Köşe Yazıları
Toplamda Belirecek Çıkış

Yayınlanma:
4 yıl önce-

Ulus-devlet süreçleri sadece bizim coğrafyamızda değil bütün dünyada başka bir aşama, başka bir zihniyet inşa etti. Bu aşama ve zihniyetin ürettiği kırılma ve açmazlar devam ediyor.
Bu açmazların bizim coğrafyamızdaki en görünür tablosunu Kürt meselesi oluşturmaktadır.
Yoğun olarak dört ulus-devlet arasına sıkıştırılan Kürt halkı, etrafında dönenip duran bir belâ ve zulüm girdabına dûçâr edilmiştir.
Bu minvaldeki yazı ve tartışmaların uzun yıllar boyunca yoğun bir şekilde ilgili herkesin önceliğinde yer aldığını biliyoruz. Tekrara lüzum yoktur. İşlenmesi gereken, çıkışın yol ve yöntemidir.
Kayyım politikaları ile anlamsızlaşan seçimler, tercihleri bir çırpıda yok sayılan Kürt halkı, siyasi sâiklerle tutuklanan Kürt siyasetçileri, Suriye’nin kaotik ortamında küresel partnerlerden yerel dinamiklere kadar geniş bir alanda işbirliği yapan kimi Kürt oluşumları, Irak’ın kuzeyinde bağımsızlık referandumunu gerçekleştiren özerk Kürdistan yönetimi, İran’da siyasi idam cezalarıyla gündeme gelen Kürt muhalifleri farklı yönelim ve cepheleriyle geniş bir siyasal/toplumsal hareketliliği imliyor.
Türkiye’de tıkanan çözüm süreci, içeriği net bir şekilde açıklanmamasına rağmen pozitif bir tesir üretmiş, çatışma ve ölüm iklimi yerine huzuru ve yaşamı işaret eden bir iyimserlik hâli üretebilmişti.
Temeli sağlam olmayan bir binanın ilk hareketlilikte yıkılması kaçınılmazdır. Adaletin tesis edilmediği bir vasatta atılan hiçbir adım gerçek manada sorun çözücü olamaz. Adalet de ancak bir hakikate bağlı olarak inşa olunabilir.
Hakikatin; devletler, örgütler, akabinde de sürece dâhil olacak emperyalist aktörler marifetiyle iptal edildiği, üzerinin örtüldüğü bir zeminde yol almak güçtür. Hakikatin neşvünema bulmasını imkânsızlaştıracak etkenlere şüpheyle bakılmalıdır.
Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak Rabbimiz tarafından yasaklanmıştır. Farklı renk ve dillerin Allah’ın ayetleri olduğu ilahi vurgusunu iptal eden şirk zihniyetleri dertlerimizin en büyük müsebbiplerindendir. İlahi irade ile savaşmak halklarla savaşmaktır, şirkin türlü veçheleri insana henüz dünyada iken cehennem hayatı yaşatmaktadır.
Başlangıç olarak herkesi, bütün tarafları işte bu hakikate davet etmelidir. Vahyin kurtuluş reçetesinden başka esaslı ve kalıcı bir çıkış bulunamaz.
Vahyi kabul etmek istemeyen taraflar, kişiler çıkabilir, çıkacaktır. Adil olmak, mütecaviz olmamak ve saldırgan-sömürgeci herhangi bir tarafla işbirliği yapmamak kaydıyla her türlü müzakere ve anlaşmada taraf olunabilir. Bütün aktörler, en azından buna davet edilmelidir.
İnsanların, hak ve hukukunu müdafaa etmek kimseye zor gelmemelidir. İslami sorumlulukların temelinde de elbette bu vardır.
Ulus devlet zihniyetini yansıtan iradelerle barış ve huzur yakalanamaz. Başka bir kavmin varlığına, diline ve kimliğine dönük amansız ve anlamsız red, kınanılası en büyük utançtır. Yapay ve diğerine dayatılan kimliklerle varılacak tek yer faşizm evrenidir, mutlak tıkanıklıktır. Yeryüzünde mülkü yağmalamak, ortak sahiplerinden gasp etmek karşı durulması gereken en büyük günahlardandır.
Sayıp sıraladığımız bu günahlar bölgemizde en çok Kürt halkının yaşadığı coğrafyalarda cürüm olarak kendini göstermektedir.
