Connect with us

Söyleşiler

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti

Yayınlanma:

-

Yazar ve aktivist Harun Özkarakaş’ı Aksa Tufanı sürecinde Ankara’daki Filistin eylemlerinin organize edilmesinde emek veren biri olarak tanıdım. İnsanlar onun eylem alanlarındaki etkili doğaçlama konuşmalarından övgüyle bahsediyorlardı. Direniş Çadırı’nın tüm illerden katılımcılarla Ankara’da BOTAŞ önündeki tarihi eyleminde bizzat buna şahitlik etmiş ve bu tecrübeyi nerede, ne ara edindiğine şaşırmıştım. Bilenler bilir, eylem alanları bazen gerilimlidir. Hele Ankara polisi gibi sert ve yer yer eylemcileri tahrik eden sivil polislerin arasında işiniz pek kolay sayılmaz.

Harun Özkarakaş burada bir kısmını okuyacağınız düşüncelerini Hertaraf’’tan sonra, şimdilerde İslamianaliz haber sitesindeki köşesinde okurlarla paylaşıyor. Sorularıma cevap verirken “gizli” güçlerini (son fotoğrafta da görüleceği üzere) açık etmiş oldu!

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdâfaa hakkını kullanmasına Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle sorunun giriş bölümünde bahsetmiş olduğunuz kırılmalar ciddi bir önem taşıyor. Burada yaşanan kırılmaya sahada gerçekçi mücadele veren Filistin dostlarını dahil etmediğimi belirtmek isterim. Düşünce dünyası ve eylemselliği paralel olan kişiler için bir kırılmadan ziyade kararlılık ve ihlasın arttığını düşünüyorum. Geriye kalan, zulmün apaçık hale geldiği bir dönemde kendi bireysel bencillikleriyle hayatına devam eden kişi ve kurumlar için kırılmalardan bahsedebiliriz.

Bilginin küreselleştiği bu çağda kimse “Gazze’den haberim yok” deme lüksüne sahip değil. Bu çerçevede “ben insan olma erdemine sahibim” diyen bir kimsenin, zulmün bu kadar görünür hale geldiği bir dönemde sessizliğe bürünmesi, kitabi veya seküler temelde inandığı hangi hakikat varsa artık ona yabancılaşması anlamına gelir. Aynı şekilde, varoluşunun küresel ortak değerlere dayandığını iddia eden kurumların da etkisizliği hem bağlayıcılık hem de anlamlılık açısından, başta BM olmak üzere bir çok kurumu boşa düşürmüştür.

Nihai olarak bu durum insanın varoluşsal anlamda hayatını anlamlı kılan birçok değerin sorgulanmasıyla ya yeni bir arayışa ya da arayışı da anlamsız görerek tamamen değersiz mekanik bir yığına dönüşmesine neden olacaktır. Belki bu süreçte Filistin dostları olarak ayrı bir sorumluluk da bu alanda üzerimize düşecektir.

Soykırım tablosuna baktığımda ne hissediyorum sorusuyla ilgili de düşüncelerimi belirtmek isterim. Sürecin erken dönemleri için farklı hissiyatlar vardı. Herkesin üzerine düşeni yapması için beklentiler içerisindeydim. Şimdi aradan geçen 20 aylık süreç böyle mi olmalıydı sorusunu akla getiriyor.

7 Ekim başlığı her açıldığında ilk şu cümleyi duyarız: süreci 7 Ekim den başlatmak doğru değildir. Benzeri yorumu tarih belirtmenin dışında diğer konularla ilgili de yapabiliriz. Mesela işgali yalnızca Gazze’den tanımlamamalıyız. Coğrafyada görülen edilgenlik esasında başka bir işgali bize gösteriyor. Siyasi iradesizlik bir başka işgali. Nihayetinde sömürü her yanımızı sarmışken muhatap olduğumuz kutuplaşmalar bir başka işgali. Gazze’nin etrafını saran duvarlardan bahsediyoruz. Belki bu duvarlardan daha uzun soluklu ve geçilmez hale geleni coğrafyamızdaki mezhepçi-ulusçu-kutuplaştırıcı duvarlardır.

Bugün Gazze’deki soykırım ve işgali sürdürebilir kılan etkenlerin hiçbirisi Gazze kaynaklı değildir. Bilakis orada buna karşı kolektif bir mücadele bulunmakta. Soykırım ve işgali bölgenin geri kalanında görmüş olduğumuz edilgenlik, kutuplaşmalar sürdürülebilir hale getiriyor.

Ak Parti iktidarı sonrası Türkiye’de adeta “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” patlaması yaşandı. Bu minvalde sayısız STK kuruldu. Geniş mi geniş imkân ve insan kalabalığına sahip bu yapılar Gazze’de soykırım olurken iyi bir imtihan veremediler ne yazık ki. Bunu bekliyor muydunuz? Sebepleri üzerine neler söylemek istersiniz?

STK kavramının açılımında ilk kavram sivil kavramıdır. Bahsi geçen çoğu yapının bu sivilliği tartışmalıdır. Toplumsal alandaki çalışmalarda, kamu iştiraki veya yarı özel şirket gibi iktisadi alanda devletin dahlini belirten kavramlar doğrudan bulunmuyor. Ancak iktisadi alandaki devlet ortaklığından fazlası bahsi geçen STK’larda bulunuyor diyebiliriz.

Mesela Türkiye’nin etki kurmak istediği, hinterland haline getirmek istediği coğrafyalara bakalım… Buralarda belki birçok devlet kurumundan önce Türkiye’de kitlelere hitap edebilen soruda bahsi geçen geniş imkanlara sahip STK’ları görürüz.

Ülke dışında bu yapılar doğrudan devlet için kamu diplomasisi süreçlerini yürütür ve devletin anlatılarıyla hareket eder. Gazze meselesini de yine devletin anlatılarıyla ele alan bu yapılar elbette ki iyi bir imtihan veremezler. Açıkçası soykırımın ilk günlerinde de bu durumu görünür kılan birçok örneklik yaşandı. İsrail’e yaptırım ve kurulan ilişkilerin kesilmesinden çok, tıpkı hükümetin yaptığı gibi hamasi bir söyleme hapsettiler eylemselliklerini.

Bu yapılar yurt dışında olduğu gibi yurt içinde de bağımsız anlatı ve varoluşa sahip olmadığından hükümetin arzusu ve beklentisi dışına çıkma iradesini göstermediler/gösteremediler. Ondan dolayı Filistin dostları bu tip yapılardan yüzlerini çevirip kendi insiyatifleriyle çaba içerisinde olmalılar.

Belki bu konuda İslami camianın sözüne kıymet verdiği bir kesim hocayı da konuşmamız gerekiyor. Haklarını teslim etmemiz gereken elbette hocalar vardı bu süreçte, onları ayrı tutarak bir eleştiri sunmak istiyorum. Hitap ettikleri kitlelere yıllarca “Filistin davamız”, “Kudüs kıblemiz” diyerek motivasyon oluşturan hocaların devlete karşı “İsrail’e yaptırım” konusunu dile getirmede ne kadar düşük motivasyona sahip olduklarını gördük.

Bugüne dair yapılacak işleri terk edip, “Kudüs’e bayrak dikeceğiz” masallarıyla kitlelerini uyutmaya devam ettiler. Alimliğin en önemli vasfı cesaret ve hakikati dile getirmek iken burada ana roller terk edilip korkaklık ve masal anlatıcılığı rolüne büründüler. Türkiye de Filistin konusunda gerekli sınavın verilmemesinde yarı özel STK’ların rolü olduğu kadar bu hocaların da bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte ortaya çıkıp insiyatif alan birçok yeni, küçük oluşumun adını duydu Türkiye. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’nın en başından beri içindesiniz. Direniş Çadırı nasıl doğdu? Görev bölümü içinde siz nasıl bir gayreti sırtlandınız?

