Connect with us

Yazılar

Okuma-Yazmaya Ulaşıldı, Değişimler Başladı – Yasemen Çoban

Yayınlanma:

-

II. Bölüm

Öncelikle, bir önceki yazıma çokça dönüş olduğunu belirtmek isterim. Bizzat telefonla arayıp, “Benim de benzer hikâyelerim var.” diyenler, sosyal medyadan teşekkür edenler, “Lütfen yazmaya devam edin!” diyenler, yazının devamını heyecanla beklediğini söyleyenler beni çok sevindirdiler. Hepinize teşekkür ediyorum.

Bir önceki yazıda bahsettiğim üç kadının son durumlarıyla ilgili merak da oldu tabi.

Şu anda biri elli yaşında, diğer ikisi de altmışı geçer bir yaşa geldiler. Hayatı bir şekilde kendi çabaları ile güzelleştiren kadınlar oldular. Elli yaşındaki arkadaşım için yolun sağından-solundan yürüme olayı bitti. Yolun istediği yerinden yürüme hakkını (!) kazandı.  Diğer arkadaşım da İstanbul’un her yerini öğrendi, tek başına birçok yere gidebiliyor.

Dursune abla ise temizliğe giderek, merdiven silerek biriktirdikleri ile yeniden ev aldı. Ama bu kez tapusunu kendi üzerine aldı, eşiyle de mutlu bir şekilde yaşıyorlar.

Ama ne oldu,  geride bırakılan mutsuz-huzursuz, acı dolu yıllar kaldı.

Çoğu zaman ikinci sınıf insan olarak kabul edilen, yeteneklerine, düşüncelerine, zevklerine, tercihlerine önem verilmeyen kadınlar olarak yıllar geçip gitti.

Tabii ki haksızlıklar devam ediyor. Kadınlara, erkeklere, çocuklara, yaşlılara fakat şimdi daha bir öz güven sahibi tüm insanlar! Kadınlar, çocuklar yaşlılar, herkes öz güven içerisinde ve kendisini bir şekilde ifade etmeye çalışıyor.  Bu ifade etme durumu halen toplumda hoş karşılanmıyor, özellikle evli kadınlar ve kızlar açısından. Kızlar bir nebze daha rahat ama eşler için sıkıntılı alanlar hâlen devam ediyor.

Bu sıkıntılı alanlar devam ettiği müddetçe de mücadele devam edecek. Kadınların da insan olduğunu, bir beyninin, bir zekâsının, düşüncesinin, yeteneklerinin, becerilerinin olduğunu, insan olarak Allah’ın huzurunda eşit olduklarını, davranışlar olarak Allah’ın huzurunda eşit sorumlulukta olduklarını, yeteneklerin farklı olduğunu ancak yeteneklerin farklı olmasının da hiçbir üstünlük sağlamadığını söylemeye devam edecekler, edeceğiz! Bu özgüveni büyük ölçüde Rabbimizin insanlığa bahşettiği okuma-yazma yeteneği ile elde ettik. Bizim inancımızda da Peygamberimiz Hz, Muhammed’e (s) gelen ilk ayetin “oku” olması, “Kalem Sûresi” diye bir sûrenin oluşu önemlidir. Biz de yazmanın gerekliliğine iman etmiş ve bunu uygulamak için mücadele eden kadınlarız.

Bu açıdan okuma-yazma faaliyetinin dünyada insanlara faydalı olan bütün üretimlerden sonra, belki de en büyük faydası kadınlaradır, diyebilirim.

