Connect with us

Yazılar

27 Temmuz Yürüyüşü Üzerine – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Geçtiğimiz pazar günü, 22 ay geç kalmış ama önemli bir eylem gerçekleşti. Yankıları sürüyor.

“Sözü muhatabına söylüyoruz!” başlıklı yürüyüşün çağrısını yapan ve organize eden Köklü Değişim camiasına ve katılım sağlayan başta hocalarımız olmak üzere herkese teşekkürler. Önemli bir iş yaptılar.

Sözün muhatabına ve muhatabın bulunduğu yerde söylenmesi fikri gerçi yeni değildi ancak az çok tabana sahip bir hareketin çağrıcı pozisyonunda inisiyatif alması açısından bir ilk oldu çünkü daha önce üç defa ‘Külliye’ tabir edilen Beştepe Sarayında böyle bir etkinlik için çağrı yapılmış ve hiçbir grubun katılmadığı, 15-20 kişi ile yürütülen eylemler her defasında polis şiddeti ve gözaltılarla sona ermişti. Bu konuda ilk olma noktasında Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının gayretlerini anmadan geçemem.

27 Temmuz eylemi Türkiye Müslümanlarının ‘geç kalma’ alışkanlığının ve zamanlama probleminin bir sonucu olarak böyle bir kitlesel yürüyüş için çok ama çok geç kaldı. Bu yürüyüş için 22 ay geçmemeliydi. Bu süreçte şehit sayısı bazı kaynaklara göre (kayıplarla birlikte, ki maalesef muhtemelen onlar da şehit) 600 bini geçti. İsrail, Gazze duvarını aşıp Lübnan’a saldırdı ve Suriye’de de fiili işgale başladı. Soykırımın başlarında kabarıp sönen hissiyatımızın yeniden bizi harekete geçirmesi için demek ki her gün önümüze açlıktan ölen çocuk fotoğraflarının düşmesi ve Ebu Ubeyde’nin sitem dolu konuşmasını yapması gerekiyordu.

Buna rağmen, birbirlerini tekfir eden veya en azından oldukça soğuk bakan çeşitli grupların yürüyüşte kol kola olması gibi umut verici bir görüntünün de oluştuğu bu önemli yürüyüşe ne yazık ki kitlesi olan birçok yapı katılmadı. Hâlbuki sayı, 1 milyonu rahatlıkla bulabilirdi.

Kitlesel yürüyüşlerimizde sıklıkla gördüğümüz kitlenin konuya odaklanamama sorununu bu eylemde de yaşadık. Adeta slogan kıtlığı yaşandı ve sayısız defa tekbir getirilirken, birçok konu dışı slogan atıldı. “İşbirlikçi AKP” sloganı ise attırılmak istenmedi.

Köklü Değişim, Beştepe güzergâhında kararlı olduğunu katılımcı kitleye ve kamuoyuna önceden ilan etmesine rağmen bu konuda ısrarcı olmadı.

Gözaltına alınan iki arkadaşla avukatlar ve organizatörler karakolda ilgilendi ama arkadaşlar için kitle bilgilendirilerek bekletilmeliydi, yapılmadı.

Muhatap, kendisine ulaşan yolları kapattırsa da söz, muhatabına samimi bir şekilde söylendi. Boynundaki vebal hatırlatıldı. Hükümeti harekete geçirme yönündeki kitlesel çabalar 27 Temmuz’la sınırlı kalırsa şüphesiz bir sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan bu yürüyüşün bir son söz olmadığının, olmaması gerektiğinin hepimiz farkındayız.