Direniş çadırı esasında şu ana kadar bahsi geçen eleştirilerin çoğunu yapan kişilerin çıkış yolu olarak ortaya koyduğu bir anonim çağrı. Direniş Çadırı’nın 30’dan fazla şehirde eylemsellik üretme süreci tahmin edilenin tersine herhangi bir zorluk barındırmadı. Var olan irade bir bütünlük oluşturularak daha görünür hale geldi.

Karizma siyaseti kaygısıyla var olan çalışmaların büyütülerek efsun oluşturulmaya çalışılmasını şahsen doğru bulmuyorum. Bu ve benzeri çabaların ortaya konması önünde engelleyici olabilecek bir yaklaşım. Direniş Çadırı çok basit bir şekilde doğdu ve devamlılığını sağladı. Olması gereken de buydu. Kıymetli olan Direniş Çadırı’ndan çok, Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iradedir. Bu irade bugün bir isme yarın başka bir isme sahip olabilir. Önemli olan bu iradenin toplumsal tabanda yaygınlaşmasıdır.

Direniş Çadırı’nın ilk eyleme çağrı süreciyle ilgili küçük bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir kısmı da şu anda Direniş Çadırı’nda koşturan arkadaşlarımızla “İslami camia Gazze için daha fazla ne yapabilir? Bizler bu süreçte direnişe nasıl bir destek sağlarız?” kaygısıyla istişarelerde bulunurken, bu süreçten haberdar olan bir abimiz aramıştı. Aron Bushnel’i örnek vererek bir şeyler yapılması gerektiğini dile getirmişti. Esasında yakınarak, adam kendisini feda etti bizler de bari yaşadığımız ülkeden devam eden ticaretin durdurulması için elimizden geleni yapalım demişti. Bu çerçevede o günlerde açıktan devam eden İsrail’le ticaret meselesine karşı kitlesel bir eylemi organize etme teklifinde bulundu. Bu teklifin geldiği günlerde bir başka abim de “Kocaeli’nde eyleme çıkacağız siz de Ankara da çıksanız, İstanbul’da da eyleme çıkan arkadaşlarımız var” demişti.

Bu diyaloglar neticesinde bir şehirde toplanıp kitlesel eylem yaparak devamlılığı zor olan bir sürece girmektense sürekli şekilde birçok şehirde eşzamanlı eylem yapılması fikrine varıldı. Esasında yaptırım eylemleri için yeni bir fikir üretilmedi. Bu fikir birçok şehirde birçok kişi için belirgin hale gelmiş ancak kıvılcım bekleyen bir meseleydi.

10 Mart’ta çağrıya çıkalım, sizler de müsait misiniz” sorusu esasında bu kıvılcımın kendisi oldu. “Biz de eyleme çıkacağız” diyen her kişi bir başka şehirdeki arkadaşını arayarak bu sürece dahil etti. Belki Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iki kritik meseleden bahsedecek olursak; biri Aron Bushnel’dir, diğeri “biz Kocaeli’nde yaptırım temalı eyleme çıkıyoruz siz de çıkabilir misiniz” diyen iradedir.

Görev bölümü kısmıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Direniş Çadırı’nda herhangi bir görev dağılımı bulunmamakta. Merkezi bir yapısı da olmadığından işler istişare ile yürür. Yer yer eylem duyuruları için bir arkadaş şehirleri arar bir diğer arkadaş da duyuru çalışmasını yapar. Direniş Çadırının var olma süreci ve işleyiş süreci yatay yapıdadır.

7 Ekim 2023 ila Direniş Çadırı olarak ilk eylemi gerçekleştirdiğiniz 10 Mart 2024 arasında geçen 6 ayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Heba veya israf edilmiş bir zaman mı Filistin Mücadeleniz içinde?

Bu 6 aylık süreçte Ankara’daki farklı eylem süreçlerine dahil olmakla birlikte kendi arkadaş çevremizle de İsrail diplomatların istenmeyen kişi ilan edilmesi ve ticaretin kesilmesi için birkaç eylem yapmıştık. Pek görünürlüğü olmamakla birlikte daha sonraki eylem süreçlerimiz için bizlere tecrübe sağladı. Kendi kişisel hikayemde ayrıca Gazze temasıyla eylemlerin içeriği ve yapısı üzerine, Türkiye de sivil toplum ve İslamcılık üzerine yazılar kaleme almıştım. Tüm bu süreçler şu anda hala devamlılığı olan Direniş Çadırı eylemleri için kendi tecrübemde hazırlık boyutu taşıdı aslında. Bu eylemsellikler olmasaydı israf edilmiş veya heba edilmiş olarak değil de eksikliği olan bir sürecin içerisinde olduğumu hissederdim. Direniş Çadırı tecrübesi bu eksikliği doldurdu.

Sizce Türkiye’deki Filistin Mücadelesinin bu süreçte elde ettiği kazanımlar oldu mu? Baktığınızda, limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık halen. İsrail ile ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye halen. Daha geniş bakacak olursak, sizce Aksa Tufanı sürecinde Türkiye’de kazanan ve kaybedenler kimler?

Devam eden bir sürecin içerisindeyiz. Şu ana kadar en büyük kaybı yıllarca tabanına “Filistin’in hamisiyiz” söylemini kuran hükümet yaşadı. Önemli bir durum olarak anlatıları boşa düştü. Hemen yanında diğer büyük kaybeden de ana muhalefet oldu. Soykırımın göbeğinde olan halkı konuşmak yerine Hamas’a terörist ithamında bulunmak ve bunu tekraren dile getirmek ana muhalefetin en büyük hatasıydı. Birçok yaptırım başlığında -hiç konuşmadılar demiyorum- gerekli iradeyi gösteremediler.

Ekonomik alandaysa sosyal sorumluluk projeleriyle kendilerini şirin gösteren birçok şirketin soykırımla ısrarlı bir şekilde nasıl ilişkisine devam ettiğini gördük. Yarın çıkıp, herhangi bir duyarlılık açıklaması yapsalar ne kadar inandırıcı olur? Başta SOCAR olmak üzere tüm işbirlikçi şirketler kaybettiler. Daha da kaybedecekler.

Toplumsal alanda kaybedenler için daha önceki sorularda bahsi geçen STK’ları dile getirebiliriz. Kendi tabanları dahi hamasi söylemlerinden bıkıp farklı insiyatiflerin eylemlerine katılmaya başladılar. Aradan bir yıl geçtikten sonra soykırıma petrol satan ülkeyi söyleyip, petrolü taşıyan kendi ülkesine tek laf edemeyen STK başkanı ve benzer yapıdaki kişiler kaybettiler.

Bu süreçte kazananlar belli: Kısıtlı imkana ve her türlü baskıya rağmen direnişin sesi olan ve Filistin mücadelesini hamasete kurban ettirmeyen Filistin dostları. Bugün Türkiye’de Filistin’i konuşan herkes biliyor ki Türkiye’de İsrail’e kendimizi aradık diyen ABD ve Nato’ya ait 30 civarı üs ve depo var, limanlara siyonizme tedarik sağlayan ve siyonist misyona hizmet eden gemiler yanaşıyor, ticaret ve petrol sevkiyatı örtülü olarak devam ediyor.

Topluma bu bilgileri yayma ve hamaseti yıkma işini az sayıda insan başardı. Yıllardır ahtapot gibi ülkeyi saran emperyalizme ve siyonizme karşı nihai zaferi elde etmek zaman isteyen bir süreç. İnşallah hamaseti yıkanlar, siyonizmi ve emperyalizmi de coğrafyamızdan kovacaklar.

Sahada aktif bir eylemlilik halindeki Filistin Dostlarının hedef ve gayretlerini değerlendirdiğinizde, eleştiri veya özeleştirileriniz var mı?