Çünkü kadınlar okuma yazma öğrenince kendilerine “Sen soramazsın, sorgulayamazsın!”” denen her şeyi sorup sorgular hale geldiler. Bu sorup-sorgulama hâli öncelikle ailede, sonra da toplumda genel olarak hiç hoş karşılanmadı. O yüzden kadınların yazıya, yazmaya ve okumaya ulaşması geç oldu. Halen dünyada kadınların yazıya, yazmaya ve okumaya ulaşmasını engelleyen toplumsal baskılar var. Bu baskıları genelde erkekler yapıyor ama baskı yapan kadınlar da var. “Okuyup ne yapacaksın, ilkokul okumak yeter zaten, okuma-yazma olduktan sonra başka şeye gerek yok, bir an önce evlen, çoluğun çocuğun olsun!” deyip kadınları engelleyen kadınlar da var. Bunlar genellikle anneler…

Maalesef kadınların okuma yazmaya engellenmesinin sebeplerini konuşursak mevzu uzar. Ama genel olarak en belirgin sebebi okuyan insanın soru sorduğu ve sorguladığı yönünde. Okuyan insan bir müddet sonra çevresinde olup biteni sorgulamaya, soru sormaya başlıyor. Soru soranı da genellikle insanlar sevmezler, hoş karşılamazlar, onlardan rahatsız olurlar.  “Sormadan her söyleneni kabul etsin, önüne gelene ‘evet’ desin, ona söyleneni yapsın!” isterler.

Bu manada da en çok bunu kadınlara uygulamak isterler. Çünkü toplumda kadınlara yüklenen o kadar önemli ve o kadar çok görev var ki, eğer bunların birisi ihmal edilirse ailede, toplumda ciddi sorunlar çıkmaya başlıyor. O yüzden “kadınlar okumasın ve sorgulamasın” yönünde bir eğilim vardır genel olarak; hem ailede, hem toplumda, hem çalışma hayatında. Sormayan kadından herkes memnundur. Örneğin, ailede bir konuda kadın görüş belirttiğinde eşler “İşime karışma!” der; kadının aile tarafında öncelikle baba, sonra eşler, abiler hatta erkek evlatlar bu görüş belirtilmesinden hiç hoşlanmazlar. Kendi kararlarının uygulanmasını isterler. Toplumda kadın bir konuda düşüncelerini söylediğinde veya itiraz ettiğinde görünen ya da görünmeyen tepkilerle karşılaşır. Çalıştığı yerde kadınların sorgulamasına kızılır, mız mızlanılır.

Hizmet sektöründe başı açık ya da başörtülü çalışan kadınlardan kimse rahatsız değildir. Çünkü onlar itiraz edemedikleri gibi kendilerine sürekli emir verilir. Seküler ve dindar camia için bu durum aynıdır.  Kadınlar yönetici ya da farklı konumlarda oldu mu memnuniyetsizlik hissettirilir bir şeklide.

Çünkü o kadın önüne geleni hemen kabul etmez, itiraz eder, düşüncelerini ifade etme durumu vardır.

Bu yüzden her iki kesim de bundan hoşlanmaz.

Başörtüsü yasaklarında hizmet alanında çalışan türbanlı, hatta birçok başörtülü kadın vardı.

Bunlardan kimse rahatsız değildi. Fakat başörtülü kadınlar üniversite okuyup kamuda ya da farklı alanlarda başarı göstermek isteyince sorun olmaya, sıkıntı çıkmaya başladı.

Seküler devlet zihniyeti bunu bir müddet başörtü yasağı ile kendince çözdü. Ancak muhafazakâr zihniyet henüz daha ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyor. Çözmek için de uğraşmıyor.

Ancak başörtülü olarak hizmet alanında çalışan kadından memnunlar; onun uzun saatler çalışması evini, çocuğunu, eşini, ihmal etmesi dindar işverenin hiç umurunda değil. “Bir an önce evine git, çocuklarınla, eşinle ilgilen!” diyen kimse yok.

Hatta “Biraz daha kal, akşam toplantımız var. Gece saat on bir-on ikiye kadar kalsan çok memnun oluruz. Bize çay ikram et!” demekten çekinmezler. Gecenin bir vakti kadının yalnız evine gitmesi, otobüslere binmesi onları hiç rahatsız etmez. Ama bir kurumda başörtülü bir yönetici iseniz eve geç gidiyorsanız, “Bu kadınlar dışarıda çalıştıkları için evini, çocuklarını, eşini ihmal ediyor!” derler hatta bir hoca efendinin(!) söylediği gibi “Çalışan kadın eşinin cinsel hayatını da ihmal ettiği için çalışmamalı!” diyebiliyorlar.