Bu yürüyüşü değersizleştirmek de büyük bir zafer gibi sunmak da doğru değil. 27 Temmuz’da bir bariyer aşıldı, çıta yükseldi. Madem çıta yükseldi artık ona göre davranmak, geriye düşmemek için çalışmak gerekir. İktidar üzerinde kamuoyu baskısını artırmak için hareketliliğin devam ettirilmesi şarttır. Ses getirecek yerlerde kitlesel oturma eylemleri düşünülebilir. Gerekirse 27 Temmuz yürüyüşüne katılmayan grupların ayağına gidilerek bu ve benzeri çalışmalara davet edilmeli, ikna olmalarına çalışmalıyız.

Yazılar

“İki Devletli Çözüm” Hamas’ın Silahını Teslim Almaya Yönelik Bir Tuzaktır – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Filistin meselesi yüz yılı aşkın bir süredir emperyalist plânların, Siyonist yayılmacılığın ve işbirlikçi yönetimlerin sahnesi olageldi. Bugün yeniden gündeme getirilen “iki devletli çözüm” söylemi, barış ve adaletin değil, bilakis Direniş’in elini kolunu bağlamanın, Hamas’ı ve Gazze halkını silahsızlandırmanın diplomatik kılıfıdır. Görünürde bir “barış projesi” gibi sunulsa da gerçekte İsrail’in askerî alanda başaramadığını masada elde etme girişiminden başka bir şey değildir!

“İki devletli çözüm” fikri ilk kez Oslo süreci ile somut biçimde gündeme geldi. O süreçte Filistin halkına vaat edilen şey, Batı Şeria ve Gazze’de sınırlı bir otorite, kısıtlı bir egemenlik ve sahte bir “devlet” umuduydu fakat gerçekte İsrail’in yerleşimlerini genişletmesi, Batı Şeria’nın duvarlarla bölünmesi ve Gazze’nin açık hava hapishanesine dönüştürülmesi sonucunu doğurdu. Oslo, Filistin için bir “kurtuluş belgesi” değil, tam tersine İsrail’in işgalini kalıcılaştıran bir teslimiyet belgesi oldu.

Bugün yeniden ısıtılan iki devletli çözüm, aynı reçetenin yeni bir kılıfla piyasaya sürülmesidir. Amaç, Filistin direnişinin en güçlü unsuru olan Hamas’ın elindeki silahı devre dışı bırakmak ve Direniş hattını çözmektir.

Gazze’de son aylarda yaşananlar, İsrail’in askerî olarak Hamas’ı tasfiye edemediğini gösterdi. Onca yıkım, onca vahşet, onca sivil katliama ve ABD, İngiltere, Almanya ve bölge ülkelerinin tam desteğine rağmen Direniş hâlâ ayakta. Hamas, İslam ülkelerinin ihanet ve düşmanlığına rağmen savaşmaya devam ediyor; İsrail’in ileri teknolojisi, hava gücü ve kara saldırıları Hamas’ın iradesini kıramadı. İşte bu noktada Washington ve Tel Aviv, askerî alanda elde edemediklerini siyasal alanda elde etmeyi planlıyor. Sözüm ona “İslam ülkeleri” liderleri aracılığı ile Hamas’a silah bırakma konusunda tam saha baskı kuruluyor.

“İki devletli çözüm” söylemi, bu stratejinin merkezindedir. Çünkü,

  • Hamas’ın silahı yalnızca bir askerî güç değil; aynı zamanda Filistin halkının onurunun ve caydırıcılığının teminatıdır.
  • Direniş’in silahsızlandırılması; Filistin’i, İsrail karşısında tamamen savunmasız bırakacaktır.
  • ABD, Hamas’ı uluslararası zeminde “barışa engel” gibi göstermek için bu formülü kullanmaktadır.

Böylece “Bakın, biz barış istiyoruz ama Hamas istemiyor!” denilerek, Filistin’in haklı direnişi şeytanlaştırılmaya çalışılıyor.

Bugün dillendirilen plânın satır aralarına bakıldığında şunlar görülüyor:

  • Kudüs’ün, İsrail’in “ebedi başkenti” olarak kabul edilmesi,
  • Filistin devletinin silahsız, ordusuz ve İsrail’e bağımlı bir yapı olması,
  • Gazze’nin yeniden inşasının, Hamas’ın silah bırakmasına bağlanması,
  • Batı Şeria’da İsrail yerleşimlerinin kalıcılaştırılması.

