Connect with us

Yazılar

Ekonomik Büyüme İçin Adalet(!) – Av. Erdal Ulusoy

Yayınlanma:

-

Devlet idaresinden iş hayatına, toplumsal ilişkilerden aileye hayatına kadar insanları en çok etkileyen duyguların başında adalet duygusu gelir. Adaletsiz ortamlar mutsuzluk üretir, ümitsizlik üretir. Adaletsizlik bireyin kimyasını bozar, başarısını ve hayata bakışını olumsuz etkiler. Bu yüzden hem bireysel hem de toplumsal başarının en temel unsurlarından biridir adalet.  Yine adalet kavramı, devlette ve toplumda birlik inşa edici unsurlar arasında da en önde gelir. Kanun önünde eşitliğin sağlandığı, yine eşit koşullarda ve herkesin yararına bir düzende bütün zorluklar kolayca aşılabilir. Tam da bu noktada Türkiye halklarının gerek ekonomik gerekse adil yargılama konusunda sıkıntılar yaşadığı, söz konusu sıkıntıların mevcut hükümetçe göz ardı edildiği, medya gücünü elinde bulunduran hükümetin her şeyi tozpembe gösterdiği dönemlerden geçmekteyiz. Gelinen nokta ister güç zehirlenmesinden kaynaklı olsun, ister bilinçli bir program çerçevesince olsun bu sonucun mimarları için dahî, içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. Tam da bu noktada hükümet kanadından açıklamalar yapılmış, yargı alanında iyileştirmeler yapılacağı dile getirilmişti.

Malumunuz, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, 12 Kasım 2020 tarihinde katıldığı bir  sempozyumda önemli açıklamalarda bulunmuştu. Hatırlatmak gerekirse tutuksuz yargılama ile ilgili açıklamalarda bulunan Bakan Gül, “Aslolan tutuksuz yargılamadır. Tutukluluk istisnadır.”  devamında “Aslolan adaletin yerine gelmesi. Hâkim, savcılardan beklentimiz, ‘Kim ne der, ne düşünülür?’ şeklinde değil, ‘Dosya ne der, Anayasa ne der, hukuk ne der?’ şeklinde konuşmuştu. “Verilen tüm kararları, hem Anayasa Mahkemesi hem AİHM, bu süreci takip eden yeni uygulamalarımız var.” diye eklemiş, hemen ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, “Ekonomi, hukuk ve demokraside yepyeni bir seferberlik başlatıyoruz.” diye açıklamalarda bulunmuştu.

Tüm bu açıklamalar yapılmadan önce bilindiği üzere dolar kuru 8.52 seviyesinin üstünde rekor tazelemekteydi. Şüphesiz günümüz dünyasında ekonomi ile yargıyı birbirinden ayrı düşünmek gerçekçi değildir. Söz konusu Türkiye olunca bu durumu daha iyi anlıyoruz. Türkiye ekonomisi kırılgan bir yapıya sahip olup, dış politikada hemen hemen tüm gerilimlerde ağır faturalar ödeyen bir ülke. Bu konuda sayısız örnek verilebilir. Ekonomist olmadığımız için burada ekonominin neden bu halde olduğunu tartışmayacağız ama ekonomik kalkınma için yargının neden önemli olduğu konusu üzerinde durmaya çalışacağız.

Yukarıda Türkiye ekonomisinin kırılgan olduğundan bahsetmiştik. Kırılgan olmasının temel nedeni enerji bağımlılığı, ülke ekonomisinin inşaata dayalı olması, tarımda üreticinin yeterince desteklenmemesi, gelir dağılımında ki adaletsizlik gibi nedenlerdir. Tüm bu hususlar ile beraber yargıya olan güvenin yüzde yirmilerde olması temel etken. Ekonominin düzelmesini sağlayacak iktisadi ve üretime dayalı politikaların yanında, hukuk güvenilirliği ve hukuka güvenin tesis edildiği bir sistem ve yargı mekanizmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Her ne kadar ekonomi ve hukuk birbirinden ayrı gibi düşünülse de; aslında iç içe olan ve neden-sonuç bağlantılı gelişen canlı dinamiklerdir. Şu an ekonominin kötü gitmesinin sebeplerinden belki de en önemlisi hukuka güvenin azalmasıdır. Ülkemizde hukuka ve adalete güven ciddi anlamda azalmıştır. Bunun sebebi gerçekten ülkemiz yargısının içler acısı bir durumda olmasıdır. Bir yanda KHK’lar ile ihraçlar, bir yandan hiçbir somut delil olmadan siyasi faaliyetlerinden dolayı tutuklu milletvekili ve siyasi parti eşbaşkanları, gazeteci ve iş adamlarının tutuklu yargılanması ve bunlara ilişkin verilen AİHM ve Anayasa Mahkemesi ihlal kararlarının uygulanmaması, bir yandan mevcut iktidara yakın kişi ve kurumların yaptığı hukuksuzlukları iktidarın kendi eliyle örtbas etmesi bu durumu özetler niteliktedir.