Birkaç yıl önce bir vakıfta yönetici kademesinde bir müddet görev almıştım. Yönetim kurulu toplantısının tamamı erkeklerden oluşuyordu. Ben de yönetici konumunda olduğum alanla ilgili yönetim kurulu toplantısına katılmak durumundaydım.

Beyefendiler geç vakit işten çıktıkları için toplantı geç saate kalıyordu. Görev aldığım kurum ise, gündüz çok kalabalık,  gece kimsenin olmadığı bir semtte idi.  Gece geç vakitte eve gitmeme kimseye bir şey söylemiyor, hani “Sizi bir araçla gönderelim.” ya da “Biraz bekleyin, bir arkadaşımız bıraksın.” tarzında da bir teklif sunulmuyordu. Ben son otobüs saatine göre, “Otobüs saatim geldi. Gitmem lâzım.” deyip çıkıyordum toplantıdan.

Buna benzer çok vakalar duydum.

Örneğin,  dindar vakıf ve derneklerde hem gönüllü, hem de profesyonel ücretle çalışan kadın çoktur. Bunların gece geç vakit eve gitmesi çocuklarını, eşlerini ihmal etmesi hiç söz konusu edilmez. Çünkü onların emeğinden faydalanılır, hatta bazı kadınlar kıtalar arası seyahate, Afrika’ya, Asya’ya gönderilir.  Oradaki vakıf çalışmalarını yayması ve çalışmalara öncülük etmesi için. Bu kadınlar bir hafta on gün hatta daha fazla süreyle evlerinden,  çocuklarından eşlerinden uzak kalır.

Bunlar hiçbir yazıya konu edilmez, hiçbir hoca efendi bunu video çekip konuşmaz. Çok enteresan bir ikiyüzlülük sürüyor derinden ve sessizce. Kadının çalışması ile ilgili hem dindar hem seküler camiada kadın okusa bir suçlu, okumasa ayrı suçlu olarak algılanır. Okusa bir eksik, okumasa diğer bir eksik! Kadının hayatı ile ilgili henüz ne seküler, ne de İslami çevrelerde ciddi bir görüşe ulaşılabilmiş ve karara varılabilmiştir.

Devam edecek

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

Yardım Kuruluşları Kendilerini Kapatsın – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

“Hayatta her şeyin fazlası zarardır.” kaidesini benimseyecek olursak hayatının bütününü yardım faaliyetlerine adayan güzel arkadaşlara bir iki kelam etmek istedik.

Sahadan gelen bir arkadaşınız olarak samimiyetinizi, niyetinizi, gayretlerinizi yargılamak haddime değildir, kimsenin olmadığı gibi ama ortada had safhada bir vakıa var ve bahsedilmesi icap etmektedir. Burada mevzu bahis olan, kişilerden ziyade gelinen süreçtir; üzerimize alıp şahsileştirmeye hacet yok ama üzerimize düşen vecibeler de var.

Hayat bütüncül bir kurgudur; dengeli, koordineli, çeşitlilik içinde tamamlanır ve anlam kazanır. Salt bir alan/meşguliyet/düşünce insanı daraltır, noksan bırakır. Bireysel noksanlığımız bir yana, birçok alandaki toplumsal sorumluluklarımızdan uzaklaştırır bizleri.

Salt tasavvuf, salt edebiyat, salt eğitim, salt ibadet, salt ideoloji, salt ticaret ne kadar yanlışsa salt yardım faaliyetleri de bir o kadar yanlıştır. Buradaki yanlışlık fiiliyatın kendisi veya alanı değil “salt” olmasında yani yanlışlık, diğer alanlarda eksik bıraktığımız yükümlülüklerimizde! Toplumdaki gelir eşitsizliğine, muktedirlerin zulümlerine, haksızlıklara, sömürülen emekçilere, katledilen ekine ve nesle dâir kelam etmeden hayatını pür para kazanma derdiyle, çiçek böcek edebiyatıyla geçirip veya varlığını akademiye vakfetmekle veya yat kalk ibadetle tekkelerde geçirmekle olmuyor. Aynı şekilde mevzumuz olan yardım faaliyetleri de benzer kategoriye tekabül etmektedir.