Bu sorular bana ulaştığında Madleen gemisi yola çıkmıştı. Cevap verme sürecindeyse aktivistler esir alınmıştı. Bu süreci farkındalığı yüksek Filistin dostları gerektiği şekilde dile getirip esir alınan aktivistlere gereken desteği sağladılar. Ancak ne yazık ki bir kesim Greta’nın şortuna, gemideki cesur aktivistlerin inancına odaklandı. Bu olayı tüm meseleyi özetleyecek konu olması hasebiyle dile getiriyorum. Bizler eylem alanlarında en çok “yaşasın küresel intifada” sloganını atarız.

Küresel intifada yalnızca aynı giyinen, aynı düşünen, aynı inanca ve düşünceye sahip insanlarla mümkün olmaz. Öyle olsa küresellik iddiası temelsiz olurdu. Hayatını ortaya koyan insanların cesaretini ve fedakarlığını görmeyen bir akıl ortalıkta dolaşıyor. Ne yazık ki 20 aylık süreçte bu aklı yeterince saf dışı edemedik. Belki bir eleştiri buna yapmak gerekir.

Küresel intifada şiarının bir gereği olarak bu meseleyi Türkiye’de her kesimin sırtlanması adına daha fazla diyalog ve temasa ihtiyacımız var. Müslümanlar olarak daha önce yapmakta zayıf kaldığımız mahallenin dışına çıkma refleksini kuvvetlendirip farklı ideolojik gruplarla teması artırmalıyız. Yer yer ortak eylemsellikler içerisinde olmalıyız. Filistin yalnızca bizim meselemiz değildir ve Türkiye’de yalnızca bizler yaşamıyoruz. Yaptırım talebimiz varsa bunu mümkün kılmak için bu mücadeleyi toplumun her kesimine anlatmak ve mücadeleyi ortak şekilde örgütlemek zorundayız. Bu eksikliğimizde bir eleştiri başlığı olmalı.

Yaklaşık 20 aydır çok yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz. Mecliste görüşmeler yapmaktan, çeşitli eylem noktalarında ve illerde sayısız eylem organize etmeye, görüşmeler, toplantılar, konuşmalar yapmaya, yazılar yazmaya günlerce, haftalarca vakit ayırdınız. Bu süreç size neler kattı? Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Bahsettiğiniz sürecin gerçekleşmesinde bana en çok desteği veren eşime teşekkür etmek istiyorum. Gözaltına da alınsam, nöbette de kalsam onun desteğini hep yanımda hissettim. Kendisinin de ortaya koyduğu fedakarlık olmasa bu mücadele içerisinde daha kısıtlı bir yerde duruyor olurdum.

Bu süreç öncelikle duyarlılık seviyesi ve politik bilinci yüksek olan birçok kişiyle tanışmama vesile oldu. Tanıştığım her kişi yeni bir farkındalık kazandırdı. Farklı ideolojik gruplardan birçok arkadaş edindim. Filistin mücadelesi içerisinde olmak insanın ufkunu genişletiyor. Bu çerçevede yine soykırıma maruz kaldığı halde katkının büyüğünü Filistin’in bizlere sağladığını düşünüyorum.

Hayatı yalnızca idealler anlamlı kılmıyor, aynı zamanda bu idealler için mücadele de gerekiyor. Filistin bize bu mücadele alanını açtı. Mücadele de şüphesiz dayanışmayla mümkün oluyor. Bahsettiğiniz ziyaret ve organizasyonların arka planında çabalayan arkadaşlarımızın emeği söylediğimiz sözü daha doğru ve etkili kıldı. Meclise rapor sunmak için ziyarette bulunursunuz veya bir yayına çıkarsınız. Ama arka planda bu raporu hazırlayan veya yayında size doğru bilgiyi ulaştıran dostlarınız vardır. Esas emek onlara aittir.

Tüm eylemleriniz hukuka uygun ve barışçıl diye biliyorum. Buna rağmen hakkınızda açılmış herhangi bir dava var mı?

Eylemlerin devamlılığı açısından barışçıl niteliği önemli. Alanda bulunan kolluk eylem güvenliği görevinin dışına çıkıp ideolojik davranmadığı sürece Filistin dostları olarak bizler müzakere süreçlerimizi hep açık tutuyoruz. Birçok hukuksuz müdahaleye maruz kaldık. BOTAŞ varlık fonu üzerinden Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurum olduğundan petrol kesilmesi talebiyle Beştepe’de gerçekleşen nöbetimize iki defa sert müdahalede bulunuldu. Bizler de aynı yere üçüncü kez gitme iradesinde bulunmuştuk. Bu konuda bir dava açılabilir. Bir de SOCAR önünden AKP genel merkezine yürüyüş yapacağımız eyleme hukuksuz müdahale olmuş ve bir gece nezarette kalmıştım. Bununla ilgili açılan davam düştü. Soykırıma birileri petrol satıyor ve ödüllendiriliyor buna karşı çıkanlar ise yargılanıyor. Hukuk açısından fecaat bir durum.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan bir olayı paylaşır mısınız bizimle?

Beni olumlu anlamda şaşırtan bir olay olarak; 10 Mart’ta 3-5 şehir eyleme çıkalım düşüncesindeyken, Van’dan Tekirdağ’a tanıdığımız-tanımadığımız birçok kişiyle eş zamanlı 32 şehirde eyleme çıkmaktı.

Dışardan bakınca şaşırtıcı bir durum. İçeriden bakınca da pek farklı değil. Bu Filistin mücadelesinin bereketiydi.

Olumsuz anlamda şaşırtan güncel bir konu olarak; dünyada birçok ülke İsrail’le olan ilişkisini en azından el altından yürütecek utanca sahipken, Azerbaycan bürokratlarının açıktan İsrail’le olan dostluğunu tekraren dile getirip yeni ortaklıklar kurması ve buna Türkiye siyasetinde yeterli tepkinin gösterilmemesidir.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Muammer Bilgiç:

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuresel-bir-direnis-hatti-olusturmaliyiz/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Mücahit Gültekin:

Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

https://yenipencere.com/soylesiler/aksa-tufani-her-seyi-altust-etti/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/ 

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

1 Yorum
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
trackback

[…] “Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti” […]

Söyleşiler

“Yazmak Hayatıma Usul Usul Sızdı”

Yayınlanma:

-

Yasin Yarar sıkı bir okur ve yazar olarak edebiyat dünyamıza birden bire paraşütle iniş yapmış gibi görünüyor. Beş ay içinde 3 kitabı okurlarla buluştu, üstelik yenileri de yolda. İşin aslı, uzun ve meşakkatli bir okuma, yazma ve yayımlatma çabasının sonucu sahneye çıkmış bir yazar kendisi. Benim bir vesileyle dikkatimi çekti, Türk Edebiyatında da dikkat çekeceğine inanıyorum. Umarım bu tez zamanda olur zira bunu fazlasıyla hak ediyor bana kalırsa. Yeni veya genç olduğundan değil okurluk ve yazarlık kumaşından ötürü kendisini daha yakından tanımayı teklif eden röportajımızla sizi baş başa bırakıyorum.

2024 Aralık’ta Dijital Labirent, 2025 Mart’ta Zeytin Ağacının Gölgesi, 2025 Nisan’da Şehrin Kayıp Şarkısı adlı kitaplarınız Nar Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Beş ay gibi kısa bir süre içinde gençler için kaleme alınmış 3 romanınız yayınlanmış oldu peş peşe. Sıra dışı bir yayın takvimi doğrusu. Bu kitapların yazım ve yayım süreçleri nasıldı?

Evet, yayımlarla ilgili takvime dışarıdan bakan biri için ardı ardına çıkan kitaplar şaşırtıcı görünebilir. Fakat bu işin görünen yüzü. Oysa buz dağının suyun altında kalan kısmı çok daha karmaşık ve sabır isteyen bir süreci barındırıyor. Çocuk edebiyatıyla ilgili dört dosyam aslında uzun zaman önce tamamlanmıştı. Fakat yayımlanacak mecra bulamamak gibi can sıkıcı ama yazarlığın neredeyse doğal parçası hâline gelen bir bekleyişle yüzleşmek zorunda kaldım.

