Connect with us

Köşe Yazıları

Yanlış İliklenen Düğme

Yayınlanma:

-

Uzun yıllar boyunca türlü vesile ve araçlarla egemen dünya düzeni müdahilliğinde sürdürülen Suriye’deki yıkıcı savaş, Aksâ Tûfânı süreciyle paralellikte nihayete ererken geride yepyeni bir fotoğraf bıraktı.

İsrail’in bölgedeki güvenliğini şansa bırakmak istemeyen ve bunun için neredeyse bölgedeki bütün direniş örgütlerine ev sahipliği yapmış, Arap ülkelerinin İsrail karşısında en dişlisi olagelmiş, bir yandan da dünya düzeninin şeytanlaştırdığı İran’la ittifaktan vazgeçmemiş Suriye’yi, bir an önce AKP iktidarı tarafından yönetilen Türkiye marifetiyle ikna edip ABD-İsrail cephesine transfer etmeyi arzulayan dünya düzeni, bu amaç gerçekleşmeyince artık Suriye’yi kesin olarak bertaraf etmek, Filistin’den Lübnan’a çıkarak oradan Irak üzerinden İran’a uzanan fay hattını tesirsiz hâle getirmek için fiili müdahaleye başvurmuştu.

Bu süreç, herkesin gözü önünde oldu. Yeni bir özete elbette gerek yok. Suriye’nin ve bağlı hatların beklenen sonuna paralel biçimde, plânlaması çoktan yapılan küresel enerji hatları için acımasızca kurban verileceği anlaşılan Gazze, yine paralel bir plânlamanın neticelerini yaşadı.

Yazının tam bu noktasında müslüman halkların emperyalizmle diktatörlükler arasına sıkışan varlıklarının siyasal ve özellikle psikolojik olarak nasıl bir kıskaçta ezildiğini hatırda tutmanızı isterim. İnşallah bu mevzuya döneceğim.

İsrail, egemen dünya düzeninin rızası ve desteğiyle saldırdığı Gazze’de ağır bir tahribata sebebiyet verdi. Siyonistler, Direniş’i mağlup edemese de bu tahribatın sonuçları Filistin halkı ve coğrafyası üzerinde kendini farklı neticelerle gösterecektir. Aksâ Tûfânı’na destek için savaşa dâhil olan Hizbullah’ın, İsrail’in Lübnan’a girme plânlarına engel olsa da başta lider kadrosu olmak üzere önemli kayıplar verdiği ortadadır. İran’ın hem doğrudan kendisine yapılan saldırılar hem de bölgedeki en önemli müttefiki Suriye’yi kaybetmesi nedeniyle güç duruma düştüğü açıktır.

Suriye’nin, neoliberal faşizmin “yeryüzünde talan edilmedik mıntıka bırakmama” arzusuyla kapitalizme açılması ile birlikte yürüyen İran ve direniş örgütlerinin bertaraf edilerek İsrail’in rahatlatılması plânını, hâl-i hazırda süren YPG ile HTŞ önderliğindeki yeni Suriye rejimi arasındaki pazarlıklarla ve yine o pazarlıkların Türkiye ayağına paralel seyreden Devlet Bahçeli önderliğindeki İkinci Kürt Açılımı müzakerelerini birlikte değerlendirdiğimizde o meşhur fotoğrafın, büyüyen pikselleriyle kendini özgüvenli bir şekilde herkesin nazarına sunduğunu söyleyebiliriz.