Tüm bunlar ülkenin uluslararası camiada imajını zedelemekte, hukuk güvenilirliği açısından akla soru işaretleri getirmektedir. Hukuk güvenilirliğine sahip olmayan bir ülkede, değil yabancı yatırımcıyı yerli yatırımcı dahi yatırım yapmamakta, yatırımı olan kişiler ise farklı alan ve ülkelere yönelmektedir. Zira yatırımcı öngörülebilirliğin, hukuka güvenin sağlandığı bir ortamda yatırım yapmak, yapacağı yatırımda ortaya çıkacak sorunların nasıl çözüleceğini tahmin etmek zorundadır. Yatırımcı ekonomik istikrar için hukuka güvenin şart olduğunu bilmekte ve o doğrultuda yatırım yapmaktadır. İktidar cephesi en başında söz konusu durumu bilmekte iken neden şimdi bu tip açıklamalar yapıp gerek yargıya olan güveni tazelemek, gerekse yabancı yatırımcıyı çekmek istemektedir, sorusu akla gelmektedir.

Tam da bu noktada geçen hafta gerek Adalet Bakanı gerekse C. Başkanı yargıya güven konusunu gündeme getirmiş, somut adımlar atılacağını söylemiş; bu çerçevede atılmış bir adım olup olmadığını ancak zamanla öğrenebileceğimiz iki gelişme ise Furkan Vakfı lideri Alpaslan Kuytul’un 2 yıl tutuklu olarak yargılandığı davadan beraat kararı çıkması ve tutuklu yargılanan Osman Kavala’nın dosyasının HSK tarafından istenmesidir ve bunlar olumlu iki gelişmedir. Ancak belirtmekte fayda var ki atılan bu adımlar samimi değildir. Zira yaklaşık 20 yıldır iktidarda olan bir hükümetin itibarsızlaştırdığı yargıyı sanki başka bir hükümet bu hale getirmiş de atacağı adımlarla ortalama seviyeye çıkaracağı görüntüsü vermesi samimi olmadığının göstergesidir.

Peki, ne yapılsaydı da samimi bir adım olarak görülürdü, sorusu akla gelmektedir. Naçizane fikrim KHK’lar ile hukuksuz bir şekilde ihraç edilenler için kurulan komisyonların kapatılıp mağdurların göreve iadesi, cezaevlerinde tutuklu olarak yargılanan düşünce suçlularının tahliyesi, hakim ve savcılık mülakat usullerinin değiştirilmesi, hakim ve savcılara talimat verilmesinin önünün kesilmesi ve akabinde başta adalet bakanı olmak üzere diğer yetkili mercilerin özür dilemesi ve gerekiyorsa istifa etmeleridir. Zira Adalet Bakanının adalet vurgusu başka hiçbir şekilde inandırıcı gelmemektedir. Adalet Bakanı A. Gül’ün bakanlık yaptığı döneme baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri neredeyse en fazla hukuksuzluğun meydana geldiği dönemdir. Hem bunca hukuksuzluğa göz yummak hem de sanki kendi bakanlığı döneminde bunlar yapılmamış gibi bir izlenim bırakmak, samimi olmadıklarının ve söz konusu yargı reformunun da göstermelik olduğunun belirtisidir. Kaldı ki yapılan reformlar ve gerçekleştirilen basın toplantılarında değinilen adalet vurgusu bir an için gerçekçi kabul edilse de özünde sosyal adaleti sağlama, yargıyı bağımsız ve etkin kılma amaçlı olmadığı için yani temelde yabancı yatırımcıyı ülkeye çekip yabancı devletler ile uluslararası kuruluşlar nezdinde “Adil bir yargımız var!” izlenimi vermek olduğundan etkili olmayacağı aşikârdır. Kaldı ki Cumhurbaşkanı’nın son açıklamasında şu vurgu da yapılan reformların asıl hedefinin yargıyı değil ekonomiyi iyileştirmek olacağını gösterecektir. Cumhurbaşkanı’nın “Ekonomik büyümeyi, kalkınmayı, refahı ve istikrarı sürekli kılmak ancak adil ve şeffaf bir hukuk devletinde mümkündür. Başka bir ifadeyle yatırımları yeşerten ve bereketlendiren iklim hukuk devletidir.” açıklaması bizi doğrulamaktadır.

Gerek CB’nin, gerekse de adalet bakanı Gül’ün açıklamalarına baktığımızda temel hedefin ekonomik istikrar olduğu, bu bağlamda asıl amacın adil yargı olmayıp yargının ekonomik istikrar için araçsallaştırıldığı bir durum var ortada. Tüm bunları göz önüne aldığımızda ekonomik krizin etkilerini derinden hissetmesi ve yakın dönemde yapılan anketlerde mevcut hükümet ve ittifak ortağı oylarının düşmesi bir nevi hükümeti gerek ekonomik gerekse hukuki alanlarda reform yapmaya zorlamıştır. Kaldı ki kendilerinin eseri olan bir yargıyı sanki başka bir hükümetten devralmış gibi reforma ihtiyaç duyduğu düşüncesini yaymak çözüm için gerçekçi bir yaklaşım değildir.