Bu tablo, aslında bir “Filistin devleti” değil, İsrail’in vesayeti altında bir “özerk bölge” anlamına gelir. Yani Filistin’in hakları değil, İsrail’in güvenliği esas alınmaktadır.

Hamas ve diğer direniş örgütleri, defalarca ifade ettikleri gibi, “iki devletli çözüm”ün özünde bir teslimiyet projesi olduğunun farkındadır çünkü tarih göstermiştir ki,

  • İsrail, verilen hiçbir tavizle yetinmez; her seferinde daha fazlasını ister.
  • Silah bırakmak, Filistin halkını yeni katliamlara açık hâle getirir.
  • Bugüne kadar kazanılan her mevzii masadan değil sahada, Direniş’in bedelleriyle elde edilmiştir.

Hamas için silah yalnızca bir araç değil; varlığının ve halkının korunmasının en temel dayanağıdır. Dolayısıyla silah bırakmak, Gazze’nin iradesini bırakmak demektir.

Seyyid Kutub’un “Amerika’dan nefret ediyorum ama daha çok Amerika’nın vicdanına sığınan Müslümanlardan nefret ediyorum!” sözü, bugün yeniden Filistin sahasında yankılanmaktadır çünkü “iki devletli çözüm” gibi projelerin asıl taşıyıcıları çoğu zaman Tel Aviv ya da Washington değil; onların gölgesinde siyaset yapan işbirlikçi ve teslimiyetçi yönetimlerdir. Bu yönetimler, adaletin değil; kendi iktidarlarının ve koltuklarının bekasını esas almakta, ümmetin onurunu pazarlık konusu etmektedir.

Ali Şeriati’nin sıkça vurguladığı gibi, sömürgecinin en büyük gücü tankları, uçakları değil; zihinsel esaret altına aldığı yerli işbirlikçileridir. Bugün, Arap dünyasında ve daha geniş anlamda İslam coğrafyasında, İsrail’in güvenliğini İslam ümmetinin maslahatının önüne koyan yöneticiler, aslında bu işbirlikçiliğin ve teslimiyetin en somut örneğidir.

“İki devletli çözüm” çağrılarını sahiplenenler, Filistin’in gerçek kurtuluşunu engelleyen birer modern mandacıya dönüşmüştür. Onlar, Batı’nın “vicdanına” sığınarak zalimle mazlumu aynı masada eşitlemeye çalışmaktadır. Oysa mazlumla zalim, aynı terazide tartılamaz; işgalciyle işgale direnen aynı kefeye konulamaz!

Bugün teslimiyet ve iş birliği yalnızca Filistin’in değil, bütün ümmetin geleceğini ipotek altına almaktadır. Çünkü Filistin’de silahların susturulması, yarın bütün Müslüman coğrafyalarda Direniş’in susturulması anlamına gelecektir. Direniş’i “terör” olarak yaftalayanlar, aslında kendi korkularını, kendi zilletlerini gizlemektedirler.

“İki devletli çözüm” söylemi, uluslararası diplomasi sahnesinde bir aldatmacadan ibarettir. İsrail’in askerî hezimetini örtmek, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını güvenceye almak ve Hamas’ın direniş mirasını tasfiye etmek için ortaya atılmış bir tuzaktır. Tüm erdemli insanlar bu tuzağın perdesini yırtmak, işbirlikçi bölge ülke liderlerini ifşa etmek ve Filistin’in mazlum halkının yanında durmak ödevinden sorumludur.

Gerçek çözüm, İsrail’in işgaline son vermesinden, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının tanınmasından ve Filistin halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesinden geçer.