Suriye halkının savaş boyunca çektiği acılar, göç yollarında yok olan gelecekler, mülteci olarak maruz kalınan ırkçılık ve yoksulluklar elbette hiçbir hesaba sığmaz ve sadece egemen dünya düzeninin vahşiliğini, gözü dönmüşlüğünü kanıtlar. Diktatörlüklerle böyle bir hayat arasına sıkışan halklarımızın bu makus talihlerini ancak örgütlü ve hikmeti kuşanmış İslami hareketler dönüştürebilirdi lâkin onlar da entelektüel hazırlıksızlıkları nedeniyle henüz buna muvaffak olabilecek durumda değiller. Bu, pek çok defa görüldü. Şiddete çabuk eklemleniyorlar, silahı direnişin en temel ve vazgeçilmez enstrümanı olarak görüyorlar. Bu da problemleri derinleştiriyor, halklar için çok daha büyük acılar getiriyor, “silahlanma mekanizması”nın gerçek sahibi olan egemen dünya düzeninin elini güçlendiriyor. Sözün şiddetini iptal eden, hem bölge hem de dünya halklarını düşünsel/teorik bir çerçeveye yöneltemeyen hatta yakın temas hattındaki problemlerde böyle bir güce sahip olmanın avantaj ve kibriyle hareket ederek çözümsüz yeni sorunlar yaratan bu tutum, esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Özellikle Müslümanların, İslami hareketlerin bu köklü muhasebe olmaksızın hem kendilerine hem bütün bir ümmete hem de dünya halklarına bir yerden sonra sunabileceği yapıcı, üretici bir öneri olamayacaktır.

Egemen dünya düzeninin otoritesini bariz bir şekilde pekiştirdiği Ortadoğu’da, Türkiye’nin yeni Kürt çözüm sürecine şaşılası bir acelecilikle başlaması, akla gelebilecek bütün tarafların siyasal ve düşünsel hazırlıksızlıklarını ibretamiz bir şekilde açığa çıkarmıştır. Sadece az evvel kendilerini değerlendirdiğimiz İslami hareketlerin değil, faklı siyasal hatların da ne kadar zayıf olduğu, egemen siyaseti okuyamadıkları gerçeği belirginlik kazanmıştır. Dünya düzeninin ortakları güçlü ve iddialı bir edayla muhatap ve muarızlarını kendi güzergâhlarına sokmakta mahirler. Yeni bir dünya vaat etmesi, bunun ufuk ve usullerini ikna edici bir şekilde anlatıp örneklemesi gereken muhalif siyasi hareketlerin bu güçlü egemen bloğa karşı nasıl bir pozisyonda bulunduklarını sebepleriyle analiz etmesi gerekmektedir.

Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak Ortadoğu’da şekillenen ve emperyalist müdahaleciliğin bir ileri aşaması diyebileceğimiz yeni süreçte yerini aldığını ve ufak tefek pürüzleri gidermeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bütün bu adımlar egemen dünya düzeni inisiyatifinde yapılan pazarlıklarla ilerliyor. Türkiye’nin Kürt meselesindeki adımının insani/vicdani/İslami/ahlâki saiklerle değil de hem Turgut Özal zamanındaki gibi “Kürtlerle büyüme” stratejisini devralması hem de tabanının öfkesini izale etmek maksadıyla yürüttüğü İsrail karşıtı popülist politikalara rağmen İran karşıtı pekişen eksende ısrar etmesi, toplumsal çok boyutlu ilkesel zaafları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreci sorgusuzca olumlamak elbette kabul edilemez.

Suudi Arabistan’dan Afganistan’a, Türkiye’den Suriye’ye kadar dindar görünümler siyasal arenada egemen oldu ancak dindar görünümlerin küresel sisteme çok boyutlu eklemlenişleri devam ediyor. İslam’ın küresel sistem tarafından kol ve kanatlarının budanarak sözüm ona kabulünü büyük bir tehdit ve çaresizlik olarak algılayamayan İslami çevrelerin düşünsel zafiyetlerinin had safhaya çıktığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bütün aldatıcı görünümlerin bir araya geldiği bu akıl tutulması ânında, problemlerin fevkalâde iç içe geçerek kristalleşmesi esasen ileri derecede benzersiz ve ürkütücüdür. Karşıda beliren tabloya karşı fikri kavrayış çabasıyla, ülkelerinden bölge ve dünyanın her bir tarafına uzanabilme kabiliyetine sahip örgütlenme yükümlülükleri öylece ortada durmaktadır.

ABD ile Rusya’nın Ukrayna savaşını müzakere etme biçiminin benim “egemen dünya düzeni” tanımlamamı haklı çıkaran mahiyetine dikkatinizi çekmek isterim. Modern dönemdeki emperyalist bölüşüm savaşlarının bir uzantısı olarak görülebilecek bu savaşlar, egemen düzenin bileşenleri arasındaki itiş kakışlardan öte değerlendirilemez. En nihayetinde bu bileşenler, ezilenlerin adalet taleplerine mugayir bir pozisyonda ittifak edeceklerdir. Dolayısıyla kendi öz gücüne, dünyayı/insanlığı dönüştürebilme kabiliyetine sahip olmayan taraflar, sadece tepişen fillerin ezildiği çimler olacaktır.