Son dönemde yapılan açıklamalar bir yana bir kaç ay önce dahî atılan reform adımlarının mevcut durumu iyileştirmediği şu örnekle somutlaşacaktır. Bilindiği üzere 17.10.2020 tarihinde C. Başkanlığı tarafından imzalanan ve 25.10.2020 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan Birinci Yargı Reformu paketinde gerek tutuksuz yargılanmaya ilişkin düzenlemeler getirilmiş, gerekse de birçok alanda iyileştirmeler yapılmıştır. Buna rağmen mezkur düzenlemelerin uygulamada etkileri görülmemiş aksine durum kötüye gitmiştir. Yaklaşık altı yıl öncesine ait olaylar nedeniyle Halkların Demokratik Partisi bünyesinde milletvekilliği yapmış başta Sırrı Süreyya ÖNDER, Altan TAN, Ayhan BİLGEN hakkında soruşturma başlatılmış ve bu soruşturma kapsamında bu şahıslar gözaltına alınmış ve gözaltına alınanların çoğu tutuklanmıştır.

Bu doğrultuda adil yargıdan söz etmek için var olan kanunlarda tabi ki iyileştirmeler yapmak, yargı bağımsızlığını güvence altına almak önemlidir ancak temel sorun olan yargı mensuplarına müdahale etme, hâkimlik ve savcılık mülakatlarında liyakat sahibi kişileri değil de kendinden taraf olana öncelik tanımak gibi durumlar aşılmadıkça adil yargıdan bahsedilemeyecektir. Bugün yargıdan tutun eğitime, sağlık alanına değin bütün alanlarda alımlar liyakat bazlı olmayıp kadrolaşma çerçevesinde yapılmaktadır. Söz konusu liyakatsiz kişilerin yargıda görev almasıyla adliyelerde davalar yıllarca sürmekte ve artık bırakın vatandaşları, avukatlar dahi uzayıp giden yargılamalardan dolayı mesleklerini güçlükle ifa etmektedirler. Uzun tutukluluklar mağduriyete dönüşmekte ve çoğu beraat kararı ile sonuçlanacak soruşturma ve kovuşturma dosyalarında insanlar yıllarca tutuklu yargılanmaktadır.

Umarız ki bu doğrultuda yapılan açıklamalar samimi ve gerçekçi olur, bundan sonra süregelmiş mağduriyetleri ortadan kaldıran, hukuka güveni ve adaleti sağlayan adımlar atılır.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Köşe Yazıları

Eksik Öncülükler,  Yanlış Adresler

Yayınlanma:

-

Kamuoyu araştırmacısı Can Selçuki, Medyascope’ta Ruşen Çakır’a verdiği mülakatta (21 Mart 2023) bazı partilerin oy oranlarından bahsederken gençlerin siyasi parti ve liderlere teveccühünü tartıştı.

Selçuki’nin anlattıklarına bakılırsa oy oranları anlık değişiyor; deprem, işsizlik ve hayat pahalılığı, mültecilerin aktüel konum ve muhataplıkları gibi meseleler özellikle küçük partilere dönük ilgiyi arttırıyor.

Bu konuşmada öne çıkan parti ve “liderler” tahmin edebileceğiniz isimler: Zafer ve Memleket Partileri ile bu partilerin başkanları Ümit Özdağ ve Muharrem İnce.

Zafer Partisinin tek bir söylemi var: ırkçılık temelli bir mülteci karşıtlığı. Muharrem İnce’nin siyasetinde resmi ideoloji paralelinde ilerleyen, derinlikten yoksun duruşundan başka bir şey öne çıkmıyor.

Bu partilerin oy oranlarının gençler arasındaki iniş çıkışları Can Selçuki’nin dikkatini çekmiş. Bu tespitin, ülkedeki gençlerin siyasal hareketlilikleri bağlamında bizim de dikkatimizi çekmesi gerekiyor.

Farklı oranlarda sonuçlar çıksa da gençlerin neredeyse dörtte üçünün Türkiye dışında (elbette zengin batı ülkelerinde) yaşamak istediği anketlerin gösterdiği bir hakikat. Buna, gündelik hayatımızdaki gözlemlerimizde de tanık oluyoruz.

Yoksulluk, gelecek kaygısı, yaşam tarzı ve siyasal baskılara bağlı özgürlük tartışmaları ülke dışında bir yaşam arzusunu körüklüyor. Devrimci bir pozisyonla kötülüklerle kapışma niyeti ise pek belirgin değil. Küçük ölçekli siyaset yapan bazı sol partileri ve Kürt meselesi dolayımındaki siyasal pozisyonları dışarıda tutarsak geniş genç kitlelerin yöneldiği adres olarak yukarıda saydığımız ırkçı, resmi ideoloji yanlısı ve mülteci düşmanı partiler öne çıkıyor.

