Connect with us

Yazılar

AFGANİSTAN: Aktörler, İç Savaş, Günlük Hayat ve Barış Görüşmeleri

Yayınlanma:

-

Bu yazıda Afganistan’daki mevcut durum, 20 yıldır Afganistan halkı ve ülkesinin kaderi üzerinde etkin rol oynayan iç ve dış aktörler, iç savaş, Afganistan’da günlük hayat, Afganistan halkının karşı karşıya bulunduğu sorunlar, ABD-Taliban anlaşması ve Afgan gruplar arasında devam eden barış görüşmeleri kısaca ele alınacaktır.

AFGANİSTAN’IN SON DÖNEMİNE KISA BİR BAKIŞ

Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği 1970’li yılların sonlarından 1980’li yılların sonuna kadar Afganistan halkı ve Mücahitler olarak adlandırılan çeşitli siyasi gruplar Sovyet işgaline karşı savaştı. Mücahitlerle Sovyet Rusya arasında devam eden savaşta başta Pakistan, ABD ve Suudi Arabistan olmak üzere birçok İslam ve Batı ülkesi Mücahitlere para, silah yardımı ve lojistik destek sağladı. Özellikle Pakistan, Mücahitlerin ideolojik, lojistik ve kamplarının merkez üssü haline geldi. Zira bu süre zarfında Afganistan nüfusunun büyük bir kısmı ülkeyi terk edip daha çok Pakistan ve İran’a göç etmişti. Bunun yanı sıra Pakistan sınırları içerisinde bulunmakla birlikte Afgan(istan) kökenli olan ve kendilerini Afganistan’a ait hisseden çok büyük bir nüfus da yaşamaktadır. O sırada Sovyet Rusya’ya karşı savaşta öne çıkmış mücahit gruplar şunlardı: Rabbani’nin siyasi ve Ahmed Şah Mesud’un askeri liderleri olduğu, çoğunluğu Taciklerden oluşan Cemiyet-i İslami grubu. Liderliğini bugün de Hikmetyar’ın yaptığı, çoğunluğunu Peştunların oluşturduğu Hizb-i İslami grubu. Liderliğini Abdulali Mezari’nin yaptığı (bugünkü liderleri Muhakkik ve Halili) ve çoğunluğunu Şii Hazaraların oluşturduğu Hizb-i Vahdet-i İslami grubu. Liderliğini Resul Seyyaf’ın yaptığı, Suudi ile iyi ilişkilere sahip, nispeten selefi olarak kabul edilen ve çoğunluğu Peştunlardan oluşan İttihad-ı İslami grubu.

Bugün Afganistan sahasında önemli aktörlerden sayılan ve çoğunluğunu Peştunların oluşturduğu Taliban grubu ile Raşit Dostum’un lideri olduğu ve çoğunluğu Özbeklerden oluşan Cünbüş-i Milli-yi İslami Afganistan grubu ise, Sovyet Rusya ile savaş döneminde yapı olarak yoktu. Bu iki grup 90’lardan sonra kuruldu.

Yeri gelmişken antrparantez bir noktayı vurgulamakta yarar vardır. Afganistan’da siyasi, dini ve toplumsal örgütlenmeler, daha çok etnik/kavimler temelinde şekillenmektedir. Yukarıda da görüldüğü üzere zikredilen grup ve parti adlarının hepsinde “İslami” kelimesi olduğu halde, kurucular ve yönetim kadrosu hangi kavimden ise, mensupları ve destekçilerinin büyük çoğunluğu da aynı kavimden oluşmaktadır. Hatta Afgan mücahitler ve gruplar arasındaki iktidar mücadelesi ve iç savaşın temel saiklerinden birisinin de bu kavmiyetçilik düşüncesi olduğu söylenebilir. Bu nedenle yukarıda parti ve grupların adları verilirken partilerde çoğunluğu oluşturan kavim adları da belirtildi.

Mücahit grupların galip gelmesiyle Sovyet Rusya 1989’da ülkeyi terk etti. Ancak bu defa Afgan gruplar arasında iktidar mücadelesi ve şiddetli iç savaş başladı. Mücahit grupların bir kısmı geçici bir hükümet kurmayı başarsalar da aralarındaki savaş sona ermedi. Örneğin Hikmetyar grubu, Rabbani başkanlığında kurulan geçici hükümeti tanımadı ve savaşmaya devam etti. Bu sırada Taliban grubu kuruldu. Pakistan sınırına yakın Afgan medreseleri ile Pakistan’daki medreselerde okuyan talebeler ve burada ders veren hocalar tarafından kurulan Taliban’ın yönetim kadrosu ve mensuplarının büyük bir çoğunluğu Peştunlardan oluşmaktadır. Taliban, Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı ter etmesinden sonra Afgan gruplar arasında cereyan eden ve Afganistan halkını usandıran iktidar mücadelesinden ve iç savaştan istifade etti. Pakistan’ın da desteğini arkasına alarak Afganistan’da düzeni, istikrarı ve birliği sağlamak ve iç savaşa son vermek vaadiyle diğer Afgan gruplara ve mevcut hükümete karşı savaş ilan etti. Taliban’ın birliği ve dirliği sağlama söylemi, on yıllardır savaş, yıkım ve sürgünlerden usanmış bazı kesimlere ve gençlere cazip geldi. Sovyetlere karşı savaşta da yer alan bu memnuniyetsiz kitlenin desteğini arkasına alan Taliban, Kandahar’dan başlattığı isyan hareketini kısa sürede genişletti ve 1996’da Başkent Kabil dâhil ülkenin üçte ikisinde yönetimi ele geçirdi. Ancak Afganistan’da iktidar mücadelesi ve iç savaş bitmedi. Taliban’ın Afganistan’ı yönettiği 1996-2001 döneminde bu defa diğer Afgan grupların kurduğu Kuzey İttifakı ile Taliban arasında iç savaş devam etti. Elde net bir veri olmamakla birlikte Taliban’ın Afganistan’ı yönettiği 1996-2001 yıllarında Afganistan halkının önemli bir kısmı başta Pakistan ve İran olmak üzere yurt dışına veya ülke içinde Taliban’ın egemen olmadığı Pençşir, Badahşan, Tahar vd. bölgelere göç etmiştir.

1998-2001 tarihleri arasında BM, Taliban yönetiminden çeşitli saldırılardan sorumlu tuttuğu Usame bin Ladin’in iadesini istedi. BM, Bin Ladin’i iade etmeyen Taliban yönetimine çeşitli yaptırımlar uyguladı. 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırı sonrasında ise ABD, saldırının El Kaide tarafından düzenlendiğini ve El Kaide lideri Usame bin Ladin’in Taliban yönetimi tarafından kendilerine teslim edilmesini istedi. Taliban yönetimi ise, özetle kendilerine sığınan bir Müslümanın kâfirlere teslim edilmesinin caiz olmadığı, 11 Eylül saldırısını El Kaide’nin gerçekleştirdiğine dair bir delil olmadığı, Bin Ladin’in kendilerinin misafiri olduğu ve ABD’nin Afganistan’a saldırı veya işgal düzenleyemeyeceği yönünde açıklamalarda bulunarak Bin Ladin’i iade etmeyi reddetti. Bunun üzerine ABD, Taliban yönetimini devirmek amacıyla Afganistan’ı işgal etme kararı aldı. Taliban işgale karşı fazla direnmeden önce dağlık alanlara, kırsal kesimlere, sonra da Pakistan içlerine çekildi. Böylece Taliban yönetimi devrildi ve yerine Kuzey İttifakı olarak bilinen diğer Afgan güçleri getirildi. Bu durum Afganistan’da 20 yıl sürecek yeni bir işgal, iç savaş, göç ve yıkımın ilk adımı oldu.

Devrildikten sonraki ilk yıllarda dağılma sürecine giren, sessizliğe bürünen ve Pakistan’a çekilen Taliban, bir süre sonra toparlanıp yeniden Afganistan hükümeti ve Afganistan’daki ABD/NATO güçlerine karşı savaşmaya başladı. Savaş, aradan geçen yirmi yıla rağmen hâlâ devam etmektedir. Gelinen noktada çeşitli yerel kaynaklar coğrafi olarak ülkenin yaklaşık %60-70’inin, nüfus olarak da yaklaşık %30’unun Taliban’ın etki alanında, diğer bölgelerin ise ABD/NATO’nun desteklediği Afganistan Hükümetinin kontrolü altında olduğunu belirtmektedir. Taliban’ın etkili olduğu alanlar daha çok kırsal kesimler ve bazı ilçelerdir. Eyalet merkezleri ve büyükşehirlerde ise genellikle Afganistan hükümeti hâkimdir.

AFGANİSTAN HÜKÜMETİNİN HÂKİM OLDUĞU BÖLGELERDE GÜNLÜK YAŞAM

Resmi adı Afganistan İslam Cumhuriyeti olan ülkenin 30 milyonu aşkın nüfusu vardır. Afganistan’da 34 eyalet/il, bu eyaletlere bağlı 400’ye yakın ilçe ve çok sayıda köy vardır. Büyük şehirlerde, merkezi ilçelerde ve bazı kırsal kesimlerde Afganistan Hükümetinin hâkimiyeti söz konusudur. Bu da coğrafi olarak ülkenin yaklaşık %30’una, nüfus oranı açısından ise toplam nüfusun yaklaşık %70’ine tekabül etmektedir. Bu durum, ülke içerisinde ikamet eden Afganistan halkının büyük bir kesiminin kırsal kesimlerden kentlere göç ettiğini göstermektedir. Bir örnek vermek gerekirse en fazla 500 bin veya 1 milyon kapasiteye sahip olduğu söylenen başkent Kabil’in mevcut nüfusunun 5 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Bu nüfusun da çoğunluğu gecekondularda veya kamplarda yaşamaktadır. Görece güvenlik kaygısı, iş bulma umudu, şehir merkezlerindeki eğitim ve sağlık imkânları gibi etkenler kırdan kente göçü hızlandıran sebeplerin başında gelmektedir.

Yoksulluk, açlık, işsizlik, can güvenliği, madde bağımlılığı, yeterli eğitim, sağlık ve insani yaşam koşullarından yoksunluk, sık sık yaşanan elektrik kesintileri, barınma ve ısınma sorunu Afganistan halklarının ortak problemlerindendir. Buna rağmen Afganistan’da kaçakçılık, uyuşturucu, uluslararası fonların iç edilmesi ve yolsuzluk gibi kaynaklardan beslenerek olağanüstü düzeyde zengin olan bir zümre de vardır. Bir ayağı Afganistan’da diğer ayağı yurtdışında olan bu zümrenin Dubai, Türkiye, ABD ve Almanya başta olmak üzere yurt dışında çok büyük miktarda varlıkları bulunmaktadır. Birçoğunun çifte vatandaşlıkları vardır, çocukları da genellikle yurt dışında okumaktadır. Bu zümre Afganistan içinde de kaleleri andıran evlerinde koruma orduları eşliğinde çok debdebeli, şatafatlı ve kibirli bir hayat yaşamaktadır. Bunların içinde mafya babaları, kaçakçılar, uyuşturucu tacirleri olduğu gibi siyasiler, aşiret liderleri, generaller, eski mücahit liderler ve komutanlar da vardır. Afganistan halkının çok büyük bir kesimi en temel barınma, beslenme, eğitim ve sağlık imkânlarından bile mahrumken bu zümrenin çocukları yurtiçinde ve yurt dışında her türlü imkâna sahiptir. Bu durum başta Afganistan hükümetinin egemenliği altındaki bölgeler olmak üzere ülkenin geneli için geçerlidir.

Diğer bölgelere kıyasla Afganistan hükümetinin egemenliği altındaki bölgelerde özgürlük, iş, eğitim, sağlık vb. imkânlar nispeten daha iyidir. Çünkü diğer bölgelerde üniversite, lise ve sağlık gibi imkânlar ya hiç yoktur ya da çok azdır. Hükümetin egemen olduğu bölgelerde nüfus yoğunluğunun daha fazla olmasının sebeplerinden bazıları  bu imkânlardır.