Bu düzleme ne vakittir nasıl düştük, düşünüp irdeleyerek tespit etmek gerekmekte. İslamsı bir iktidar döneminde muhafazakâr cenah ister istemez siyasal sorunsallara parmak basmaktan kaçınır (Sorunları halifemiz çözecek diye!) hâle gelmiş, siyasal düzlemdeki sorumluluklarını abdestli-namazlı iktidar/larına devretmiş, kendileri de boşlukta kaldığından bahsi geçen alana daha da yoğunlaşır olmuşlardır. Eskiden de Müslümanlar vakıf-dernek ve özellikle yardım faaliyetlerinde aktif ve işlevseldi ama son 15-20 yıldır tek işleri bu olur oldu! İktidara eklemlenmiş durumda olanlar haricindekiler de mevcut nizama ters düşmeyecek, siyasal bir yansıması olmayan bu kulvarda, risksiz steril bu tatmin alanında kalan ömürlerinin gününü saymaktalar!

Tabi ki yardım faaliyetlerimiz sürecek, sadece İslami kimliğimizden değil insan olmamızın bir gereğidir bu! “Komşusu açken kendi tok yatan bizden değildir.” şiârıyla yaşayanlar, ister istemez yardımını yapar ama bunun bir oranı, orantısı olur zannımızca! Diğer faaliyet alanları gibi en fazla %10-15’lik bir yere tekabül ediyor olmalı değil mi? Yukarıda ayrıntıladığımız gibi insanın hayatının yekûnunu herhangi bir şey oluşturuyorsa bu sıkıntıdır. Kurumsal olarak varlığını, zamanını, zihnini, insan gücünü, eforunu bütünüyle bu alana kanalize etmek de nedir!

İslamcı camiadan beklenen, düzen ile esaslı bir yüzleşme ve bu yüzleşme doğrultusunda toplumsal sorunlara eğilmek iken genel hassasiyet düzen ile yüzleşmeyi bir kenara bırakıp, düzen içi imkânlara hücum etmeye dönüştü. Hâliyle toplumun düzen karşısında savunulması, toplumu düzen karşısında uyarmak, düzeni toplum karşısında eleştirmek ve itiraz kültürünün örgütlenmesi terk edilmiştir. Bu yüzden hayr umarken şerre tekabül eden bir STK işgali altındayız. Kaldı ki bu yapıların da ne kadar sivil olduğu tartışılır çünkü nice STK bugün SDK’ye (sivil devlet kuruluşları) dönüşmüştür. Düzen ile esastan yüzleşme ve toplumsal alanda adaletin ikamesi doğrultusunda STK çalışmalarına ihtiyacımız var. Adaletin ikamesi konusunda mücadele etmeyi ve tavır almayı bir kenara bırakmış bu yapılar, toplumu yardımlarla oyalamakta ve zulmün/yoksulluğun müsebbibi iktidarların (bir faraş misali) ardını toplamaktadır.

Adeta TC’nin sosyal devlet vasfını gönüllü olarak Müslümanlar yürütmektedir, muhafazakâr camia yardım-dernek vakıf işlerinden elini çekse Türkiye devletinin, hiçbir “sosyal devlet” vasfını yerine getirmediği çıplak gözle görünür olacak neredeyse!

Bataklığı kurutmak yerine sinekleri öldürmeyle meşgul oldukça bataklık öngördüğümüzden de daha fazla büyüdü, büyüyor, büyüyecek. Artık yokluktan açlık evresine büründü ahval; israfı doğuran, zenginle fakir arasındaki makası açan, zulüm üreten, insanları zihnen ve fiilen köleleştiren odakları bertaraf etmeden yapacağınız yardımlar dolaylı olarak bu odakların varlığını beslemektedir.

Camia içerisinde bir de son zamanlarda hobileşen arama kurtarma faaliyetleri var. Açık konuşmak gerekirse bizim işimiz arama kurtarma faaliyetleri yürütmek mi? İşiniz gücünüz bitti, ortada zalim/tâğût/firavun kalmadı da spor yapasınız dağ havası alasınız mı geldi, hayırdır! Devletin sosyal devlet ödevlerini üstlendik, doğal afet sonrası hizmetlerini de mi biz sırtlanacağız!