İslami hareketlerin çok büyük oranda dönüştürülüp imha edildiği bir aşamada gençlerin dikkatini çekecek güçlü, devrimci bir İslami hat da maalesef hâl-i hazırda vâr olmadığı için hakikatsizlik derinleşiyor; cahiliye, bulduğu boşluğa yuvalanıyor.

Genç kitlelerin heyecanından ve anlık değişen tutumlarının normal olduğundan falan bahsedilebilir elbette ama ben buna katılmıyorum. Programı olan ve futbol tribünlerine ya da Twitter mecrasına sıkışmayan nitelikli bir muhalefet, devrimci bir tutum her zaman mümkün olabilir, önceden de olmuştur.

Gördüğü siyasal ve ekonomik baskılardan yılgınlığa düşüp ülke dışına çıkmak bir genç için asla öncelikli bir seçenek olarak görülmemeli. Hiçbir ilkesellik bunu kabul etmez. Hangi ideolojik zaviyeden bakılırsa bakılsın bu yanlıştır.

Dünyayı tanımak, farklı coğrafya ve halklarla temas kurmak, başka direniş hareketleriyle ilişkilenmek bağlamında gerçekleştirilecek bir hareketliliğe kim hayır diyebilir! Tası tarağı toplayarak ilk hayal kırıklığında halkını terk edebilme tavrı, gidilen yerler için de müstakbel ve güvenilmez bir tavır olarak o kişilerle birlikte seyahat edecektir.

Ülke değiştiremeyenlerin önemli bir kısmı ise zulüm ve egemenlerle kapışmak yerine alttakileri hedef alıyor. Öfke ve çaresizliğinin hırsını mültecilerden çıkarmaya yelteniyor. Ülke, yeryüzü ve insanlık için zerre hayır üretmeyen siyasi partilere ve onların “liderler”ine bel bağlıyor!

Bu tabloyu kime fatura edeceksiniz?

Bu faturada herkesin payı var elbette. Örnek öncülük yapamayanlar da, “Öncülük örnekliği yok!” deyip süreç içinde sadece kendi kurtuluşuna yoğunlaşanlar da faturada pay sahibidir.

Edebiyattan yardım alarak meseleyi anlamaya çalışalım. İsmet Özel’in sosyalist çizgideyken yazdığı “Aynı Adam” şiiri bu meselelerde benim için kalıcı öğreticilikte olmuştur:

on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi.

On beş yaşında bir genç; öncülerin vâr ettiği, dinamik ve gerekçelerini tam olarak kavrayamadığı ama söylem ve duruşundan etkilendiği bir siyasal/toplumsal hareketliliğin rüzgârına kapılmış ve süreç içerisinde tutuklanarak yargılanmaya başlamış, daha önce layıkıyla ayırdına varamadığı egemen kurumsallığı o yargılama esnasında net bir durulukla tanıyıp kavramıştır.

Bu mısralarda ortak sorumluluklar işaretlenmiştir. Bugün mezkûr faturanın kim/ler/e kesileceğini bu mısralar vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz.

Din soslu egemen düzenin tasallutunda aktör olarak yer almamış nüveler biçiminde varlığını bir şekilde sürdürebilmiş küçük çevrelerin sorumlu oldukları tarihi rollerini üstlenememiş olmaları, bir taraf olarak bizim açımızdan temel ve esaslı bir yaradır.

Gençlerin öncü örnekliklere, öncülüklerin genç dinamizm ve enerjilere ihtiyaçları olduğu muhakkak ama bizde zincir kopmuş, dağılmış durumda. Dağılan parçaların bir kısmının Muharrem İnce ya da Ümit Özdağ menzilinde toplaşması ancak böyle mümkün olabiliyor.

Karşımıza çıkıp duran bu acınası gerçeklik karşısında hakikate davet, iki yönlü ilerleme kaydetmelidir. Hakikatin tebliği ile onun zorunlu örnekliği, entelektüel ilgiyle siyasal tavrı beraberinde getirmeli ise tüm ilgililerin ne yapması gerektiği aslında açığa çıkmış bulunuyor.

Bütün tarafların bu tarihsel sorumluluğa karşı alacakları tavır, sahte adreslerden kurtuluşa da vesile olacak bilinç ve dinamizmi üretecektir. O zamanki mülakatlarda neler konuşulacağını da şimdiden tahmin edebiliriz, değil mi?