Gazze’nin molozları arasından yükselen direniş iradesi, bu tuzaklara düşmeyecek kadar tecrübeli ve kararlıdır. Hamas’ın elindeki silah, sadece bir tüfek değil; bir halkın bağımsızlık umududur. Ve bu umut, hiçbir masa oyunuyla teslim alınamayacaktır.

Devamını Okuyun

Yazılar

Lübnan: Hizbullah’ı Silahsızlandırma Çabalarının İç Yüzü

Yayınlanma:

-

Lübnan, Hizbullah’ın silahları konusunda derin bir çıkmaza girmiş durumda.

Geçen ay, Emmanuel Macron ile görüşmek üzere Paris’e yaptığı ziyaret sırasında Başbakan Nevvaf Selam, Lübnan’ın durumunun birçok kişinin sandığından çok daha kırılgan olduğunu fark etti.

Lübnan’ın siyasi krizlerinde arabuluculuk yapmasıyla tanınan Fransa, Selam’a, ülkenin uluslararası denetim altında reformlar yapmadan, özellikle de devlet dışı aktörleri (yani Hizbullah’ı) silahsızlandırmadan ayakta kalamayacağını açıkça ifade etti.

Fransa ayrıca, ABD’nin finansman desteği olmadan tüm masrafları karşılayamayacağı için BM barış gücü UNIFIL’in görev süresinin uzatılmayacağını, Suudi Arabistan’ın katılımı olmadan bağışçı veya yeniden inşa konferansı düzenlenemeyeceğini ve Lübnanlı yetkililerin yapmaması durumunda İsrail’in Hizbullah’ı zorla silahsızlandırma kararlılığı nedeniyle güvenlik istikrarının sağlanamayacağı da vurguladı.

Selam, Cumhurbaşkanı Joseph Aoun ve Parlamento Başkanı Nebih Berri’yi bu hususlarda bilgilendirdi ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına ilişkin ABD önerisini tartışmak üzere bir kabine toplantısı düzenledi.

Aoun, kabinenin oybirliğiyle kabul edebileceği bir dil bulmak için Hizbullah ile temasa geçti. Öncelikle Filistinlilerin silahlarının sınırlandırılmasına öncelik verdi, uluslararası olarak dayatılan takvimlerden kaçındı ve konuyu Lübnan’ın önceliklerine dayalı bir strateji geliştirmek üzere Yüksek Savunma Konseyi veya Lübnan Ordusu’na havale etti.

Bununla birlikte iki haftadan kısa bir süre sonra, ABD Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack tarafından sunulan ABD önerisini kesin olarak onaylamaya karar vermiş görünen Selam, “devleti bir sonraki uluslararası gerginlik dalgasından korumak” amacı ve süreçle ilgili bir takvimle birlikte medyadan uzak bir şekilde Baabda Sarayına çıkıp Cumhurbaşkanı Aoun’a ve Hizbullah’ın önemli müttefiki Berri’ye bilgi verdi. Berri, cumhurbaşkanını önceki anlaşmayı ihlal etmekle suçladı. O andan itibaren cumhurbaşkanlığı ile Hizbullah arasındaki ilişkiler keskin bir şekilde kötüleşti.

Gerginliğe rağmen tüm taraflar, 5 Ağustos’taki oturuma hazırlandı. Oylamanın birkaç gün sonraya erteleneceği beklentisi vardı ancak olaylar farklı bir yöne gitti.  Selam; Lübnan Güçleri, İlerici Sosyalist Parti ve Ketaib bakanlarının desteğiyle teklifin derhâl onaylanması için baskı yaptı.

Cumhurbaşkanı ve Şii bakanların erteleme talebini Selam, zaten “pek çok fırsatın kaçırıldığı”nı söyleyerek bunu reddetti. 7 Ağustos’ta, Şii bakanların çekildiği oturumda hükümet, ABD plânını kabul etti.

