Connect with us

Köşe Yazıları

Şakaysa Hiç Komik Değil

Yayınlanma:

-

“Kayserili genç çiftçi Ömer Dede, yıllardır hayvan içme suyu sorununu belediye, kaymakamlık, valilik ve vekillerle çözemeyince “Ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Derdimi Japonya mı çözsün?” diyerek derdini Japon Büyükelçiliğine yazdı. Japonlar, Dede’yi büyükelçiliğe davet etti.” Hikayenin devamı için tıklayın: https://twitter.com/YelizzKoray/status/1355214987250249731?s=19

Şakaysa hiç komik değil, ciddiyse çok komik! Ancak amatör bir haber editörünün asparagas girişimi olarak görebileceğiniz bir haber ne yazık ki gerçekleşti. Çiftçi Ömer Dede’nin basit bir talebi için neredeyse tüm bürokrasiyi baştan aşağı dolaşmış olması birçok konuyu hepimize yeniden sorgulatıyor.

Bu vesileyle biz de hafıza tazeleyelim: 

Kaçılın devlet geliyor

Örneğin son 1 yıl içinde devletin vergisini çatıır çatır aldığı insanlara yaptığı destekle yine son 1 yıl içinde geçilmeyen köprüye, gidilmeyen otoyola verdiği ödemeleri araştırmanızı öneririm. Gözleriniz faltaşı gibi açılacak, rakamlara “Bu kadar da değildir!” diyeceksiniz.

Sevgili devletimizin devlet ihaleleri ile devleşmiş ve düzenli “geçilmedik yol vs. parası alan” abilere pandemi dönemi boyunca ödemeler için “Hocam, devir kötü, biraz zamana yayalım, azıcık erteleyelim de bu parayı fakire fukaraya verelim!” deyip demediğine baktığınızda devletin borcuna acayip sadık olduğunu göreceksiniz.

Ekabirin, reislerimizin ve üst düzey bürokratların bu pandemi döneminde “Şu maaşımızı da biz devletin verdiği destekleme oranlarına çekelim, bilmem kaç bin tane araçtan bir bölümünü de satalım, harcamalarımızda şu kadar tasarrufa gidelim!” deyip demediğini araştırdığınızda kocamaan bir boşluk ve akisli bir sessizlikle karşılabilirsiniz. Bu sessizliğe sevgili muhalif partilerin ekabirlerini de dahil etseniz gene bir cevap alamazsınız. Hatta ileri gidip işçinin maaşından geçinen en kocaman sendikaların bu dönemdeki tasarruf harcamalarına ya da maaşlarına baksanız ağlamaklı olabilirsiniz.

Ucuza gıda satacak denilen PTT üreticinin kendi sitesinden daha pahalıya yağ sattı.

Hayat pahalılığını, karşılaştığımız her hendeği “dıj güjler” açıklamasıyla yapmaya alıştık ancak insan “PTT ucuz yağ satıyor!” diye devlet-i aliyyenin PTT’sinin avm’sine girince yağın ucuzu bırak daha pahalıdan ittirildiğini görünce bir duraksayabiliyor. Kırmızılı turkuazlı zincir marketlerin mahalleleri geç sokaklara hatta köylere kadar gidip küçük esnafın boğazına bacağını soktuğunda gıkını çıkarmayanların şimdi kem kümleri de gülüşme nedeni olabilir, aman kendinizi tutun devlete halel gelmesin.

Bu vesileyle “Hocam maliyet arttı, dolar arttı, zıkkımın dibi de artınca mecburen fiyatlarımızı destekledik!” diyen yerli ve milli zincirlerimizin açıkladıkları kârlılık oranlarına da bir göz atıverin. Sadece pandemi döneminde çok bilinen bir zincirimizin cirosunu %40 artırırken kârlılığını ise %100 artırdığını görünce “Bak şu mucizeye!” diyebilirsiniz.