Devamını Okuyun

Yazılar

Geri Gönderme Merkezi’nden Kurtulan Afrikalılar Anlatıyor – Ammar Kılıç

Yayınlanma:

-

İki sene önceydi. Rize’de çay hasadında tanışmıştık Gambiyalı Muhammed (“Şeyh”) ile. O vakitten beri de yüz yüze görüşememiştik. Yasir’le Mahir hocanın evindeki toplantıdan çıktıktan sonra, yakın olmayı fırsat bilip Beyoğlu’ndan Kumkapı’ya inerek Şeyh’in evine gittik. Yine Of’taki bir çay paketleme atölyesinden tanıdığımız Halewi’yi de oraya çağırdık. Şeyh bizi güler yüzle karşıladı. İki odalı, sekiz kişilik, tertipli ancak oldukça rutubetli bir evdi. Odaya geçtikten sonraki 15 dakika içinde evin diğer sakinleri de odayı doldurdu ve Senegal çayı eşliğinde muhabbet derinleşti.

Muhammed’i ve Halewi’yi ziyaret etmemizin bir sebebi, geçtiğimiz aylarda polis kontrolü sırasında yakalanmış ve Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) birkaç ay kalıp çıkmış olmalarıydı. Bir manada onlara “geçmiş olsun”a gelmiştik. Ancak odada sohbet ilerleyince fark ettik ki odada bir kişi hariç herkes yakın zamanlarda GGM’ye girip çıkmıştı. Bu durum, son bir yıldır sıklaşan polis kontrollerinin bir uzantısıydı. İrtibatta olduğumuz birçok Afrikalı, Afgan yahut Pakistanlı göçmenin şu bir yıl içinde deport edildiğini ya birebir duyuyor ya da haberini alıyorduk. (Hatta 2 ay önce Senegal uçağında, deport edilmek üzere getirilen 4 Gambiyalıdan birinin feryat figan olay çıkardığına ve apar topar uçaktan geri indirildiğine şahit olmuştuk.) Bu polis kontrollerinin sabit bir mantığı, denklemi olmadığı için, en fazla bunu ülkedeki göçmen karşıtı dalganın yükselmesiyle ilişkilendirebiliyoruz. Siyasette ve dolayısıyla halkın dilinde göçmenlere yönelik ayrımcı söylem arttıkça, asayiş güçlerine, bu “artık nüfusu” törpüleme ve ırkçı kaygıları dengeleme görevi biçiliyor. Ne kadar çok deport, o kadar “düzensiz göçle mücadele” skoru.

Vakıa böyle, böyle olmasına da asıl merak ettiğimiz şey, bu arkadaşların nasıl olup da deport yemeden GGM’den çıkabildikleriydi. Ve tabi GGM’lere hâkim olan koşulların nasıl olduğunu merak ediyorduk. İçeride yaşadıkları tecrübeler farklılaşıyor. İyi muamele gören de var, dayak yiyen veya dayak yiyenlere şahit olan da… Şeyh örneğin, Tuzla’ya getirildikten dört gün sonra Çanakkale’ye sevk edilmiş. Jandarmanın kendisine iyi davrandığını, sürekli “Dert etme, serbest kalacaksın!” dediğini aktarıyor. “Afrikalıları seviyorlar. Afrikalılarla bir sorunları yok. Bana iyi davrandılar.” Yine de 2 ay 10 gün boyunca sürekli stresli ve akıbetinin ne olacağını bilemeden geçirmiş. Sık sık ağlamış. “Kesin gönderileceğim, diyordum. Gönderilmem ölüm demekti.” Başka birçok Afrikalının deportunu görmüş. “Eğer sınırdan geçerken yakalandıysan, kesin deport edilirsin!” diyor. İçeride farklı milletlerden 40-50 Afrikalı varmış. Afganlara gelince bu sayı 400’e çıkıyormuş. Toplamda ise kadın erkek 800 kişi varmış. Sürekli deport olduğu (ve özellikle Afganlara vurduğu) için beraber kaldığı Afganlar sürekli sirkülasyon halindeymiş. En ciddi problemlerden biri ısınmaymış. “Çok, çok soğuktu, kışa denk gelmişti. Bazen öyle zamanlar oldu ki,” diyor, “gönderseler bile umurumda olmazdı, çünkü donuyorduk. Yatak yoktu, varsa da çok fazla kişi olduğu için birçoğuna yetmiyordu. Battaniyeleri yere serip yatıyorduk.” Yemek günde üç öğünmüş. “Bazen iyi bazen kötüydü ama günde üç öğün yiyebilmek tabi ki şanstı.” diyor.

Kâğıt imzalatmaya zorlayıp zorlamadıklarını sorduk. “İmzalayacak mısın?” diye sormuşlar ama zorlamamışlar. Eğer pasaportu yanında olsaymış deport yeme ihtimali artarmış, yanında resmî bir belge olmadığı için bir şey yapmaları zormuş. Olan da saklayabildiği ölçüde saklıyormuş. (Bunu nasıl yapabildiklerini bilemiyoruz.) Bu bilginin GGM’deki göçmenler arasında fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir bilgi olduğunu öğreniyoruz. “Herkes bunu bilir!” Burası ilginç bir noktaydı. Göçmenlerin deport yememek için kullandıkları taktiklerden biri… Fakat bu taktiğin hangi durumlarda, hangi ülke göçmenlerine, ne kadar yaradığını bilmek çok zor. Deport edilen Afganlar pasaportlarını saklayamadıkları için deport yiyor değillerdi herhalde. Belki ülkeye giren Afganların birçoğunun Afrikalıların aksine zaten pasaportsuz gelmesi bunu açıklayabilir. Allahualem. Hâsılı, tespit etmekte güçlük çektiğimiz bulanık noktalar var ya da devletin tutarsız uygulamaları…