Nar Yayınları, dosyalarımı kabul ettikten sonra, işler hız kazandı. Editoryal süreç başladı. Her bir dosya, yıllar önce tamamlanmış olsa da yeniden gözden geçirildi, düzeltildi, kimi yerde baştan yazıldı. Bu süreçler tamamlandıkça kitaplar birer birer yayımlanmaya başladı. Şu anda ise “Dijital Düşler Bahçesi” isimli dosya üzerinde yoğunlaşmış durumdayız. O da hazır olduğunda okurlarla buluşacak.

Bununla birlikte, sadece çocuk edebiyatı değil hem yetişkin hem çocuklar için yazdığım farklı dosyalar da var elimde. Ana kurgusu tamamlanmış, ama üzerinde ince ince çalışılması gereken metinler… Yani bir anlamda hamur kıvamını almış ama şekillendirilmeyi bekleyen işler… İnşallah onlar da zamanla gün yüzüne çıkacak.

Yazmak kolay değil. Bir metni ortaya koymak, sadece bir hikâye anlatmak değil benim için. Yaşadığım dünyayı anlamak gibi bir sorumluluk hissediyorum içten içe. Bu yüzden çok geniş bir alanda, mümkün olduğunca düzenli okumalar yapmaya çalışıyorum. Felsefeden çocuk psikolojisine, tarihsel travmalardan güncel teknolojik meselelere kadar pek çok alanda okudukça, zihnimde notlar birikiyor. Bir noktada bu notlar bir fikir halini alıyor. O fikir içimde yer edinmeye başladığında, yazma süreci de kendiliğinden başlıyor. Sonrası sabır, ter, sebat… Ve bazen de bir romana dönüşen uzun bir yolculuk. Özetle: Dışarıdan hız gibi görünen şey aslında yıllara yayılan emek, bekleyiş ve yeniden doğan umutların sonucu. Her kitabın ardında çokça sessizlik, çokça sabır ve içten gelen derin bir “anlama” arzusu var.

Sizi sosyal medya hesabınızda çok nitelikli kitapları kısa yorumlarla okurlara tanıttığınız paylaşımlarla tanıdım. Tutkulu bir okur olduğunuz belli fakat yazmaya ne zaman, nasıl merak sardınız? İşler bu düzeye gelirken nasıl bir güzergâh seyrettiniz ve kimlerle?

Ne güzel, bunu duymak çok sevindirici. Okumalar ve onlardan doğan tanıtımlara ara vermemek niyetindeyim; çünkü biliyorum ki her iyi kitap, başka bir yolculuğun haritasını çıkarıyor bizlere. Yazmaksa, eh, bir yazar olarak siz de bilirsiniz, bu öyle sonradan öğrenilen bir beceri değil. İnsan bazen farkında olmadan yazının çağrısıyla doğuyor sanki. Ne yöne dönerseniz dönün, yolun sonunda yine kaleme varıyorsunuz.

Tam da Joseph Campbell’ın Kahraman’ın Sonsuz Yolculuğu’nda söylediği gibi… Kahramanın önüne çıkan yolculuk çağrısını reddetmesi, o yolculuğun tamamen silinmesine yol açmaz, sadece ertelenir. Benim için de öyle oldu aslında. Yazmak, daha ilkokul sıralarında hayatıma usul usul sızdı. Bazen bir kompozisyon yarışması, bazen öğretmene yazılan bir mektup, bazen de sadece kendi kendime kurduğum hayal dünyası… Lise boyunca devam etti bu yazı hâlleri ama kimi zaman uzun sessizliklere de gömüldüm. O sessizlikler de yazının parçasıydı aslında. Gerçek anlamda yazmaya üniversite yıllarında, birtakım dergi çalışmalarıyla ve biraz da disipline edilmiş bir şekilde başladım diyebilirim.

Fakat burada altını çizmek istediğim çok temel bir şey var: Yazmayı mümkün kılan asıl damar, hiç şüphesiz okumaktır. İçtenlikle söylüyorum; nitelikli bir okur olmadan yazmak bana pek de mümkün görünmüyor. Çünkü ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı ve hatta neden yazacağınızı size okumalarınız gösteriyor. Benim okuma serüvenim kolay gelişmedi, zorlu ama çok öğretici bir patikaydı. Bulunduğum her şehir, tanıdığım her insan bu yolculukta iz bıraktı. Bu yüzden hangi şehirde olursam olayım, bir okuma grubu bulurum yoksa da o grubu/grupları kendim kurmaya çalışırım. Çünkü biliyorum ki yalnız okuyan bir insan, bir noktadan sonra rüzgarını kaybeder. Paylaşmadan, tartışmadan ve başka zihinlerden geçmeden büyüyemez o okuma.

İstanbul’da on yedi yıl yaşadım. Beni bir okur olarak sabitleyen, kök salmamı sağlayan asıl tecrübe burada şekillendi. Trabzon’da üniversiteyi bitirip İstanbul’a geldiğimde içimde ciddi bir arayış vardı. Çok sayıda insanla, grupla, vakıfla, dernekle temas kurdum ama nedense içimdeki kıvılcımı alevlendirecek o ortamı bir türlü bulamadım. Uzun bir süre bireysel okumalarımla devam ettim. Ta ki biri ayakkabı ustası olan müthiş bir okur, diğeri öğretmenlik yapan ama bana göre birçok konuda sıra dışı düşünen, tanıdığım en nitelikli okurla yollarım kesişene dek…

İki dostla tanıştıktan sonra kurduğumuz samimi ve sahici okuma halkası, beni başka bir noktaya taşıdı. Çünkü mesele sadece kitap okumak değildi artık; mesele dünyayı birlikte okuma biçimimizdi. Her kitapla birlikte hem kendi içimize hem de yaşadığımız çağın ruhuna dair daha derin katmanlara iniyorduk. İşte o dönem hem yazarlık yönümün hem de okur kimliğimin derinleştiği dönem oldu.

Yani özetle; yazmak benim için bir yolculuğa doğuştan çağrılmak gibi. Okumak ise o yolculuğun azığı. Yol boyunca tanıdığım insanlar, şehirler, sokaklar, sessizlikler ve konuşmaların hepsi bu hikâyenin bir parçası. Ve biliyorum, hâlâ yolun başındayım. Çünkü yazmak, her defasında kendini yenileyen bir çağrıdır.

Muş’ta 10 kardeşli bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelip Osmaniye, Trabzon, İstanbul ve son olarak Sakarya’da yaşadınız, yaşıyorsunuz. Çok çocuklu bir ailede ve çok şehirli bir hayat yaşamak size, yazarlığınıza neler katmıştır, merak ettim.

Her ailenin bir insan ve kendi bağlamında benzeri olmayan bir şehir olduğuna inanıyorum. Kendimi bildim bileli, insanın, insanın yurdu olduğuna, insanın, insanda çoğalıp anlam bulduğuna inandım/inanıyorum. Her insanın farklı bir hikayesi her şehrin kendine özgü bir kimliği olduğuna göre tanıştığım her insan, hicret ettiğim her şehrin benim kendi serüvenimde inkâr edilmez bir zenginlik yarattığını içtenlikle söyleyebilirim. Bütün bunların yazarlığım için ne büyük zenginlik olduğunu tarif etmem mümkün olmasa da çok önemli bir katkı sağladığını söyleyebilirim.

Yetişkinler değil çocuklar değil tam da ‘Genç’ler için yazıyorsunuz. Belki de en zor kategoridir. Okurlarınız ne çocuk ne genç. Dahası ergenliğin çalkantılı sayılabilecek sularında yüzüyorlar. Bu tercihin özel bir anlamı mı var yoksa bir meydan okuma mı kendinize?