Müslümanın cürüm karşısında duruşu bellidir: Adaleti talep etmek ve bu doğrultuda sebat etmek! Hem mazluma, hem zalime yeni bir anlayışı, geleceği, dünyayı davet ve tebliğ etmek! Bütün tarafları Allah’ın ipine sarılmaya çağırmak! Çünkü kurtuluş herkesin, her tarafın hakkıdır, kurtuluş çağrısından kimse muaf tutulamaz. Kabul etmeyenler için elbette kendi tercihleri belirleyici olacaktır.
Siyasal ilişkilerin, düzenlemelerin temelinden kopartılan Rabbani düsturlar speküle edilerek bugün bölgemizdeki ulus-devletlerin şoven politikalarına yem edilmiş, esasa taalluk eden boyutları bu kötü niyet ve kullanımların neticesinde gözden düşürülmüştür. Bu noktada ıslah çabaları teoriden pratiğe uzanan geniş bir çizgide birlikte düşünülmeli ve icra edilmelidir.
Düşünsel ve fiili kuşatılmışlığı içinde İslam ümmetinin beli kırılmıştır. Neredeyse bütün alanlarda yozlaşmış bu devasa potansiyel, çürümüş iradelerin elinde ufuksuzluğa mahkûm edilmiştir. Bu vasat, bırakalım Kürt meselesini, herhangi en küçük bir toplumsal problemi bile lâyıkıyla çözemez!
Dönüp dolaşıp şoven politikaların tutsağı olan Türkiye siyaseti bu meseledeki açık tıkanıklığını çok yönlü güvenlikçi tutumlara bel bağlayarak göstermektedir. İslam dünyasına musallat olan konuşup-tartışamama ve türlü faydacı yaklaşımın ötesine geçip mihenk olarak vahyi kabul etmeme hâlleri tıkanıklığı beslemektedir.
Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabındaki “toplamda ortaya çıkacak bir kurtuluş” vurgusu uzun bir yolu, sarp yokuşu işaret eder ama çözüm oradadır. Modern ulus devlet paradigmalarının vâr ettiği ve yeni ulus devlet seçeneklerinden öte çözüm ihtimallerini dışlayan tekçilik, daha uzun ve yıkıcı bir geleceği çözümsüzlük olarak dayatmaktadır.
Radikal bir aşamaya, ses ve söyleme muhtacız. Kendini, önemli bir çoğunlukla müslüman kabul eden bölge halklarının zihinsel ve imani bir sıçrayışa, Kur’an rehberliğinde siyaset kurmaya ihtiyacı vardır. Prangaları kırıp parçalayacak, gelecek ufkunu toplamda vâr edecek tek seçenek budur. Bunu açık yüreklilikle beyan etmelidir.
Kürt meselesi, özelde İslami hareketlerin, genelde bütün siyasi hatların röntgenini çekip gerçek duruş ve samimiyetleri açık eden bir turnusol kâğıdıdır. Bu meselede de sahih bir zemine yaslanan radikal teklifler öne çıkmalı, bütün bu söylemsel zemini pratiğe geçirecek esaslı duruşlar üretilmelidir. Siyasal iradelerin süklüm püklüm olduğu bir dönemde bütün bu beklentiler uzak hayaller gibi duruyor ve bu durum kalıcı olmayan talep ve tavırları besliyor. Farklı taraflar top çevirmeye devam ediyor.
Teşhis ve tedavide bilginin, cesaretin ve bunlara bağlı eylemliliğin oluşturacağı sacayağından uzak hâller kimseyi umutlandıramaz. Birbirini besleyen yerel, bölgesel ve küresel siyasal aktörler arasındaki münasebet ve gerilimler, küreselleşme çağındaki konum ve niteliği sürekli tartışılan ulus devletler, ulus devlet yapılarını aşan her türlü sosyalleşme ve direniş biçimleri/ağları bambaşka bir dünyaya doğru sürüklendiğimizin açık göstergeleri iken, temel ve öncelikli meselelerdeki önerisizliklerle muhtemel önerileri yüklenecek kadro ve yapılardan yana yoksunluk acilen üzerinde durulması gereken öncelikli problemlerimizdir.
Bütün bu karmaşık ve çıkışsız gibi görünen tablo, gerilim ve baskı politikalarının devamından başka bir gelecek ihtimalini dışlamıştır. Bu dayatmaya izin vermeyecek olan irade, Rabbani ilkeleri bütün taraflara iletebilmeli ve o ilkeler çerçevesinde sebatkâr bir tavrı kuşanmada ısrarlı olmalıdır.