Daha uzağa, Malatya’ya gönderilen Amadu ise 2 ay 15 gün GGM’de kalmış, depreme orada yakalanmışlar. Tuzla’da bir gün, Ordu’da bir gün, oradan da Malatya’ya gönderilmiş. Bu transferlerin mantığını anlayamıyoruz. Daha önce defalarca karşılaştığımız bir durum. Önce Ankara’ya, ardından Iğdır’a gönderilen Pakistanlı bir göçmen arkadaştan uzun süre haber alamamıştık bu düzensiz ve öngörülemeyen transferler yüzünden. Amadu, Malatya’daki koşulların beter olduğunu söylüyor. Yatak kapasitesi yetersizmiş, o da yerde yatmış. üç öğün yemek olsa da yemekler çok az ve kalitesizmiş. “Market var, almak istersen paranla alırsın.” diyor.

Para lazım olduğunda, hesap kartı olan bir Suriyelinin hesabına para gönderiliyor, o da yüzde yirmi komisyon kesip kalanını veriyormuş oradaki ATM’den. Amadu, GGM’de birçok Suriyelinin de olduğunu söyledi. Hatta biri bir buçuk yıldır akıbetini bekliyormuş. 60-70 Afrikalı varmış. “Toplamda 1500 kişi civarında kişi vardı.” diyor. Odada ise 15 kişi kalıyorlarmış. Pasaportu yanında olmadığı için onu da deport etmemişler söylediğine göre.

Jandarmalardan birinin şiddetinden de bahsetti Amadu. “Taleplerin oluyor, yemek istiyorsun fazladan, hasta olmuş birisi, durumu izah ediyorsun, sinirleniyor, vuruyor.” diyor. “Niye yaptın?” deyince de, “Burası Türkiye, burası Afrika değil!” diyormuş. “Afganları, Suriyelileri de çok dövüyorlardı.” diyor. Bu şiddetin bağlamını, ölçüsünü tespit edip doğrulamak çok zor ancak bu iddialar ilk kez şahit olduğumuz şeyler değil. GGM’ler maalesef yıllardır kötü muamele, işkence, sözel, fiziksel ve duygusal şiddet gibi hak ihlalleriyle mimlenmiş vaziyette. Göçmen davalarıyla ilgilenen avukat dostlarımız, Halim Yılmaz, Mehmet Ali Başaran, İbrahim Kibar ve diğerlerinin dilinde yıllardır tüy bitti bunları anlata anlata. Şiddetin bu kadar görünür olmadığı durumların kendisi de aslında şiddet içeriyor veya doğrudan şiddete sebep olan koşulları yaratıyor. Isıtıcılar çalışmıyor, büyük bir elektrikli ısıtıcı varmış ama çalışmadığı için insanlar hasta oluyor, tedavi için Ankara’ya yazılıyor, hastanın doktora gitmesi 4-5 günü buluyor. Tabi tedavi de parayla mümkün olabiliyor.

Para demişken, “komisyon” kesen sadece hesap kartı olan göçmenler değil gibi duruyor. Amadu, Malatya’da bazı göçmenlerin GGM’ye girerken emanete verdiği 1000 lira paranın 400’üne çıkarken jandarmanın el koyduğunu söylüyor. Kendisinin yaşadığı bir vakaya dayanmadığı için ihtiyat payı bırakıyoruz. Bu hikâyeye normal şartlarda çok daha şüpheyle yaklaşabilirdik ama daha 1 ay önce, Tuzla GGM’ye alınıp ikamet başvurusu sürecinde olduğu anlaşılınca aynı gece serbest bırakılan Sierra Leoneli bir arkadaşımızın 1500 lirası emanetlerini teslim alırken buhar olup uçmuştu.

Elbette bu gasp sorununun bir kural olduğunu iddia etmiyoruz. Örneğin yine Şeyh, Çanakkale’de bu tarz bir muameleye denk gelmediğini söyledi. Marketten bir şey alması gerektiğinde, emanete verdiği paradan harcayabildiğini, serbest bırakılırken her kuruşunu geri aldığını aktardı.