ABD, Afganistan’ı işgal ettikten sonra mücahit gruplardan oluşan Kuzey İttifakı ile Taliban dışında siyaset sahnesine yeni aktörler de eklendi: ABD/Batı yanlısı, uluslararası kuruluşlarla içli dışlı ve seküler dünya görüşüne sahip yeni aktörler. 2001’den beri Afganistan’ı ağırlıklı olarak bu unsurlar yönetmektedir. 2001-2014 yılları arasında Hamid Karzai, 2014’ten bugüne kadar ise Eşref Gani Afganistan’da cumhurbaşkanlığı yapmaktadır. Afganistan hükümetinin üst düzey bürokratları, Fulbright bursluları olarak anılan, genellikle yurt dışında eğitim görmüş ve seküler yaşam tarzını benimsemiş çevrelerden oluşmaktadır. Hükümet kurumlarının her kademesinde yolsuzluk, rüşvet ve adam kayırmaya rastlamak mümkünüdür. Bu durumu hükümet bürokratları, siyasiler, ulusal medya ve halk dâhil herkes bilmekte ve beyan etmektedir.

Afganistan’ın en büyük sorunlarından biri de uyuşturucu ticareti ve madde bağımlılığıdır. Afganistan’da yasal olarak uyuşturucu üretmek, satmak ve kullanmak yasaktır. Ancak Hilmend, Kandahar ve Nangarhar gibi hem Taliban’ın çok etkin olduğu hem ABD/NATO’nun askeri kamplarının bulunduğu bölgeler başta olmak üzere Afganistan’ın birçok bölgesinde afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti yapılmaktadır. Aynı şekilde başta Kabil olmak üzere bütün şehirlerde neredeyse her köşe başında, yol kenarlarında veya köprü altlarında -gördükçe insanın içini parçalayan- madde bağımlılarına rastlamak mümkündür. Yapılan bazı araştırmalara göre Afganistan’da 3 milyondan fazla madde bağımlısı bulunmaktadır. Bu sayı, Afganistan nüfusunun %10’una tekabül etmektedir. Afganistan’ın birçok bölgesinde uyuşturucu üretiminin ve ticaretinin yapılması, her köşe başında madde bağımlarının bulunması ve uyuşturucu tacirlerinin şehir merkezlerindeki bağımlılara bile rahatlıkla ulaşıp uyuşturucu satabilmesi ne hükümetin, ne ABD/NATO güçlerinin, ne de Taliban’ın afyon ekimi, uyuşturucu ticareti ve madde bağımlılığına karşı gerçekçi bir mücadele vermediğini, aksine bunlara göz yumduklarını göstermektedir.

Taliban’ın geçmişte ve bugün uyuşturucu meselesiyle ilişkisi ilerde ele alınacaktır ancak yeri gelmişken şu noktayı vurgulamakta yarar. Hangi kavme, siyasi oluşuma veya fikre mensup olursa olsun Afganistan halkının hemen hemen tamamı hükümetin de Taliban’ın da ABD/NATO güçlerinin de uyuşturucu üretimi ve ticaretine göz yumduğunu, bu üç güç odağının da vergi/komisyon almak, işbirliği yapmak veya bizzat işin ticaretini yapmak suretiyle bu işten nemalandığını beyan etmektedir.

Afganistan hükümetinin egemen olduğu bölgelerde, özellikle şehir merkezlerinde halkın karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunlardan biri de hırsızlık, gasp, adam kaçırma, çetecilik, mal ve can güvenliğidir. Mazlum Afganistan halkı iki tür can güvenliği ile karşı karşıya bulunuyor. Biri hükümet/ABD/NATO güçleri ile Taliban, IŞİD gibi gruplar arasında yaşanan çatışmalardan dolayı ne zaman, nerede ve kimden geleceği belli olmayan kurşunlar, bombalar, mayınlar, intiharların sebep olduğu korkular, yaralanmalar, ölümler… Diğeri, özellikle hükümetin egemen olduğu büyük şehir merkezlerinde hırsızların, gaspçıların, çetelerin yaydığı korku, güvensizlik ve ölümler… Bu nedenle Afganistan’ın genelinde hava kararmadan insanların çoğu evlerine çekilir. Akşam ve gece vakti dışarda çok az insan olur.

TALİBAN VE ETKİN OLDUĞU BÖLGELERDE GÜNLÜK HAYAT

Sovyet Rusya’nın, işgal ettiği Afganistan’ı terk etmek durumunda kaldığı 1990’lardan sonra mücahit gruplar arasında baş gösteren iktidar mücadelesi ve iç savaş, Taliban’ın kurulmasını tetikleyen önemli etkenlerden biridir. Kelime anlamı talebeler/öğrenciler olan Taliban’ın kurucuları daha çok Afganistan ve Pakistan’daki medrese hocaları olup ilk mensupları da bu medreselerde okuyan talebelerdi. Daha önce ifade edildiği üzere Afganistan’daki dini yapıların hemen hepsi kavmi/etnik aidiyetler üzerinden örgütlenmiştir. Taliban grubu da bu özellikten müstesna değildir. Taliban hareketinin kurucu ve yönetim kadrosu ile ilk mensuplarının tamamına yakını Peştun’dur. Dolayısıyla bu gruplarda dini kimlik ve anlayışın yanında çoğunluğu oluşturan kavimlerin kültürleri, yaşam tarzları, geleneksel anlayışları ve bölgesel farklılıkları da etkindir. Tabi diğer gruplarda olduğu gibi Taliban grubunun da az da olsa başka kavimlerden mensupları vardır. Özellikle etki alanının Peştun olmayan bölgelere (Özbek, Türkmen, Tacik bölgeleri gibi) yayıldığı son yıllarda diğer kavimlere mensup kişilerden de Taliban’a katılım olduğu ve bunların oranının %10-20 arasında olduğu belirtilmektedir. Taliban’ın Pakistan, Orta Asya cumhuriyetleri, Doğu Türkistan, Arap ülkeleri ve Türkiye dâhil birçok ülkeden de çok sayıda muharip üyesi vardır.

Afganistan halkının geneli mütedeyyin olduğu halde etnik aidiyetin, halkın inanç ve davranışı üzerinde ne kadar etkili olduğunu göstermesi açısından konuyla ilgili bir yorumu aktarmakta yarar vardır. İddia o ki, “Son yıllarda Taliban’a katılan Peştun dışı kavim mensuplarının bir kısmı Peştun kökenli Taliban yönetici ve mensuplarının kendi bölgelerinde halka yaptığı zulüm ve baskıları sonlandırmak veya en aza indirmek için Taliban’a kerhen katıldığı” yönündedir. Bu bölge halklarından bazı kimseler, kendi gözlemlerine dayanarak “Taliban bu bölgelerde etkin olmaya başladıktan sonra buralara Peştun yöneticiler atadı. Onlar da kavmiyetçi duygularla hareket edip bölge halkına büyük zulümler ve baskılar yaptı. Ancak bölge halkından Taliban’a katılım olduktan ve buralara bölge halkından yetkililer atandıktan sonra bölge halkı nispeten rahatladı ve eski baskılar ortadan kalktı.” demektedir. Bu, sadece bir yorum olmakla birlikte bunun Afganistan sosyolojisi ve Taliban içerisindeki fraksiyonlar gerçeğine çok uzak bir yorum olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Kuruluşunu 1994’te Kandahar’da ilan eden Taliban, Pakistan’ın da desteğini arkasına alarak Afganistan’da düzen ve istikrarı sağlamak iddiasıyla mevcut hükümete karşı isyan başlattı. Kısa sürede (1996) Pençşir, Badahşan, Mezar-ı Şerif ve Tahar dışında kalan bölgelerde yönetimi ele geçirdi. Bir iki yıl sonra Kuzey İttifakı’nın önemli merkezlerinden olan Mezar-ı Şerif’i ve Tahar’ın bazı bölgelerini de ele geçirdi ve ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği 2001’e kadar yönetimde kaldı.

Taliban yönetimini resmi olarak tanıyan üç ülke vardı. Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirleri de BM’nin Taliban’a yaptırım kararı alması üzerine 2001 yılında Taliban ile resmi ilişkilerini kesince Taliban’ı resmi olarak tanıyan tek ülke Pakistan kaldı. Taliban’ın ele geçirdiği bölgelerden Kuzey İttifakı bölgelerine ve komşu ülkelere büyük göçler yaşandı. Bu dönemde iç savaş, Taliban ile komutanlığını Ahmed Şah Mesud’un yaptığı Kuzey İttifakı arasında devam etti.

ABD, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıdan El Kaide’yi sorumlu tuttu ve Taliban yönetiminden Usame bin Ladin’i kendilerine teslim etmesini istedi. Ancak Taliban bu talebi reddetti. Bunun üzerine ABD, Bin Ladin’in teslim edilmemesini bahane ederek Afganistan’ı işgal etti. Taliban, ABD işgali ve saldırılarına fazla direnç göstermeden egemen olduğu bütün bölgeleri kısa sürede terk etti. Taliban’ın yönetim kadrosu ve mensuplarının çoğu Pakistan’daki aşiretler bölgesine çekildi. Bir süre sessizliğe bürünen Taliban, 2003 yılından sonra yeniden toparlanarak ABD/NATO güçlerine ve hükümete karşı milis savaşı vermeye başladı. Her geçen gün dozu artan, ülke geneline yayılan, geride on binlerce ölü, yüzbinlerce yaralı, milyonlarca mülteci bırakan ve ülkeyi her açıdan yıkıma sürükleyen savaş bugüne kadar devam etmektedir. Gelinen noktada Taliban, ülke topraklarının yaklaşık %70’inde etkili durumdadır. Bu bölgelerde yaşayanların ülke nüfusuna oranı ise yaklaşık %30’dur.

Taliban’ın etki alanındaki bölgeler ile hükümetin egemen olduğu bölgelerde günlük hayat arasında benzerlikler ve farklılıklar söz konusudur. Taliban, etkili olduğu bölgelerde çiftçi, esnaf ve tüccardan öşür, vergi alıyor; kontrolünü elinde tuttuğu yollardan geçen ticari mal ve ürünlerden komisyon tahsil ediyor. Dolayısıyla Taliban’ın etkili olduğu bölgelerde esnaf ve tüccar, hem Taliban’a hem hükümete vergi, gümrük, rüşvet, komisyon vs. vermek durumunda kalıyor.

Taliban’ın afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti ile ilişkisi ve bu konuda tavrına gelince: Bu konuda Taliban’ın iki farklı tutum sergilediği anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Taliban, Afganistan’ı yönettiği 1996-2001 yıllarında afyon ekimi ve uyuşturucu ticaretini yasaklamıştı. Bu yasak sonucu Afganistan’da afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti çok azalmış ve bitme noktasına gelmişti. Bu durum, bazı uluslararası raporlara da yansıdı. Ancak Taliban’ın devrilmesinden sonraki dönemde Afganistan’da afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti yeniden yaygınlaştı ve olağanüstü derecede arttı. Bugün hem ABD/NATO güçlerinin hem Taliban’ın hem de hükümetin etkin olduğu bölgelerde afyon ekimi de uyuşturucu ticareti de uyuşturucu kullanımı da çok yaygındır. Günümüzde Afganistan’da afyon ekiminin büyük bir kısmı Taliban’ın bölge halkı üzerinde çok etkin olduğu Hilmend, Nangarhar ve Kandahar bölgelerinde yapılmaktadır. Etkin olduğu bölgelerde istediği her yasağı uygulayan, istediği kişiyi yakalayan, yargılayan ve cezalandıran Taliban’ın, bu bölgelerde afyon ekimi ve uyuşturucu tacirlerine göz yummadığını, bu sektörden doğrudan ve dolaylı olarak nemalanmadığını söylemek imkânsızdır. Nitekim Taliban’a sempati duyan, hatta onları savunan kesimler dâhil olmak üzere Afgan halkının tamamına yakını “Taliban’ın uyuşturucu üretimine ve ticaretine göz yumduğuna, uyuşturucu tacirleriyle işbirliği yaptığına, hem üreticiden hem tacirlerden komisyon aldığına (%10 ve üzeri), örgütün en büyük gelir kaynaklarından birinin de bu olduğuna; aksi halde hâkim olduğu bölgelerde çok rahatlıkla bu işe engel olabileceğine” inanıyor. Yine Afgan halkına göre ABD/NATO güçleri ve hükümetin de bu işe göz yumduğu ve bu güçlerin bazı mensuplarının bizzat işin içinde olduğu izahtan varestedir. Bu sözleri ülkenin her bölgesinde, halkın her kesiminden işitmek mümkündür. Dolayısıyla Taliban’ın geçmişte ve bugün -ileride bir kısmına değinilecek birçok konuda olduğu gibi- Afganistan’da uyuşturucu üretimi ve ticaretine karşı tutumu farklılık arz ediyor. Afganistan’ı yönettiği dönemde afyon ekimi ve uyuşturucu ticaretini yasaklayan ve büyük oranda başarılı olan Taliban, bugün ne afyon ekimine karşı tutum sergiliyor ne de uyuşturucu tacirlerine engel oluyor. Aksine hem afyon üreticilerinden hem de uyuşturucu tacirlerinden komisyon alarak kendisine büyük bir gelir kaynağı sağlıyor. Elde net bir veri olmamakla birlikte Taliban’ın uyuşturucu sektöründen elde ettiği gelirin yıllık 600 milyon dolardan fazla olduğu ifade ediliyor.

