Connect with us

Köşe Yazıları

Şakaysa Hiç Komik Değil

Yayınlanma:

-

“Kayserili genç çiftçi Ömer Dede, yıllardır hayvan içme suyu sorununu belediye, kaymakamlık, valilik ve vekillerle çözemeyince “Ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Derdimi Japonya mı çözsün?” diyerek derdini Japon Büyükelçiliğine yazdı. Japonlar, Dede’yi büyükelçiliğe davet etti.” Hikayenin devamı için tıklayın: https://twitter.com/YelizzKoray/status/1355214987250249731?s=19

Şakaysa hiç komik değil, ciddiyse çok komik! Ancak amatör bir haber editörünün asparagas girişimi olarak görebileceğiniz bir haber ne yazık ki gerçekleşti. Çiftçi Ömer Dede’nin basit bir talebi için neredeyse tüm bürokrasiyi baştan aşağı dolaşmış olması birçok konuyu hepimize yeniden sorgulatıyor.

Bu vesileyle biz de hafıza tazeleyelim: 

Kaçılın devlet geliyor

Örneğin son 1 yıl içinde devletin vergisini çatıır çatır aldığı insanlara yaptığı destekle yine son 1 yıl içinde geçilmeyen köprüye, gidilmeyen otoyola verdiği ödemeleri araştırmanızı öneririm. Gözleriniz faltaşı gibi açılacak, rakamlara “Bu kadar da değildir!” diyeceksiniz.

Sevgili devletimizin devlet ihaleleri ile devleşmiş ve düzenli “geçilmedik yol vs. parası alan” abilere pandemi dönemi boyunca ödemeler için “Hocam, devir kötü, biraz zamana yayalım, azıcık erteleyelim de bu parayı fakire fukaraya verelim!” deyip demediğine baktığınızda devletin borcuna acayip sadık olduğunu göreceksiniz.

Ekabirin, reislerimizin ve üst düzey bürokratların bu pandemi döneminde “Şu maaşımızı da biz devletin verdiği destekleme oranlarına çekelim, bilmem kaç bin tane araçtan bir bölümünü de satalım, harcamalarımızda şu kadar tasarrufa gidelim!” deyip demediğini araştırdığınızda kocamaan bir boşluk ve akisli bir sessizlikle karşılabilirsiniz. Bu sessizliğe sevgili muhalif partilerin ekabirlerini de dahil etseniz gene bir cevap alamazsınız. Hatta ileri gidip işçinin maaşından geçinen en kocaman sendikaların bu dönemdeki tasarruf harcamalarına ya da maaşlarına baksanız ağlamaklı olabilirsiniz.

Ucuza gıda satacak denilen PTT üreticinin kendi sitesinden daha pahalıya yağ sattı.

Hayat pahalılığını, karşılaştığımız her hendeği “dıj güjler” açıklamasıyla yapmaya alıştık ancak insan “PTT ucuz yağ satıyor!” diye devlet-i aliyyenin PTT’sinin avm’sine girince yağın ucuzu bırak daha pahalıdan ittirildiğini görünce bir duraksayabiliyor. Kırmızılı turkuazlı zincir marketlerin mahalleleri geç sokaklara hatta köylere kadar gidip küçük esnafın boğazına bacağını soktuğunda gıkını çıkarmayanların şimdi kem kümleri de gülüşme nedeni olabilir, aman kendinizi tutun devlete halel gelmesin.

Bu vesileyle “Hocam maliyet arttı, dolar arttı, zıkkımın dibi de artınca mecburen fiyatlarımızı destekledik!” diyen yerli ve milli zincirlerimizin açıkladıkları kârlılık oranlarına da bir göz atıverin. Sadece pandemi döneminde çok bilinen bir zincirimizin cirosunu %40 artırırken kârlılığını ise %100 artırdığını görünce “Bak şu mucizeye!” diyebilirsiniz.