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)


Bu yazıda okuyacaklarınızın hiçbir yeni ve özgün tarafı bulunmadığını en baştan ifade edeyim.
Geniş bir kesimin duygu ve düşüncelerine tercüman olur sanırım ve dua ile karşılık bulur umarım.
Mâlûmunuz, 15 Temmuz 2016’da bu ülkenin başına büyük bir felaket geldi: Darbe. Halkın püskürtmesi sonucu teşebbüs aşamasında kaldı lakin o gün bugündür Türkiye iyi değil. Vücutta hızla yayılan bir kansere yakalanmış gibi.
O çağ dışı askeri darbe püskürtüldükten sonra oluşan geniş meşruiyet alanında başka bir darbe meydana geldi ve bir iç kanama gibi “sessiz ve derinden” ülkenin vücuduna yayıldı.
19 Mart 2025’te zirvesine ulaşıp artık infilak etmiş bu sivil darbe Türkiye’nin sinir uçlarında geniş bir dalgalanmaya yol açtı beş gündür.
Göstergeler vahim: Hukuk, yasa, anayasa yok.
Bunu kabul etmenin zorluğunu yaşıyor geniş bir kesim. Bir kesimse, “biz yıllardır uyarıyorduk” diyor. Bir diğer kesim ise kafasını kuma gömmüş, görmemek için çaba sarf etmeye devam ediyor. Kolay değil.
Yargı mekanizması paçavraya dönüştürüldü. Ülkedeki kurumlar iflas etmiş vaziyette.
Basın ve sivil toplum görünümlü yapılar çok büyük oranda çöp. Kötü koku ve yalan dolandan başka bir şey yaymıyorlar ülkeye. Utanmaksa eski devirlerde kalmış bir haslet adeta.
Yoksulluk diz boyu. Geniş halk kesimleri, bilhassa gençler feci derecede umutsuz. Umutları hunharca çalındı, yağmalandı.
Bu rejim, toplumun geniş kesiminin yüreğine nifak, öfke ve umutsuzluk tohumları ekmekle harcadı son 10 yılını.
Bu saatten sonra sanki bir hukuk devletinde yaşıyormuşuz gibi, sanki seçimler, sandık bir anlam ifade ediyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmanın âlemi var mı?
İsmet Özel, “tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim” demişti Yahudi Olmamak adlı şiirinde. İsme bak, harika bir şiir.
Tayyip Erdoğan o tuğlayı adeta Rab belledi, “ölene kadar bu koltuğu bırakmam” diyor. Kazanamadığı seçimi iptal ediyor, seçimde yenildiği rakibine kin güdüyor, ilk fırsatta o ve onun gibileri hapse attırıyor. Allah pervasızları sever, eyvallah ama hak yolunda!
Ortalık siyasi dava ve yurdun dört bir yanında o davalardan hapse atılmış siyasetçilerle dolu. Gazeteciler, aydınlar da cabası.
Allah aşkına artık şu işin adını bi’ koyalım ve bu ülkeyi elinde oyuncak gibi gören zat ve çevresindeki menfaat ordusu da rahatlasın.
Diyelim ki ona, “buyur, ülke senindir, sen Allah ömür verdikçe oyna, kafana göre takıl. Kimseye hesap vermeyeceksin, hiç ama hiç endişen kalmasın. Sal bu ülkedeki muhalifleri zindanlardan, sal bizi kafkaesk ülkenden. Sen sağ biz selamet! Allah’ın takdiri ecel, kapımızı çalana kadar takılalım olabildiğince başımızı belaya sokmadan. Sen de rahatla sana karşı olanlar da rahatlasın.”
Trump ve Netanyahu’nun soykırımdan henüz çıkamamış Gazze’de halen ne vahşetlere imza attığını görünce, halimize şükretmemiz gerektiğini bize vaaz eden rejime kulak verelim ey ahali!
Çoktan çivisi çıkmış, bir hayli gözü dönmüş bir dünyada savaşlar, işgaller, terör, türlü türlü kargaşa, kumpaslar, yağma, talan ve yalanlar içinde yaşadığımız gerçeğini kim inkâr edebilir. Allah sonumuzu hayreylesin.