İslam’ın insanlığa vaat ettikleri, tâbilerine ya da muhataplarına söyledikleri, söylemek istedikleri ile söylemedikleri bugün iyice belirsizleşmiş ve güncel çekişmelerin “dünya gerçekleri”ne kurban gitmiştir. Müslümanlar, tezlerini insanlığın önüne koyup hakikate çağıran bir rolü üstlenmekten ziyade pazarlıklar aracılığıyla irili ufaklı birtakım kazanımlara odaklanmanın ötesine maalesef geçemiyorlar. Bunun, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok sebebi var elbette. Emperyalizm tarafından kıskaca alınmış, anlık yaşamsal aciliyetlere öncelik vermek zorunda kalmış müslüman topluluklara böyle bir eleştiride bulunmayı haksızlık sayanlar çıkabilir ancak problemlerimizin kökleriyle yüzleşmedikçe yaralarımız kanamaya devam edecektir.

Suriye iç savaşı değerlendirmeleri, tebliğ-davet-mücadele usullerine dâir nebevî kriterlerin onca tartışılmışlığına karşın yetersizlik ve zafiyetleri ortaya koyan ilk trajik örnek değildi. Bu dolayımdaki örnekleri farklı aşamalarıyla değerlendirilebilecek Afganistan tecrübesinden Filistin direnişine, İran devriminden Kafkas mücadelesine kadar pek çok sahayla çoğaltabiliriz. Şimdi, Suriye merkezli olarak ortaya çıkan yeni fotoğraftan Kürt açılımı olarak Türkiye’nin payına düşen yeni duruma yaklaşımlarda da benzer bir kriz yaşamaktayız. Düzenle çoktan bütünleşmiş ana akımın bir şekilde dışında kalmış İslami çevrelerin bu hususta genel geçer taleplerin dışına çıkabilmiş esaslı bir söylem üretememiş olması, İslam ümmetinin yaşadığı genel tıkanmayla benzerliği ortaya koysa da şimdiye değin her türlü olumsuzluklara rağmen üretilmiş ilkeselliklere ters düşebilecek önerilerin beyan edilmesi ayrı bir umutsuzluk ve çaresizlik olarak değerlendirilebilir. Bütün dinamikleriyle süreci anlayıp ona karşı nebevî bir duruş/ilkesellik/pratik/örgütlülük niyet ve cesareti olmaksızın mevcut çevrimin dışına çıkılamaz ancak onun, doğal olarak da sorunun bir parçası olunur.

Egemen dünya düzeni, şu an hem teorik hem de güce dayalı zorbalıklarla kendini dayatan bir pozisyondadır. Müslümanların modern kapitalist medeniyetin argümanlarından imtina ederek resullerin pratiklerinden ve vahyî ilkeselliklerden devşirebilecekleri bir yol haritası pekâlâ mümkündür. Problemler bugünden yarına çözülemez ancak bizden miras kalan şey ilkesellikler ve onların beslediği pratikler olabilir. İşte ancak o ilkesellikler başka bir güzergâhı vâr edecektir.

Modern tasarımların bütün bağları parçaladığı; dinin, alabildiğine tepkisellikler üzerinden alan bulduğu; işgal, devlet, diktatörlük ve hikmetsizliklerle silah ve şiddete teslim olmuş Ortadoğu’nun şûralardan kopuk halklarının şimdiye kadar herhangi bir derde deva olmamış paket önerilerden ziyade mezkûr ilkesellikleri öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var. Ancak böyle bir perspektifle bu yeni durumun aşılmasına niyet edilebilir. Bu yeni durumun, egemen dünya düzeninin hemen hemen bütün unsur ve çemberleriyle İslam’dan neşet edecek bir hakikat umudu insanlığı sarıp kuşatmasın, diye abandığı Ortadoğu’ya vaziyet eden bir kuşatma olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Kürt meselesinden Suriye iç savaşına; silah ve şiddetin, direnişin anlamlarına; küresel ittifaklar ve işbirlikçi rejimlerin pozisyonlarına; İslami olanla sûret-i haktan görünen hakikat iddialarına varana dek her bir ölümcül meselemizi kavrayıp çözmeye niyet ederken yanlış iliklenen bir düğme, pek çok şeyi berbat edebilme potansiyeli taşıyacaktır.

