambalajıyla uyuşturulmaktadır.

Globalistler: Tanrıcılık Oynayan Yeni Firavunlar

Ancak bu cinayetlerin arkasında yalnızca devletler değil, çok daha büyük bir güç vardır: Küresel sermayeyi, medya tekellerini, ilaç ve teknoloji devlerini elinde tutan bir avuç elit azınlık! Bu azınlık, kendini Tanrı yerine koymuş, insanlığı kontrol altına almak, milletleri köleleştirmek ve nihayetinde “tek tip” bir insan modeli oluşturmak istemektedir. Gazze’de denenen şey, bu küresel plânın bir test sahasıdır: Direnen toplumları kır, yok et, susmayanları aç bırak, yılmayanları bombala, direnlere destek olanları tutukla, hapset!

Modern dünya sisteminin gerçek yöneticileri devletler değil; sınırları aşan, ulusal egemenlikleri hiçe sayan bir sermaye oligarşisidir. Bu oligarşi; küresel finans kurumları, büyük medya tekelleri, farmasötik ve teknoloji devleri aracılığıyla insan hayatını, bilgiyi ve algıyı kontrol etmektedir.

İsrail’in Filistin’de denediği, ABD’nin Irak’ta uyguladığı şey aslında bu globalistlerin nihâî plânının laboratuvar deneyleridir. Bu plân, ulus-devletleri ortadan kaldırmak, aileyi çözmek, dini inancı yok etmek ve bireyi yalnız, kontrol edilebilir bir dijital varlığa indirgemek üzere kuruludur.

Gazze’de öldürülen bir çocuk; yalnızca bir can değil, global düzene direnişin sembolüdür. Onun bedeni, dijital totaliterliğe karşı insanlığın verdiği son savaşın siperidir!

Modern çağın en büyük yalanı, insanlığın özgürleştiği yalanıdır. Oysa gerçekte yaşanan; bireyin, toplumun ve milletlerin adım adım küresel bir denetim sistemine mahkûm edilmesidir! Bu sürecin arkasında ise ne sadece devletler ne de ideolojiler vardır. Arkasında bir sınıf vardır: globalist elitler. Onlar, kendilerini tanrı yerine koymuş, insanı yeniden biçimlendirmek ve yeryüzünü mutlak bir tahakkümle yönetmek isteyen modern Firavunlardır.

Globalizm, sermayenin ve gücün ulusal sınırları aşarak küresel bir otorite haline gelmesidir. Bu ideolojinin hedefi, bağımsız ulus-devletlerin çözülmesi, kültürel kimliklerin yok edilmesi ve tek tip bir tüketim bireyinin oluşturulmasıdır. Uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası), büyük teknoloji tekelleri (Meta, Google, Microsoft), ve küresel medya devleri bu yapının yürütme organlarıdır.

Onların gözünde insan bir ruh değil, istatistiksel bir varlıktır. Bir QR kod, bir algoritmadır. Her hareketi izlenebilir, yönlendirilebilir, gerektiğinde etkisizleştirilebilir.

Sessiz Dünya, Suç Ortaklığıdır

Batı’nın sessizliği masum değildir. Her sessizlik, bir onaydır. Her tarafsızlık, bir suç ortaklığıdır. Bugün İsrail’e silah satan da ona “savunma hakkı” diyen de soykırıma sessiz kalan da insanlık suçu işlemektedir. İsrail’le ticarete devam edenlerle diplomatik, siyasi, askerî ilişkileri kesmeyenler soykırım suçuna ortak olmuştur. Bu yeni dünya düzeni, “kanla yazılmış bir distopya”dır.

Çünkü sessiz kalmak, işlenen suça ortak olmaktır. Barbarlığa karşı susmayan her ses, insanlığın geleceğine atılan bir tohumdur. Bugün Gazze’deki mücadele; sadece bir toprağın değil, tüm insanlığın değerlerinin, kimliğinin ve haysiyetinin savunusudur. Tüm insanlığın Gazze direnişine sahip çıkma borcu vardır.

Direniş: Medeniyetin Son Kalesi

Bu kirli düzene karşı direnmek, sadece bir hak değil, ahlâkî bir görevdir. Direniş, sadece silahla değil; kalemle, sözle, fikirle, şiirle de mümkündür. Çünkü bu savaş, sadece toprakların değil, zihniyetlerin de savaşıdır. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz! Ya bu barbarlığa sessiz kalacağız ya da yeni bir insanlığın hayalini kuracağız!

Unutma: Gazze düştüğünde yalnız Filistinliler değil, insanlığın onuru da düşmüş olacak! O nedenle bu mücadele, sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir.