Halewi, ilk iki arkadaştan daha az şanslıydı çünkü Kayseri GGM’de 5 ay kalmıştı. 300’den fazla insan hatırlıyor. Bunların 100’den fazlası Afrikalıymış. Halewi ile birlikte 15 Afrikalıyı salmışlar. Halewi de aynı sebebi öne sürüyor: “Yanımda hiçbir belge yoktu beni aldıklarında, pasaport sordular, yanımda değildi.” O sırada lafa Şeyh karışıyor, Çanakkale’de Afganların hepsini deport ettiklerini söylüyor. Amadu da Malatya için benzer şeyleri tekrarlıyor. “Mesela bir gün 90 Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı, Faslıyı deport ettiler, tek seferde. Eğer uçakla geliyorsan ve pasaportun veya ikametin varsa ama zamanı geçtiyse deport edilmeyebilirsin fakat karadan, sınır geçerek girdiysen kolayca deport edilirsin. Afganlar da bu yüzden deport yiyorlar. Ayrıca Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanırsan da deport yiyorsun.”

Bütün bu gözlemler, göçmen dostlarımızın içerden ve kısmi şahitliklerine dayanıyor elbette ama bizim izlenimlerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, tecrübelerimizle birleşince ortaya makul ve devletin göç politikalarındaki tutarsızlıkları yansıtması açısından öngörülebilir bir resim çıkarıyor.*

GGM’ler kapalı kutu hükmünde kurumlar… Devlet, oradaki koşullar konusunda genelde ketum davranır. Özellikle hak ihlallerine konu olan mevzularda… Çabamız, toplama kampından hallice olan bu mekânları ‘daha konforlu’ hale getirecek politika önerilerinden ziyade göçmenleri kapatılma ve deport korkusu ile daima tedirginliğe boğan bu şedit göç rejiminin bizatihi kendisini ifşa edecek hikâyeleri çoğaltmak olmalı.

*Resmi uygulamalar ve rakamlara ilişkin daha etraflı bir fikir edinebilmek adına Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) 2022’de yayınlanan ilgili raporuna, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı şu habere ve Göç İdaresi’nin verilerine göz atabilirsiniz.

Devamını Okuyun

Yazılar

Yel Uçurdu, Sel götürdü – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

İnsan, hayatın öznesi olarak değerlendirilebilir. Yani hayat insan için, insan da kendine has kılınan bu öznelik durumuna binaen yapıp ettiklerinden dolayı, önce yaşarken, daha sonra vefat etmesinin akabinde, kıyamet saati gelip çattığında Rabbinin huzurunda, dünyada iken yapıp ettiklerinin hesabın verecektir.

“O, böyle bir hesaba çekilmeyecek, dolayısıyla hesap vermeyecektir!” söylemi, en başta adalet kriteri açısından mümkün değildir.

İnsanın, özne olarak kendisi baz alındığında, onun diğer varlıklara yönelik üç ilişki biçimi söz konusudur. Bunlar; insan-kendi ilişkisi, insan-çevre ilişkisi ve üçüncü olarak da insan-Allah ilişkisi olarak belirtilebilir.

Her şeyden önce insan-kendi ilişkisi birçok şeyi izah etmektedir. Buna bağlı olarak, insanın Rabbi, yani Allah (cc) ile ilişkisinden de önce insanı kendi çevresiyle olan ilişkisi, aynı zamanda diğer ilişki biçimlerini de izah etmektedir. Allah, önce birey olarak insanın kendisine ve çevresine yönelik ilgisine atfen kuluna yönelik bir değerlendirmede bulunacaktır. Haliyle haklar konusu da bu aşamada devreye girmektedir.

İnsan-çevre ilişkisi -çoğunlukla yanlış anlaşıldığı üzere- kulun kul üzerindeki hakkı ile sınırlı olmayı; doğal çevre, yani tabiatla var olan ilişki biçimini de kapsamaktadır ama bu hakikat çoğu kez ıskalanmakta, umursanmamakta, gözden ırak tutulmaktadır.

Tabiri caizse -çokça yaşadığımız için söylersek- olabilecek depremlere karşı  “zemin etütsüz” bir şekilde bina, iş yeri vb. inşaat işleri gibi faaliyetlerde “ıskalanma, umursamama ve gözden ırak tutma” halleri sıkça yaşanmakta ve adeta bunla meslek haline getirilmiş bulunmaktadır.

Bu durumlar, herkesin malumu üzere bilinmektedir.

Biz gelelim şehirleri göçürten sel felaketlerine…

Ülkemizi baz aldığımızda daha düne kadar birçok insan, mevsimi olsun, ya da olmasın yağmur yağdığında, yağmurun aslında rahmet olduğu halde felakete dönüşebileceği yerleri, bölgeleri düşündüğünde, özellikte Doğu Karadeniz olmak üzere Karadeniz bölgesinin neredeyse tümünü vurgulamaya çalışırdı.

Mutad olduğu üzere öyleydi. Bir de geçmiş dönemin İzmir gibi, İstanbul gibi, devasa nüfusa sahip olup alt yapı sorununun pek de çözülemediği metropol şehirlerin varoşlarında olabileceği akla gelirdi.