Kaz dağlarındaki maden sahası

“Yerliyiz hocam, milliyiz efendim!” diyen abilerimiz, arkadaşlarımız Türkiye’nin en büyük endemik faunalarından biri olan Kaz Dağlarında içine şehir inşa edilecek kadar kelleştirilen büyük arazilerde altın arama iznini kimlere verdiğini, üstelik bu büyük operasyondan devletin kasasına her şey dâhil %5 bile kalmadığını görünce ağlamaklı olabilirsiniz. Üstelik bu çok zeki abilerin şimdi aynı ruhsatı “Kapadokya”ya verdiğini duyunca “eeeöööö” deyip bir gerekçe de bulamayabilirsiniz, heyecanlanmayın bunu açıklayacak bir deha henüz gelmedi zaten.

Yerli ve millilik konusunda ısrarla her şeyin dosdoğru yapıldığı iddiasında olan birine rastlarsanız ona da SICPA‘yı soruverin. Bu İsviçreli şirket, bu toplum camilerine, müzelerine bakamayacak durumda olduğu için gelip içlerinde Ayasofya’nın da olduğu 50’den fazla müze vb. noktayı işletip üstüne bir de “giriş garantisi” almış olabilir mi acaba? “Atma Recep” diyen gönlü geniş abilere Ayasofya cami olduktan sonra SICPA’nın “Geçiş garantimizi isterük!” talebine tazminat ödenerek cevap verilip verilmediğini kalp çarpıntıları eşliğinde sorabilir.

Son bir vesile ile, teknoloji ve kültür harcamaları adı altında kurulan anlamsız projeleri, akıllı tahta ve tabletleri, bir depo benzin parasına yaklaşan geçiş ücreti ile sadece zengin amca ve teyzelerimize tahsisli özel otoyolları yapmasak, bu parayı bu toprağın tarımına, ormanlaştırılmasına, bereketlendirilmesine aktarsak neler olabileceğini hüzünle düşünebilirsiniz.

Birazcık kötü yolda gitsek, bir köprümüz eksilse de mesela manavdaki fiyatları kasaptaki pahalılığı tersine çevirecek tarım yatırımı yapılsa ülkemiz daha az operasyon çekilebilir hale gelebilir mi diye sorabilirsiniz. Sormayın, çünkü her sistem kendi elitini “yaratırken” kullar katındaki bu küçük teferruatları bir engel olarak görür.

Toki Bursa

Tüm bunları düşünürken yanınıza mekânsal ayrışmanın uzayını yaşayan TOKİ’nin yaptığı “falanca konakları” isimli elli katlı bariyerli güvenlikli havuzlu dairesinin balkonunda bir dayımız “Ama evlat, bak lüks ev satışları artmış, arabalar tükenmiş, var bu milletin parası!” derse onunla da arş-ı alâya ulaşmış hane halkı borçlanmalarını, 20 yıl önceki Türkiye ile şimdiki Türkiye’deki faiz/kredi alışkanlıklarını ve kapitalizmin dibinde iken zenginleşenlerin daha da zenginleştiğini, fakirin de cebine telefonunu bankadaki krediyle koyduğunu konuşup eğlenceli dakikalar geçirebilirsiniz.

Kendilerini tutamayıp tamamen iyi niyet ve hüsn-i zan ile İtibardan tasarruf olmaz, ne demek yani bizim partinin büyüğü ya da sevgili devletlumuz mabadını ısıtmasız koltuğa koyup içi mi titresin?” diyenlere önce her mitingini cuma hutbesine döndürdüklerini hatırlatıp sonra ekmeğini yedikleri bu geleneğin içinde Hz. Ömer’in Şam ziyaretini bir okutuverin. Gene de ikna olmayıp “Saraya saray demeyin, külliyedir bu hocam, hem halka da açık!” diyen abiler çıkarsa onlara da mesela Hz. Osman’ın saraylı külliyesini tarif edivermelerini, kaç muhafızının evini beklediğini sorabilirsiniz. “Hz. Osman bu işleri Muaviye’nin iç gıcıklayıcı sarayından ötürü biliyor ama yapmamış, niye acaba?” diyerek de sorunuzu zenginleştirebilirsiniz.