Taliban ile uyuşturucu tacirleri arasında bir çıkar ilişkisinin olduğu, şu olaydan da net olarak gözlemlenebilir: ABD ile Taliban arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde Afganistan hükümeti, Taliban’ın verdiği listede yer alan 5 bin tutsağı serbest bırakacak, buna karşın Taliban da elindeki 1.000 hükümet mensubunu serbest bırakacaktı. Afganistan hükümeti önce ayak dirediyse de 4 bin 500’e yakın Taliban mensubunu kısa sürede serbest bıraktı. Ancak serbest bırakılacaklar listesinde “tehlikeli” olarak anılan 400-500 kişiyi serbest bırakmamak için çok direndi ve sırf bu yüzden Afganlar arası barış görüşmeleri aylarca gecikti. Şimdi bu tehlikeliler listesinin kimliklerine ve işledikleri suçlara bakıldığında ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Evet, bu tutsaklar arasında çok büyük, ölümlü ve etkili olaylara karışan, bu olayları planlayan ve icra eden önemli Taliban mensupları vardı. Ancak listede Taliban mensubu olmayan, uyuşturucu ticareti ve insan kaçakçılığından hüküm giymiş çok meşhur onlarca mafya babası ve uyuşturucu taciri de vardı. Peki, nasıl oluyor da Taliban, bu isimleri de “serbest bırakılacaklar” listesine ekliyor ve bırakılmalarında ısrarcı oluyor, hatta bunların hepsi serbest bırakılmadan Afganlar arası barış görüşmelerinin başlatılmasının kesinlikle söz konusu olmadığını deklare ediyor? Bunun tek bir izahı vardır. O da Taliban’ın bu isimleri para veya başka bir çıkar karşılığında serbest bıraktırdığı gerçeğidir. Nitekim bazı kaynakların iddiasına göre Taliban, yeraltı dünyasının bu isimlerini yaklaşık 1 milyar dolar karşılığında serbest bıraktırmıştır.

Yeri gelmişken şunu da vurgulamak gerekir. On milyarlarca dolara karşılık geldiği söylenen Afganistan’daki uyuşturucu sektörünün maddi getirisinden sadece küçük bir kaymak tabası yararlanıyor. Bu kaymak tabasının içinde ise mafya, siyaset, emniyet, ticaret, aşiret, uluslararası güçler dâhil her kesimden insanlar vardır. İç savaş, gasp, işsizlik, yoksulluk, açlık, yalnızlık, parçalanmışlık, göç, sürgün ve daha yüzlerce acının pençesinde boğuşan mazlum halkın çocuklarının bu işten payına düşen ise yalancı mutluluk/madde bağımlılığı, psikolojik sorunlar, envaiçeşit sağlık problemleri ve köprü altlarında yaşamaya mahkûm olmak…

Taliban, mevcut hükümeti meşru görmediği ve onu işgalci güçlerin işbirlikçisi olarak kabul ettiği için etkili olduğu bölgelerde -özellikle ilk dönemlerde- devlet kurumlarında çalıştığını tespit ettiği insanların kimisini öldürüyor, kimilerinin ailelerini tehdit ediyor, bazılarından ise fidye alıyordu. Söz konusu dönemde Taliban’ın öğretmen dâhil sıradan devlet memurlarını da öldürdüğü vakidir. Son yıllarda ise sıradan devlet memurlarına pek ses etmediği, sadece ordu ve emniyet mensuplarını, üst düzey bürokratları, stratejik kurumlarda görev yapanları vs. doğrudan hedef aldığı söylenebilir. Eskiden etkili olduğu bölgelerde devlet okullarına da izin vermeyen veya sadece ilkokula izin veren ya da kızların ilkokuldan sonra okumalarına müsaade etmeyen Taliban, son yıllarda bu tavrını da yumuşatmış görünüyor. Şu anda Taliban’ın etkili olduğu bölgelerde hükümete ait okullar, sağlık ocakları veya hastaneler var ve buralarda hükümetin tayin ettiği çalışanlar görev yapmaktadır. Ancak Taliban’ın hâlâ ve büyük oranda kızların lise ve üniversite okumalarına mani olduğu bilinmektedir. Bu nedenle özellikle lise ve üniversite eğitimine devam etmek isteyenler Taliban’ın etkili olmadığı bölgelere göç ediyor.

Taliban, Afganistan hükümetinin gerçekleştirdiği seçimlere de halkın katılımını yasaklıyor ve halka, seçimleri boykot etme çağrısı yapıyor. Hatta son yıllarda azalmakla birlikte Taliban’ın çağrısına uymayıp seçimde oy kullanan kimi vatandaşların ceza olarak parmaklarının kesildiği dönemler de oldu.

Taliban, etkili olduğu bölgelerde harem-selamlığa riayet edilse de halaylı, oyunlu, çalgılı düğünlere izin vermiyor, yapanları da tehdit ediyor veya cezalandırıyor. İnsanların evlerinde televizyon bulundurmalarını yasakladığı ve zaman zaman evlerdeki televizyonları toplayıp yaktığı da bilinmektedir. Örneğin yaklaşık iki yıl önce Taliban yetkilileri, Gur eyaletine bağlı Devletyar ilçesinde bazı vatandaşların evlerindeki televizyonları toplayıp yaktılar.

İlk yıllarda Taliban’ın etkili olduğu bazı bölgelerde kadınların neredeyse çarşıya bile çıkmasının pek mümkün olmadığı söyleniyor. Ancak son yıllarda böyle bir durum söz konusu değildir. Tabii, Taliban’ın etkili olduğu bölgelere oranla hükümetin egemen olduğu bölgelerde giyim tarzı, eğitim, dışarıda gezme, çeşitli sosyal mekânlarda oturma ve kadın-erkek ilişkileri bakımından kadının daha rahat, serbest ve özgür olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Hırsızlık, gasp, adam kaçırma ve cinayet gibi adi vakalar ise hükümetin egemen olduğu bölgelere göre Taliban’ın etkili olduğu bölgelerde çok daha az yaşanmaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi hükümetin egemen olduğu bölgelerde gasp, hırsızlık, adam kaçırma gibi vakalar her geçen gün artmakta ve halk için büyük güvenlik sorunlarına sebep olmaktadır.

Özetlenecek olursa etkili olduğu alanlarda Taliban’ın bölge halklarına karşı tutumu ve uyuşturucu meselesiyle ilişkisi iki döneme ayrılabilir. İlk dönemde bölge halklarına daha katı davranan Taliban’ın eğitim ve devlet memurluğu gibi meselelerde tutumunu esnettiği söylenebilir. Buna karşın uyuşturucu üretim ve ticareti konusunda eski tutumundan vazgeçtiği ve bu sektörden nemalandığı anlaşılmaktadır. Taliban’ın bu ve benzeri konulardaki tutum değişikliğine dair birçok etkenden söz edilebilir. Son dönemde kendi içinde yaşadığı çeşitli ayrışmalar ve “görece” en şahin mensuplarının IŞİD’e katılması, Peştun dışı bölgelere yerel yetkililer ve komutanlar ataması, bölge halklarının tepkisini azaltmak ve desteğini almak istemesi, bölge halkından aldığı vergi, öşür ve komisyonlar sayesinde gelir kaynağı elde etmesi, son birkaç yıldır devam eden barış görüşmeleri, Katar’da ofis açma girişimi ve çeşitli ülkelerle yapılan görüşmeler çerçevesinde uluslararası meşruiyet kazanma çabası bu sebepler arasında sayılabilir.

Taliban’ın Komşu Ülkelerle ve Diğer Bazı Ülkelerle İlişkileri

Kurulduğu ilk günden bugüne kadar -bazı gelgitler olmakla birlikte- Taliban’la en iyi ilişkilere sahip ülke Pakistan olmuştur. Pakistan, kuruluş aşamasından hemen sonra mevcut hükümete karşı isyan başlatan Taliban’a siyasi, askeri, lojistik, istihbarat dâhil olmak üzere her türlü desteği vermiştir. Afganistan’da yönetimi ele geçirdikten sonra Taliban’ı tanıyan üç ülkeden biri ve ilki yine Pakistan’dır. Diğer iki ülke de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Suudi Arabistan ve BAE, BM’nin El Kaide ilişkisinden dolayı Taliban’a yaptırım kararı aldığı 2001 yılından sonra Taliban’la resmi ilişkilerini kesince resmi olarak Taliban’ı tanıyan tek ülke Pakistan kaldı.

Pakistan-Taliban ilişkileri bugün de devam etmektedir. Afganistan’da fikren veya organik olarak Taliban mensubu olmayan istisnasız herkes, Taliban’ın en büyük destekçisinin Pakistan olduğuna inanır. Hatta daha ileriye giderek Taliban’ı Pakistan’ın kurduğuna, yönettiğine ve Afganistan’da kendi çıkarlarını korumak için kullandığına inanılır. Taliban mensubu ve sempatizanlarının önemli bir kısmı da Pakistan-Taliban arasındaki yakın işbirliğini inkâr etmezler. Taliban’ın Suudi ve BAE dışında Kuveyt ve Katar gibi diğer körfez ülkeleriyle ilişkisinin de fena olmadığı söylenebilir.

Yeri gelmişken şu konuyu irdelemekte yarar var: Normalde Taliban, Afganistan’ın işgal edildiği 2001 yılından beri ABD/NATO güçleri ve Afganistan hükümetine karşı savaşmaktadır. ABD/NATO güçlerine karşı savaşının gerekçesi işgalci olmaları, Afganistan Hükümetine karşı savaşının gerekçesi ise işgalcilerin işbirlikçisi olmasıdır. Bu nedenle işbirlikçi olarak gördüğü ve meşruiyetini tanımadığı Afganistan hükümetini destekleyenleri ve hükümet kurumlarında çalışanları da ABD işbirlikçisi olarak tanımlamaktadır. Taliban’ın işgalci güçlere ve hükümete karşı savaşmasının diğer bir gerekçesi de Afganistan’da “İslami bir yönetim” kurmaktır. Ancak aynı Taliban’ın; ABD ile askeri, stratejik, ekonomik vs. ilişlere sahip olan, topraklarında on binlerce ABD askeri ve onlarca ABD üssü bulunan ve çoğu zaman ABD’nin bir dediğini iki etmeyen Suudi Arabistan, Pakistan, Kuveyt ve Katar gibi ülkelere karşı aynı tavrı sergilememesi, aksine bazılarıyla ileri düzeyde ilişkilere sahip olması garip, tutarsız ve üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Mesela geçenlerde Taliban, Kuveyt emirinin hayatını kaybetmesi dolayısıyla bir taziye mesajı yayımladı. Taliban, topraklarının büyük bir kısmı ABD üssü olan Kuveyt’in emiri için yayımladığı mesajda emirin vefatından büyük üzüntü duyduklarını, emirin ailesine, Kuveyt devletine ve milletine gönülden teselli ve üzüntü mesajlarını ilettiklerini ve merhuma mağfiret dilediklerini beyan etti. Oysa aynı Taliban, kendi ülkesinde tıpkı Kuveyt gibi ABD işbirlikçisi olan hükümeti gayrimeşru ilan etmekte ve mensuplarının birçoğunun da kanını helal görmektedir. Sırf bu nedenle binlerce hükümet mensubunu da öldürmüştür.

Pakistan’ın da hem ABD ile olan stratejik ilişkileri, ortaklığı hem Taliban’a olan desteği de herkesin malumudur. Öyleyse burada şu soruyu sormak gerekir: Afganistan hükümetini tanımadığını ve ABD işbirlikçisi olduğu için kendisiyle savaştığını belirten Taliban, diğer ABD işbirlikçileriyle neden siyasi, askeri, lojistik ve ekonomik ilişkiler kurmakta beis görmüyor?