Pardon “artık devlet bizdik” değil mi? Unutkanlığıma, cahilliğime, ayak uyduramamışlığıma verin!

Bu alışkanlık haline gelmiş durumdan radikal kararlar alarak çıkabiliriz. Yardım faaliyetlerinin hakkını vererek bütüncül ve dengeli hareket eden, riske girip eş zamanlı olarak bataklığı kurutmaya dâir de söylem ve eylemlerde bulunan oluşumlar da arada kaynayacak! Had safhada olan mahrum bırakılmış ihtiyaç sahibi mazlumlara (kısa bir süreliğine) el uzatılamamasına da sebep olacağız ama şakası bir yana ciddi ciddi bütün dernek ve vakıfları, yardım kuruluşlarını kapatalım! Biraz boşluğa düşülecektir ama belki önceliklerini, sorumluluklarını tekrar hatırlar, bataklığı kurutmaya dair faaliyetler yürütüp yarına güzel günlerde uyanabiliriz. O vakit hâlâ ihtiyaç sahibi kalmış kişilere her türlü paylaşımla umut olabiliriz.

NOT: Olağanüstü bir durum olan deprem krizi ve depremzedelere âciliyet gerektiren yardım faaliyetleri bu vurgumuzun dışındadır.

Umarım üst perdeden ifadelendirdiğim meramım anlaşılabilmiştir.

Saygılar, sevgiler…

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Beyaz Önlük Neyi Örter?

Yayınlanma:

-

Milli Eğitim Bakanlığı, yeni eğitim yılında öğretmenlerden beyaz önlük giymelerini istedi. Böylece öğretmenler öğrenciler için “rol model” olacakmış.

Çocukluğumuz kara önlük içinde geçti. Karanlık bir dönemin nişanesi gibiydi zahir! Biçimlendirilmek için sıralanmış minnacık kalpler, dimağlar olarak ideolojik tornalara sunulduk. “Karalar bağlamış!” da denilebilirdi hâlimizi ifade etmek için! Kocaman bez, dantel ya da naylon beyaz yakalıklarla birlikte torna tezgâhının birörnek ürünleriydik.

Böyle devam etti. Kara önlüklerin yoksulluğu örttüğünü, böylece bütün öğrencilerin eşitlendiğini iddia etti öğretmenlerimiz, müdürlerimiz ve onlara inanan bir kısım büyüklerimiz. Doğruydu, fukara halkımız, evladına ikinci gün farklı bir kıyafet yetiştirmekten mahrum halkımız için kara önlükler bir kurtarıcıydı. Nasıl olsa dokuz ay boyunca farklı kıyafet derdi olmayacaktı.

Uzaktan bakılınca eşitlik tamamdı! Sosyalistler bile bu hıza şaştı!

Gelin görün ki zengin çocuklarıyla yoksulların görece eşitliği pek uzun sürmüyordu. Dökülüyordu kara önlükler! Mahallede ve evde kaçıncı tura çıkmışlardı! Eprimiş, solmuş, kendini çoktan bırakmış önlükler, türlü yamalıklarla hayatta kalma mücadelesi veren pantolonlar, siyah ipliklerle derin yırtıkları kalın kalın dikilmiş beyaz naylon yakalıklar düzenin yalanını suratlara çarpıyordu! Ayakkabılar, kara lastikler, harçlıksız cepler fukaranın çocuklarını okul duvar ve bahçelerine savurup duruyordu.

Yalanlar suratlara çarpılmayı hak ederler elbette!

Sonra mavi, daha sonra rengârenk oldu önlükler, formalar. Kısmen serbestleşti kıyafetler lâkin zihinsel kuşatma aynen devam etti. Öğretmenler devlet memurlarının kılık-kıyafet şartnamesine bağlıydılar, ancak yaklaşık on yıldır sendika kararlarıyla serbestler. Başörtüsü yasakları kalktı, yerine “Siyah ya da lacivert olacak!” dayatması geldi.