Her şeye rağmen insan içinde bulunduğu düzeni kaosa tercih eder. “Dolar 30 lira olsun, yiyecek ekmek bulamayayım ama beni ben yapan değerler ayakta kalsın, yerli-milli …” diyerek uzayan nutukları atacak abilere de önce “Haklısınız abi!” deyin. Sonra da kendisini de temsil eden yöneticilerin hanımları “Hermes” çanta tartışmasını hatırlatın. Şaşalayıp “Onlar aslında çakmaymış!” diyen gazeteci ablanın yazısını size okutabilirler, gülüp geçebilirsiniz. Sonra ciddileşip İstanbul sözleşmesini, aile-kadın politikalarını, yükselen kitch İslamcılığın bürokrat çocuklarından nasıl çıktığını ciddi ciddi konuşabilirsiniz. NATO’nun kimin peşine takılıp Afganistan ve Irak’ta olduğunu sorduktan sonra sevgili devletlu’muzun “Afganistan’da ve Irak’ta NATO Misyonlarını desteklemeye devam edeceğiz.” sözünün ne anlam taşıdığını sakin sakin konuşabilirsiniz.

“Kimseye eyvallahımız olmasın, zalimin tepesine çökelim mazlumun sığınağı olalım, varsın ekonomimiz yerle yeksan olsun, açıkta kalmaya razıyım.” diyen yürekli insanları tutup yanaklarından öpün. Fakat sonra mesela mecliste konuşan Uygurlu bir ablamızın konuşmasını ve TRT Meclis kanalının eskaza yayından çıkıvermesini sorun. Sonra yine birçok insanın “aman ağzımızın tadı” bozulmasın deyip nerelere geri gönderildiğini, gönderildikten sonra neler olduğunu da sorun. Sonraya geriye dönün istediğiniz tarihten bugüne dek dost-düşman tanımının bir oryantal kıvraklığında değiştiğini gösterin.

En son, tilkinin dönüp dolaşıp geri geleceği kürkçü dükkanı gibi Türkiye’deki seçmenin dönüp dolaşıp geri döndüğü “E, peki kime oy vereceğiz?” çıkmazı ile karşılaşmanız çok olası. Bu soru aslında bir “Epimenides paradoksu” gibi. Sistem, kendi temsili demokrasi koşullarını öylesine görünmez duvarlarla sınırlandırmış ki; oy verdiğinizde kabul edemediğiniz birçok kötülüğü kaotik bir sürece sürüklenmemek adına meşrulaştırıyorsunuz. Oy vermediğinizde ise bu sefer sistemin bir başka aktörün sizin adınıza yaşamınızı zorlaştıracak kararlar almasına izin veriyorsunuz. Max Stirner’in dediği gibi aslında bir “celladını seçme özgürlüğü”nü yaşıyorsunuz. 

Halüsinasyonun bozulduğu an da tam olarak bunu farkettiğiniz nokta. Pir Sultan Abdal’ın deyişiyle “Bozuk düzende sağlam çark olmaz!” sözünün derûnuna vardığınızda çözümün hiçbir “politika yapıcı” olmadığını görebilirsiniz. Daha doğru bir ifadeyle ister iktidar ister muhalif partilerin temelde hepsi aynı “poliarşik çerçeve”nin içindeler.

Sistemde bir perspektif sorunu varsa oyunu içerden değiştiremezsiniz, illaki kafayı kaldırıp şöyle bir temiz hava alıp, önce kendinize gelmelisiniz.

Bununla başlayalım, gerisi gelir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Halid Ziya’dan Bir Acı Hikâye

Yayınlanma:

-

Türk edebiyatına Aşk-ı Memnu ve Mai Ve Siyah gibi büyük eserler kazandırmış usta romancı Halid Ziya Uşaklıgil “Bir Acı Hikâye” adlı kitabında bu defa kurgu değil gerçek, gerçek olduğu kadar da can yakıcı bir hikâye anlatıyor.

Ünü o devirde dahi ülke sınırlarını aşmış yazarın üzerine titrediği oğlu Vedad 3 Aralık 1937 tarihinde Arnavutluk’un Tiran şehrinde büyükelçilikte görevliyken intihar etmiştir.