Bana göre Erdoğan ömrünü darbeci olarak sürdürecek, darbeci olarak ölecek ve öyle de anılacaktır tarihte. Yanılıyor olmaktan memnuniyet duyarım. Ben Müslümanım ve Allah şahittir ki herkes için iyilik ve güzellik dilerim. Bir karıncayı bile incitmek istemem, “bile” diyerek hakkına girdiğim için de ayrıca helallik dilerim kendisinden.
Darbe süreci içinde yaşıyoruz. Demokrasi tiyatrosunda perdeler 19 Mart (yargı darbesi) itibariyle tümüyle kapandı, anlamayan kalmasın. Gişe önünde kuyruğa girmeye gerek yok.
Darbe karşısında beş gündür devam eden, belki de Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı sivil itaatsizlik süreci ne kadar devam eder, ne olur, tahmin etmek güç.
Yalnız, sivil itaatsizlik candır, not etmeden geçmek istemem. İnşallah kan dökülmez, insanlar tutuklanmaz, kimsenin canı yanmaz. Bunun için samimiyetle dua ediyorum. Herkesi hukukun içinde, sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum. Bolca da gürültü koparmaya elbette. Anayasanın geçerliliği kalmadıysa da, hakkımız bâkî: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” (M. 34)
Öyle zannediyorum ki belirsiz bir süre, bu acı gerçekleri içimize sindirmekle geçecek.
Bir kesim, söz konusu darbe sürecinde, darbecilerin kanatları altında bu dehşet verici vebali destekleme karşılığında sahte bir güvenlik satın alacak, şu yalan dünyada.
Bir diğer kesimse açıktan veya gizliden sivil itaatsizlik mezhebine geçiş yapıp direnmenin haklı onur ve gururu ile yaşayacak, razı olmayarak karşı gelecek ve “hak, hukuk, adalet” sloganları eşliğinde yaşamaya devam edecek.
Allah mazlum halkları korusun. Bizi haktan, adaletten ve direnmekten alıkoymasın. AMİN.

19 Mart 2025 tarihinde İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun bir şafak operasyonu ile gözaltına alınması Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olsa gerek.
Bu olayın, bir ismin veya partinin ötesinde, Türkiye’nin geleceği ile ilgili önemli bir eşik olduğu aşikâr.
Herhalde o gün yaşananlar, gözaltı ve operasyonlar 19 Mart Hadisesi gibi bir isimle anılacaktır. Bu da 15 Temmuz gibi bir gün işte. 15 Temmuz’da yaşadıkları güç zehirlenmesi ile hak ve hukuk yolundan tümüyle sapan Fethullahçıların darbesi şükür ki yarım kalmıştı. Bu darbe de yarım kalır mı? Milletin karşı çıkmasına bağlı.
Henüz belli değil ne zaman tamamlanacağı veya tamamlanıp tamamlanmayacağı.
Erdoğan’ın görünen en büyük rakibi gözaltında halen. Tutuklanır, mahkûm edilir, İBB’ye kayyum atanır ve CHP kapatılırsa iş bitmiş olur mu?
Seçimlerin de -en azından bir süre için- resmen ortadan kaldırılması lazım. Neden mi? Erdoğan bir süredir seçim kazanamıyor da ondan. (Erdoğan kazanamadıktan sonra seçim yapmanın ne anlamı var?)
Ne acı ki darbelerle, darbecilerle haklı olarak hesaplaşarak milleti arkasına alıp Cumhurbaşkanı olan bir isim yargı mekanizmasına atadığı “emir erleri” (memurlar) üzerinden darbe yapıyor -ülkenin başına darbeci kesilmiş- görüntüsü veriyor. Sayısız gazeteci, köşe yazarı, vatandaş, yıllardır olan bitenleri şu kelimelerle izah ediyor: “darbe”, “sivil darbe”.
35 yıl sonra gelen “diploma kararı” su katılmamış bir hukuksuzluk.
İstanbul Valiliği’nin 19-23 Mart tarihleri arasında sokaklardaki gösteri ve protestoları yasaklamak için aldığı karar su katılmamış bir hukuksuzluk.
İktidarın, pespaye bir cunta gibi apar topar ilave yasaklara sarılması müthiş bir acziyet göstergesi. Kaldı ki valiliğin kararına saygı duyan da uyan da pek yok. On binlerce insan 2 gündür sokaklarda protesto ediyor bu hukuksuzlukları.