Kaz dağlarındaki maden sahası

“Yerliyiz hocam, milliyiz efendim!” diyen abilerimiz, arkadaşlarımız Türkiye’nin en büyük endemik faunalarından biri olan Kaz Dağlarında içine şehir inşa edilecek kadar kelleştirilen büyük arazilerde altın arama iznini kimlere verdiğini, üstelik bu büyük operasyondan devletin kasasına her şey dâhil %5 bile kalmadığını görünce ağlamaklı olabilirsiniz. Üstelik bu çok zeki abilerin şimdi aynı ruhsatı “Kapadokya”ya verdiğini duyunca “eeeöööö” deyip bir gerekçe de bulamayabilirsiniz, heyecanlanmayın bunu açıklayacak bir deha henüz gelmedi zaten.

Yerli ve millilik konusunda ısrarla her şeyin dosdoğru yapıldığı iddiasında olan birine rastlarsanız ona da SICPA‘yı soruverin. Bu İsviçreli şirket, bu toplum camilerine, müzelerine bakamayacak durumda olduğu için gelip içlerinde Ayasofya’nın da olduğu 50’den fazla müze vb. noktayı işletip üstüne bir de “giriş garantisi” almış olabilir mi acaba? “Atma Recep” diyen gönlü geniş abilere Ayasofya cami olduktan sonra SICPA’nın “Geçiş garantimizi isterük!” talebine tazminat ödenerek cevap verilip verilmediğini kalp çarpıntıları eşliğinde sorabilir.

Son bir vesile ile, teknoloji ve kültür harcamaları adı altında kurulan anlamsız projeleri, akıllı tahta ve tabletleri, bir depo benzin parasına yaklaşan geçiş ücreti ile sadece zengin amca ve teyzelerimize tahsisli özel otoyolları yapmasak, bu parayı bu toprağın tarımına, ormanlaştırılmasına, bereketlendirilmesine aktarsak neler olabileceğini hüzünle düşünebilirsiniz.

Birazcık kötü yolda gitsek, bir köprümüz eksilse de mesela manavdaki fiyatları kasaptaki pahalılığı tersine çevirecek tarım yatırımı yapılsa ülkemiz daha az operasyon çekilebilir hale gelebilir mi diye sorabilirsiniz. Sormayın, çünkü her sistem kendi elitini “yaratırken” kullar katındaki bu küçük teferruatları bir engel olarak görür.

Toki Bursa

Tüm bunları düşünürken yanınıza mekânsal ayrışmanın uzayını yaşayan TOKİ’nin yaptığı “falanca konakları” isimli elli katlı bariyerli güvenlikli havuzlu dairesinin balkonunda bir dayımız “Ama evlat, bak lüks ev satışları artmış, arabalar tükenmiş, var bu milletin parası!” derse onunla da arş-ı alâya ulaşmış hane halkı borçlanmalarını, 20 yıl önceki Türkiye ile şimdiki Türkiye’deki faiz/kredi alışkanlıklarını ve kapitalizmin dibinde iken zenginleşenlerin daha da zenginleştiğini, fakirin de cebine telefonunu bankadaki krediyle koyduğunu konuşup eğlenceli dakikalar geçirebilirsiniz.

Kendilerini tutamayıp tamamen iyi niyet ve hüsn-i zan ile İtibardan tasarruf olmaz, ne demek yani bizim partinin büyüğü ya da sevgili devletlumuz mabadını ısıtmasız koltuğa koyup içi mi titresin?” diyenlere önce her mitingini cuma hutbesine döndürdüklerini hatırlatıp sonra ekmeğini yedikleri bu geleneğin içinde Hz. Ömer’in Şam ziyaretini bir okutuverin. Gene de ikna olmayıp “Saraya saray demeyin, külliyedir bu hocam, hem halka da açık!” diyen abiler çıkarsa onlara da mesela Hz. Osman’ın saraylı külliyesini tarif edivermelerini, kaç muhafızının evini beklediğini sorabilirsiniz. “Hz. Osman bu işleri Muaviye’nin iç gıcıklayıcı sarayından ötürü biliyor ama yapmamış, niye acaba?” diyerek de sorunuzu zenginleştirebilirsiniz.