Küresel elitlerin uyguladığı yöntemlerin başında, kriz üretmek ve bu krizlere çözüm sunma bahanesiyle özgürlükleri geri almak gelir. Pandemiler, ekonomik buhranlar, savaşlar ve sun’î göç dalgaları bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her büyük kriz, globalistlerin “yeni düzen”e geçişte kullandığı bir merhaledir.

COVID-19 pandemisi, bir sağlık krizinden çok, dünya çapında denetim mekanizmalarının test edildiği bir laboratuvardı. Dijital pasaportlar, kitlesel gözetim sistemleri, sosyal medya sansürleri bu dönemle birlikte normalleştirildi. İnsanlar korkutularak itaatkâr hale getirildi.

Tek Dünya Devleti: Dinin, Ailenin ve Kimliğin İflası

Küreselcilerin nihai hedefi tek merkezden yönetilen bir dünya sistemidir. Bu sistemin önünde duran en büyük engeller ise şunlardır: din, aile ve milli kimlik.

  • Din; insanın üst bir otoriteye bağlılığını temsil eder. Bu da globalistlerin mutlak hâkimiyetini tehdit eder. Bu yüzden din ya yozlaştırılır ya da marjinalize edilir.
  • Aile; bireyi sistemin mutlak kontrolünden koruyan en küçük direnç birimidir. Onun yerine cinsiyetsiz, köksüz bireylerden oluşan sözde özgür topluluklar inşa edilir.
  • Milli kimlik; yerli olanı, özgün olanı ve bağımsızlığı temsil eder. Bu da tek tip insan modeline engeldir. Dolayısıyla kültürler ya homojenleştirilir ya da çürütülür.

Dijital Tahakküm: Gözetim, Manipülasyon ve Veri Diktatörlüğü

Yeni dünya düzeni, fiziksel işgallerle değil; veriyle, yapay zekâyla, algoritmalarla yürütülmektedir. Google aramalarınızdan kredi notunuza, sosyal medya etkileşimlerinizden alışveriş alışkanlıklarınıza kadar her şey kayıt altındadır.

Bu veri setleri, bireylerin zihinsel haritasını çıkarır ve kitlesel yönlendirme için kullanılır. Bugünün en büyük silahı ne bombadır ne tank! Bugünün en güçlü silahları bilgidir, veridir, algoritmadır.

Ya Direniş ya Dijital Esaret

Ya bu sistemin sunduğu sanal özgürlüklerle ruhumuzu satacağız ya da bedel ödeyerek gerçek insan kalacağız. Bugün Gazze’de direnenler, sadece İsrail’e değil, bu küresel düzene de karşı koymaktadır. Bu yüzden bu savaş; yalnızca bir toprak meselesi değil, insanlığın ruhunu kurtarma mücadelesidir.

İslam’ın Teklif Ettiği Dünya

Adaletin, Merhametin ve Tevhid’in Egemen Olduğu Bir Varlık Düzeni

Sadece Karşı Çıkmak Yetmez, Bir Teklifin Olmalı

Tarihte hiçbir karşı çıkış, bir teklif olmadan kalıcı olamamıştır. Bunu “Arap Baharı” sürecinde tecrübe ettik, eleştiriler yıkıcı olmaktan çıkıp dönüştürücü hâle ancak alternatif bir yapı önerisiyle gelir. Bugün globalist barbarlık, dijital tahakküm, Siyonist zulüm ve liberal çürüme karşısında; insanlığın sadece “direniş” değil, aynı zamanda “yeniden inşa”ya ihtiyacı vardır. İslam medeniyeti, bu yeniden inşanın yegâne evrensel modelidir. Çünkü o, insanı merkezine alan, ilahi ilkeyi temel alan ve adaleti tüm boyutlarıyla sistematikleştiren yegâne medeniyet tasavvurudur.

Tevhid: Birliğe Dayalı Ontolojik Bir Bakış

İslam medeniyeti, varlığı parçalanmış bir bütün olarak değil; anlamlı bir birlik içerisinde kavrar. Tevhid inancı, sadece Allah’ın birliğini değil; hayatın her alanında bütünlük ve adaletin hâkim olması gerektiğini öğretir. Ekonomi, siyaset, hukuk, aile, çevre… Her şey ilahi denge (mîzan) ile ahenk içinde olmalıdır.

Bu anlayışta insan, doğaya hükmeden değil; doğa ile birlikte bir emaneti taşıyan varlıktır. Devlet, halkın efendisi değil; adaletin taşıyıcısıdır. Bilgi; güç değil, sorumluluktur.

Adalet: İslam Medeniyetinin Omurgası

İslam’ın medeniyet teklifinde adalet, merkezî ilkedir. Adalet, sadece hukuki değil; ekonomik, sosyal, kültürel ve epistemolojik bir düzendir. Kur’an’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” emri, evrensel hukuk için erişilmesi zor bir zirvedir.