Üzülerek belirtmeliyim ki iktidar, hukuk dışında cirit atmaya devam ederse 19 Mart, can çekişen hukuk devletinin resmen öldüğü ve yerine polis devletinin faaliyetlere geçtiği gün olarak, kara bir leke olarak tarihe geçti şimdiden.
Elbette 19 Mart şafağına bir günde gelmedi ülke. 15 Temmuz’dan sonra hukukta ve anayasal haklarda aşama aşama radikal şekilde kısıtlama ve karartmaya gidilmişti. Nasıl ki ilk 10 yıl iktidarın parlak yılları ise, son 10 yıl da feci derecede karanlık yıllardı.
Biz böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Asker veya sivil, tanklı tüfekli veya savcılı hâkimli darbelerin, darbeciliğin sahne aldığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Şahsen ülkeyi bu hale getirenlerden ve tüm bunlar olup biterken bile isteye iktidara destek verenlerden razı değilim. Çocuğunun beslenme çantasına yiyecek koyamayan anneler ve karnı aç çocuklar aklıma gelince hakkımı helal edeceğimi hiç sanmıyorum.
Biz hukukun en temel ilkelerinin geçerli olduğu, anayasal hakların korunduğu, ifade ve basın özgürlüğünün bulunduğu, masumiyet karinesinin hayatta olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Fethullahçılar darbe yaparken mesele yolsuzluk değildi. Ak Partili tepe kadronun yaptığı darbede de mesele yolsuzluk değil. Eğer öyleyse, eyvallah, ne güzel. Yolsuzlukla mücadeleye kim hayır der! Her belediye araştırılsın, elbette Ak Parti’nin yönettiği belediyeler dâhil!
Mesela Melih Gökçek yönetiminde Ankara’da vatandaşların hakları parsel parsel kimlere satıldı, neler oldu, araştırılsın. Bunu sıradan bir vatandaş olarak ben değil sonraki belediye başkanı Mansur Yavaş da talep etmiş hatta bunun için yetkili mercilere başvuru yapmış kaç kez. Araştırılsın.
Hukuktan, dürüstlükten, ahlaktan, mertlikten bahsedecekseniz, gelin suçla, suçluyla, yolsuzlukla, adam kayırmayla parti ayrımı yapmadan tam saha mücadele edelim. Bu ülkeyi bu çamurdan, bataktan kurtaralım. Var mısınız?
Birilerinin, “aman Allah korusun!” dediğini duyar gibiyim! Geniş mi dar mı bilmiyorum ama bir kesimin bu hukuksuzluktan çok sağlam menfaatleri var.
Kanun önünde, hukuk karşısında asla ama asla eşit olmak istemiyorlar.
Milleti, bir yaşam tarzı olarak sefalette, bitmek bilmez ekonomik krizlerde, yoksulluk ve açlık sınırının altında eşitlediler.
Yukarlarda hukuktan bağımsız iktidar kapışması son sürat devam ederken, kurumların itibarı yerlerde sürünürken, ülke darbelerle çalkalanırken oluşan faturayı yine gariban millet ödeyecek. Halk daha da fakirleşecek. Kimin umurunda!
Her cuma hutbeden millete “sabır” ayetleri okuyup Allah ile aldatırken, kendileri yedi sülalelerine yetecek konfor içinde yüzmeye devam ediyor nasıl olsa.
Olan millete oldu, oluyor, olacak. Değişmeyen yazgısı budur ülkenin. 100 yılı az çok böyle geldi geçti, Türkiye Yüzyılı da böyle geldi ve geçiyor.
Cumhurbaşkanı için harbiden üzülüyor insan. Sahneye çıkarken karşı çıktığı, kıyasıya eleştirdiği ne varsa yaşıyor, yaşatıyor, yapıyor, yaptırıyor!
“Ölmeden ben bu mevki makamdan, bu koltuktan ayrılmam” fotoğrafı yıllar sonra bir karikatür olarak kahvehane köşelerine asılırsa hiç şaşırmam.
O artık ibretlik bir hikâyenin kahramanı.
Geçmiş olsun diyelim. Ama geçmiyor, gitmiyor ve bitmiyor.