Zihinlerdeki prangalar pek bir muhkemdi. Yeni bakan memleketi biçimciliğe dönüşün kurtaracağını düşünen bahsettiğimiz saplantının bir uzantısı olarak “Beyaz önlük!” dedi. “Beyaz”dı nihayetinde, nispî bir olumluluk barındırıyordu. Örteceği meselelere dâir antipati uyandırma ihtimali düşüktü.

Resmî ideoloji ile kapitalizmin eğitim hayatını, çocukların ufkunu kapatmasını örtebilirdi mesela! Mesela “eğitim” denen alanın kökten sorgulanmasını engelleyebilir, “okul”un ne manaya geldiğini, küreselleşme çağında nereye evrildiğini, dijital zamanlarda fonksiyonunun ne durumda olduğuyla ilgili tartışmaları öteleyebilirdi. Başta Kürtçe olmak üzere baskılanıp yasaklanan dillerde onca insan evladının Allah tarafından verilen haklarının nasıl gasp edildiğini gizleyebilirdi mesela! Yine, yıllarca dirsek çürüten çocukların önemli oranda okuduğunu anlama probleminin olduğunu, üniversite sınav sonuçlarına bağıra bağıra yansıyan akademik sefaleti sorgulamayı unutturabilirdi. Piyasalaşmanın hakikati nasıl yuttuğunu, geleceksizlik batağında çırpınan milyonlarca gencin oluşturduğu devasa kitleye yenilerinin eklenmekte olduğunu tartıştırmazdı!

Karasından beyazına önlük ve formalar, ulus devlet aracılığıyla muhafaza olunan sermaye düzenine ideolojik formasyonla terbiye edilmiş kitleler üreten okul gerçeğini örtmeye çalışırken hakikatin ışıkları da elbette hayatlara sızmaya devam edecek etmesine ya bakalım bunca hakikati örtmeye çalışacakların sıradaki yeni örtüleri neler olacak!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yol Haritasında Yeni Durak: İfsada Karşı Akbelen Direnişi

Yayınlanma:

-

Bir yandan aşırı sıcaklar, bir yandan Akbelen direnişi… “2023’ün yaz mevsimi ileride nasıl hatırlanacak?” diye sorulsa bu ironik cevap düşecek aklımıza. Zam yağmurunu da ekleyen olacaktır haklı olarak.

Bakın “orman, yağmur, sıcak” kelimeleri peşi sıra nasıl da diziliveriyorlar! İsmet Özel’in “Amentü” şiiri yetişsin burada imdadımıza! (Her ne kadar “Şiir öldü mü?” muhabbeti yapılsa da şiir, hayatı kavrama/kurtarma kabiliyetine her zaman sahiptir.):

Hayat

dört şeyle kaimdir, derdi babam

su ve ateş ve toprak.

Ve rüzgâr.

ona kendimi sonradan ben ekledim

İnsan da bu terkiple bir manaya kavuştuğundan yine o terkibe kendini ekleyerek Akbelen direnişine koşmalıdır. Karadeniz’i boydan boya kaplayan HES inşaatlarına koşmalıydı. (Pek çok yer için hâlâ geç kalmış değil.) Taş ocaklarına, JES’lere, altın madenlerine, kıyılara, zeytinliklere vedahî benzer bütün yıkımlara koşmalıdır.

Koşanlar oldu, vâr olsunlar ancak benzer anlarda olduğu gibi azdılar, hatta azın azı! Çünkü devletin ve sermayenin karşısına dikilmek birçok bariyeri aşmakla mümkündür. O bariyer her farklı kişi ve çevreye göre değişir. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanar, bir yandan sermaye koca ormanları her bir ağaca motorlu hızarlarla saldırarak yok eder, bir yandan kolluk bütün imkân ve araçlarıyla tabiatı savunan halkın karşısına dikilir ve bu bütün bu tabloya alenen “Hayır!” demeyi engelleyen bariyerler vardır!