Her şeye rağmen insan içinde bulunduğu düzeni kaosa tercih eder. “Dolar 30 lira olsun, yiyecek ekmek bulamayayım ama beni ben yapan değerler ayakta kalsın, yerli-milli …” diyerek uzayan nutukları atacak abilere de önce “Haklısınız abi!” deyin. Sonra da kendisini de temsil eden yöneticilerin hanımları “Hermes” çanta tartışmasını hatırlatın. Şaşalayıp “Onlar aslında çakmaymış!” diyen gazeteci ablanın yazısını size okutabilirler, gülüp geçebilirsiniz. Sonra ciddileşip İstanbul sözleşmesini, aile-kadın politikalarını, yükselen kitch İslamcılığın bürokrat çocuklarından nasıl çıktığını ciddi ciddi konuşabilirsiniz. NATO’nun kimin peşine takılıp Afganistan ve Irak’ta olduğunu sorduktan sonra sevgili devletlu’muzun “Afganistan’da ve Irak’ta NATO Misyonlarını desteklemeye devam edeceğiz.” sözünün ne anlam taşıdığını sakin sakin konuşabilirsiniz.

“Kimseye eyvallahımız olmasın, zalimin tepesine çökelim mazlumun sığınağı olalım, varsın ekonomimiz yerle yeksan olsun, açıkta kalmaya razıyım.” diyen yürekli insanları tutup yanaklarından öpün. Fakat sonra mesela mecliste konuşan Uygurlu bir ablamızın konuşmasını ve TRT Meclis kanalının eskaza yayından çıkıvermesini sorun. Sonra yine birçok insanın “aman ağzımızın tadı” bozulmasın deyip nerelere geri gönderildiğini, gönderildikten sonra neler olduğunu da sorun. Sonraya geriye dönün istediğiniz tarihten bugüne dek dost-düşman tanımının bir oryantal kıvraklığında değiştiğini gösterin.

En son, tilkinin dönüp dolaşıp geri geleceği kürkçü dükkanı gibi Türkiye’deki seçmenin dönüp dolaşıp geri döndüğü “E, peki kime oy vereceğiz?” çıkmazı ile karşılaşmanız çok olası. Bu soru aslında bir “Epimenides paradoksu” gibi. Sistem, kendi temsili demokrasi koşullarını öylesine görünmez duvarlarla sınırlandırmış ki; oy verdiğinizde kabul edemediğiniz birçok kötülüğü kaotik bir sürece sürüklenmemek adına meşrulaştırıyorsunuz. Oy vermediğinizde ise bu sefer sistemin bir başka aktörün sizin adınıza yaşamınızı zorlaştıracak kararlar almasına izin veriyorsunuz. Max Stirner’in dediği gibi aslında bir “celladını seçme özgürlüğü”nü yaşıyorsunuz. 

Halüsinasyonun bozulduğu an da tam olarak bunu farkettiğiniz nokta. Pir Sultan Abdal’ın deyişiyle “Bozuk düzende sağlam çark olmaz!” sözünün derûnuna vardığınızda çözümün hiçbir “politika yapıcı” olmadığını görebilirsiniz. Daha doğru bir ifadeyle ister iktidar ister muhalif partilerin temelde hepsi aynı “poliarşik çerçeve”nin içindeler.

Sistemde bir perspektif sorunu varsa oyunu içerden değiştiremezsiniz, illaki kafayı kaldırıp şöyle bir temiz hava alıp, önce kendinize gelmelisiniz.

Bununla başlayalım, gerisi gelir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon

Yayınlanma:

-

Heyamola Yayınları’nın “Türkiye’nin Kentleri” dizisinden çıkan “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” kitabını bir hemşire, öğretmen ve şair olan Çiğdem Sezer kaleme aldı. Çiğdem Sezer’i YKY’den çıkan ve çok başarılı bulduğum şiir kitabı “Denizden Geçme Hali” ile tanımıştım.