Bir evladın hayatı ve akıbeti üzerine, edebi bir gaye gütmeksizin kaleme alınmış bu eser, hatıra türünün dikkat çekici bir örneği. Ne de olsa Halid Ziya gibi bir kalem erbabının elinden çıkan metin, okurunu bu tarihi bilgiyle karşılıyor ve “neden” sorusunun peşinde son satıra kadar götürüyor.

Yayınlanmak için değil ıstıraplarını gidermek, yüreğini ferahlatmak, şifa bulmak için, ağlaya ağlaya yazmış bu eseri Halid Ziya. Belki yalnızca aile evrakları içinde kalacak bir metindi bu. Yazar, evladının unutulup gitmesine razı gelmediği için biz bu eseri okuma imkânı edindik.

Mustafa Kemal’in elim hadiseden yaklaşık bir yıl sonra vefat ettiği, Mustafa Kemal’le yaklaşık 2 yıl evli kalan Latife Hanım’ın, yazarın kuzeni olduğu, Latife ile Vedad’ın çok yakın, adeta “abla-kardeş” olduğu, kitabın ilk baskısının 1942’de gerçekleştirildiği ve yazarın 3 yıl sonra vefat ettiği bilgisi, intihar hadisesi üzerindeki sır perdesini aralamaya çalışırken işimize yarayacak.

Halid Ziya, cumhuriyeti kuran kadro ile yakın ilişki içindeydi. Yakın tarih kitaplarında adlarına sıkça rastlanan pek çok devlet adamı ve bürokratla bizzat iletişim halindeydi. Evladını “zalim bir darbenin kurbanı” olarak gördüğünü yazmıştı. Bu kadar göz önünde, tanınan ve sevilen bir yazarın parmakla gösterilecek denli başarılı oğluna, vatanın güzide bir çocuğuna kim ya da kimler, neden böyle “öldürücü” bir darbe vurdular?

Vedad, babasının canı kadar sevdiği, gözü gibi koruduğu ve harika eğitim imkânları ile üst düzey bir şahsiyet olarak yetiştirdiği evlat, o sırada yurt dışından henüz dönmüş, Osmanlı Bankası’nda çalışıyordu. Latife Hanım’ın misafiri olarak Çankaya Köşkü’nde ağırlanıyordu.

  1. Bölümde aktarıldığına göre olaylar şöyle cereyan etti:

“Bir gece İsmet Paşa’nın ve Tevfik Rüştü’nün de dâhil bulunduğu bir toplantıda Mustafa Kemal, Vedad’a piyano çaldırmış ve birçok gazete getirterek bunlardan Fransızca, Almanca ve İngilizce bir takım makalelerden şifahi tercümeler yaptırarak çocuğu mutadı olduğu veçhile bir küçük imtihandan geçirerek “Vedad, bankada ne yapacaksın? Sen hariciye memuru olmalısın,” demiş ve Tevfik Rüştü’ye dönerek, “Değil mi?” diye sormuş.”

Bu gelişmeden sonra, aradan bir süre geçmiş ve Mustafa Kemal bir gece içki masasında yazara “Vedad halen bankada mı çalışıyor?” diye sormuş. Evet cevabını alınca da, yaverine seslenmiş ve hemen bir telgrafla Vedad’ın hariciyeye alınması için celp edilmesi emrini vermiş.

Yaverin emri yerine getirmek üzere salondan çıkması üzerine bir sır olarak kalan gelişme yaşanıyor. Bence Halid Ziya bu kısmı ya korkusundan ya da zaten sansürden geçemeyeceğine emin olduğu için kapalı bırakmış. Tam burada, sitemiz Yenipencere’nin en çok okunan yazılarından birine gönderme yapmak yerinde olur: Latife Hanım Neden Susturuldu?

Gerek kişisel, gerek toplumsal tarihin akışını değiştiren kritik müdahaleler vardır. Bunlar çok basit, minik dokunuşlardır. Her şey olup biterken olay yerinde bulunanların çoğu bunu sezemez bile. İnsan ne kadar da cahil, ne kadar da acizdir.