Bugün dünyada adalet, sadece güçlü olanın ayrıcalığına dönüşmüşken; İslam, en zayıfı, en yetimi, en kimsesizi merkez alan bir düzeni öncelemektedir. Bu adalet, sınıfsız bir toplum vaadi değil; her sınıfın hakkını koruyan bir denge sistemidir.

Aile ve Toplum: İnsanlığın Çekirdeği

İslam medeniyetinde aile, toplumun temeli değil, bizzat kendisidir! Kadın ve erkek cinsiyetsizleştirilmiş eşitlik yarışında değil; birbirini tamamlayan iki hakikat olarak kavranır. Çocuk, nesil değil; emanettir. Bu bakış açısı, Batı’daki aile krizinin ötesinde; sağlıklı, üretken ve sorumlu bir toplumun yapı taşlarını sunar.

Toplum, yalnızca bireylerin toplamı değil; birbirine karşı ahlâkî sorumluluklarla bağlı bir “ümmet”tir. Bireyin özgürlüğü, başkasının hakkını yok sayarak değil; onu gözeterek vâr olur.

Ekonomi: Faizsiz, İsrafsız, Hakkaniyetli Bir Model

İslam’ın ekonomik teklifi; faizsiz, israfsız ve üretim temelli bir düzene dayanır. Kapitalist sistemde paradan para kazanmak makbuldür; İslam’da ise bu, zulümdür. Fakirlik bir kader değil; zenginlerin vebali olarak görülür. Servetin dolaşımda olması, belirli ellerde toplanmaması, zekât ve infak gibi kurumsal sistemlerle garanti altına alınmıştır.

Bu anlayış, bugünün krizlere gebe olan finansal sistemine karşı hem adil hem sürdürülebilir bir modeldir.

Bilgi ve İrfan: Gerçekliğe Yolculuk

İslam medeniyetinde bilgi, sadece nicel birikim değil; hakikatle buluşma sürecidir. Modern bilgi epistemolojisi, hakikati parçalayan bir tahakküm aracına dönüşmüşken; İslam düşüncesi, akıl ile vahiy arasında denge kurarak, insanı hem maddi hem manevi olarak inşa eder.

Bilgi; kibir değil, tevazudur. Güç değil, emanettir. İşte bu anlayışla, İslam medeniyeti, bir yandan astronomide zirveye çıkmışken öte yandan tasavvufta insanın iç yolculuğuna da rehberlik etmiştir.

Savaş ve Barış: Onur Temelli İlişkiler

İslam, savaşla barış arasında denge kuran bir sistem sunar. Ne pasifist bir kabulleniş ne de emperyalist bir yayılma… İslam’ın savaş anlayışı, mazlumları korumak, adaleti tesis etmek ve fitneyi (bozgunculuğu) durdurmak içindir. Barış ise zulmü meşrulaştıracak bir örtü değil, adaletin tesisinden sonraki durumdur.

Bu yönüyle İslam, Batı’nın “barışçıl işgali”ne, “demokrasi için savaş” yalanına karşı hakikate dayalı bir duruş sergiler.

Şehir ve Mekân: Ruhu Olan Coğrafyalar

İslam medeniyetinde şehir; rantın değil, rûhun mekânıdır. Camiinin merkezde yer aldığı, sokakların komşulukla örüldüğü, mimarinin estetikle, insanla ve doğayla barışık olduğu bir modeldir. Bu anlayış, modern şehirlerin beton ormanına dönüşmesine karşı; yaşanabilir, huzurlu ve ruhu olan şehirler teklif eder.

Sonuç: Medeniyet, İnsanlık Onurunun Mimarisidir

İslam’ın teklif ettiği medeniyet; insanı ilahlaştırmaz ama ona onur kazandırır. Teknolojiyi reddetmez ama onun efendisi olmayı öğretir. Kültürü dondurmaz ama yozlaşmasına izin vermez. Bu medeniyet, sadece Müslümanlara değil; tüm insanlığa bir davettir. İnsanlığın geldiğimiz noktada tek kurtuluş reçetesidir.

Gazze’deki direniş, bu medeniyetin küllerinden doğuşunun habercisidir. Batı’nın çöküşü sadece bir yıkım değil; hakikat medeniyetinin yeniden inşası için bir başlangıç olabilir, olmalı, biz istersek, irade ortaya koyarsak bu mümkün, bu olursa iyi olur babından bir şey değil kulluğumuzun gereğidir. Çünkü hakikat yalnızca savunulmaz; aynı zamanda inşa edilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x