Darbeler ve darbecilik esas, hak hukuk ve özgürlükler bu ülkede istisna olarak ancak ara dönemlerde, yalancı baharlar gibi kısacık yaşanıyor halen. O aralara denk gelmek, o araları açmak, çok açmak, uzatıp yaymak, genişletip temellendirmek, hukukla tahkim etmek temennisi ile.

Uzun yıllar boyunca türlü vesile ve araçlarla egemen dünya düzeni müdahilliğinde sürdürülen Suriye’deki yıkıcı savaş, Aksâ Tûfânı süreciyle paralellikte nihayete ererken geride yepyeni bir fotoğraf bıraktı.
İsrail’in bölgedeki güvenliğini şansa bırakmak istemeyen ve bunun için neredeyse bölgedeki bütün direniş örgütlerine ev sahipliği yapmış, Arap ülkelerinin İsrail karşısında en dişlisi olagelmiş, bir yandan da dünya düzeninin şeytanlaştırdığı İran’la ittifaktan vazgeçmemiş Suriye’yi, bir an önce AKP iktidarı tarafından yönetilen Türkiye marifetiyle ikna edip ABD-İsrail cephesine transfer etmeyi arzulayan dünya düzeni, bu amaç gerçekleşmeyince artık Suriye’yi kesin olarak bertaraf etmek, Filistin’den Lübnan’a çıkarak oradan Irak üzerinden İran’a uzanan fay hattını tesirsiz hâle getirmek için fiili müdahaleye başvurmuştu.
Bu süreç, herkesin gözü önünde oldu. Yeni bir özete elbette gerek yok. Suriye’nin ve bağlı hatların beklenen sonuna paralel biçimde, plânlaması çoktan yapılan küresel enerji hatları için acımasızca kurban verileceği anlaşılan Gazze, yine paralel bir plânlamanın neticelerini yaşadı.
Yazının tam bu noktasında müslüman halkların emperyalizmle diktatörlükler arasına sıkışan varlıklarının siyasal ve özellikle psikolojik olarak nasıl bir kıskaçta ezildiğini hatırda tutmanızı isterim. İnşallah bu mevzuya döneceğim.
İsrail, egemen dünya düzeninin rızası ve desteğiyle saldırdığı Gazze’de ağır bir tahribata sebebiyet verdi. Siyonistler, Direniş’i mağlup edemese de bu tahribatın sonuçları Filistin halkı ve coğrafyası üzerinde kendini farklı neticelerle gösterecektir. Aksâ Tûfânı’na destek için savaşa dâhil olan Hizbullah’ın, İsrail’in Lübnan’a girme plânlarına engel olsa da başta lider kadrosu olmak üzere önemli kayıplar verdiği ortadadır. İran’ın hem doğrudan kendisine yapılan saldırılar hem de bölgedeki en önemli müttefiki Suriye’yi kaybetmesi nedeniyle güç duruma düştüğü açıktır.
Suriye’nin, neoliberal faşizmin “yeryüzünde talan edilmedik mıntıka bırakmama” arzusuyla kapitalizme açılması ile birlikte yürüyen İran ve direniş örgütlerinin bertaraf edilerek İsrail’in rahatlatılması plânını, hâl-i hazırda süren YPG ile HTŞ önderliğindeki yeni Suriye rejimi arasındaki pazarlıklarla ve yine o pazarlıkların Türkiye ayağına paralel seyreden Devlet Bahçeli önderliğindeki İkinci Kürt Açılımı müzakerelerini birlikte değerlendirdiğimizde o meşhur fotoğrafın, büyüyen pikselleriyle kendini özgüvenli bir şekilde herkesin nazarına sunduğunu söyleyebiliriz.
Suriye halkının savaş boyunca çektiği acılar, göç yollarında yok olan gelecekler, mülteci olarak maruz kalınan ırkçılık ve yoksulluklar elbette hiçbir hesaba sığmaz ve sadece egemen dünya düzeninin vahşiliğini, gözü dönmüşlüğünü kanıtlar. Diktatörlüklerle böyle bir hayat arasına sıkışan halklarımızın bu makus talihlerini ancak örgütlü ve hikmeti kuşanmış İslami hareketler dönüştürebilirdi lâkin onlar da entelektüel hazırlıksızlıkları nedeniyle henüz buna muvaffak olabilecek durumda değiller. Bu, pek çok defa görüldü. Şiddete çabuk eklemleniyorlar, silahı direnişin en temel ve vazgeçilmez enstrümanı olarak görüyorlar. Bu da problemleri derinleştiriyor, halklar için çok daha büyük acılar getiriyor, “silahlanma mekanizması”nın gerçek sahibi olan egemen dünya düzeninin elini güçlendiriyor. Sözün şiddetini iptal eden, hem bölge hem de dünya halklarını düşünsel/teorik bir çerçeveye yöneltemeyen hatta yakın temas hattındaki problemlerde böyle bir güce sahip olmanın avantaj ve kibriyle hareket ederek çözümsüz yeni sorunlar yaratan bu tutum, esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Özellikle Müslümanların, İslami hareketlerin bu köklü muhasebe olmaksızın hem kendilerine hem bütün bir ümmete hem de dünya halklarına bir yerden sonra sunabileceği yapıcı, üretici bir öneri olamayacaktır.