Aslında hem çocuklara hem gençlere hem de yetişkinlere yazıyorum. Bunu bir kenara koyup gençler meselesine gelelim zira çok önemli bir meseleye işaret ediyorsunuz. Bunun için ayrıca teşekkür ederim. Gençler için yazmak ne söylenirse söylensin meselenin önemini anlatmak için az kalacaktır. Çünkü gençler, tam da arada kalan, adı konması zor, kimliği sürekli dönüşen, sesi zaman zaman çatallanıp zaman zaman suskunluğa gömülen o “genç”ler için de yazıyorum. Ve evet, bu bir tercih. Hem de çok bilinçli, çok içten bir tercih.

Gençlik… Ne çocukluk kadar saf ne de yetişkinlik kadar hesaplı. Duyguların çırılçıplak olduğu, soruların cevaptan çok olduğu bir dönem. İçinizdeki çocuğun ölmemesi için direnirken dış dünyadan gelen “büyü artık!” baskısına da maruz kaldığınız o ikili dünya… İşte ben tam da bu geçiş halini anlatmayı da istiyorum. Çünkü bana kalırsa insanın en şiirsel, en kırılgan ama en hakiki zamanı burasıdır. Ve ben yazarken kelimelerimi oradaki o gence, kendi içimde hâlâ yaşayan, zaman zaman isyan eden, zaman zaman susan o genç adama hitaben kurmaya gayret ediyorum. İnşallah dişe dokunur bir şeyler söylüyorumdur.

Gençler için yazmak daha çok bir “yaklaşma” arzusu. Yetişkinler çoğu zaman gençleri anlamaya çalışmak yerine onlara hükmetmeye çalışır. Onlar üzerinde bir iktidar inşa etmeye yönelir. Bütün bunlar olurken onlara değil, onların yanında konuşan çok az metin var. Ben işte o metinlerden biri olsun istiyorum yazdıklarımın. O gencin duygularını küçümsemeden, onu didaktik bir dille sıkıştırmadan ama yine de ona pusula olacak bir sıcaklıkla yaklaşmak istiyorum.

Şehrin Kayıp Şarkısı’nı dün okudum. Rüştünü ispatlamış, iyi bir yazarla karşılaşmaktan ve sizi bu vesileyle daha yakından tanıyacak olmaktan ötürü memnunum. Biyografinizde üniversiteyi KTÜ’de okuduğunuzdan ve en çok da Nazan Bekiroğlu’nun şiir kokan derslerini sevdiğinizden bahsetmişsiniz. Nazan Hoca içe dönük, pek ortalıkta görünmeyen ve büyük eserlerine odaklı, üretken bir isim. Trabzon şehri ve Nazan Bekiroğlu sizde nasıl izler bıraktı?

Ne güzel bir mesaj… Teşekkür ederim. Şehrin Kayıp Şarkısı’nı okumuş olmanız ve böylesine içten bir iltifatta bulunmanız beni gerçekten çok mutlu etti. Kitapların, insanlar arasında kurduğu görünmez ama derin bağlara hep inanmışımdır; demek ki şimdi sizinle böyle bir bağın ucundayız.

Evet, üniversite yıllarımı Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, Trabzon’un o rüzgârlı, puslu ama bir o kadar da büyülü sokaklarında geçirdim. Gençliğimin en belirleyici yıllarıydı o dönemler. Trabzon, ilk bakışta içine kolay kolay herkesin giremediği, biraz mesafeli görünen bir şehir gibi gelir ama tanıdıkça başka bir ruh derinliği sunar. Kendine has bir yalnızlığı, kendine özgü bir lirizmi vardır. O dağların arasında, o kıyıya yaslanmış sokaklarda yürürken insan hem kendini kaybeder hem de yeniden bulur. İşte ben de tam olarak böyle bir ruh hâliyle yoğruldum Trabzon’da.

Ve elbette Nazan Bekiroğlu… Onun dersi ders olmasının ötesine geçip bir iç yolculuktu, bir edebiyat meşk’iydi, neredeyse mistik bir metin yolculuğuydu. Nazan Hoca, sınıfta kelimeleri öyle bir tonda söylerdi ki, her cümlesi içimize işleyen bir dua gibi yankılanırdı. Sesi alçak ama etkisi büyüktü. Biz-en azından ben- ders değil de şiir dinlemeye gider gibi giderdim onun derslerine. Nazan Hoca’nın, dışa dönük olmamasını bir eksiklik değil, bir erdem olarak görürdüm. Çünkü bize öğrettiği şey metnin içinde sessizce yol almaktı. Yani söze hürmet etmeyi, kelimenin mahremiyetini, susmanın da bir dil olduğunu ondan öğrendim.

Trabzon’un sisli dağlarıyla Nazan Hoca’nın şiirsel suskunluğu arasında gizli bir akrabalık vardır bana göre. İkisi de seni zorla içeri almaz ama kapıyı açık bırakır. Girersen, dönüşü olmayan bir iç derinliğe adım atarsın. İşte benim yazarlık damarım da tam oradan, o sessizlikte çatladı belki. Nazan Bekiroğlu bana “sözün ağırlığını” öğretti. Bir cümlenin sadece bilgi değil, bazen bir ömür kadar anlam taşıyabileceğini onun derslerinde fark ettim. Bunu onu tanımayıp kitap okuyanlar da hisseder.

Bugün yazdığım her metinde, kurduğum her imge dünyasında o şehirden ve o hocadan izler vardır. Kelimelerime sinmiş bir Karadeniz rüzgârı, cümlelerime gömülmüş bir Nazan Bekiroğlu suskunluğu… Bu izleri taşıdığım için değil utanmak, bilakis onur duyuyorum. Çünkü insanı yazar yapan yalnızca iç sesi değil, o sesi büyüten topraklar ve ona yön çizen yol göstericilerdir.

O yüzden, Şehrin Kayıp Şarkısı size ulaştıysa… bilin ki o şarkının notalarında biraz Trabzon, biraz da Nazan Hoca’nın sessiz esintisi vardır.

Edebiyat öğretmenisiniz, iki oğlunuz var. Günümüz dijital oyuncaklar, ayartılar çağında gençlerin okumakla, kitaplarla ilişkisi sizce ne düzeyde? Endişeli olmayı gerektiren bir durum var mı?

Evet, edebiyat öğretmeniyim ve aynı zamanda iki oğul babasıyım. Yani hem sınıfın önünde hem evin içinde gençlikle, çocuklukla ve değişen çağın ruhuyla doğrudan temas hâlindeyim. Elbette dijital dünyanın ayartıları, ekranların parıltılı cazibesi ve “anında haz” kültürü, kitaplarla kurulan ilişkiyi gölgeliyor. Gençlerin büyük kısmı artık okumaktan çok “tüketiyor.” Derinleşmeden geçip gitmeye alışmış durumdalar. Bu tablo, elbette ki kaygı verici. Ama bu tamamen karanlıkta olduğumuz anlamına gelmiyor.

Şunu net biçimde söyleyebilirim: Gençlerin okuma isteği yok değil; ama onları kitaba çağıran ses çoğu zaman yeterince cazip değil. Kitaplar, artık yalnızca bilgi değil, bir “deneyim” de sunmalı gençlere. O yüzden mesele, yalnızca “okumuyorlar” diye hayıflanmak değil; biz onlara neyle, nasıl sesleniyoruz, esas soru bu. Kitabı bir ödev gibi sunarsak doğal olarak uzaklaşıyorlar. Ama kitapları, onların varoluşsal sorularına temas eden, kalbine değen, gündelik yaşamlarıyla kesişen bir bağlamda sunduğumuzda gözlerinin parladığına defalarca tanık oldum.

Endişeli miyim? Evet, bir yanım endişeli. Çünkü dikkat dağınıklığı ve sabırsızlık bu kuşağın büyük yarası. Kitap gibi sabır isteyen, sessizlik isteyen, içe dönük yolculuklara alan açan bir dünya için bu hız çağında yer açmak gittikçe zorlaşıyor. Ama öte yandan umutluyum. Çünkü gençler içtenliğe aç. Gerçekliğe, sahici hikâyelere, derinlikli ilişkilere susamış durumdalar. Kitap bunu sunabildiğinde, dijitalin ayartıcı çağrısını bir kenara itebiliyorlar.