Taliban, son yıllarda İran, Rusya ve Çin dâhil farklı ülkelerle de çeşitli düzeylerde iyi ilişkiler kurmak için girişimlerde bulunuyor. Adı geçen ülkelerin de Taliban’la açık veya gizli görüşmeleri oldu, oluyor. Son dönemde Katar ile ilişkileri ve Katar’da açtığı temsilcilik ofisi de Taliban’ın dünya ülkeleriyle iletişim kurmak ve uluslararası meşruiyet zemini kurma ve kazanma çabası olarak okunabilir.

AFGANİSTAN SAVAŞINDA SİVİL KAYIPLAR VE TARAFLARIN SORUMLULUKLARI

2001’den bugüne kadar ABD/NATO güçleri/Afganistan hükümeti ve Taliban arasında devam eden savaşta on binlerce sivil hayatını kaybetti. Bazı verilere göre sadece 2009-2019 yılları arasında 35 binden fazla sivil hayatını kaybetti. Bu verilere 2001-2009 dönemi ile 2019 sonrası sivil kayıplar da eklendiğinde sayı 50 bini aşmaktadır. Sivil kayıplar konusunda yukarıda adı geçen tarafların hepsinin parmağı, vebali ve sorumluluğu vardır. Nitekim tarafların kendileri de bunu inkâr etmiyor/edemiyor, sadece sebep oldukları sivil kayıp oranlarına itiraz ediyorlar. ABD/NATO ve Afganistan hükümetinin faili olduğu sivil kayıplar daha çok hava saldırılarında yaşanmaktadır. Taliban’ın faili olduğu sivil kayıplar ise genellikle intihar saldırıları, mayın, bombalı araç patlatma ve füze/roket saldırılarında yaşanmaktadır. Bütün taraflar hedeflerinin siviller olmadığını deklare etseler de bu söylemin laftan öte bir anlamı yoktur. Zira bu sözler ne ölen insanları geri getirmekte ne de sonraki saldırılarda gerçekleşen ölümlere mani olmaktadır. Kısacası zaman zaman inkâr etmeye ve suçu birbirlerine atmaya çalışsalar da hem Taliban, hem hükümet, hem de ABD/NATO güçleri sivil kayıp ve katliamlarda suçlu ve sorumluluk sahibidir. ABD ve NATO güçleri defalarca sivil hedefleri bombalamış ve bu saldırılarda binlerce sivili katletmiştir. Daha birkaç gün önce Avustralya genelkurmay başkanı, “Afganistan’daki askerlerinin 39 masum Afganistanlıyı hiçbir meşru bahane olmadan, sivil olduklarını ve herhangi bir tehdit oluşturmadıklarını bilerek, sırf acemi askerlerinin savaşma ve öldürme becerilerini geliştirmek için katlettiğini” sözde itiraf etti ve özür diledi. Taliban’ın faili olduğu binlerce sivil katliamından en bilinenleri ise Hazaralara karşı giriştiği Bamyan ve Mezar-ı Şerif katliamlarıdır. Bunun dışında yüzlerce saldırı, araç ve mayın patlatma olayında binlerce sivilin ölümüne sebep olmuştur. Hükümetin de faili olduğu binlerce sivil katliam söz konudur. Dönemin Kuzey İttifakı üyesi olan Cünbüş grubu mensuplarının Mezar-ı Şerif’te -sivil olmamakla birlikte- esir olan Taliban mensuplarına yaptıkları katliamları hükümet kanadına yazmak gerekir. Burada zikredilen tarafların dışında bir de IŞİD’in son dönemde düğün, cami, hastane, eğitim kurumu, çarşı-pazar vs. ayırt etmeksizin gerçekleştirdiği saldırıları ve faili olduğu binlerce sivil katliamı da belirtmek gerekir.

Taliban, özellikle son dönemde Afganistan’daki olaylar, saldırılar ve kendilerine yönelik iddialarla ilgili resmi hesaplarından sık sık açıklama yapmaktadır. Ancak açıklamalarında göze çarpan tutarsız ve kamuoyunu yanıltıcı şöyle bir tutum söz konusudur: Taliban, bazı olayları ve saldırıları reddeder ve bazılarını üstlenirken bazı olaylar hakkında ise kasıtlı olarak hiçbir açıklama yapmamaktadır. Örneğin geçen sene Japon bir insani yardım görevlisinin öldürülmesini, birkaç ay önce Kabil’de bir kadın doğum hastanesinde yapılan katliamı, birkaç hafta önce bir üniversite hazırlık kursuna yapılan intihar saldırısını ve 2 Kasım günü Kabil Üniversitesinde yapılan katliamı olayların yaşandığı gün yaptığı açıklamalarla reddetti ve şiddetli bir şekilde kınadı. Askeri hedeflere düzenlenen birçok olayı ve saldırıyı da resmi açıklamalarla sık sık üstlenmektedir. Ancak ölenlerin hepsinin sivil olduğu veya birkaç askeri hedefle birlikte sivil can kaybının olduğu saldırılarıyla ilgili Taliban, genellikle açıklama yapmıyor. Bunun çok sayıda örneği vardır. Örneğin Kabil Üniversitesi katliamından yaklaşık 2 hafta önce Gur eyaletinde karakol merkezine yakın bir çarşıda bombalı araç patlatıldı. Bu olayda 25 kişi öldü ve 150’den fazla kişi yaralandı. Ölen ve yaralananların yüzde doksanı sivildi. Ancak hemen her konu ve olay hakkında açıklama yapan Taliban, Afganistan halkının şiddetle kınadığı, ulusal ve uluslararası medyanın günlerce konuştuğu ve herkesin failinin Taliban olduğunu söylediği bu olay hakkında hiçbir açıklama yapmadı. Yani olayı ne inkâr etti, ne de üstlendi. Oysa eğer bu saldırıyı gerçekten Taliban yapmamış olsaydı, hemen bir açıklamayla saldırı iddiasını reddeder ve olayı kınardı. Ancak tıpkı faili olduğu diğer sivil kayıplarda olduğu gibi sessiz kalarak zımnen ikrar etmeyi tercih etti.

ABD-TALİBAN ANLAŞMASI VE AFGANİSTAN HALKININ BARIŞ UMUDU

2020 yılı Şubat ayının sonunda ABD ile Taliban arasında bir anlaşma imzalandı. Doha’da uzun süredir devam eden ABD-Taliban görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlanması Afganistan halkı ve toplumsal kesimlerinin hemen hepsinde barış umudunu yeşertti. Çünkü bu anlaşma ilk etapta ülkede 40 yıldır devam eden savaşı bitirecek ve Afganistan’ı barışa götürecek bir sürecin ilk adımı olarak görüldü. Ancak ne yazık ki, son dönemde Afganistan halkının barışa olan umudu her geçen gün umutsuzluğa dönüşmekte ve barış görüşmelerine olan güvenleri azalmaktadır. Zira ABD ile Taliban arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde Taliban ve Afganistan Hükümeti, netameli bir sürecin ardından ellerinde bulundurdukları tutsakları karşılıklı olarak serbest bırakıp eylül ayında Afganlar arası barış görüşmelerine geçince, ülke genelinde çatışmaların azalması ve ateşkes olması yönünde büyük bir beklenti oluştu. Fakat şu âna kadar süreç, beklentilerin aksine gelişmektedir. Bu süre zarfında hem çatışmaların şiddeti arttı, hem de savaş ülke geneline yayıldı. Buna ek olarak iki ayı aşkın süredir Doha’da başlayan Afganlar arası barış görüşmelerinde bugüne kadar önemli bir mesafe de kat edilemedi. Durum böyle olunca insanların barışa olan umudu ve inancı zayıfladı.

Hâlâ barış umudu olmakla birlikte başta Taliban ve Afganistan hükümeti olmak üzere Afganlar arası barış görüşmelerinden şu ana kadar sonuç alınamamasının birçok sebebinden söz edilebilir. Taraflar bu konuda birbirlerini karşılıklı olarak suçlamaktadır. Fakat bu suçlamalara ve sebeplere geçmeden önce medyada çokça konu olmasına rağmen detaylarına pek yer verilmeyen ABD-Taliban anlaşmasının kamuoyuna yansıyan kısmının detaylarına bakmakta fayda vardır. Çünkü başta Taliban olmak üzere anlaşmanın her iki tarafı, bu anlaşmayı kendi lehine bir zafer olarak yansıtmaya çalışmaktadır. Şimdi Afganistan’daki muhtelif tarafların ABD-Taliban arasında imzalanan anlaşma ve Afganlar arası barış müzakerelerine ilişkin görüşlerine geçmeden önce anlaşmanın metnine bakalım. Böylece Taliban ile ABD/NATO işgal güçleri ve Afganistan hükümeti arasında yirmi yıldır devam eden savaşın temel sebeplerine bakılarak anlaşmadan zaferle çıkan taraf olup olmadığına dair daha iyi fikir sahibi olunabilir.

ABD-TALİBAN ARASINDA İMZALANAN ANLAŞMA METNİ

Kamuoyuna yansımayan gizli kısımlarının da olduğu iddia edilen anlaşmanın kamuoyunda yer alan kısmının çok geniş özeti şu şekildedir:

“Anlaşma şu dört ana bölümden oluşmaktadır.

  • Afganistan topraklarında El Kaide dâhil olmak üzere hiçbir kişi ve grubun, ABD ve müttefiklerinin güvenliğini tehdit eden faaliyetler için kullanılmasına müsaade edilmeyeceğine dair Taliban tarafından garanti verilmesi ve bunun için gerekli mekanizmanın kurulması.
  • Afganistan’daki bütün yabancı kuvvetlerin ülkeyi terk etmesinin garanti edilmesi ve bunun için gerekli mekanizmaların oluşturulması.
  • İlgili taraflar, uluslararası şahitler huzurunda yukarıda garanti ettikleri sözleri ilan ettikten ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra Afganlar arası barış görüşmeleri aşamasına geçilecektir.
  • Kalıcı ve kapsamlı ateşkes, Afganlar arasındaki müzakerelerde ele alınacak ve karara bağlanacaktır.

Taliban, yukarıda özetle zikredilen ve aşağıda detayları belirtilen taahhütlerini Afganlar arası anlaşma sağlanıp yeni İslami hükümet kurulana kadar, sadece kendi hâkimiyet alanındaki bölgelerde yerine getirmekle mükelleftir.

Birinci Bölüm (ABD’nin Garanti ve Taahhüt Ettiği Konular)

– ABD ve müttefikleri, bu anlaşmanın ilanından itibaren 14 ay içerisinde bütün askeri ve sivil unsurlarıyla birlikte Afganistan’ı terk edecektir. Bu amaçla ilk 135 gün içerisinde ABD, Afganistan’daki askerî personel sayısını 8600’e indirecek, müttefikleri ve diğer NATO güçleri de askerlerini aynı oranda azaltacaktır. Aynı şekilde ABD ve bütün müttefikleri, Afganistan’daki 5 askeri üssü peyderpey boşaltacaktır.

ABD ve müttefikleri, Taliban’ın taahhütlerini yerine getirmesi koşuluyla, kalan 9.5 aylık sürede bütün güçlerini Afganistan’dan çekecek ve askeri üsleri boşaltacaktır.

ABD, ilgili bütün taraflarla irtibata geçerek bir iyi niyet göstergesi olarak siyasi ve askeri tutsakların bir an önce serbest bırakılması için girişimde bulunmayı taahhüt eder.

Bu bağlamda Afganlar arası görüşmelerin başlayacağı tarihe kadar Taliban mensubu 5 bin ve devlet mensubu 1.000 kişi karşılıklı olarak serbest bırakılacaktır. Daha sonraki üç ay içerisinde taraflar kalan tutsakları bırakmayı planlayacak. ABD de bu hedefin gerçekleştirilmesini taahhüt eder.

Taliban, serbest bırakılan mensupları konusunda bu anlaşmadaki sorumluluklarına bağlı kalacağını ve bu mensuplarını ABD ve müttefiklerine tehdit oluşturacak bir faaliyette kullanmayacağını taahhüt eder.

ABD, Afganlar arası görüşmelerin başlamasıyla birlikte, Taliban mensuplarına yönelik yaptırımların kaldırılmasını gözden geçirmeyi ve bu konuda BM nezdinde de girişimde bulunmayı taahhüt eder.

ABD ve müttefikleri, tehditle veya güç kullanarak Afganistan’ın coğrafi ve siyasi bağımsızlığına veya iç işlerine müdahale etmemeyi taahhüt eder.