Hizbullah’ın öfkesi

Hizbullah, Selam’ı, resmî taahhütlerini ihlal etmekle suçlayarak şöyle dedi: “Başbakan Nevvaf Selam, Amerikan elçisinin yol haritasını benimseyerek bakanlık açıklamasında ve cumhurbaşkanının göreve başlama konuşmasında verdiği tüm taahhütlere aykırı davranıyor!”

Grup yakınındaki kaynaklar da Aoun’un oturum öncesi anlaşmayı yerine getirmemesinden duydukları hayal kırıklığını dile getirerek onu daha önceki “ulusal savunma stratejisi” çağrılarına geri dönmeye çağırdı ve hiçbir devletin toprakları işgal altında iken “direnişini” silahsızlandırmayacağını savundu.

Geçen Kasım ayından bu yana İsrail, Lübnan’dan tamamen çekilmesini gerektiren ateşkes anlaşmasını defalarca ihlâl etti. İsrail ordusu güneyde beş mevzide kalmaya devam ediyor ve Hizbullah hedeflerine sık sık hava saldırıları düzenliyor.

Kaynaklar, Ekim 2019’daki hükümet karşıtı protestolar sırasında ordu komutanı olan Aoun’un sivillere karşı asker göndermeyi reddettiğini hatırlattı.

Yine kaynaklar, “Bugün hükümet, topu ordunun sahasına attı!” açıklamasını yaptı ve “Direniş’in tabanı, Lübnan halkının bir kısmı, silahsızlanmayı reddetmek için sokaklara dökülürse, orduyu onlarla doğrudan çatışmaya sokacak mısınız?” diye sordu.

Hizbullah’ın “Şura Konseyi”, yönetime sokak eylemlerinden kaçınmaları talimatını verdi ve protestoların hızla kontrol edilemez olaylara dönüşebileceği uyarısında bulundu.

‘Büyük günah’

Hizbullah, hükümetin bu hamlesini, Lübnan’ı İsrail’e karşı “Direniş silahından” mahrum bırakan “büyük bir günah” olarak nitelendirdi ve bunu ciddiye almayacağını söyledi.

Gruba yakın kaynaklar, Hizbullah’ın ulusal savunma stratejisi konusunda diyalog için çaba göstermeye devam edeceğini, İsrail’in geri çekilmesi ve Lübnan’ın güney ve kuzeydoğu sınırlarının korunması için uluslararası garantiler olmadan silahsızlanmayı reddedeceğini söyledi.

Hizbullah’ın parlamentosu grubunun başkanı Muhammed Raad, hükümeti, kararın sonuçlarının farkında olmadığı konusunda uyardı.

ABD’nin önerisine göre ordu, plânını 31 Ağustos’a kadar kabineye sunmak durumunda. Uygulamanın 1 Eylül’de başlayıp 31 Aralık’ta tamamlanması gerekiyor.

Aşamalı plân; önce Litani Nehri’ne, ardından Awali Nehri’ne, daha sonra Beyrut’a ve son olarak da Bekaa Vadisi’ne kadar silahsızlanmayı öngörüyor: Tüm bunlar üç ay içinde gerçekleşecek!

Pazartesi günü Lübnan Cumhurbaşkanı ile görüştükten sonra Barrack, nispeten memnun olduğunu söyledi ve İsrail’in ateşkes anlaşmasının hükümlerine saygı duymasını ve Lübnan’ın kabul ettiği plânı uygulamaya başlaması gerektiğini vurguladı.

Ordunun endişeleri

MEE’ye açıklamada bulunan askerî kaynaklar, ordunun iç barışı koruma konusunda derin endişe duyduğunu ve “ateş topunu” ordunun sahasına atmanın yeterli olmadığı konusunda endişelerini dile getirdiler.

Şii bakanların çekilmesinin ardından tam bir siyasi destekten yoksun olan hükümet, dış çatışmaları önlemeye çalışırken iç çatışmalara neden olma riskiyle karşı karşıya.