Ben hem öğretmenlikte hem babalıkta şunu gözlemliyorum: Kitapla kurduğun ilişki bir zorunluluk değil, bir yakınlık ilişkisine dönüşünce büyü başlıyor. O yüzden çocuklarıma da öğrencilerime de kitap önerirken bir değil, on defa düşünecek kadar çok dikkatli olmayı tercih ediyorum. Mümkünse kitap önermekten ziyade onlarla kitapları konuşuyorum. Hissederek, bağ kurarak, birlikte düşünerek… Bu yaklaşım onları yalnızca birer okur yapmıyor, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, hisseden bireyler hâline getiriyor.

Kısacası: Evet, bir çağ kriziyle karşı karşıyayız. Ama unutmayalım, her kriz bir imkandır ve yeniden kurmayı mümkün kılmaktadır. Kitabı yeniden kurmak, okumayı yeniden tarif etmek, gençliği sadece eleştirmek değil onlarla bu anlamı yeniden inşa etmek… İşte asıl görevimiz bu. Yoksa kitaplar hâlâ orada bir köşede sessizce bekliyorlar. Mesele, biz o sessizliği nasıl duymayı seçiyoruz?

Günümüz çocuk edebiyatının yazılı ve yazısız pek çok kuralı var. Bu kurallar çocuk dünyasını biraz fazla steril, deyim yerindeyse ponçik gören, görmek isteyen modern ebeveynlik ile malul gibi geliyor bana. Bu hissiyat ve eleştiriye katılır mısınız? Çocukları koruyacağım derken aşırıya kaçan ve yapaylaşan bir dünya tasarımı var sanki.

Kesinlikle… Aslında burada Avrupamerkezci dünya tecrübesinin Batıdışı toplumlarda putlaştırılması meselesini yüksek sesle konuşmamız gerekiyor. Fakat bunu ancak daha geniş bir zaman ve zeminde ele almak daha doğru olur. Yine de soruyu yanıtlamak gerekir ve şöyle diyebilirim:

Bu hissiyatı hem bir yazar hem bir baba hem de edebiyat öğretmeni olarak yürekten paylaşıyorum. Günümüz çocuk edebiyatı zaman zaman öyle steril, öyle parfümlü, öyle “kötülükten arındırılmış” bir dünya sunuyor ki… İnsan kendine şunu sormadan edemiyor: “Peki bu çocuklar gerçek dünyaya ne zaman temas edecek?”

Modern ebeveynliğin “aşırı korumacılığı”, çocuk edebiyatını da bir tür pamuklara sarılmış cam fanusa çevirdi maalesef. Hikâyelerden ölüm çıkarıldı, yoksulluk yok sayıldı, yalnızlık yokmuş gibi davranılıyor. Halbuki çocukluk tam da bu duygularla ilk kez karşılaşma cesaretidir. Korkunun adını koymadan cesaret olmaz. Yalnızlığı bilmeden dostluk da anlam kazanmaz. Ama biz, çocukları koruyacağım derken onların dünyasını yapaylaştırıyor, sterilize ediyor, hayata dair her şeyi pamuklara sarıyoruz.

Çocuklar sandığımızdan çok daha güçlü varlıklar. Onların dünyası sadece “ponçiklikten” ibaret değil. Duyguları derin, soruları sert, sezgileri keskindir. Karanlığı fark ederler ama bizden, o karanlıkla başa çıkabilmeyi öğrenmek isterler. Onlara sunulan hikâyelerde hayatın tüm renklerinin -hem sıcak hem soğuk tonlarının- yer alması gerek. Yoksa okudukları sadece bir duygu dekoru olur; gerçek bir deruni deneyim değil.

Ben çocuk edebiyatında hakiki olmayı, duygularda samimiyeti, dilde ise saygıyı savunuyorum. Elbette çocuklara uygun bir dille anlatmak zorundayız ama bu anlatımı gerçeklikten koparırsak onları hayata hazırlamak yerine hayattan uzaklaştırmış oluruz. Masallarda bile ejderhalar vardı; önemli olan o ejderhayı nasıl anlatacağımız, nasıl birlikte göğüsleyeceğimiz.

Kısacası: Çocuk edebiyatı pamuk şekeri olmak zorunda değil. Bazen acı, bazen kaygı, bazen ölüm de anlatılmalı. Ama elbette sevgiyle, dikkatle, incelikle… Çünkü çocuklar, gerçek olanı hisseder. Onlara saygı, gerçeklikle baş etmeyi öğretmektir; her şeyin pembe olduğunu söylemek değil. Ve bana kalırsa edebiyatın en güçlü yanı da tam burada başlıyor: Gerçeği çocuk kalbine uygun biçimde ama tüm ağırlığıyla duyurabildiğinde.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

“İyi Ki Yazmışım” Diyorum

Yayınlanma:

-

Süleyman Dilmen son yıllarda dümeni çocuklar için yazmaya kırmış üretken bir yazar. En taze kitabı Hayal Kâşifi bu ay içinde Timaş Yayınları etiketiyle yayınlandı. Boğaziçi Üniversitesi Fen Bilimleri mezunu yazar, okurlarının dünyasına bol bol merak ve ilim-bilim sevgisi serpiştiren idealist bir öğretmen aynı zamanda. Kendisiyle kitapları ve yazma serüveni hakkında kısa bir röportaj gerçekleştirdik.

Beşi çocuklar için olmak üzere on beş kitabınız var. En yeni kitabınız Hayal Kâşifi geçen hafta okurlarla buluştu. Son 3 kitabınız da çocuklar için olunca dümeni çocuk edebiyatına kırdığınızı söyleyebilir miyiz?

Yazarlığa yetişkin edebiyatı ile başladığımı söyleyebilirim ancak dediğiniz gibi son dönemde çocuk edebiyatına yöneldim ve büyük ihtimalle de böyle devam edeceğim. Bunun en önemli nedeni çocuklarla vakit geçirmenin gerçekten çok kıymetli oluşu. Hem ortaokul öğretmeni olmam hem de okurlarımın çocuk olması yaptığımız etkinliklerin ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından manidar. Örneğin: “Ben de yazar olabilir miyim?” diye heyecanla soran gözleri ışıl ışıl tertemiz çocuklar olduğunda karşınızda “İyi ki yazmışım” diyor ve doğru yolda olduğunuzu anlıyorsunuz.

Özgeçmişinizi okuyunca çocuklar için yazmanın sizin hayatınızda ve yazarlığınızda pozitif anlamda bir kırılmaya tekabül ettiği sonucuna vardım. Katılır mısınız?

Kesinlikle katılıyorum. Önceki soruya verdiğim cevap, kısmen bu soruya da bir cevap niteliği taşıyor. Çocuklar için yazan ve ardından onlarla söyleşi yapan her yazar azimle yazmaya devam ediyor ve bu etkinliklerin devamını istiyor.

Dışardan bakınca çocuklar için yazmak “çoluk çocuk işi” gibi görülüp küçümsenebiliyor bu ülkede halen. Siz hem çocuklar hem yetişkinler için karşılığı olan, sevilen ve okunan kitaplar yazıyorsunuz. Bu iki tür yazarlığı mukayese etmenizi istesem, neler söylersiniz?

Açıkçası bu soruya hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap edebilen birçok yazar benzer cevaplar vermektedir. Bu durumda olan yazarların büyük çoğunluğu yazın hayatına yetişkinlerle başlar. Çünkü yetişkin olanların yetişkinlere hitabı çok daha kolaydır. Yetişkinlerin çocuklarla çok vakit geçirmesi, kendilerini onların yerine koyabilmesi ve onlar için yazılmış eserleri severek okuması göründüğü kadar kolay değildir. İlkokul ya da ortaokul öğretmenlerinden ebeveyn olanlar aynı zamanda çocuk edebiyatının kıymetini biliyorlarsa (örneğin ben 🙂) bu alanda başarıyı yakalama imkânına sahiptirler diyebiliriz.