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon

Yayınlanma:

-

Heyamola Yayınları’nın “Türkiye’nin Kentleri” dizisinden çıkan “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” kitabını bir hemşire, öğretmen ve şair olan Çiğdem Sezer kaleme aldı. Çiğdem Sezer’i YKY’den çıkan ve çok başarılı bulduğum şiir kitabı “Denizden Geçme Hali” ile tanımıştım.

Trabzon’da doğup büyümüş şairin, şehirle olan çok yönlü ilişkisini katır kutur bilgiler değil hatıralar eşliğinde, şiirsel ve edebi bir dille aktarmış olması kitabı özgün kılıyor.

Kişinin bilhassa yaşadığı şehirle maddi manevi bir ünsiyet kurması için bu tür metinlerle hemhal olmasında fayda var. Yoksa, bakar kör olarak her gün sağından solundan geçip gidilen bir şehirde yaşamak yavanlık değil de nedir?

Türkiye’de vasatın üzerinde bir eğitim müfredatı uygulansa ortaokullarda, liselerde “şehir kültürü” diye bir ders almış olmalıydık. Canlı bir dersten bahsediyorum. Şehri şehir yapan değerlerin –insan dâhil- ziyaret edileceği, bizzat yerinde temaşa edileceği programlar ihtiva eden bir ders. İnsanlar ve eserleri etrafında şekillenen bir kültür aktarımı, bir tanışıklık, bir giriş kapısı.

Bu, her şehrin kendine has kimliğini korumak veya tesis etmek gibi hayırlı bir sonuca da yol açacaktır. Şehirlerimiz kapitalizmin, modernizmin, dahası, ilim ve irfandan kopukluğun neticesi olarak kimliksiz, kişiliksiz bir halde çirkin bir tektipleşmeye doğru savruldu hızla. Nostalji ile malul bir genelleme değil, hakikat bu. Şehir planlamalarında önceliği rant, bencillik ve zengin elitlerin şahsi/ailevi çıkarları alırsa, olacağı budur.

Türkiye’de toplumsal hafızaya ve hatıraya sanki özellikle husumet besleniyor. 2002 ila 2012 yılları arası yalnızca 10 yıl ara sıra misafiri olduğum Haydarpaşa Garı’nın 12 yıldır kapalı ve büyük ihtimalle birilerine peşkeş çekilip özel mülk veya lüks mekân haline getirilecek olması bir İstanbullu olarak beni epey rahatsız ediyor. Düşünün ki ben 18 yaşında İstanbul’da yaşamaya başlamış biriyim. 40 yıldır oralı olan milyonlarca insanın nasıl bir hatıra ve hafıza gaspına uğrayacağını tahayyül edin. Bu hoyratlıklar çağında, ülkesinde hayli ponçik bir haktan bahsettiğimin farkındayım. Yine de karamsar olmamak lazım.

Trabzon adının ilk kez Yunanlı filozof ve yazar Ksenophon’un (MÖ 432-355) Anabasis adlı eserinde geçtiğini bu kitapta öğrendim. Kitap İş Bankası Yayınları tarafından okurlara sunulmuş. Büyük kısmı Anadolu topraklarında geçen bir askeri seferin güncesi olan bu eseri merak ettim ve okumak üzere edindim.

Trapezus yunanca “masa” anlamına geliyormuş. Kentin kurulduğu düzlüğün masayı andırması nedeniyle seçilmiş ve bir evrimle bugünlere gelmiş. Trabzon’un tarihini 5 döneme ayırarak incelemek mümkün.

Milattan önce 7. Yüzyıllara kadar uzandığı rivayet edilen Pontos Dönemi, Roma-Bizans Dönemi (MÖ 1. yy – 1204) , Trabzon İmparatorluğu Dönemi (1204-1461), Osmanlı Dönemi (1461-1916) ve Cumhuriyet Dönemi (1923 sonrası).