Başbakan’a yakın kaynaklar ise MEE’ye, hükümetin kararının Hizbullah’ın kendi açıkladığı taleplerini yansıttığını; bunlar arasında İsrail’in çekilmesi, saldırıların sona ermesi, tutukluların serbest bırakılması ve sınırların belirlenmesi gibi maddelerin bulunduğunu söylerken Şii bakanların çekilmesinin bir “istifa” değil, aslında bir “hayır” oyu anlamına geldiğini ve bunun abartılmaması gerektiğini eklediler.

Aynı kaynaklar şu soruyu da gündeme getirdi: Hükümet bu kararı almasaydı, Lübnan’ın hâli ne olurdu?

Lübnan’ın bu adımı atması yönündeki baskıyı vurgulayan Aoun, Pazar günü yaptığı açıklamada, Washington’ın, öneriyi onaylamaması hâlinde ülkenin “gündemden çıkarılacağı” konusunda uyardığını söyledi.

Bu hamle dışarıda hükümete “itibar” kazandırarak İsrail’in olası müdahale tehdidini hafifletti ancak içeride, Lübnan’ı, bu “itibar”ın nakde çevrilmesini imkânsız hâle getirebilecek bir siyasi krize sürükledi.

Direniş, silahlarını teslim etmeyecek

Sonuç olarak ordunun misyonu iki önceliğe dayanmaktadır: iç barışı korumak ve herhangi bir Lübnanlı grupla çatışmaktan kaçınmak. Bu hedefleri -silahları kısıtlarken istikrarı korumak- dengeleyip dengeleyemeyeceği ise temel soru olmaya devam ediyor.

Geçen hafta, Hizbullah lideri Naim Kâsım, grubun, silahlarını Lübnan devletine teslim etmeyi reddedeceğini ve buna zorlanması durumunda her türlü girişime karşı hazır olduğunu açıkladı. Bu açıklama, Lübnan siyasetinin tüm kesimlerinden sert eleştirilerle karşılandı.

Kâsım; hükümeti, silahsızlanmayı teşvik ederek ülkeyi İsrail’e “teslim etmekle” suçladı ve iç karışıklık konusunda uyardı.

“Direniş, saldırganlık ve işgal devam ettiği sürece silahlarını teslim etmeyecek. Bedeli ne olursa olsun bu projeye karşı koymak için gerekirse savaşacağız!” dedi.

Aoun, iç savaş uyarılarını “haksız” olarak nitelendirdi ve bunların sadece “söz”den ibaret olduğunu söyledi.

Berri ise mesafeli bir tutum alarak, “İç savaş korkusu yok ve iç barışa yönelik bir tehdit bulunmuyor!” dedi.

Hizbullah’a yakın kaynaklar, MEE’ye yaptıkları açıklamada, sert söylemlere rağmen konuşmanın kasıtlı mesajlar içerdiğini ve bunların dikkatle okunması gerektiğini belirttiler.

Buna göre Hizbullah, İsrail geri çekilip saldırılarını sonlandırana kadar silahsızlanmayacak ve bu koşullar sağlandıktan sonra silahlarla ilgili görüşmelere açık kapı bırakacak.

Kaynaklar, Hizbullah’ın kimseyi Lübnan’da iç savaşla tehdit etmeyi amaçlamadığını ancak toplumunun köşeye sıkıştığını ve çok fazla zorlanırsa silahsızlanmaktansa silahsız ölmeyi tercih edeceğini iletmeyi amaçladığını söylediler.