Allah Seni Çok Seviyor adlı kitabınız iddialı, dikkat çekici bir çalışma. Çocuklar ve Gençler İçin Meal-Tefsir üst başlığını taşıyor. Böylesi bir çalışmayı hazırlarken sizi en çok zorlayan hususları ve okuyuculardan nasıl geri bildirimler aldığınızı merak ediyorum.

Hakikaten çok iddialı bir çalışma. Ancak benim amacım iddialı bir çalışma ortaya koymak değildi. Bu alandaki ihtiyacın çok büyük olduğunu gördüm. İstiklal şairi yazarı Merhum Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki sözleri beni harekete geçirdi diyebilirim:

“ İbret olmaz bize her gün okuruz ezberde.

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde

Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kur’an’ın

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın

Ya açar bakarız nazmı celil’in yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

En zorlandığım hususlar, hedef yaş grubunun ilgileri, anlatımda akıcılık, dilde sadelik, yorumu mutlaklaştırmama hassasiyeti, hedef yaş grubunun psikolojisini dikkate almak, çok tekrara düşmemek, büyük hacimli bir eser ortaya koymamak ve fakat Kur’an’ı bütüncül yaklaşıp Rabbimizin mesajlarını eğmeden kırpmadan ve eksiltmeden vermeye gayret etmekti.

Çok memnun olup takdir eden de olduğu gibi senin ne haddine yaklaşımında olanlar da oldu. Bu konuda önemli olan yüreğimizi taşın altına koyabilmektir.

Gerekirse kendi kitabımız için sponsor olup okul okul gezebilmek, öğretmenin ve öğrencinin ayağına gitmek, gençlerimize her anlamda umut olup hayatlarının tüm alanlarına vahyin rehberliğinde bakıp dünya ve ahiret saadetine ermeleri için çaba göstermektir.

Bir yazar olarak Süleyman Dilmen neler okur, nasıl besler kalemini? Rutinleri, bu anlamda varsa, ritüelleri nelerdir?

Benim en önemli beslenme kaynağım ve 25 yıldır devamlı okuduğum kitap, Rabbimizin tabiriyle Ummul Kitap (Kitapların anası:) Kur’an-ı Kerim’dir. En önemli ilham kaynağım da ister istemez budur. Çünkü çok cömert olan kitabımız kendisine Şüphesiz inananları aktif iyi yapmaktadır. Diğer beslenme kaynaklarım öğrencilerim gezip gördüklerim ve tabiat ayetleridir.

Okullarda küçük okurlarınızla sık sık bir araya geliyor, kitaplar ve okumak başta olmak üzere pek çok konuda söyleşiyorsunuz. Okurlarınızla buluşmalarınız nasıl geçiyor? Gözlem ve tecrübeleriniz yeni kuşaklar ve çocuklarımız hakkında ne söylüyor?

Ben yeni kuşaklar için daima umutluyum, hakikaten çok değerli öğretmenlerimiz ve velilerimiz var. Bunlar ister istemez çocukların da çok değerli olması yönünde olumlu yansımalar oluşturuyor. Ancak maalesef hâlâ kitap, ihtiyaçlar listesinde kendisine yer bulamamış bir durumdadır. Hâlâ ötekileştirilen, para verilip alınacak kadar değerli görülmeyen bir nesnedir. Söyleşilerim kitaplarım okunduğunda kıymetlidir. Kitaplarımı okumayanlarla yaptığımız söyleşiler ise maalesef çok verimli geçmemektedir. O yüzden bir yazarı en mutlu eden okurunun önceden kitabını okuması ve sorularını önceden belirlemiş olmasıdır. Bu konuda öğrencilerine rehberlik eden çok değerli öğretmenler var. Bunları sosyal medya hesabımda paylaşıyorum. İyi ki varlar.

Anne babalar bir çocuk edebiyatı yazarına rastladılar mı, fırsat bu fırsat deyip, çocukları için kitap tavsiyesi isterler. Siz de sık sık böyle sorula karşılaşıyorsunuzdur. Cevaplarınız neler oluyor?

Açıkçası bu tür sorular azaldı ancak yine de oluyor olduğunda da seviniyor ve elimizden geldiğince en güzel şekilde cevaplamaya çalışıyoruz.

Çocuk edebiyatı yazarlarının bana göre tuhaf bir kaderi var: Okurlarınızın hangi kitabı okuyacağına, satın alabileceğine büyük oranda büyükler (anne-baba ve öğretmenler) karar veriyor. Bu durum yazar ile okur arasında bir sorun veya bariyer oluşturuyor mu size göre?

Evet, açıkçası bazı sorunlar oluşturabilir. Çocuğun üretkenliğini sınırlandırması, tek taraflı bakış açısı gelişebilmesi ve ilgi alanlarının göz ardı edilip bir birey olarak görülmemesi ya da güven sorunları ve bunun sonucunda kitap okumaya karşı soğuma ve isteksizlik oluşturabilir.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Egemen Dünya Düzeni Bu İşin Neresinde?

Yayınlanma:

-

11 Temmuz’da, PKK’nın sembolik anlamı büyük olan “silah bırakma” töreni ile önemli bir eşiği aşan “Barış” süreciyle ilgili Ahmet Örs’le bir müddet önce yaptığımız röportajı sunuyoruz.

Savaşın, çatışmanın, katliamların, terör diye bir bela ve sopanın ortadan kalkmasını kim istemez ki? Şeytanın askeri veya silah taciri değilseniz barış herkes gibi sizin için de huzur, refah ve felah kapısıdır. Hâl böyleyken, bir yandan çok umutlu iken öte yandan neden ciddi şüpheleri var insanların?

Hukuksuzluğun dibini bulmuş, KHK’lar eliyle bir zulüm düzeni tesis etmiş, nihayet Yargı içinde “devşirdiği elemanları” eliyle CHP’den bir terör örgütü çıkartmak için debelenen, ilk ismi “adalet” iken başta ekonomi olmak üzere pek çok sahada dehşet verici bir adaletsizliği pervasızca sergileyen bir iktidar ile bu iş nasıl olacak, diye sormadan edemiyor insan. “Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek”le övünen emperyalist ve siyonist blok (ABD ve İsrail) iki yıla yakındır Gazze’de soykırım suçu işlerken ve Türkiye uyum içinde üzerine düşen “mütevazı” katkıyı sunarken üstelik! Yoksa her şey samimiyetsiz bir seçim kazanma hilesi mi? 

Yine aynı Türkiye mevsimindeyiz: İhtiyatlı iyimserlik, endişeli umut… 

Ulusal sınırlara takılmadan, herkesin hakkını aldığı, güvende olduğu sahici (bölgesel ve küresel) bir barışa doğru emin adımlarla yürürüz inşallah, diye dua ediyoruz. 

 

– PKK’nın silah bırakma ve kendini fesih kararını bekliyor muydunuz?

Bunlar radikal ve hemen hiç kimsenin beklemediği kararlardı açıkçası. Herhangi bir siyasiden ya da yorumcudan bu doğrultuda pek bir şey duymuşluğumuz ve öngörümüz yoktu hatta ABD’nin özellikle PYD’ye olan teveccühü düşünüldüğünde böyle bir şey iddia etmek akla zarar bile kabul edilebilirdi. Hadi, dönemsel olarak geçmişte de olduğu gibi ateşkesler olsun ama fesih, bambaşka bir karar!

– Arka planda ne olursa olsun bu, tarihi bir olay. İlk duygu ve düşünceleriniz nedir bu gelişme karşısında?