İkinci Bölüm (Taliban’ın Garanti ve Taahhüt Ettiği Konular)

Bu anlaşmanın ilan edilmesiyle birlikte Taliban, El Kaide dâhil olmak üzere hiçbir kişi veya örgütün, Afganistan topraklarını ABD ve müttefiklerinin güvenliğine tehdit oluşturacak amaçlarla kullanmaması için aşağıdaki adımları atacağını taahhüt eder:

Taliban, üyelerinin ve El Kaide dâhil olmak üzere hiçbir kişi veya örgütün, Afganistan topraklarında ABD ve müttefiklerinin güvenliğine tehdit oluşturacak faaliyetlerde bulunmasına hiçbir şekilde müsaade etmeyecektir.

Taliban; ABD ve müttefikleri için tehdit oluşturanların Afganistan’da barınamayacağını açıkça ilan edecek, mensuplarına da ABD ve müttefiklerine tehdit oluşturan kişi ve gruplarla işbirliği yapmamaları yönünde talimat verecektir.

Taliban; ABD ve müttefiklerine tehdit oluşturan bütün kişi ve grupları engelleyecek, onların asker toplamasına, eğitim faaliyetlerinde bulunmasına ve lojistik destek sağlamalarına mani olacak ve bu anlaşma gereğince onlara ev sahipliği yapmayacaktır.

Taliban, Afganistan’da mülteci veya oturma izinli olarak ikamet eden yabancılarla, ABD ve müttefiklerine herhangi bir tehdit oluşturmamaları amacıyla uluslararası göç kanunları ve bu anlaşmadaki sorumlulukları çerçevesinde ilişki kuracağını taahhüt eder.

Taliban; ABD ve müttefikleri için tehdit oluşturan kişilere vize, pasaport, seyahat izni veya Afganistan’a girişlerini sağlayacak herhangi bir yasal belge temin etmeyecektir.

Üçüncü bölüm

ABD, bu anlaşmanın BM Güvenlik Konseyinde resmi olarak kabul edilmesini talep edecektir.

ABD ve Taliban, birbirleriyle iyi ilişkiler geliştirme niyetindedir. Afganlar arası görüşmeler sonucunda kurulacak olan İslami hükümet ile ABD arasındaki ilişkilerin de iyi olmasını beklemektedirler.

ABD, Afganlar arası görüşmeler sonucu kurulacak olan yeni İslami hükümetle, ülkenin içişlerine karışmadan ve Afganistan’ı yeniden inşa etmek amacıyla ekonomik işbirliği kurmayı amaçlamaktadır.”

Anlaşma metninden de anlaşıldığı üzere Afganistan’da bulunan ABD/NATO işgal güçleri, peyderpey Afganistan topraklarını terk edecek. Bu durum, hem Taliban hem de Afganistan halkı adına bir kazanım olarak görülebilir. Nitekim Taliban, özellikle anlaşmadaki bu maddelere dikkat çekerek anlaşmayı kendi lehine bir zafer, ABD içinse bir hezimet olarak lanse etmektedir. Ancak bu anlaşma metnine dikkatlice bakıldığında özellikle Taliban’ın uğruna savaştığını iddia ettiği ve Afganistan halkını yirmi yıllık savaş ve yıkım sürecine sürükleyen birçok söyleminden vazgeçtiği ve bu konuda ABD’nin şartlarını kabul ettiği görülmektedir. ABD’nin de Afganistan’ı işgal ederken amaçladığı şeyi elde ettiği ve işgal bahanesi olarak ileri sürdüğü gerekçeleri Taliban’a kabul ettirdiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki; ABD, 11 Eylül saldırısından sonra saldırının failleri olarak gördüğü El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i teslim etmediği, El Kaide vb. örgütlerle ilişkisini kesmediği, topraklarında “terör faaliyetlerine” müsaade ettiği ve onlara alan açtığı gibi bahanelerle Taliban yönetimini devirme kararı aldı ve Afganistan’ı işgal etti. Taliban ise, bir Müslümanı bir kâfire teslim etmesinin söz konusu olmadığı, Bin Ladin’in kendilerinin misafiri olduğu gibi gerekçelerle hem Bin Ladin’i teslim etmeyi hem de El Kaide vb. örgütlerle ilişkisini kesmeyi reddetti ve bu uğurda savaşmayı göze aldı. Bu durum, zaten yirmi yıldır kesintisiz devam edegelen savaşlarda inim inim inleyen Afganistan halkını ve coğrafyasını yirmi yıllık yeni bir savaşa sürükledi. Bu savaştan geriye ise çoğunluğu sivil on binlerce ölüm, yüz binlerce yaralı, milyonlarca göç, on milyarlarca yıkım, yığınla kin, nefret, kavmiyetçilik, mezhepçilik, düşmanlık, açlık, yoksulluk, yozlaşma, cahillik, eğitimsizlik, hastalık, madde bağımlığı vs. kaldı. Evet, başta ABD olmak üzere NATO güçleri Afganistan’da binlerce askerini kaybetti, yüz milyarlarca dolar harcadı. Evet, ABD 20 yıldır Taliban’ı yok etmedi veya edemedi. Evet, ABD, görünürde askeri bir zafer elde etmedi. Ancak, ABD gibi küresel işgalci ve emperyalist bir gücün siyasi, askeri, ekonomik, uluslararası vs. hedeflerine ulaşmak için -kendi insanı bile olsa- asker kaybının ne önemi olabilir ki! Kaybettiklerine karşılık elde ettiği emperyalist hedefler, kazanımlar daha mı az! Elbette ki değil. Afganistan ülkesi ve halkının insani kayıplarına, maddi ve manevi yıkımlarına kıyasla ABD’nin kaybı ne ki!

Gelinen noktada ABD, Afganistan topraklarında kendisine ve müttefiklerine karşı tehdit oluşturan bütün kişi ve örgütlerle mücadele etme görevini Taliban’a tahvil ederek Afganistan topraklarını terk ediyor. Yani, Afganistan’ı işgal etmeden önceki bahanelerinden daha fazlasını elde ediyor, üstelik geride onca ölüm ve yıkım bıraktıktan sonra! Taliban ise, resmiyette ABD ile stratejik müttefik olmasa da, yirmi yıllık işgale ve savaşa sebep olan söyleminden, ilkelerinden vaz geçiyor, dünyanın en emperyalist ve işgalci gücü olan ABD ve müttefikleri için hiçbir tehdit oluşturmamayı taahhüt ediyor ve kendi topraklarında ABD ve müttefiklerine karşı tehdit oluşturan kişi ve örgütlerle selamı-sabahı dahi keseceğini vadediyor, hatta onlarla mücadele etmeye söz veriyor. Evet, bunu yirmi yıldır ABD işbirlikçisi olarak gördüğü Afganistan hükümetine karşı savaşan ve bu uğurda on binlerce Afganistanlı asker, polis ve sivil insanın kanını döken Taliban yapıyor. Bütün bunlara bakıldığında ABD-Taliban arasında imzalanan anlaşmanın kimin için zafer, kimin için hezimet olduğunu veya ortada bir zafer-hezimet meselesinin olup olmadığını okuyucunun takdirine bırakalım.

AFGAN GRUPLAR ARASINDA DEVAM EDEN BARIŞ GÖRÜŞMELERİ

ABD-Taliban arasında imzalanan anlaşmaya göre Taliban ve Hükümet, tutsak takası yaptıktan sonra Afganlar arası barış müzakereleri aşamasına geçilecekti. Afganistan hükümeti, önce isteksiz davrandı, ABD-Taliban anlaşmasının kendilerini bağlamadığını, Taliban tutsaklarının serbest bırakılıp bırakılmamasının hükümetin yetkisinde olduğunu söyledi. Bu nedenle tutsak takası anlaşma metninde belirlenen takvimde gerçekleşmedi. Daha sonra tutsak takası için Afganistan hükümeti ve Taliban arasında görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler sonucunda hükümet yaklaşık 4.500 Taliban mensubunu serbest bıraktı. Taliban da 1000 hükümet mensubunu serbest bıraktı. Ancak geriye kalan ve “tehlikeli tutsaklar” olarak anılan tutsakların gasp, adam kaçırma, uluslararası kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, cinayet ve ölümlü bombalı eylemler düzenleme gibi ağır suçlardan hüküm giydiğini ve hükümetin bunları serbest bırakma yetkilerinin olmadığını iddia ederek bu konudaki talebi reddetti. Taliban ise anlaşmaya göre bu isimlerin de serbest bırakılması gerektiğini, onlar serbest bırakılmadan anlaşmanın diğer aşamalarına geçmenin mümkün olmadığını belirtti. Bunun üzerine Afganistan hükümeti, halk nezdinde sorumluluğu üzerinden atmak için anayasal bir kurum olan Loye Cerge’yi (Büyük Şûra Meclisi) toplantıya davet etti. Aşiret liderleri, akil adamlar, öncü şahsiyetler ve siyasilerden vs. oluşan bu meclis, yapılan toplantıda hem adı geçen tutsaklar konusunda, hem de barış görüşmeleri konusunda hükümete yetki verdi. Böylece hükümet, atmak istediği adımları Loye Cerge’ye de onaylatmış oldu. Geriye kalan tutsaklar da serbest bırakıldı ve Afganlar arası barış müzakereleri aşamasına geçildi.

Eylül ayında Doha’da başlayan Afgan gruplar arasında barış görüşmelerinin iki ana tarafı vardır: Taliban ve Afganistan hükümeti. Ancak Afganistan hükümetinin nispeten temsil ettiği tarafta sadece hükümet yetkilileri yok. Bu heyetin içinde her kavim, meşrep, mezhep, parti, aşiret ve bölgeden temsilciler de vardır. Milli Barış Yüksek Şûrası olarak adlandırılan bu heyetin başında Abdullah Abdullah vardır. Diğer tarafta iste Taliban heyeti yer almaktadır. İki ayı aşkın süredir devam eden barış müzakerelerinde henüz ciddi bir mesafe kat edilmiş değildir. Görüşmeler hâlâ alt düzeydeki temas grupları arasında cereyan etmektedir.

Barış görüşmeleri sürecinde halkı umutsuzluğa sevk eden en önemli gelişmelerden biri, bu süreçte Taliban’ın saldırılarının artması ve çatışmaların ülkenin neredeyse her bölgesine yayılmasıdır. Normalde bu süreçte iyi niyet göstergesi olarak çatışmaların azalması ve ateşkesin olması beklenirken ne yazık ki çatışmaların dozu ve sivil/asker/milis can kayıpları daha da arttı. Bu durum, ister istemez müzakereleri çıkmaza sokmakta ve olası barışı geciktirmektedir.

Peki, barış müzakereleri devam ederken neden çatışmalar da artıyor? Herkes, bu soruya kendisini haklı çıkaracak cevaplar veriyor. Taliban, ABD ile imzaladıkları anlaşmanın ateşkes maddelerinin sadece ABD ve NATO güçlerini kapsadığını, hükümet güçleriyle henüz bir ateşkes kararına varmadıklarını, hükümet güçlerinin de kendilerine operasyon yapmaya devam ettiklerini vs. ileri sürerek kendisini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Taliban’ın bir diğer iddiası ise, hükümetin içinde kaostan beslenen derin güçlerin olduğu, bunların konumlarını ve illegal işlerini, ilişkilerini kaybetmemek için barışı istemediği, bu nedenle barışı sabote etmek için IŞİD’i de kullanıp bazı sansasyonel eylemler yaparak suçu Taliban’a attıkları yönündedir. Hükümet kanadından ve farklı bazı kesimlerden de Taliban’ın gerçekte barış istemediği, Taliban’ın diğer gruplarla uzlaşmasının mümkün olmadığı ve planının ABD güçleri Afganistan’ı terk ettikten sonra bütün Afganistan’da tek başına yönetimi ele geçirmek olduğu vs. yönünde iddialar var. Bunların dışında ABD’in asıl amacının Afganistan’a barış getirmek olmadığını, aksine savaşı daha da kızıştırmak istediğini ve Afganistan’ı doğrudan ve sadece Taliban’a teslim etmek istediğini düşünen kesimler de vardır. Afganistan barış süreci ve görüşmelerine dair muhtelif tarafların belli başlı iddiaları bunlardan ibarettir.