Kaynak: middleeasteye.net

Devamını Okuyun

Yazılar

Siyonist Pervasızlığa Yol Veren İhanetler – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

İsrail, Gazze’de ve işgal altındaki topraklarda her gün uluslararası hukuku ayaklar altına alıyor. Çocukların üzerine bomba yağıyor, hastaneler, okullar yıkılıyor, gıda ve su yolları kesiliyor, gazeteciler doğrudan hedef alınıyor. Tüm bunlar, dünyanın gözü önünde ve kameralar eşliğinde yaşanıyor. İsrail, hiçbir kural tanımayan saldırganlığıyla sadece Filistin’i değil uluslararası değer kırıntılarını da yerle bir ediyor fakat asıl utanç verici olan, bu barbarlığın karşısında durması gerekenlerin sessizliği hatta daha kötüsü, işbirlikçiliğidir!

Bölge Ülkelerinin ve İslam Dünyasının Yönetimlerinin Utanç Verici Sessizliği, Utanç Verici Edilgenliği ve Çaresizliği

İslam dünyasının başkentleri, İsrail zulmünün her yeni aşamasında aynı rutin tiyatroyu sahneliyor:

Birkaç diplomatik “kınama” açıklaması,

Bir iki göstermelik uluslararası toplantı,

Ve ardından gündemin hızla değişmesi…

Bu ülkelerin liderleri, Kudüs ve Gazze söz konusu olduğunda asla gerçek bir siyasi irade ortaya koymuyor. Ekonomik çıkarlar, Batı ile kurulan bağımlılık ilişkileri ve koltuklarını kaybetme korkusu, onları halklarının vicdanından koparmış durumda.

İsrail’in bu denli pervasız olmasının nedeni, sadece ABD ve Batı’nın desteği değil; aynı zamanda İslam ülkelerinin işbirlikçi tutumudur. Bölge ülkelerinin işbirlikçi, korkak, çekingen ve mahcup tutumudur.

Petrol ve doğal gaz zenginliği, Batı’ya akan ucuz enerjiye dönüşüyor; Gazze’de ise insanlar, yakıt bulamadıkları için hastaneler kapanıyor.

Başta Suud olmak üzere bazı Körfez ülkeleri, İsrail ile “normalleşme” anlaşmaları imzalayarak, Filistin direnişinin meşruiyetini baltalıyor. Şehit Yahya Sinvar’ın dediği gibi “Gazze bütün işbirlikçileri, bütün normalleşenleri rezil edecek!”tir ve öyle de oldu!

Türkiye, Mısır, Ürdün ve diğer bölge ülkeleri, ticari ilişkilerini sürdürürken “sözde” Filistin dostu söylemleriyle halklarını avutuyor.

Gazze yanarken İslam ülkelerinin zirvelerinde alınan kararlar kâğıt üzerinde kalıyor. Basına verilen sert demeçler, aslında Siyonistlere, onların hamisi ABD’ye ve dostlarına “Bakın, halkımızı teskin etmeye çalışıyoruz!” mesajı taşımaktan öteye gitmiyor.

Gerçekte ise bu yönetimler;

Askerî, ekonomik veya diplomatik yaptırım kartlarını kullanmıyorlar.

İsrail’in savaş suçlarına karşı uluslararası mahkemelere somut dosyalar sunmuyorlar; taraf olmuyorlar, olamıyorlar.

Filistin direnişine gerçek anlamda lojistik veya siyasi destek vermiyorlar. Tam aksine Türkiye örneğinde açıkça izleneceği üzere Siyonist terör şebekesine destek veriliyor, adeta soykırım besleniyor, desek abartı olmaz. Azeri petrolü Siyonistlere kesintisiz aktarılıyor! Çelik, çimento, kablo, gıda gönderimine devam ediliyor, Siyonist gemiler limanlarımızda pervasızca cirit atıyor. Şeyh Ahmet Yasin “Yanımızda olamıyorsanız, hiç olmazsa işgalcinin tarafında olmayın!” demişti. İşbirlikçi yönetimler bu kadarını bile yapamıyorlar, yapmıyorlar!