Elbette, tarihi bir âna tanıklık etmekteyiz, bunda kuşku yok lâkin insan bu işin arka plânını kaçınılmaz olarak merak ediyor; geriye doğru neler olduğunu anlamaya çalışıyor: Örgütün feshine giden sürecin özellikle Ortadoğu’daki/Batı Asya’daki hangi dinamiklerin eseri olduğunu kavrayamayan bir duygulanım, fazlasıyla boşa düşme kabiliyetine sahip. Bunu muhakkak not etmeliyiz. Duygulanım üzerinde bunca ehemmiyet vurgusunda bulunmuşken neler düşündüğümüz hakkında sanırım ciltlerce konuşmak gerekebilecektir. Küresel ittifakların bileşeni olarak devletin ve yine aynı ittifaklarla yeni ve sıkı münasebetler geliştirmiş örgütün birlikte yaptığı işlerden, hele de Ortadoğu’nun şu ürkütücü aşamasında işkillenmemek elde değil. Güçlü bir şüphe ve tekinsizlik hâlinin çok yönlü olarak beni etkisi altına aldığını söylemeliyim. Bu süreç, bütün bir bölgeyi olduğu kadar özellikle İslamî siyaseti teorik ve pratik boyutlarıyla temsil etme iddiasında bulunanlardan oluşan muhitimizi de sarsacaktır.

– Örgüt bir adım attı, Devletin de atması gerekli adımlardan bahsediliyor. Sizce bu adımlar nelerdir?

Doğru, örgüt bir adım attı ama bu adımın devletin mi, örgütün mü, küresel büyük ittifakların mı adımı olup olmadığı hususunu iyi irdelemek gerekiyor. Bu meyanda muarızların ya da muhatapların bahis konusu ittifaklardan bağımsız bir adım atma kabiliyetinin olduğuna inanmıyorum. Bunun aksini iddia etmek bence açık palavradan başka bir şey değil! Bölgenin, egemen dünya düzenine teslim olmuş irili ufaklı yapılarının nasıl hareket ettiği, hangi mevzilerden atış yaptığı, kimlerin yanında hizalandığı zaten gözler önünde cereyan eden arsızlık tiyatrosunda sergileniyor. Suriye’de son somut tezahürü görülen dönüşüme göre devlet ve örgütün konumlandırılışından cesaretle bahsetmeliyiz. Atılacak adımlar İsrail-ABD (bütün bir emperyalist blok) hattının yanında birlikte hizalanmak ve Batı Asya’nın geri kalan lokasyonlarındaki irili ufaklı ayrıksı grup ya da devletleri tasfiye sürecinde muvazzaf bir pozisyon almak şeklinde olacak görünüyor hatta bu, oluyor. Bu büyük adımlara paralel ya da onları takiben atılacak “demokratikleşme” adımları olacaktır elbette. Ulus devlet direncine rağmen sosyal alanlardaki bazı yasakların kalkmasını görebileceğiz ama gerçek bir özgürleşme ihtimali asla bu tablodan çıkmayacaktır.

– Türkiye bilhassa 15 Temmuz 2016 tarihinden, OHAL ve KHK rejimine geçişten sonra feci bir hukuksuzluk, yolsuzluk, liyakatsizlik sürecine girdi. Her geçen yıl kötüye gitti. Peşi sıra ağır bir yoksulluk içine sürüklendi halk. Hak-hukuk karnesi bu kadar zayıf bir iktidar, başta Kürtler olmak üzere bu ülkeye özgürlükler anlamında neler sunabilir?

Sorunuz aslında bir yandan çarpıcı tespitleri de barındırıyor. Bu süreçte benim de öne çıkarmaya çalıştığım bir perspektif, bu. Bu durumda egemenlere sormak gerek: Siz, sözüm ona “barış” içinde yaşadığınızı iddia ettiğiniz insanlara hangi güzellikleri sundunuz da Kürtlere ya da başkalarına barış, huzur, refah vaat ediyorsunuz? KHK zulmü hâlâ devam ediyor, protesto hakkını kullanmak isteyenlerin başlarına neler geliyor, hep birlikte görüyoruz. Zaten siz, bir avukat olarak hukuksuzluğun ülkede ne denli bir geçer akçe olduğunu hepimizden iyi biliyorsunuz. Barınma, gıda, ekonomik güvence gibi haklara, Anadolu’nun çok boyutlu olarak talan edilip yağmalanmasına hiç girmiyorum bile!

Kürt meselesindeki bu sıra dışı ve hemen herkesçe sürpriz olarak karşılanan mezkûr “açılım”ın bölgesel ayağı az önce değindiğim gibi büyük aktörlerin plânlarından bağımsız değil ancak bütün bu olumsuz tarafların yanı sıra farklı muhatapların bazı durumlardan avantaj devşirebilmesi elbette mümkündür. Tabii, bu mümkünlük her durum ve çevre için geçerlidir. Gerçek özgürlüğün teorik bağımsızlık dolayımında gerçekleşebileceğini düşündüğümüzde özellikle İslamî çevrelerdeki bağımsız, ilkesel duruşları tahrip edip bulandırma kabiliyetine sahip olması bakımından bu yeni adımlara ekstra ihtiyatlı yaklaşmakta yarar var. Ulus devlet paradigmasının yeni yorumuna hem Kürt siyasal unsurlarının hem kimi İslamcı muhitlerin coşkulu dahli beni kaygılandırıyor. Düzenin maharetli hamlelerinin muhalif unsurlardan daha tesirli olduğu gerçeği bu süreçlerde daha bir görünür olabiliyor. Ne Ortadoğu/Batı Asya halkları düşünsel bir hazırlık içinde ne de Türkiye özelindeki Kürt ya da İslamî devrimci unsurlar… Dolayısıyla emperyalizmin ve onun ortaklarının projelerine, o projelerin fikrî temellerine iyi bakmalı: O bütünün herhangi bir özgürleşmeye götürecek önce niyeti, sonra imkân ve kabiliyeti var mı, diye.

– PKK’nın silah bırakması Ortadoğu olarak adlandırılan bu çalkantılı coğrafyadaki dengelerden bağımsız düşünülemez elbette. 100 yıldır yaşananlardan sonra bu coğrafyada insanlar umutlu olmaya çekinir hâle geldiler. Hiç değilse Türkiye topraklarının terörden arındırılıp huzur bulacağı yönünde umutlu olabilir miyiz?

Halkların öz örgütlülükleri çevresinde, onların irade ve inisiyatifleriyle gerçekleşmeyen herhangi bir pratikten umut ya da huzur beklenemez. Egemenler bir şeyler yapıyorlarsa hem de bunları bırakın halkı haberdar etmeyi, yetki sahibi kişi ve kurumlardan bile gizli kapaklı icra ediyorlarsa bütün bu yapılıp edilenlerden elbette halkın, halkların lehine bir sonuç doğmayacaktır. Buradan en fazla Orwell’ın 1984 romanına bir yol çıkarılabilir! Terörün geniş tabanlı bir tanımı da burada zorunlu olarak devreye girmelidir. Batı Asya mıntıkasındaki yerel ya da küresel devlet, örgüt ya da sermaye çeşnisi içinde boy gösteren irili ufaklı yapılanmaları bu hususta sıralarsak muhayyel huzur ve barış için bölgemizin kimden ya da neyden hangi ölçüde arındırılması gerektiği ortaya çıkacaktır.

Özelde İslâmî çevrelerin hem teorik hem de dinamik temellere tevhîdî ayırt edicilikle yaklaşamayan ve modern paradigmayı aşamayan tutumlarının da bütün bu kaygı verici hakikatin üzerine tuz biber ektiğini bir kez daha söylemeliyiz. Huzur ve barış, aktörlerden, aktörlerin başka başka münasebetlerinden bağımsız değildir. Tabiatıyla o bütünlükler, herhangi bir alandaki bütün hareketlenmeleri beslemektedir. Bunda şaşılacak bir şey de olamaz. İleride, beklentiler boşa çıktığında şaşılmaktansa şimdiden bütün dinamiklere sahih bir eleştirellikle yaklaşılması yerinde bir tutum olacaktır.

20 Mayıs 2025

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x