Trabzon’da doğup büyümüş şairin, şehirle olan çok yönlü ilişkisini katır kutur bilgiler değil hatıralar eşliğinde, şiirsel ve edebi bir dille aktarmış olması kitabı özgün kılıyor.

Kişinin bilhassa yaşadığı şehirle maddi manevi bir ünsiyet kurması için bu tür metinlerle hemhal olmasında fayda var. Yoksa, bakar kör olarak her gün sağından solundan geçip gidilen bir şehirde yaşamak yavanlık değil de nedir?

Türkiye’de vasatın üzerinde bir eğitim müfredatı uygulansa ortaokullarda, liselerde “şehir kültürü” diye bir ders almış olmalıydık. Canlı bir dersten bahsediyorum. Şehri şehir yapan değerlerin –insan dâhil- ziyaret edileceği, bizzat yerinde temaşa edileceği programlar ihtiva eden bir ders. İnsanlar ve eserleri etrafında şekillenen bir kültür aktarımı, bir tanışıklık, bir giriş kapısı.

Bu, her şehrin kendine has kimliğini korumak veya tesis etmek gibi hayırlı bir sonuca da yol açacaktır. Şehirlerimiz kapitalizmin, modernizmin, dahası, ilim ve irfandan kopukluğun neticesi olarak kimliksiz, kişiliksiz bir halde çirkin bir tektipleşmeye doğru savruldu hızla. Nostalji ile malul bir genelleme değil, hakikat bu. Şehir planlamalarında önceliği rant, bencillik ve zengin elitlerin şahsi/ailevi çıkarları alırsa, olacağı budur.

Türkiye’de toplumsal hafızaya ve hatıraya sanki özellikle husumet besleniyor. 2002 ila 2012 yılları arası yalnızca 10 yıl ara sıra misafiri olduğum Haydarpaşa Garı’nın 12 yıldır kapalı ve büyük ihtimalle birilerine peşkeş çekilip özel mülk veya lüks mekân haline getirilecek olması bir İstanbullu olarak beni epey rahatsız ediyor. Düşünün ki ben 18 yaşında İstanbul’da yaşamaya başlamış biriyim. 40 yıldır oralı olan milyonlarca insanın nasıl bir hatıra ve hafıza gaspına uğrayacağını tahayyül edin. Bu hoyratlıklar çağında, ülkesinde hayli ponçik bir haktan bahsettiğimin farkındayım. Yine de karamsar olmamak lazım.

Trabzon adının ilk kez Yunanlı filozof ve yazar Ksenophon’un (MÖ 432-355) Anabasis adlı eserinde geçtiğini bu kitapta öğrendim. Kitap İş Bankası Yayınları tarafından okurlara sunulmuş. Büyük kısmı Anadolu topraklarında geçen bir askeri seferin güncesi olan bu eseri merak ettim ve okumak üzere edindim.

Trapezus yunanca “masa” anlamına geliyormuş. Kentin kurulduğu düzlüğün masayı andırması nedeniyle seçilmiş ve bir evrimle bugünlere gelmiş. Trabzon’un tarihini 5 döneme ayırarak incelemek mümkün.

Milattan önce 7. Yüzyıllara kadar uzandığı rivayet edilen Pontos Dönemi, Roma-Bizans Dönemi (MÖ 1. yy – 1204) , Trabzon İmparatorluğu Dönemi (1204-1461), Osmanlı Dönemi (1461-1916) ve Cumhuriyet Dönemi (1923 sonrası).

Çiğdem Sezer kendi Trabzon’unu anlatırken haklı eleştiriler ve yerinde tespitler sunuyor. Bölge insanının bugün dahi dikkat çeken silah sevgisine açıklık getirirken, Trabzon’un tarih boyunca cazip bir merkez olduğunu hatırlatıyor. Komşu ve büyük devletlerin iştahını kabartan şehir, özgürlüğüne düşkün ve haliyle işgallere karşı sürekli bir savunma halindeydi. Silah sevgisinin kökleri buraya dayanıyor.