Barış müzakerelerine dair bizim gözlemimiz ise özetle şudur: ABD, Afganistan’la ilgili planlarından vaz geçmiş değildir, sadece planın başka bir aşamasına geçmiş görünüyor. Bu planın da Afganistan’a barış getirmek olmadığı kanaatindeyiz. Gerek hükümet içerisinde, gerek başka kesimlerde, gerekse de bölge ve dünya ülkeleri arasında Afganistan’daki iç savaş, kaos ve çatışmalardan beslenen, bundan maddi ve siyasi çıkar devşiren, dolayısıyla bu savaşın bitmesini istemeyen derin güçlerin varlığı da ne yazık ki gerçektir. Taliban ise, masadaki pazarlık payını arttırmak için saldırılarını arttırmış ve savaşı ülkenin her bölgesine yaymış gözüküyor. Bahanesi ise, hükümetle aralarında henüz bir ateşkes kararına varılmamış olmasıdır. Taliban, zaten mevcut hükümeti hâlâ resmi olarak tanımıyor ve sözde hükümet olarak muhatap almıyor. Ancak Taliban da iyi biliyor ki, istisnasız bütün Afganistan halkı çatışmaların azalmasını ve bir an önce ateşkesin hayata geçmesini istiyor. Bunun dışında Taliban’ın sahip olduğu dini/siyasi//kültürel/ideolojik//kavmi/mezhebi bakış açısı ve bugüne kadar ortaya koyduğu tecrübe, diğer Afgan gruplarla istikrarlı bir barış süreci inşa etmesi, bir seçime gitmesi ve ortak bir hükümet kurmasının pek mümkün olmadığını gösteriyor. Tabii, benzer gerekçeler Taliban kadar olmasa da diğer Afgan gruplar için de geçerlidir.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda Afganistan’da uzun süreli barış ve istikrar için umutlu olmak zor olsa da, ufukta hâlâ bir ışık gözüküyor. Temennimiz odur ki, bütün taraflar kişisel ve grupsal çıkarlarını bir kenara bıraksın, halkın hasretle beklediği gerçekçi barışa razı olsun. 40 yıldır gözyaşı akıtan ve yüzü hiç gülmeyen mazlum Afganistan halkının bir kerecik yüzü gülsün, gözyaşları dinsin.

YeniPencere, Afganistan Dosyası

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Yorgan Gitti, Kavga Bitti – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

İnsan bu fani dünyada ne için yaşar? Temel ve yalın olarak şerefi, namusu, güvenliği, ekmeği için; kendi hakkını savunurken de başkasının hakkına girmeden huzurluca, özgürce, insanca yaşamak ister.  İnançlı bir mü’min olarak Yaratıcısının bahşettiği nefes uğrunda, O’nu razı etmek için O’nun çizdiği sınırlar dahilinde mücadele ederek kurtuluşu niyaz eder. Bu arada kendisine bahşedilen dünyalıklardan az biraz da olsa nasiplenip sevdikleriyle rahat bir hayat sürmeyi de arzulayabilir tabii ki!

Ömrüne anlam katan asıl değer ise idealleridir. İdeali olmayan insan alelâde bir beşerdir, sürüdeki koyundur, boşlukta sürüklenen bir çerçöptür!  Bizim Müslümanlara bakın; ideali, umudu, hedefleri, hayalleri olan kaldı mı? Dünyalık hırs ve bilinçsizliğimizle elimizdeki imkânları da kaybetmiş durumdayız. Maalesef ne Müslümanca ne de insanca bir yaşam atmosferi var artık!

Bizim gibi müzmin muhalifleri geçelim, mevzunun muhaliflikle de alâkası kalmadı! Zoraki oluşturulan kutuplaşmalar çerçevesinde yürütülen denge oyunlarını da aşalı çok oldu. Karşıtlıklar dahilinde yürütülen stratejik hesap ve refleksler anlamını yitireli yıllar oldu. Hâlâ basit kazanımlar üzerinden meseleleri okuyup hareket eden zavallılara acı bir haberimiz var: ülke, tümden bitmek üzere…

Bu bitiş salt iktisadi, somut, zahiri gerçekliklerin ötesinde soyut, düşünsel, ahlâkî değerler açısından daha da vahim noktadadır. Canhıraş bir biçimde verilen iktidar mücadelesi size has değil, tarih boyu daha şeditleri verilmiş. Gelinen noktada elinize geçireceğiniz bir iktidar zemini de kalmadı, iktidar olup da hakimiyet kasacağınız bir atmosfer de… Hani atalarımız demiş ya, “Yorgan gitti, kavga bitti!” diye; siz, daha neyin davasını güdüyorsunuz!

İnsanlık tarihi, sömürü tarihidir. Siyasi, iktisadi, düşünsel, duygusal, her boyutun türlü desise ve baskılarla işletildiği zulüm tarihidir. İktisadi sömürü zemini olan kapitalizm ve siyasi sömürü düzeni olan emperyalizm, Dünya’yı tek bir forma sokup kontrol edebilmenin ve tek merkezden daha sistematik ve firesiz sömürmenin yollarını bulmuş ve sistematize edilen planlarını hayata geçirmişlerdir.

Salt bizim topraklarıma has değil tabii ki bu esaret; tekelleşmiş küresel iktidarın eline geçmiş vaziyettedir Dünya hakimiyeti! Yani bütün benliğinizi bırakıp ilkesizce peşinden koştuğunuz yerel iktidarı edinmiş olsanız da, ola ola karşıt kutuptakine nazaran daha ehlileşmiş bir uşak olabilirsiniz ancak!

Küresel hegemonya her devleti, her toplumu her toprağı üretim araçlarından tüketim alışkanlıklarına, siyasi despotlukla şekillendirmekten ekonomik köleliğe, fiili baskılardan zihinsel manipülasyona kadar her şekilde hakimiyetine almış, gönüllü veya gönülsüz çekip çevirmektedir. Tek adam rejimlerinden ziyade çoğulcu yönetim ve toplumların bir nebze esneklikleri olsa da onlar dahî küresel çarkın girdabında etkisiz bırakılmaktalar. Husûsen bizim ülkemiz gibi tek adam rejimlerini çok daha kolay boyunduruk altına alabilmekteler. Yerelde kendi iktidarını sürdürüp emelleri doğrultusunda fayda sağlayacağı (verilen serbestiyet sınırlarında) kazanımlarını muhafaza etme dürtüsüyle küresel patronların her istediklerini zımnen de olsa kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Onlar için tek bir kişiyi ikna veya mecbur etmek, kandırmak veya satın almak, baskılamak veya dostluğunu kazanmak çok da zor olmasa gerek! Neyi ne kadar üretip neyi ne zaman tüketeceğine, ne kararlar alıp neye imza atacağına, içeride ve dışarıda, nerede ne şekilde ne zaman hareket edeceğine karar vermek artık imkânsızlaşmış vaziyettedir.

Ezcümle, özelde ülke olarak özgür değiliz, iradeyi verdiğiniz tek bir adamın esaretiyle bütün bir ülke esir düşmüştür. Bu ahvalimiz yeni de değil, uzunca bir vakittir güzelim ülkemiz ve geleceğimiz esir ve aciz konumdadır. İşin vahimi, özellikle zihinsel bu esaret iliklerinize kadar işlemiş ve farkında dahî değilsiniz. Uzunca bir zamandır tek bir kişi yok, hepiniz onun şahsına içkin bir hâle bürünmüşsünüz. Artık onun gibi düşünüp onun gibi hareket ederek refleks geliştiriyorsunuz.

Bu esaret acziyetini gösteren birçok başlık olmakla birlikte, en barizi hâlâ sınavın bitmediği Gazze tecrübesidir. Gazze adeta kendini feda etti. Ne için? Ümmetin, prangalarının farkına varıp onları kırması, özgürlük rüzgârları estirerek hem kendini hem Kudüs’ü özgürleştirsin diye! Biz hâlâ esaret altında kaldıkça Gazze’ye o vakit yazık olmuş olacak!

Gazze bitti, şimdi işimize bakalım. İşimiz; dünyalık kazanımlarımızın ardından daha da sürüklenmek değil, kendi muhasebemizi yapmak, hatalarımızla hesaplaşmaktır. Her bir fert, her bir cemaat, her bir örgüt, her bir devlet, her bir toplum kendi muhasebesini yapıp şapkasını önüne koyacak. Koymayanın şapkası, özgür halklar tarafından indirilip yerli yerine konulacak!

7 Ekim’le birlikte hak gelmiş, batıl zâil olmuştur. Artık dünya, eskisi gibi olmayacak, olmamalı, olamaz da! Yok oydu, buydu, şuydu hikâyeleri havada uçuşup savrularak tarihe karışmıştır. Kendi tebaalarını ikna edip meşrulaşma çabaları anlam(sızlığı)ını yitirmiştir. Modern insanın putu olan uluslararası hukuk ve dengeler çöp olmuştur, herkesin nefsinden uydurduğu din, hakikat karşısında yerle yeksan olmuştur. İslam diye güttükleri maslahatların nefislerinin heva ve hevesleri olduğu bütün topluma aşikâr olmuştur. Bütün bu gerçekler önceden öyle böyle süslenip boyanarak tevil edilerek toplumlara dava diye yediriliyordu ama artık eskide kaldı onlar!

Ya “hak”tan ya batıldan yana olacaksınız, bunun lamı cimi yok! Yaşadığımız çağın firavunu Amerika’dır; sadece kendi kavmine değil, bütün Dünya halklarına Rabblik iddiasında bulunup terbiye etmeye soyunmuş Amerika’ya ya tâbi olursun ya da onlara “Lâ” diyerek mücadele edersin. Dolaylı ve doğrudan beşerî Rabblerine kulluk eden, hayatta kalabilmek uğruna türlü ilişkilere giren bütün uşaklar da (bilinmesine rağmen) çırıl çıplak ortaya saçılmış ve aşikâr olmuştur. Artık onun bunun senin benim düşüncemle, öncelik ve ihtiyaçlarımızla, anlayıp anlamamamızla alakası yok, her şey beyan olmuş. Başka sözü olan çıksın er meydanına…

Bu hak-batıl savaşı da yeni ve bilinmeyen bir şey değil; Adem’den kıyamete kadar yapılıyor ve sürecek! Sadece arada bir açık seçik beyan olur, insanlık sınava tâbi tutulur. Buradaki ölçü şudur: Kişi, kazanım ve kayıplarının hesabını dünyevi ölçütlere göre mi, yoksa özgür iradesiyle varlık gösterip Allah’ın vaadine göre mi şekillendiriyor hayatını? Bu, sadece askeri bir cepheleşme de değildir. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-modernist bir mücadeledir; dünyalık değerlerle ilahi öğretinin savaşıdır, mustazaflar ile müstekbirlerin savaşımıdır, sünnetullâhı ikâme etmeye çalışanlarla Dünyayı (ıslah edicileriz diyerek) fesada boğanların savaşımıdır!

Bu savaşı kaybetmekteyiz maalesef! Değer olgularımız yerle yeksan edilmiş vaziyettedir! Herhangi bir toplum kültürel, dini, özel ilke ve kaideleriyle hayat bulmuş değerleriyle anlam kazanır ve bu âlemde onurlu, devamlı, güvenli bir hayat sürer. Aksi takdirde anlık somut kazanımlar içinde ve refah ortamında cazibeli bir hayat sürse de bunun devamlılığı ve haysiyeti olmayacaktır ki, içinde debelendiğimiz zelil durumun gerekçesi de budur!

Sosyal çürüme had safhadadır. İnsanlığa, özellikle gençlere geçer akçe olarak yalan, tutarsızlık, haysiyetsizlik, çıkarcılık, maslahat adı altında şahsi varoluş hayalleri, kısa yoldan zengin olup koltuk edinerek hükmetme umutları zikren vurgulanıp fiilen sergilenerek vaat edilmektedir. Ahlâkî değerlerle bezeli bir hayat, alttan alta ahmaklık olarak lanse edilmektedir. En küçük ilke ve prensipleri yaşatma gayretleri dahî Don Kişot’luk olarak yansıtılıp insanlık, rasyonaliteye ve pragmatizme itilmektedir!

Soyut kayıplarımız yanında kazandığınızı zannettiğiniz somut şeyler bile tek tek elinizden uçup gitmekte ki, onursuzca edindiğiniz o somut kazanımların asıl sahibi de siz değildiniz zaten! Size veren eller istedikleri zaman kafanıza vura vura alacaklar ve almaktalar. Ülke ekonomik olarak, reel hukuk olarak, gençlere sunacağı somut sosyal imkânlar açısından bitmiş vaziyettedir.

Kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir ümmet. “Kurban edilen ümmet”, sondan ziyade başa koyunca “kurban eden ümmet” anlamı çıkıyor.

Ümmet olarak kavramlarımızın içi boşaltılıp dünyevileşme hastalığına kurban edilmiş vaziyettedir. Ahlak ve özgürlük gibi temel kavramlarımızdan ziyade kazanım kayıp, başarı başarısızlık gibi iğdiş edilmiş tanımlarımızı bizlere hatırlatan Gazze ve Yemen, rasyonel mantık ve faydadan öte Yaratıcılarına sığınıp mücadele etmeyi, hayatlarını kurgulamayı gösterdi. Tabii ki çoğu gözler görmeyecek bu aydınlığı, çoğu kulaklar duymayacak bu nidaları, çoğu gönüller hissetmeyecek bu hakikati, çoğu akıllar idrak edemeyecek bu olanları! Sınav dünyası işte… İsteyerek veya istemeyerek Amerika’ya kulluk eden, bugün olmazsa yarın hesap verecek!

Korku, mantıktan daha güçlüdür. Mantıksız ve ahlaksız da olsa insan, korku içerisinde (iştirak etmese de) işletilen haksızlıklara sessiz kalabiliyor, zalimin yanında saf tutabiliyor. Hayat yolculuğumuzda genellikle korkularla karar verip hareket ederiz. Fiili baskılar haricinde dünyalıklarını kaybetme korkusu daha baskın gelebiliyor çoğu vakit. Korkularımızı yenip özgürleştiğimiz ölçüde insanlığımıza ulaşabiliriz. İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir? Bu bir teoloji mi yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi? “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya Allah’a tapacaksınız ya da (para tanrısı) Mamon’a!” diyen İsa Nebi, acaba ne demek istiyordu?

Artık görmeyen gözlerinizi, duymayan kulaklarınızı, idrak etmeyen dimağınızı açın!  Elinizde tutabilmek için uğruna her türlü değerinizi en naif ifadeyle ötelediğiniz, pervasızca harcadığınız, sattığınız bir iktidarınız dahî kalmadı. Sımsıkı tuttuğunuz, peşinden sürüklendiğiniz, benliğinizi kenara bırakıp her şeyinizle desteklediğiniz iktidarınız sizin değil. Ülkemiz ve ülkemizde tek başına hakimiyet süren RTE, küresel irade ve hakimiyetin esiridir; onun esareti, hepimizi mahkum etmektedir.

Bunun yüz binlerce örneği var, size sadece son iki tanesini sunabiliriz. Bu örnekten ziyade genel olarak Türkiye özelinde kimse iktidardan savaş açmasını beklemedi, duyarlı Filistin gönüllülerin taleplerine bile gerek kalmadan İsrail’in işlediği soykırıma karşı ekonomik ve siyasi olarak yalnızlaştırıp biraz da olsa Siyonistleri baskı altına almak için ilişkileri kesmesi gerekmekteydi ama iktidar tarafından hiçbir adım at(ıla)madı. Adım atmayı geçin (tabii kendi yüzünü aşikâr ettiğinden), bu taleplerle iki yıldır dört bir yanda haykıranları şeytanlaştırmaya çalıştılar. Hadi bunları da anlarız; utanmadan İsrail’e petrol sevkiyatı ve ticaret yapan ZORLU ve SOCAR firmalarına, en yüksek ihracat yapan 10 şirket listesine girmelerinden dolayı bizzat RTE eliyle ödül verilmesi ne demek oluyor? Hâlâ destekçiliğini yapan haysiyet sahibi tek bir kişi çıkıp açıklasın bunu! Mesele bu kişi de değil, vurguladığımız şey şu ki, peşinden sürüklendiğiniz kişi utanma duygusunu yitirmiş, haysiyetini satmış, benliğini kaybetmiş, tercihlerini herhangi bir erdem belirlemiyor ve özgür değil. Bir ikincisi; sahiplendiğiniz bu iktidarın en bariz temsilcisi olan Bayraktar Holding, Leonardo isimli İsrail’e silah tedarik eden İtalyan firmasıyla doğrudan askeri teknoloji ortaklığına girmesini nasıl açıklıyorsunuz; gönlünüze, aklınıza, benliğinize!

Bu noktada, özellikle bizim Müslümanlara seslenmek istiyoruz! Şu “dava” diye güttüğünüz maslahatların somut bir karşılığı olacaksa olsun artık! Çeyrek asır oldu, tek başınıza iktidarı yürüteli! Siz de bilirsiniz ki yaşadığımız çağdaki çeyrek asır, zaman olgusu açısından eski dönemlerdeki bir asra bedeldir. Allah, Muhammed aşkına bir söyleyin: Sizin bilip de bizim bilmediğimiz ne var? Hadi biz ahmağız, bari kardeşlik hukukuna binaen beş dakikanızı ayırıp Bilal’e anlatır gibi anlatın da biz de aydınlanalım! Yumurtadan nasıl bir sürpriz çıkacak, bu nasıl bir kuluçka süreci, meraktan çatlayacağız! Merak bir yana, yaşadığımız ızdıraptan çıldıracağız! Ne ağzımızda sinirden sıktığımız dişlerimiz ne de başımızda yolduğumuz saçlarımız kaldı!

Gelinen noktada idealleri, umutları, hayalleri iyice belirsizleşmiş bir camiaya döndük. Durup iki dakika düşünün; başta kendinize, çevrenize, topluluklarınıza bakın: Hangisi İslami bir emel uğrunda koşturmakta? Herkes gününü işten eve, evden işe geçirmekte! Ev, araba, gelecek plânları yapılmakta; afili sosyal ortamlarda caka satılmakta! Normal vatandaştan ne farkımız kalmış! Cümle arasında dahî İslami hareketten, İslami tekamülden, İslam düşüncesinden bahsedemez olduk. Hedef ve amaç diye basit dünyalık denklemler peşinde sürükleniyoruz.

Hâlâ “Zengin olup güçlenecek ve kaleyi içeriden fethedip sonra geleceğiz!” mi diyorsunuz? Öyle bir şey yok! İçeri girdikçe kaleye hapsoluyorsunuz, köşeyi döndükçe görüş açınız kayboluyor, güçlendikçe benliğinizi kaybedip güç sarhoşluğuna kapılıyorsunuz. Hayali düşmanlarla sizleri çevresine toplayan güruh, hayali davalar satıp kendi dünyalıklarını ve emellerini beslemek için sizleri aparatçıklar hâline getirenler tarafından yarın paçavra gibi kenara atılacaksınız! Üst perdede küresel patronlarının onlara yapacakları gibi zilleti tadacaksınız. Gelin, sizlere onur ve şeref kazandıracak tevhidi mücadelenin yoluna girin tekrardan, sizi halifelik makamına taşıyan akıl ve iradenizi kiraya verip prangalara vurmayın, özgürlüğünüzü nefsinize ve dünyalığınıza kurban etmeyin! Dost acı söyler, gerçekler acı olsa da sonu felahtır!

Rasyonel anlayışla hayat süren normal vatandaşlardan ziyade “Ben Müslümanlardanım!” diyen, hâlâ tevhidi duruşunu kaybetmemiş kardeşlerin artık kendilerine gelmeleri gerekmektedir. İslami kimliklerini tekrar taşımaya geçip İslami ideallerin peşinden koşup kendilerine önder ve öncü olarak seçtiklerini güncelleyip sürüklendikleri girdaptan Allah’a sığınarak çıkma eğilimi göstermelerini rica ediyoruz. Yarın çok geç olmadan dönün bu yoldan; güttüğünüz maslahatlar ve yaptığınız hesaplar iyice şaşmadan, murad ettiğiniz kazanımlar uğruna yarınlarınız vedahî ahiretiniz ziyan olmadan… Yol yakınken yola dönün!

Yarınlarda onurlu bir yaşam sürebilmek için, evlatlarımızın yüzüne bakıp aktarabileceğimiz bir söz bırakabilmek için, âhir zamanda güven içinde huzur-u mahşere çıkabilmek için…

Devamını Okuyun

Yazılar

İktidarları Aşmak, I – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Ortadoğu halkları, yüzyıllardır emperyalizmin ve sömürgeciliğin farklı biçimlerine maruz kalmaktadır. Ancak bugün, maruz kalınan baskının en karmaşık ve sinsi biçimiyle karşı karşıyayız: İşbirlikçi iktidarlar eliyle yürütülen içselleştirilmiş tahakküm! Bu yeni sömürgecilik, askeri işgallerden daha tehlikeli çünkü içeriden ve meşruiyet kılıfı altında işler. Bu bağlamda, ABD ve İsrail’in bölgedeki nüfuzu sadece dışsal bir baskıyla değil, doğrudan bölge yönetimlerinin ve onların çevresindeki STK ağlarının pasifliğiyle ve işbirlikçiliğiyle pekiştirilmektedir.

Ortadoğu’da birçok rejim, egemenlik iddiasında bulunsa da pratikte Batı’nın güvenlik, enerji ve siyasi çıkarlarının bekçiliğini yapmaktadır. Bu iktidarlar, halklarını sindirmek, muhalefeti bastırmak ve İslam dünyasındaki direniş damarlarını kurutmak için sürekli bir çaba içerisindedir. Filistin davası gibi halkların yüreğinde yer edinmiş sembolik mücadele alanları bile bu rejimlerin elinde retorik malzemeye indirgenmiş, pratikte ise İsrail’in güvenliğini önceleyen diplomatik düzenbazlıklarla sabote edilmiştir.  Dışarıdan ABD ve İsrail’in emperyalist, işgalci politikaları; içeriden ise bu işgalleri görmezden gelen hatta kimi zaman meşrulaştıran işbirlikçi iktidarlar ve onların çizgisine mahkûm olmuş sivil toplum yapılarının türlü düzenbazlıkları ile karşı karşıyayız. Ancak bu sessizliğin ortasında bir şey değişti: Halkların içinden, iktidarları aşan yeni bir direniş dili doğdu.

Gazze’de Hamas, Yemen’de Ensarullah, bu yeni direnişin en belirgin örnekleridir. Onlar devlet protokolüne değil, ümmet bilincine yaslanarak direniyorlar. Bu yüzden hem emperyalizmin hem de bölge iktidarlarının hedefindeler.

Filistin meselesi artık bir vicdan testi değil, doğrudan bir cepheleşme alanıdır. Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksâ Tûfânı operasyonu, sadece İsrail’i değil; ona dolaylı yoldan destek olan tüm Arap rejimlerini de diğer dünya ülkelerini de ifşa etmiştir. Birçok yönetim -Türkiye örneğinde de görüleceği gibi- İsrail’i doğrudan desteklemiştir. Bu destek; ticareti artırarak, petrol sevk ederek, çelik-çimento göndererek, istihbarat desteği vererek, savaş mühimmatı ulaştırarak sürmektedir. Ayrıca iktidarlar direnişe verilen halk desteğini türlü yollarla bastırmaya çalışmıştır. Soykırıma katılmış Siyonist vatandaşlar için hiçbir şey yapmayan Türk yargısının, konu Filistin dostları olunca nasıl hızlı çalıştığını hep birlikte gördük. Bu süreçte yandaş STK’ların sessizliğine ve süreci örtbas etmesine hep birlikte şahit olduk.

Benzer şekilde, Yemenli Ensarullah güçleri, ABD donanmasına ve İsrail destekli gemicilik sistemine karşı yürüttükleri saldırılarla, bölgedeki emperyal zinciri sarsmıştır. Ancak buna verilen tepki düşündürücüdür: Yemenli direnişçileri desteklemek yerine onları İran’ın ajanı ilan eden rejimler, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme plânlarına gönüllü ortak olmuşlardır. ABD ve İsrail projelerinin kendilerini yutma pahasına neden desteklendiğini, bunun nasıl bir işbirlikçilik olduğunu anlamış değiliz.