Sokaklarda milyonlarca insan Filistin için yürürken saraylarda ve bakanlık odalarında başka bir hesap işliyor: “Batı’nın gazabını üzerimize çekmeyelim, ekonomimiz zarar görmesin, iktidarımız tehlikeye girmesin!”, “Siyaset ayrı, ticaret ayrı!” diyecek kadar büyük bir aymazlık ve basiretsizlik içindeler. Bilmiyorlar ki bu halklar, Batı’ya yasalanan iktidarları yönetimleri al aşağı etmesini çok iyi bilir! Bu ikiyüzlülük, bu işbirlikçilik sadece Filistin’i değil, tüm İslam dünyasının onurunu zedeliyor.

Peki, ya diğer dünya ülkeleri? İnsan hakları ve demokrasi nutukları atan Batılı başkentler, İsrail’in savaş suçlarını görmezden geliyor. Uluslararası kurumlar, sadece kınama cümleleri kurmakla yetiniyor, yaptırım kararları ise ya hiç alınmıyor ya da kâğıt üzerinde kalıyor. Bu sessizlik, tarafsızlık değil; aktif bir suç ortaklığıdır! Çünkü soykırımı durdurma imkânı varken susmak, suçun ortağı olmaktır. ABD soykırım suçunun sadece ortağı değil aynı zamanda finansörüdür.

Bu karanlık tabloda, Yemen istisna olarak öne çıkıyor. Kendi topraklarında açlık, yoksulluk ve savaşla boğuşan Yemen halkı, her bedele razı olarak Filistin’in yanında duruyor. Limanlarını kapatıyor, denizlerini işgalci gemilere yasaklıyor, kendi güvenliğini hiçe sayarak Gazze’ye nefes olabilmek için mücadele veriyor. Yemen’in bu tavrı, “Gücümüz yetmez!” mazeretinin koca bir yalan olduğunu ispatlıyor.
Yemen, bize şunu haykırıyor: Direniş bir tercihtir; yeter ki yüreğiniz zalime karşı, mazlumun yanında saf tutsun!

Bugün Filistin; sadece bir coğrafya değil, insanlığın onur sınavıdır. İsrail’in kural tanımazlığı karşısında sessiz kalanlar, tarihe işbirlikçi olarak geçecektir. Yemen’in cesur duruşu, tüm bölge ve İslam ülkeleri için utanç verici bir ayna niteliğindedir. Eğer bu sessizlik bozulmazsa, yarın ateş, bugün seyredenlerin kapısını çalacaktır.

Mazlumun yanında olmak, sadece ahlâkî bir zorunluluk değil; insan kalabilmenin tek yoludur. Bu durum zaten Müslümanın inisiyatifine bırakılmış bir konu da değildir. Allah, bizden zulmün karşısında durmamızı, mazlumun dinine, milliyetine bakmadan ona sahip çıkmamızı istiyor.

Sonuç: Ya Direniş Ya Teslimiyet!

İsrail’in pervasızlığını kıracak olan şey sadece silah değil; aynı zamanda siyasi cesaret, ekonomik bağımsızlık ve tabii ki ümmet bilincidir. Ancak bugünkü tablo, yönetimlerin çoğunun bu yükü taşımak yerine Batı’nın çizdiği sınırlar içinde “kontrollü muhalefet” yapmayı tercih ettiğini gösteriyor.

Bu durumda ümmetin geleceği, halkların kararlılığına ve direnişin sahada gösterdiği iradeye kalıyor.

Eğer bu sessizlik zinciri kırılmazsa Gazze, Şam, Tahran, Beyrut bugün; yarın ise Mekke, Medine, Ankara, Kahire, Amman, Bağdat aynı kaderi paylaşacaktır. Şimdi iş birliği içinde olanlar, susanlar yarın sıra kendilerine geldiğinde, kendilerine destek olacak kimseyi bulamayacaklardır. Herkes durduğu yeri buna göre belirlemeli, halklar da yönetimler de buna göre vaziyet almalıdır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x