Bir diğer fenomen olan Trabzonspor’la ilgili çıkarımı da üzerinde konuşulmayı fazlasıyla hak ediyor. Trabzon, kültür, edebiyat, bilim, sanat ve ekonomi sahasında yaşadığı bariz gerilemeyi futbolla örtmeye, ödünlemeye çalışan bir aksaklık içinde. Futbolu seven, oynamış, seyretmekten de keyif alan biri olarak ben de bu eleştiriyi yıllardır yapıyorum. Dinin de futbolun da egemenlerin kâr hanesinde aşikâr bir afyona dönüştürülmesine aklı başında herkes itiraz etmeli.

Gençler, ilhamını kumar ve faizle şişirilmiş büyük paralar kazanan, dünyaca ünlü takımlara transfer olan futbolculardan ziyade ilim, bilim, sanat ve kültür insanlarından alsa keşke.

Trabzon’un devlet sahil yolunu baştan sona kat edin, nerdeyse bütün üst geçitlere şehit askerlerin isimlerinin verildiğini göreceksiniz. Sorgulama olmaksızın ölmeye ve öldürmeye odaklı militarist bir kültürün ürettiği kurbanlar yerine (veya onların yanı sıra) insanlığa hizmetler sunmuş, eserler vermiş bilim ve sanat insanları öne çıkartılsa, örnek gösterilse çok daha hayırlı olmaz mı?

Yazar da bu bakış açısında olduğundan İbrahim Cudi’yi, Hasan İzzettin Dinamo’yu, Bedri Rahmi’yi, Leyla Saz’ı, Celalettin Algan’ı, Hamdi Başman’ı örnek veriyor.

Bir okula filan adı verilmemişse, Trabzonlu gençlerin yüzde doksanı, eserlerinden şöyle bir haberdar olmayı geçiyorum, bu isimleri duymamıştır bile.

Öyle zannediyorum ki yoksulluk da bilinçli bir politikanın sonucu bu ülkede, cahil bırakılmak da. O sebeple devlet (ve sistem) dışı (“sivil”) düşünmek ve iş başa düşüyor diyerek harekete geçmek gerek.

Bizler, düzene aykırı kafalar ve havuzlardan kaçan balıklar, birlik ve beraberlik içinde, üst düzey bir dayanışma sergileyerek yeşertebiliriz çölleri. Bunun ön şartı ise ötekileştirme tuzağına düşmemek ve müesses nizamın saçtığı önyargı haplarını yutmamaktır.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

KHK’lılar İçin Adalet Gelir mi?

Yayınlanma:

-

Savaş Genç, “Toplum ve devlet KHK’lılar ile nasıl barışır?” başlıklı bir yayın yapınca, ben de KHK’lıların yaşadığı büyük zulmü bir kez daha dile getirmek istedim.

Konu mühim, başlık isabetli. Zira zulüm en yukardan, devleti yönetenler eliyle gerçekleştirilmişse bile toplumumuz da az günahkâr değil. Zira, gaza gelinip insani vazifeler, komşuluk veya akrabalık hukuku unutulsa dahi Allah’ın kapı gibi ayeti görmezden gelinmemeliydi.

Neydi o ayet?

Hucurat Sûresi 6. Ayet:

“Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu ‘etraflıca araştırın’. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”

Kısa sürede ortaya çıktı ki, devlet imkânlarını “al gülüm ver gülüm” paylaşarak el ele kol kola yol yürüyen iki iktidar odağı (o parti ve o cemaat) çıkarları çatışınca birbirine girdiler. Parti, Gülencileri tasfiye için düğmeye bastı ve hukuk dışına çıktı. Hatta hukuk dışında cirit attı, atmaya da devam ediyor, olanca pervasızlığıyla.

Sonuç?

Savaş Genç’in aktardığına göre 160 Bin KHK’lı var. Bunlardan 155 Bini hakkında “silahlı terör örgütüne üye olma” suçu gerekçe gösterilerek soruşturma başlatılmış. 70 Bin kişi tutuklanmış. Bunların tutuklulukları öyle veya böyle hükme bağlanmış. Ortalama 3.5 ila 7 yıl arası hapis yatmışlar.