Ne yazık ki birçok sözde sivil toplum kuruluşu da bu tabloya dahildir. Çatışmayı durdurma, barış çağrısı yapma, taraflara itidal telkin etme gibi söylemlerle, direnişin haklı öfkesini yumuşatma görevini üstlenmiş durumdalar. Oysa Hamas’ı yalnızlaştırmak, Yemen’deki anti-emperyalist bloğu görmezden gelmek, direniş karşıtı bir pozisyon almaktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ya fonlara bağlılıklarından ya da iktidar korkusundan dolayı Hamas’ın adını dahî anmazken İsrail’in soykırımını kınamakla yetinmekte ancak buna karşı koyan halk hareketlerini görmezden gelmektedirler. Bu, işbirlikçilik ve ikiyüzlülük değilse en azından korkaklıktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar), halk iradesinin örgütlü biçimde dışavurumu olması gerekirken çoğu zaman rejimlerin uzantısı olarak çalışmakta, eleştiri sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin dışına çıkaramamaktadır. Demokrasi, insan hakları kalkınma vb. söylemler altında faaliyet yürüten bu yapılar, çoğunlukla dış fonlara bağımlı; başta bizim ülkemizde ve çevre ülkelerdeki STK’lar Batı’nın önceliklerine göre pozisyon alan bir bürokrasiye dönüşmüştür. ABD ve AB fonlarıyla yürütülen bu projeler, emperyalizme direnişin önünü kesmek, halkların öfkesini nötralize etmek ve mücadelenin yönünü içeriksiz söylemlere hapsetmek için tasarlanmıştır. Günümüz STK’ları adeta yeni dönemin Truva Atlarına dönüşmüş durumdadır.

Bugün dünyadaki hakiki direniş hattı Washington’da değil; Afganistan dağlarından sonra Gazze’nin tünellerinde ve Yemen’in ovalarında, İran’ın dağlarında çiziliyor. Hamas, sadece bir örgüt değil; İslam dünyasının, hatta vicdanını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olan dünyanın onurudur. Yemenli direnişçiler, sadece dar bir ideolojik yapının parçası değil; küresel sömürge sistemine karşı İslami ve insani iradeyi temsil etmektedir.

Bu hatların birleşmesi, sadece İsrail’i değil; ona lojistik, diplomatik ve siyasal destek sağlayan bölge iktidarlarını da rahatsız etmektedir çünkü halklar, devletlerin yapmadığını yapmaktadır: Siyonizm’e ve emperyalizme karşı doğrudan mücadele cephesi açıldığında sadece İsrail değil, işbirlikçi iktidarlar da devrilecektir. Tüm dünya halkları, daha iyi ve adil bir dünya için iktidarların çizdiği sınırların dışına çıkmalıdır. STK’ların diplomatik dilini değil, mazlumların direniş dilini sahiplenmelidir.

Hamaslı ve Yemenli direnişçiler doğrudan desteklenmelidir. Yuvarlak açıklamalardan artık vazgeçilmelidir. Direnişi terörize eden medya ve iktidarın dili sorgulanmalı, alternatif anlatılar oluşturulmalıdır. Ayrıca halklar nasıl boykot yapıyorlarsa iktidarlar da İsrail’i boykot etmeye zorlanmalı; her türlü direkt ya da endirekt ticaretin durdurulmasına, diplomatik, siyasi ve askeri boykotun yapılmasına mecbur bırakılmalıdır. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey değil, kulluğumuzun bir gereğidir! “Çocuklarımız daha iyi bir dünyada, daha adil bir dünyada yaşasınlar.” diye yapmak zorunda olduğumuz bir şeydir.

Bu yeni mücadele yöntemi, İslami direniş geleneğine yaslanmalıdır. Bu ne İran’a körü körüne bağlanmak ne de mevcut Sünni rejimlerin himayesine sığınmak anlamına gelir.

Ortadoğu halklarının önünde iki yol vardır: Ya işbirlikçi iktidarların diline ve sınırlarına mahkûm kalıp Filistin, Yemen, Suriye, İran’daki katliamları kınamakla yetinecek ya da kendi bağımsız seslerini ve mücadele biçimlerini inşa ederek, emperyalizmin doğrudan karşısında yeni bir tarih yazacaklardır.

Kurtuluş, ne Batı’nın lütuflarında ne de diktatör rejimlerin göz boyayan hamasetiyle mümkündür. Kurtuluş, bizlerin kendi öz iradesini keşfetmesinde, örgütlenmesinde ve kendi kaderini tayin etmesinde yatmaktadır. Ortadoğu’nun yeni tarihi, bu iktidarları aşan halkların elleriyle yazılacaktır ve bu tarih, yalnızca ABD’yi ve İsrail’i değil, onların içerideki işbirlikçilerini de yerle bir ederek devirecektir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kürt Meselesi’nde Mevcut Gelişmelerin Doğru İsmi: Tanıma-Bağlanma Süreci – Arif Karaçam

Yayınlanma:

-

1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin yasama yılı açılış töreninde DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasının üzerinden bir yıla yakın zaman geçti. O günden bu yana Kürt Meselesi bağlamında yaşanan gelişmeler Türkiye’de inşa edilen yeni normalin önemli dayanaklarından biri haline gelmiş durumda. Öcalan’ın çağrısından sonra PKK’nın bir genel kurul sonucunda kendini fesih kararı vermesi önemli bir eşikti. Sırada 12 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de gerçekleştirilecek silah bırakma töreni var.

Sanırım yaşanılan gelişmelerle birlikte ilk günlerdeki belirsizliğin yoğun ölçüde dağıldığından bahsetmek mümkün. Bu sürecin ne için organize edildiği, nasıl bir niteliği haiz olduğu ve ne yönde işlevselleştirilebileceği aşamalar içinde aşikâr oldu. Farklı tanımlar mümkün ve herkes kendi durduğu yerden çok çeşitli kelimeleri seferber ediyor fakat bana göre yaşanan bu gelişmelerin en iyi tarifi bunun bir çeşit “tanıma-bağlanma” süreci olduğudur.

Bunu tarif etmek için öncelikle mevcut sürecin iki aktör arasında bir mutabakat niteliğinde olduğunu vurgulamam gerek. Henüz masanın hiçbir yerinde kültürel, kimlik temelli, temsile dayanan haklar ve düzenlemeler yok. İki ana aktör dışında hiçbir gücün bu süreçle kurucu bir ilişkilenme içine girilmesine alan açılmıyor. Muhtemelen bu iki aktörün üst düzey yetkilileri ve parti gruplarındaki milletvekilleri dahi neyin, neden ve nasıl yapıldığı konusunda ancak kendi yorumlarına sahipler. Aslında, toplumun bizzat kendisi ne özne ne de nesne olarak bu yaşanan sürecin herhangi bir kısmında yer almıyor. Yaşananlar çok katmanlı tarihi bir sorunu çözmeye yönelik adalete dayalı toplumsal bir barışın teminiyle ilgili temel unsurları ihtiva etmiyor. Yaşanan şey, dediğim gibi daha ziyade iki politik aktörün “diplomatik” mutabakatından ibaret.

Bu mutabakatın zeminine dair çok şey söylendi. Elbette (1) 7 Ekim’den sonra Esat rejiminin çökmesi önemliydi. Türkiye, eğer Suriye’de başat aktör olacaksa oradaki Kürt entitesiyle çatışmayı bırakması hatta ülkedeki Kürt varlığının bir çeşit hâmiliğini üstlenerek Suriye’de kendini derinleştirmesi gerekliydi. (2) Bazı saldırıların ardından İran’ın iç sorunlarla çalkalanacağı iddiası da hâlâ masada. Oradaki PJAK güçlerinin olası kazanımlarının yönetilmesi ve NATO ittifakı adına avantaja çevrilmesi için bölgesel bir aktörün yakın angajmanı önemli. (3) Öte yandan ittifak içi bir rakip olarak İsrail işgal rejimi de bölgedeki nüfuz alanını gitgide genişletti ve Türkiye’ye bu bölgede Kürt yapılarının hâmiliği konusunda da rakip olduğunu yadsınamaz biçimde hissettirerek süreci kızıştırdı. (4) Bunlardan ayrıca, Türkiye’nin bölgesel politikalarında iş birliği yapacağı “Arap olmayan” bir aktöre ihtiyacı da aşikâr. Zira tecrübeyle sabit, günün sonunda Araplar diğer Araplarla daha yakın ilişkiler kurmaya fevkalade yatkın oluyor. (5) Son olarak Türkiye, PYD örneğinde olduğu gibi bu Kürt yapısallığının kendisini atlayarak ABD’yle ilişkilenecek seviyede kurumsallaşmasından çok mustarip. İllâ kurulacaksa bu ilişkinin kendisi üzerinden kurulmasını dayatmaya belirgin bir eğilimi var. Bunlar Türk devlet aklının bu mutabakata nasıl ikna olduğuna ilişkin tespitler. Elbette bir de böyle bir mutabakatın iç siyasetteki dengeleri ters yüz etmek için çok elverişli imkânlar temin ettiği gerçeği de var, ki o başka bir yazının konusu.

Öte yandan PKK için de bu mutabakatın çok rasyonel olduğu bir aşamadaydık. Zira Türkiye içinde özellikle askeri yöntemlerle yeni kazanımlar elde etme kapasiteleri yoğun ölçüde tavsatılmıştı. Üstelik Suriye’deki kazanımları Amerikan menşeili bir pamuk ipliğine bağlıydı ve anlaşıldığı kadarıyla kısa süre içinde Suriye’deki askerlerini çekmeyi plânladığını ilan eden ABD yönetimi, ülkedeki Kürt örgütlülüğüne Türkiye’yle anlaşmaya varmaları konusunda ağır baskı altında tutuyordu. Son olarak, Öcalan’ın 25 yılın ardından artık özgürlüğe ve gücü fiilen kullanma olanaklarına yeniden kavuşma ve belki bu meseleyi yaşarken bir yere bağlama yönünde yoğun bir motivasyonu da içsel bir dinamik olarak mevcut gibi görünüyor.

Tüm bunların birleşimi, kamuoyunda çokça İdris-i Bitlisi referanslarıyla anlatılan ve “Türklerle Kürtlerin (Safevilere/İran’a karşı) ittifakı” olarak çerçevelenen bu yeni mutabakatın zeminini hazırladı. Fakat bu elbette eşit güçler arasında bir ittifak anlaşması değil; daha ziyade, bölgedeki Kürt yapısallığının Türk devleti tarafından tanınması ve bu gücün kendini Türk devletine bağlaması niteliğini taşıyor. Türk devleti, kendine bağlanması karşılığında Kürt yapısallığını tanımaya razı geldi. PKK ise Türk devleti tarafından tanınarak bölgesel siyasette ve uluslararası sistemde kalıcı ve güçlü bir yer edinmek karşılığında Türkiye’ye bağlanmayı kabul etti. Böylece artık yeni bir ilişki biçimine geçiliyor. En az 1990’lardan beri MİT gibi kurumlar eliyle masada tutulan ve en azından Öcalan tarafından odaklanılan bu ihtimal, sonunda hayata geçiyor. 9 Temmuz 2025’te yayınladığı ilk video mesajında Öcalan’ın “PKK hareketinin” dağılması gerekçesi olarak ifade ettiği gibi, “varlık tanınmış, ana amaç gerçekleşmiştir”.

Elbette bu tanıma-bağlanma sürecinde bazı jestler yapılacaktır. Birtakım anlamını yitirmiş politikalar değiştirilecektir. Dolayısıyla halklar açısından da çeşitli sonuçların açığa çıkmasını beklemek gerekir. Lâkin bunlar ancak bu yeni ittifakın yan çıktıları niteliğinde olacaktır. Neticede en azından şimdiye kadar, işin odağında tarihsel bir soruna toplumsal bir çözüm arayışı olmadığı net bir biçimde görünüyor. Türkiye’de yaşayan halklar yalnızca bu işin öznesi olmaktan kasten dışlanmıyor, henüz nesnesi olarak bile kabul edilmiyorlar. En başta söylediğimi tekrar etmem gerekirse: Elimizde tarihi sosyo-siyasal sorunların kapsamlı çözümlere ulaştırılabileceği toplumsal bir barış girişimi yok; yalnızca bir tarafın diğerini tanımasına, diğer tarafın da bu tarafa bağlanmasına dayanan aktörler arası “diplomatik” bir ittifak girişimi mevcut.

Mevcut sürecin bu hâlini teşhis etmek büyük önem taşıyor çünkü tedavi ancak doğru teşhisi takip edebilir. Türkiye toplumu olarak omuzlarımızda, yürütülen süreci aktörler arası bir mutabakat olmaktan çıkararak toplumsal bir zemine ayrılmaz bir şekilde raptetmek gibi tarihi bir görev var. Bu yolla, karşı karşıya kalınabilecek çok ciddi birtakım risklerin de bertarafı söz konusu olabilir. Bu, bir sonraki yazının konusu.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x