Halid Ziya’nın Mai ve Siyah adlı kitabı beni çok etkilemişti. Ne de olsa o bir kurgu. Bu kitap ise insanın ciğerini delebilecek biçimde, evlat acısı ile silahlandırılmış.

Orijinal metinden okumakta yarar var. Bendeki Can Yayınları’na ait ve arkasında 45 sayfalık bir sözlük var. O sözlüğün bu kadar kalın olması bizim ayıbımız, belki de milli denen eğitimin, bakanlığının, bakmazlığının ve görmezliğinin eseridir. Ayrı konu.

Kızım olursa adını Latife koymak istiyordum. Bence hoş bir isim. Hem anlamı güzel hem eski gibi ama eskimez, hem hafif ama derin bir isim. Latife Tekin’in çok iyi bir yazar olması da cabası. Kız ana-babaları, el birliği ile bu ismi alıcı gözle gündeme alırlarsa pek sevinirim. Yardım ve yataklık için ikinci ve üçüncü anlamlarını buraya alıyorum (2. Kalp hallerine âit ince ve hoş mânâ, kelimelerle açıkça anlatılamayan, ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlam. 3. İnsanda ilâhî hakîkatleri idrak ve müşâhede eden kalp, ruh, sır, sırru’s-sır, hafî, ahfâ vb. mânevî melekelerin her birine verilen ad.)

Yaverin ardından Latife de yerinden fırlamış ve salondan çıkmış. Kimse bunun farkına varmamış. Geri döndüğünde yazarı bir göz işareti ile yanına, toplantıdan uzak bir köşeye çekmiş.

“Mahmut’a söyledim, telgrafı çektirmedim. Onun –kocasından bahsederek- işaret ederken böyle birden hatırına gelen fikirleri olur, ertesi gün bunu tahattur etmez.”

(İnsanın devlet işleriyle ilgili kararların sağlık ve sıhhati hakkında endişelenmesi için alın size bir sebep daha.)

Halid Ziya’nın hayıflanması kalmış geriye:

“Niçin mâni olmuştu? Bunu tesbib etmedi. Ah! Ne olurdu, hep böyle maniler çıkmış olsaydı ve o da şimdi belki, hariciye kadar parlak bir mesleğe değil, her halde hayatta olsaydı.”

Latife Hanım İle Mustafa Kemal arasında ne yaşanmışsa Vedad’ın tüm bunlara vakıf olduğundan sanırım şüphe edilemez. Latife Hanım köşkten ayrıldığında onun misafiri olarak orada ağırlanan Vedad ne yapacağına karar veremedi. Arada kalmıştı. Babasına yazarak tavsiyesini aldı. Halid Ziya, “Paşa ne diyorsa onu yap, sen artık onun misafirisin” demişti.

Latife’nin amcasına çok kırıldığı ve bu yüzden Uşaklıgil değil Uşşaki soyadını aldığı rivayet edilir. Vedad’dan beş yaş büyük “ablası” Latife’nin kadınca sezgileri tam olarak neye tekabül ediyordu bilinmez.

Kesin olan şu ki Halid Ziya’nın bu eseri de Latife Hanım gibi gölgede kalmıştır. Güçlü bir kadını da güçlü bir eseri de gölgede bırakmak sistematik bir çabanın ürünü olsa gerek.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi

Yayınlanma:

-

İsrail’in Doha saldırısı İslam ülkelerinin aşağılanmasında zirve noktalarından biri olarak kabul edilmeli. Katar’ın özel konumu, hiç şüphesiz bu yargıyı alabildiğine pekiştiriyor. Yemen’e, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye -özellikle önceki rejim döneminde- Suriye’ye yapılan saldırıların sıcak cepheler olması bakımından Siyonistler ve neredeyse bütün muhataplar için anlaşılabilir bir yanı vardı ancak ABD’nin yakın müttefiki ve devasa askerî üssünün ev sahibi, HAMAS-İsrail müzakerelerinin arabulucusu Katar’ın hedef alınması, doğrusu ileri derecede şaşkınlığa sebebiyet vermiş görünüyor.