Egemen dünya düzeninin otoritesini bariz bir şekilde pekiştirdiği Ortadoğu’da, Türkiye’nin yeni Kürt çözüm sürecine şaşılası bir acelecilikle başlaması, akla gelebilecek bütün tarafların siyasal ve düşünsel hazırlıksızlıklarını ibretamiz bir şekilde açığa çıkarmıştır. Sadece az evvel kendilerini değerlendirdiğimiz İslami hareketlerin değil, faklı siyasal hatların da ne kadar zayıf olduğu, egemen siyaseti okuyamadıkları gerçeği belirginlik kazanmıştır. Dünya düzeninin ortakları güçlü ve iddialı bir edayla muhatap ve muarızlarını kendi güzergâhlarına sokmakta mahirler. Yeni bir dünya vaat etmesi, bunun ufuk ve usullerini ikna edici bir şekilde anlatıp örneklemesi gereken muhalif siyasi hareketlerin bu güçlü egemen bloğa karşı nasıl bir pozisyonda bulunduklarını sebepleriyle analiz etmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak Ortadoğu’da şekillenen ve emperyalist müdahaleciliğin bir ileri aşaması diyebileceğimiz yeni süreçte yerini aldığını ve ufak tefek pürüzleri gidermeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bütün bu adımlar egemen dünya düzeni inisiyatifinde yapılan pazarlıklarla ilerliyor. Türkiye’nin Kürt meselesindeki adımının insani/vicdani/İslami/ahlâki saiklerle değil de hem Turgut Özal zamanındaki gibi “Kürtlerle büyüme” stratejisini devralması hem de tabanının öfkesini izale etmek maksadıyla yürüttüğü İsrail karşıtı popülist politikalara rağmen İran karşıtı pekişen eksende ısrar etmesi, toplumsal çok boyutlu ilkesel zaafları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreci sorgusuzca olumlamak elbette kabul edilemez.
Suudi Arabistan’dan Afganistan’a, Türkiye’den Suriye’ye kadar dindar görünümler siyasal arenada egemen oldu ancak dindar görünümlerin küresel sisteme çok boyutlu eklemlenişleri devam ediyor. İslam’ın küresel sistem tarafından kol ve kanatlarının budanarak sözüm ona kabulünü büyük bir tehdit ve çaresizlik olarak algılayamayan İslami çevrelerin düşünsel zafiyetlerinin had safhaya çıktığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bütün aldatıcı görünümlerin bir araya geldiği bu akıl tutulması ânında, problemlerin fevkalâde iç içe geçerek kristalleşmesi esasen ileri derecede benzersiz ve ürkütücüdür. Karşıda beliren tabloya karşı fikri kavrayış çabasıyla, ülkelerinden bölge ve dünyanın her bir tarafına uzanabilme kabiliyetine sahip örgütlenme yükümlülükleri öylece ortada durmaktadır.
ABD ile Rusya’nın Ukrayna savaşını müzakere etme biçiminin benim “egemen dünya düzeni” tanımlamamı haklı çıkaran mahiyetine dikkatinizi çekmek isterim. Modern dönemdeki emperyalist bölüşüm savaşlarının bir uzantısı olarak görülebilecek bu savaşlar, egemen düzenin bileşenleri arasındaki itiş kakışlardan öte değerlendirilemez. En nihayetinde bu bileşenler, ezilenlerin adalet taleplerine mugayir bir pozisyonda ittifak edeceklerdir. Dolayısıyla kendi öz gücüne, dünyayı/insanlığı dönüştürebilme kabiliyetine sahip olmayan taraflar, sadece tepişen fillerin ezildiği çimler olacaktır.