Bu düşünce kısmen doğrudur doğru olmasına ama genellikle pek göze çarpmadığı kendi içinde eksiklik barındırır. Bu “eksikliğin” kendini ortaya koyup konuya dair yerleşik bazı düşüncelerin yıkıldığı iki yer olan Adıyaman ve Urfa örneği artık sel felaketlerinin Karadeniz ile sınırlı kalmadığını, büyük bir ihtimalle de kalmayacağını göstermesi açısından önem arz etmektedir.

Allah(cc) insanı bir hikmete binaen hayatın öznesi olan insanı gönendirmek için, dünyayı ona hasretmiştir. (Casiye, 45/13) İnsanın, bu musahhar kılmaya yönelik olarak, kendisine emanet edilen varlıklara karşı gayet müşfik ve merhametli olması gerekirken, zalimleşmekte, çoğunlukla aşırıya kaçmakta ve işi çılgınlık dercesine yükseltmektedir.

Bu durum, geleneksel toplumlarda nadirattan olmasına rağmen, Batı’da, özellikle de Aydınlanma felsefesinin içeriğine binaen ve aynı zamanda, bu aydınlanma faaliyetinin bir sonucu olan materyalist (maddeci) anlayışla revaç bulmuştur.

İşin daha sonrasında, birbirini tetikler ve açıklar mahiyette aydınlanma hareketi, insan-Allah ilişkisine “bir daha var olmayacak şekilde” ket vurmaya kalkışınca doğal ve aynı zamanda doğru ilişkilerde büyük yara almış oldu.

Zincirlenme şeklinde sanayi devrimi sonucunda cari olmaya başlayan kapitalist ilişki biçiminin kendini var kılması için insan unsuru dâhil her tür maddi-manevi değerle birlikte toprakta bu sakil durumlardan nasibini almış oldu.

Kapitalist ilişki biçimi derken, salt fabrikasyon üretim durumu düşünülmesin.  Geleneksel konut yapma, ev inşa etme,  mekânı ona göre düzenlemenin yerine “şehre yakın” aynı zamanda kısa yoldan ranta tahvil edilme durumu çerçevesinde tarımsal alanların (özellikle de sulak alanların) farklı şekillerde de olsa imara açılma durumları, sürekli yaşadığımız felaket durumlarına kapı aralamaktadır.

Yaşı müsait olanlar bilir, kendi çocukluk, ya da ilk gençlik yıllarında, yaşadıkları şehrin, köyün az ilerisinde “öteden beri bir gerekliliğe binaen” tarım arazisi olarak elde kalması düşünülmüş bağlık, bahçelik, bostan alanlarının, tarlaların vb. bu rant hastalığından dolayı giderek betona kesildiğini görmekte, üzülmekte ve felakete kapı açar kaygısıyla yaşamaktayız.

Yukarıda demiştik ya, deprem gibi haller dışında, aslında rahmet olan yağmurun koca şehirleri peşinden sürüklemesi; insanoğlunun -hem de günümüzde cari olan kapitalist anlayışla- tabiata yönelik tecavüzü ve toprak dâhil, onu bağlı her şeyi “insafsızlık içerisinde” alabildiğine hor kullanması sonucu, su da bize yaptığımı yapacaktır.

Atalar boşuna “Su akar, yatağını bulur.” dememişler!

Yani, biz her şeyde olduğu üzere kendi mecrasında kalması, akması gereken su kaynaklarına karşı -çoğu kez de konut yapma, maddi çevre oluşturma ve bunlara bağlı olarak rant elde etme adına-  sabotaj eyleminde bulunursak, Allah(cc) muhafaza, su bizi boğabilir, ardından da yel uçurabilir!

Zaten, bizde geçmişte pek vaki olmadığı halde, artık günümüzde yaşadığımız hortum olayları, “yel uçurdu”ya örnek verilebilir.

Bu tür felaketlerin bir daha yaşanmaması için, küllî bir zihniyet devrimine, paraya, mala, makama olan bakışımıza ve geleneğin en iyi ve güzel taraflarının, hatta onları çokça aşacak oranda yeni bir şehir ve şehircilik anlayışına ihtiyacımız var. Bu anlayışta, en başta ranta asla ve asla yer vermeyen ve bundan dolayı da yeni bir yerel yönetim reformuna ve uygulanmasına ihtiyacımız var. Bu da bizi sarıp boğan, muhafazakâr anlayışa karşı durmakla mümkün olabilirdi.  Aynı zamanda, sözde Müslümanlığımızı perçinlemek için kendimize uygun gördüğümüz bu sakil muhafazakârlık hali kapitalizmi daha da azgınlaştırmakta ve bize emanet edilen tabiatın kimyasını bozmaktadır.

Peygamberî uygulamalar bağlamında “olumlu anlamda” çağdaş verilerin de bir araya getirilmesi ile “yeni bir dil, yeni bir söylem ve yeni bir paradigma” eşliğinde insana, onun onuruna uygun bir hayat inşa etmek ve onu gönendirmek kadar daha güzel ve “Müslümanca” bir eylem düşünebilir miyiz?

Devamını Okuyun

GÜNDEM