İslam ülkelerinin çok büyük kısmının emperyalizm saflarındaki işbirlikçi konumu, kendilerine köleliğe dâir olsa da herhangi bir hukukun bile çok görüldüğü bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. İngiliz uçaklarının Katar’daki üslerden havalanarak Siyonistlerin uçaklarına havada yakıt ikmali yapması, ikmalden sonra tekrar Katar’daki üslerine dönmesi, İsrail uçaklarının bu ikmal sayesinde gidip ABD teklifini müzakere eden HAMAS heyetini Katar’daki mekânlarında vurması sizce de ultra enteresan değil midir?

Tarihte pek çok örneğini okuduğumuz ve herkesin gözleri önünde gerçekleşen bir hadise yaşandı: elçilere ya da müzakere heyetlerine tuzak kurulması! Egemen dünya düzeninin şeytan atlıları ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün ne denli güvenilmez ve hâin oldukları bir kez daha kanıtlandı ancak bu somutluğun halklar ve siyasal mücadeleler bahsinde nasıl bir karşılığı olacak?

Özellikle İran’a karşı işbirlikçi Körfez rejimlerini ve İsrail’i korumak ve elbette İran’ı farklı bir cihetten kuşatmak, müslüman halklara gözdağı vermek için 10 bin askeriyle gelen ABD’yi ve İngiltere’yi El-Udeyd üssünde ağırlamak bile Katar’ı dokunulmaz kılamıyor! Gerektiği zaman egemen güçler her durumda sözüm ona bütün diplomatik ölçüleri pekâlâ yerle bir edebiliyor.

Efendilerin bu aşağılayıcı, köleci nizamına karşı haysiyet sancağını yükseltecek bir irade insanlığın umudu olabilir. Bu sancağın benzerleri insanlığın uzun tarihi boyunca pek çok defa farklı coğrafyalarda farklı öncü kişi ve topluluk tarafından yükseltildi. Geldiğimiz evrede isyancı geleneklerin büyük bir savrulma ve dağılma içinde olduğu kabul edilebilir. Kapitalizme karşı emek hareketlerinin iyice zayıflatıldığı, sömürü ve işgallere karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinin hırpalanıp yalnız bırakıldığı bir vasatta hiç şüphesiz Gazze direnişi, insanlığın ufkunda yepyeni bir pencere açtı.

Sumud Filosu; Mavi Marmara, Madleen ve Hanzala gemilerinin çok daha coşkulu bir halkası olarak vücut buluyor ve haysiyet sancağını daha da görünür bir seviyeye çekme niyetinde. Batı’da daha yoğunluklu olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında son iki yıldır bahsettiğim aşağılamalara itiraz eden vicdanları büyük bir minnet ve ihtiramla görüp takip ettik. Yeryüzünün pek çok noktasında boy veren irili ufaklı bu haysiyet dalgaları şimdi de Sumud Filosu olarak vâr oldu ve Akdeniz’de özgürlük için çırpınıyor.

Bu ve benzeri filoların muvaffakiyeti farklı coğrafyalardaki isyan ve itirazların muhasara edilmesi, bütün ahlâkî değerlerden kopuk egemenler için çalışan işbirlikçi ağları nedeniyle içinde bulunduğumuz şu aşamada pek mümkün görünüyor. Sumud filosunun henüz Tunus limanlarında açık saldırılara maruz kalması bunun kanıtıdır. Mavi Marmara katliamı karşısında gözlemlediğimiz sessizlik, March to Gaza yürüyüşünün başına gelenler, Madleen ve Hanzala gemilerinin İsrail saldırganlığına teslim edilmesi ve şimdi de Sumud’un türlü bahanelerle yolundan alıkonulmaya çalışılması bunun açık kanıtları olarak önümüzde duruyor.