Tabiatın kesiksik, yaygın ve derinlemesine yağmalanmasının ne anlama geldiğini daha önce tartışmıştık. Bu sistematik, görülemez, gözden kaçırılır bir hakikat değilse bunca bariyer nasıl da çıkıveriyor ortaya! Biraz Müslümanlığınız, biraz insanlığınız, biraz siyasal bilinciniz, biraz tabiatla temasınız varsa bu talanın, bu amansız saldırının karşısına hemen dikilmelisiniz.

Zamlardan gözünü açamadı mı halkımız 2023 yazında? Evet, açamadı. Ekonomik göstergeler halkımızın üzerine bir çığ gibi, bir karabulut gibi, dehşetli bir afet ve belâ gibi çökmedi mi? Evet, çöktü. Peki, bu hengâmede koca orman nasıl yok ediliyor Akbelen’de? Erbaa’da, Tokat’ta, Fatsa’da, Dersim’de, Kaz Dağlarında, Şebinkarahisar’da ve adını çıkaramadığımız pek çok yerde devletin korumasında sermaye tabiatı nasıl delik deşik ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor? Bu zamlar ve ekonomik yağma düzeni ile bütün bu tabiat talanı arasında nasıl bir münasebet olabilir?

Neoliberal iman, tevhid ve adalete düşman bir müfsid sapkınlıkla her tür ıslah cephesinin tam karşısındadır ve şu ayetin alenen muhatabıdır: “Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın!” (A’raf, 56) Bu ifsad, kapitalizm sıkışıp duvara tosladıkça derinleşecektir. “Geriye pek bir şey kalmadı!” da diyebilirsiniz elbette. Bilemiyorum, belki öyledir ancak şundan eminim ki bu şeytanlık, kendisi için gidilebilecek hiçbir menzilden vazgeçmeyecektir.

Bu durumda lafı uzatmadan ve izninizle net bir şey söylemeliyim: Şeytan ve tağut yeryüzünde kol gezerken (Tony Judt’un “Kötülük Kol Gezerken” adlı kitabını hatırladım şimdi!) ve Rum sûresinin meşhur 41. ayeti “İnsanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı.” diye zihnimizde çınlayıp dururken Akbelenlere koşmamak da utanç olarak cümle ümmet-i müslümana yeter!

Bu kadar net bir perspektif eğer inananını harekete geçirmiyorsa söyleyecek hem çok şey var, hem pek bir şey yok! Akbelen direnişine ve benzer direnişlere destek verenler üzerinden birtakım spekülasyonlar yapanlara meydanı boş bırakmayan ve hakikati haykıran gür sada olmak mümkündü. Yine mümkündür çünkü yeryüzünde ifsad çağrı ve çabası bitmeyecektir. Bu yıkım cephesine karşı hayatı savunan bir ıslah cephesi inşa etmek açık akidevî bir sorumluluktur.

Takip edilecek yol için buraya bir pusula bırakmıştım. Çürümüşlüklere karşı gerekçe ve güzergâh tartışma ve pratiklerle elbette zenginleştirilebilir. Çokça konuşulan iman-amel bütünlüğü her ifsat alanında olduğu gibi bu yaşamsal mevzuda da belirleyici olmalıdır. Tüm yeryüzündeki benzer talan ve yağmalara karşı direniş mevzi ve halkalarıyla sahih, sağlam bir cephe hattı kurmak zorundayız; imanî ve insanî olarak başka seçeneğimiz yok.

İsmet Özel’in hayatın ikamesi için kendini beşinci unsur olarak eklemesi, su, ateş, toprak ve rüzgârdan oluşan toplama doğru bir kapışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamak içindir. Kapitalizm duvara tosladıkça daha bir saldırgan olacaktır. Zamla, yağmayla, talanla, her tür sömürü mekanizma ve aracılığıyla saldıracaktır. Neoliberalizm denen tâğûtî düzenin karakteri budur. Bu düzene karşı cevabımızı yine İsmet Özel’den bir şiir başlığı ile verelim, ancak o kapışmada taraf olarak hayatın kâim olabileceğini unutmadan:

Evet, İsyan!

Devamını Okuyun

GÜNDEM