İslam’ın insanlığa vaat ettikleri, tâbilerine ya da muhataplarına söyledikleri, söylemek istedikleri ile söylemedikleri bugün iyice belirsizleşmiş ve güncel çekişmelerin “dünya gerçekleri”ne kurban gitmiştir. Müslümanlar, tezlerini insanlığın önüne koyup hakikate çağıran bir rolü üstlenmekten ziyade pazarlıklar aracılığıyla irili ufaklı birtakım kazanımlara odaklanmanın ötesine maalesef geçemiyorlar. Bunun, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok sebebi var elbette. Emperyalizm tarafından kıskaca alınmış, anlık yaşamsal aciliyetlere öncelik vermek zorunda kalmış müslüman topluluklara böyle bir eleştiride bulunmayı haksızlık sayanlar çıkabilir ancak problemlerimizin kökleriyle yüzleşmedikçe yaralarımız kanamaya devam edecektir.
Suriye iç savaşı değerlendirmeleri, tebliğ-davet-mücadele usullerine dâir nebevî kriterlerin onca tartışılmışlığına karşın yetersizlik ve zafiyetleri ortaya koyan ilk trajik örnek değildi. Bu dolayımdaki örnekleri farklı aşamalarıyla değerlendirilebilecek Afganistan tecrübesinden Filistin direnişine, İran devriminden Kafkas mücadelesine kadar pek çok sahayla çoğaltabiliriz. Şimdi, Suriye merkezli olarak ortaya çıkan yeni fotoğraftan Kürt açılımı olarak Türkiye’nin payına düşen yeni duruma yaklaşımlarda da benzer bir kriz yaşamaktayız. Düzenle çoktan bütünleşmiş ana akımın bir şekilde dışında kalmış İslami çevrelerin bu hususta genel geçer taleplerin dışına çıkabilmiş esaslı bir söylem üretememiş olması, İslam ümmetinin yaşadığı genel tıkanmayla benzerliği ortaya koysa da şimdiye değin her türlü olumsuzluklara rağmen üretilmiş ilkeselliklere ters düşebilecek önerilerin beyan edilmesi ayrı bir umutsuzluk ve çaresizlik olarak değerlendirilebilir. Bütün dinamikleriyle süreci anlayıp ona karşı nebevî bir duruş/ilkesellik/pratik/örgütlülük niyet ve cesareti olmaksızın mevcut çevrimin dışına çıkılamaz ancak onun, doğal olarak da sorunun bir parçası olunur.
Egemen dünya düzeni, şu an hem teorik hem de güce dayalı zorbalıklarla kendini dayatan bir pozisyondadır. Müslümanların modern kapitalist medeniyetin argümanlarından imtina ederek resullerin pratiklerinden ve vahyî ilkeselliklerden devşirebilecekleri bir yol haritası pekâlâ mümkündür. Problemler bugünden yarına çözülemez ancak bizden miras kalan şey ilkesellikler ve onların beslediği pratikler olabilir. İşte ancak o ilkesellikler başka bir güzergâhı vâr edecektir.
Modern tasarımların bütün bağları parçaladığı; dinin, alabildiğine tepkisellikler üzerinden alan bulduğu; işgal, devlet, diktatörlük ve hikmetsizliklerle silah ve şiddete teslim olmuş Ortadoğu’nun şûralardan kopuk halklarının şimdiye kadar herhangi bir derde deva olmamış paket önerilerden ziyade mezkûr ilkesellikleri öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var. Ancak böyle bir perspektifle bu yeni durumun aşılmasına niyet edilebilir. Bu yeni durumun, egemen dünya düzeninin hemen hemen bütün unsur ve çemberleriyle İslam’dan neşet edecek bir hakikat umudu insanlığı sarıp kuşatmasın, diye abandığı Ortadoğu’ya vaziyet eden bir kuşatma olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Kürt meselesinden Suriye iç savaşına; silah ve şiddetin, direnişin anlamlarına; küresel ittifaklar ve işbirlikçi rejimlerin pozisyonlarına; İslami olanla sûret-i haktan görünen hakikat iddialarına varana dek her bir ölümcül meselemizi kavrayıp çözmeye niyet ederken yanlış iliklenen bir düğme, pek çok şeyi berbat edebilme potansiyeli taşıyacaktır.