Toplum, devlet (siyaset ve yargı) eliyle atılan ağır iftiralara inandı ve masum yüz binlerce insanı “terörist”, “vatan haini” gibi gebermiş gitmiş söylemlerle ötekileştirdi, tahkir etti, hatta yer yer linç etti.

 

 

KHK’lıar kendi vatanlarında, kimse kusura bakmasın ama “köpek muamelesi” gördüler. Bu, dehşet verici bir zulümdü. “Yapmayın, etmeyin” diyen bir avuç insanın uyarıları ise yoğun gürültüde, toz duman içinde işitilmedi.

Kendimden biliyorum, 15 Temmuz’dan sonra haksızlığa, hukuksuzluğa uğrayanlar adına konuşup yazdığım için ben de ötekileştirildim, haksızlığa uğradım.

KHK’lıların, en acımasız yaklaşımla söylüyorum, yüzde 95’i suçsuzdu. Uğradıkları muamele hukuksuzdu.

KHK’lılar haksız yere işlerinden oldular, hapislerde yattılar. Beraat etseler de, hak etmedikleri cezaları çekseler de ötekileştirme ve mağduriyet halen devam ediyor. Böyle giderse ömür boyu sürecek.

KHK’lılar uğradıkları ayrımcılık, dışlanma ve ağır hakaretler nedeniyle ciddi ruhsal sorunlar yaşadılar, yaşıyorlar. İntihar edenler oldu. Parçalanan ailelerin, boş yere yetim kalan çocukların sayısı az değildi.

Tekil olarak mağdur sayısını en az 5 ile çarpmak lazım acı manzarayı görmek için.

KHK’lılar ve çocuklarının bu ülkeyle olan bağları ya gevşedi ya da tümüyle koptu.

Toplum , genel olarak, “çok pis” gaza gelip iftiraları taşıyıp yaymasa, mağduriyetler büyük oranda hafiflerdi.

Sıradan vatandaşın bu günaha ortak olmasında çakma kanaat önderlerinin, aydın geçinen ünlü isimlerin, çapsız imamların, “sivil” toplum kuruluşlarında koltuk sahiplerinin payı büyüktür. Adil şahitlik yapmadılar.

Artık 10 yıl oluyor.

Adalet gelirse, çok geç de olsa gelirse, ne kadar Adalet olur bu? Çeyrek porsiyon mu yarım porsiyon mu?

Toplumsal barış için devletin adım atması, özür dilemesi gerekiyor. Büyük bir şehvetle bizzat cadı avına çıkan siyasetçilerin şimdi kameralar önüne çıkıp tövbe edip özür dilemesi gerekiyor.

Düşmanlıklar zamanının sona erdirilmesi lazım. Temiz bir sayfa açıp zararın burasından dönmek lazım.

Mağduriyetlerin kısmen de olsa giderilebilmesi için tazminatlar ödenmeli. Helallik alınmalı. İşe iadeler hızla gerçekleştirilmeli. Beraat kararları verilmeli. Sabıka kayıtları silinmeli.

PKK silah bıraktı. KHK’lıların bırakacağı silahları ise hiç olmadı. Onlar dağa da çıkmadılar. Cam çerçeve de indirmediler. Ne var ki aşağılandılar ve bu toplumdan dışlandılar. Masumdular.

Ne yapsak da bir kısmı bu devleti ve milleti affetmeyebilir. Haklarıdır. Gidenler, yitenler geri gelmeyecek.

Her birimiz kendimize sormalıyız: Biz bu ülkede bu yaşananları (yoksullaştırmayı, yolsuzluğu, değersizliği, aidiyetsizliği, liyakatsizliği, sahtekârlığı, yalanı dolanı) hak edecek ne yaptık diye.

Biz hangi suçun cezasını çekiyoruz?

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x