Vicdanı lâyıkıyla örgütleyemedik; sarsıcı, ufuk açıcı bir paradigmayla mayalayamadık, öyle görünüyor! Haysiyet ve vicdan sancaklarının zemininin sağlamlaştırılması gerekiyor. İdeolojilerin değersizleştirilip aşağılandığı, İslami hareketlerin ve neredeyse bütün dini değerlerin çok farklı araç ve imkânlarla çürütülmek istendiği bir vasatta bu, hakikaten zor hem de epeyce zor ama elbette imkânsız değil. “Wall Street’i işgal et!” eylemlerinden küresel anti-kapitalist isyanlara, grevlere, büyük çadır eylemlerine kadar son çeyrek asrı çoktan aşan bir zaman diliminde yerel düzenleri ya da küresel sistemi esastan sarsacak bir netice alınamadı ve görünen o ki süreç hâlâ aynı hattan ilerliyor.

Vicdanın ideoloji ve örgütlenme ile buluşması, her bir muhatap için bambaşka bir aşama ve atılım olacaktır. Kitleler var, vicdanlar milyonlarca varlar evet ancak bu yetmiyor! Egemen dünya düzenini, onun bütün paydaşlarını lâyıkıyla tanıyacak, bir bütün hâlinde ideolojik kavrayışını yapacak bir çerçeveye ihtiyaç var. Bu kavrayışın örgütlenmesi gerekiyor elbette. Kavrayışların örgütlenememesi egemenlerin zulümlerinin sürmesi anlamına gelecektir.

Esastan bir paradigmatik dönüşüm öncülük etmediği sürece kötülüğün örgütlü güçlerini geriletmek mümkün olamaz. İnsanlığın mevcut siyaset yapma biçimleri, önemli ölçüde terbiye edilmiş biçimlerdir. Silaha, şiddete, mevcut yaşam ve tüketim tarzına, siyaset yapma biçimlerine, demokratik ideallere, kapitalizm tarafından yapı bozumuna uğratılan hayatlara, bütün bunları yeşerten iklime köklü eleştiriler barındırmayan itirazlar kadük kalacaktır.

Bugün müslüman kitleler, öncüler Katar’ın ileri düzeyde yaşadığı aşağılamayı zaten iki yüz-üç yüz yıldır farklı ağırlıklarda yaşamakta ancak örgütsüz ve paradigmatik yetersizlikle malûl oldukları için onu ancak küresel vicdanların oluşturduğu filolarla, eylemliliklerle aşmaya çalışmaktadır. Birtakım temrin örneklerini esas kabul etmenin yıkıcı yanılgısı ile sayısız defa yüzleşilmesine rağmen hakiki bir hesaplaşmaya niyet edilmemesi anlaşılır gibi değildir. Katar’dan Suriye’ye, mukavemetleri kırılmak istenerek egemenler tarafından yeni bir aşağılanmaya maruz bırakılmak istenen Lübnan coğrafyasına kadar kötülük, büyük bir pervasızlıkla kol gezerken İslam’ı hakikatleri bütün kıtalara nimet sağanağı olarak bahşedecek bir cevher olarak görememek hâlâ o büyük basiretsizliğe ne denli teslim olunduğunu izah etmeye yeterli sayılabilir.

Bununla beraber Gazze direnişinin yukarıda saydığımız maddelerdeki paradigmatik üstünlüğü, egemenleri ontolojik bir hesaplaşmada açığa düşürmekte ve işaret ettiği ufuklar bakımından da fevkalâde endişelendirmektedir. İslam, algılardaki birtakım hatalara ve temsilcilerinin zafiyetlerine rağmen mezkûr paradigmatik boşluğu fazlasıyla dolduracak kabiliyete sahiptir. İslam coğrafyalarına/halklarına dönük çok boyutlu saldırı ve aşağılamalar, biliyoruz ki geleceği boğup kurutma amacı taşımaktadır. Başta Batı olmak üzere kurtuluşunu arayan insanlık için bazı işaretler belirmiştir ancak bunun ete kemiğe bürünmesi elbette gayrete paralel olarak zaman alabilecek ve egemen dünya düzeni ile gerçek bir hesaplaşma ancak o zaman olabilecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x