Çiğdem Sezer kendi Trabzon’unu anlatırken haklı eleştiriler ve yerinde tespitler sunuyor. Bölge insanının bugün dahi dikkat çeken silah sevgisine açıklık getirirken, Trabzon’un tarih boyunca cazip bir merkez olduğunu hatırlatıyor. Komşu ve büyük devletlerin iştahını kabartan şehir, özgürlüğüne düşkün ve haliyle işgallere karşı sürekli bir savunma halindeydi. Silah sevgisinin kökleri buraya dayanıyor.

Bir diğer fenomen olan Trabzonspor’la ilgili çıkarımı da üzerinde konuşulmayı fazlasıyla hak ediyor. Trabzon, kültür, edebiyat, bilim, sanat ve ekonomi sahasında yaşadığı bariz gerilemeyi futbolla örtmeye, ödünlemeye çalışan bir aksaklık içinde. Futbolu seven, oynamış, seyretmekten de keyif alan biri olarak ben de bu eleştiriyi yıllardır yapıyorum. Dinin de futbolun da egemenlerin kâr hanesinde aşikâr bir afyona dönüştürülmesine aklı başında herkes itiraz etmeli.

Gençler, ilhamını kumar ve faizle şişirilmiş büyük paralar kazanan, dünyaca ünlü takımlara transfer olan futbolculardan ziyade ilim, bilim, sanat ve kültür insanlarından alsa keşke.

Trabzon’un devlet sahil yolunu baştan sona kat edin, nerdeyse bütün üst geçitlere şehit askerlerin isimlerinin verildiğini göreceksiniz. Sorgulama olmaksızın ölmeye ve öldürmeye odaklı militarist bir kültürün ürettiği kurbanlar yerine (veya onların yanı sıra) insanlığa hizmetler sunmuş, eserler vermiş bilim ve sanat insanları öne çıkartılsa, örnek gösterilse çok daha hayırlı olmaz mı?

Yazar da bu bakış açısında olduğundan İbrahim Cudi’yi, Hasan İzzettin Dinamo’yu, Bedri Rahmi’yi, Leyla Saz’ı, Celalettin Algan’ı, Hamdi Başman’ı örnek veriyor.

Bir okula filan adı verilmemişse, Trabzonlu gençlerin yüzde doksanı, eserlerinden şöyle bir haberdar olmayı geçiyorum, bu isimleri duymamıştır bile.

Öyle zannediyorum ki yoksulluk da bilinçli bir politikanın sonucu bu ülkede, cahil bırakılmak da. O sebeple devlet (ve sistem) dışı (“sivil”) düşünmek ve iş başa düşüyor diyerek harekete geçmek gerek.

Bizler, düzene aykırı kafalar ve havuzlardan kaçan balıklar, birlik ve beraberlik içinde, üst düzey bir dayanışma sergileyerek yeşertebiliriz çölleri. Bunun ön şartı ise ötekileştirme tuzağına düşmemek ve müesses nizamın saçtığı önyargı haplarını yutmamaktır.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

KHK’lılar İçin Adalet Gelir mi?

Yayınlanma:

-

Savaş Genç, “Toplum ve devlet KHK’lılar ile nasıl barışır?” başlıklı bir yayın yapınca, ben de KHK’lıların yaşadığı büyük zulmü bir kez daha dile getirmek istedim.

Konu mühim, başlık isabetli. Zira zulüm en yukardan, devleti yönetenler eliyle gerçekleştirilmişse bile toplumumuz da az günahkâr değil. Zira, gaza gelinip insani vazifeler, komşuluk veya akrabalık hukuku unutulsa dahi Allah’ın kapı gibi ayeti görmezden gelinmemeliydi.

Neydi o ayet?

Hucurat Sûresi 6. Ayet:

“Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu ‘etraflıca araştırın’. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”

Kısa sürede ortaya çıktı ki, devlet imkânlarını “al gülüm ver gülüm” paylaşarak el ele kol kola yol yürüyen iki iktidar odağı (o parti ve o cemaat) çıkarları çatışınca birbirine girdiler. Parti, Gülencileri tasfiye için düğmeye bastı ve hukuk dışına çıktı. Hatta hukuk dışında cirit attı, atmaya da devam ediyor, olanca pervasızlığıyla.

Sonuç?

Savaş Genç’in aktardığına göre 160 Bin KHK’lı var. Bunlardan 155 Bini hakkında “silahlı terör örgütüne üye olma” suçu gerekçe gösterilerek soruşturma başlatılmış. 70 Bin kişi tutuklanmış. Bunların tutuklulukları öyle veya böyle hükme bağlanmış. Ortalama 3.5 ila 7 yıl arası hapis yatmışlar.

Toplum, devlet (siyaset ve yargı) eliyle atılan ağır iftiralara inandı ve masum yüz binlerce insanı “terörist”, “vatan haini” gibi gebermiş gitmiş söylemlerle ötekileştirdi, tahkir etti, hatta yer yer linç etti.

 

 

KHK’lıar kendi vatanlarında, kimse kusura bakmasın ama “köpek muamelesi” gördüler. Bu, dehşet verici bir zulümdü. “Yapmayın, etmeyin” diyen bir avuç insanın uyarıları ise yoğun gürültüde, toz duman içinde işitilmedi.

Kendimden biliyorum, 15 Temmuz’dan sonra haksızlığa, hukuksuzluğa uğrayanlar adına konuşup yazdığım için ben de ötekileştirildim, haksızlığa uğradım.

KHK’lıların, en acımasız yaklaşımla söylüyorum, yüzde 95’i suçsuzdu. Uğradıkları muamele hukuksuzdu.

KHK’lılar haksız yere işlerinden oldular, hapislerde yattılar. Beraat etseler de, hak etmedikleri cezaları çekseler de ötekileştirme ve mağduriyet halen devam ediyor. Böyle giderse ömür boyu sürecek.

KHK’lılar uğradıkları ayrımcılık, dışlanma ve ağır hakaretler nedeniyle ciddi ruhsal sorunlar yaşadılar, yaşıyorlar. İntihar edenler oldu. Parçalanan ailelerin, boş yere yetim kalan çocukların sayısı az değildi.

Tekil olarak mağdur sayısını en az 5 ile çarpmak lazım acı manzarayı görmek için.

KHK’lılar ve çocuklarının bu ülkeyle olan bağları ya gevşedi ya da tümüyle koptu.

Toplum , genel olarak, “çok pis” gaza gelip iftiraları taşıyıp yaymasa, mağduriyetler büyük oranda hafiflerdi.

Sıradan vatandaşın bu günaha ortak olmasında çakma kanaat önderlerinin, aydın geçinen ünlü isimlerin, çapsız imamların, “sivil” toplum kuruluşlarında koltuk sahiplerinin payı büyüktür. Adil şahitlik yapmadılar.

Artık 10 yıl oluyor.

Adalet gelirse, çok geç de olsa gelirse, ne kadar Adalet olur bu? Çeyrek porsiyon mu yarım porsiyon mu?

Toplumsal barış için devletin adım atması, özür dilemesi gerekiyor. Büyük bir şehvetle bizzat cadı avına çıkan siyasetçilerin şimdi kameralar önüne çıkıp tövbe edip özür dilemesi gerekiyor.

Düşmanlıklar zamanının sona erdirilmesi lazım. Temiz bir sayfa açıp zararın burasından dönmek lazım.

Mağduriyetlerin kısmen de olsa giderilebilmesi için tazminatlar ödenmeli. Helallik alınmalı. İşe iadeler hızla gerçekleştirilmeli. Beraat kararları verilmeli. Sabıka kayıtları silinmeli.

PKK silah bıraktı. KHK’lıların bırakacağı silahları ise hiç olmadı. Onlar dağa da çıkmadılar. Cam çerçeve de indirmediler. Ne var ki aşağılandılar ve bu toplumdan dışlandılar. Masumdular.

Ne yapsak da bir kısmı bu devleti ve milleti affetmeyebilir. Haklarıdır. Gidenler, yitenler geri gelmeyecek.

Her birimiz kendimize sormalıyız: Biz bu ülkede bu yaşananları (yoksullaştırmayı, yolsuzluğu, değersizliği, aidiyetsizliği, liyakatsizliği, sahtekârlığı, yalanı dolanı) hak edecek ne yaptık diye.

Biz hangi suçun cezasını çekiyoruz?

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x