Connect with us

Köşe Yazıları

Şakaysa Hiç Komik Değil

Yayınlanma:

-

“Kayserili genç çiftçi Ömer Dede, yıllardır hayvan içme suyu sorununu belediye, kaymakamlık, valilik ve vekillerle çözemeyince “Ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Derdimi Japonya mı çözsün?” diyerek derdini Japon Büyükelçiliğine yazdı. Japonlar, Dede’yi büyükelçiliğe davet etti.” Hikayenin devamı için tıklayın: https://twitter.com/YelizzKoray/status/1355214987250249731?s=19

Şakaysa hiç komik değil, ciddiyse çok komik! Ancak amatör bir haber editörünün asparagas girişimi olarak görebileceğiniz bir haber ne yazık ki gerçekleşti. Çiftçi Ömer Dede’nin basit bir talebi için neredeyse tüm bürokrasiyi baştan aşağı dolaşmış olması birçok konuyu hepimize yeniden sorgulatıyor.

Bu vesileyle biz de hafıza tazeleyelim: 

Kaçılın devlet geliyor

Örneğin son 1 yıl içinde devletin vergisini çatıır çatır aldığı insanlara yaptığı destekle yine son 1 yıl içinde geçilmeyen köprüye, gidilmeyen otoyola verdiği ödemeleri araştırmanızı öneririm. Gözleriniz faltaşı gibi açılacak, rakamlara “Bu kadar da değildir!” diyeceksiniz.

Sevgili devletimizin devlet ihaleleri ile devleşmiş ve düzenli “geçilmedik yol vs. parası alan” abilere pandemi dönemi boyunca ödemeler için “Hocam, devir kötü, biraz zamana yayalım, azıcık erteleyelim de bu parayı fakire fukaraya verelim!” deyip demediğine baktığınızda devletin borcuna acayip sadık olduğunu göreceksiniz.

Ekabirin, reislerimizin ve üst düzey bürokratların bu pandemi döneminde “Şu maaşımızı da biz devletin verdiği destekleme oranlarına çekelim, bilmem kaç bin tane araçtan bir bölümünü de satalım, harcamalarımızda şu kadar tasarrufa gidelim!” deyip demediğini araştırdığınızda kocamaan bir boşluk ve akisli bir sessizlikle karşılabilirsiniz. Bu sessizliğe sevgili muhalif partilerin ekabirlerini de dahil etseniz gene bir cevap alamazsınız. Hatta ileri gidip işçinin maaşından geçinen en kocaman sendikaların bu dönemdeki tasarruf harcamalarına ya da maaşlarına baksanız ağlamaklı olabilirsiniz.

Ucuza gıda satacak denilen PTT üreticinin kendi sitesinden daha pahalıya yağ sattı.

Hayat pahalılığını, karşılaştığımız her hendeği “dıj güjler” açıklamasıyla yapmaya alıştık ancak insan “PTT ucuz yağ satıyor!” diye devlet-i aliyyenin PTT’sinin avm’sine girince yağın ucuzu bırak daha pahalıdan ittirildiğini görünce bir duraksayabiliyor. Kırmızılı turkuazlı zincir marketlerin mahalleleri geç sokaklara hatta köylere kadar gidip küçük esnafın boğazına bacağını soktuğunda gıkını çıkarmayanların şimdi kem kümleri de gülüşme nedeni olabilir, aman kendinizi tutun devlete halel gelmesin.

Bu vesileyle “Hocam maliyet arttı, dolar arttı, zıkkımın dibi de artınca mecburen fiyatlarımızı destekledik!” diyen yerli ve milli zincirlerimizin açıkladıkları kârlılık oranlarına da bir göz atıverin. Sadece pandemi döneminde çok bilinen bir zincirimizin cirosunu %40 artırırken kârlılığını ise %100 artırdığını görünce “Bak şu mucizeye!” diyebilirsiniz.

Kaz dağlarındaki maden sahası

“Yerliyiz hocam, milliyiz efendim!” diyen abilerimiz, arkadaşlarımız Türkiye’nin en büyük endemik faunalarından biri olan Kaz Dağlarında içine şehir inşa edilecek kadar kelleştirilen büyük arazilerde altın arama iznini kimlere verdiğini, üstelik bu büyük operasyondan devletin kasasına her şey dâhil %5 bile kalmadığını görünce ağlamaklı olabilirsiniz. Üstelik bu çok zeki abilerin şimdi aynı ruhsatı “Kapadokya”ya verdiğini duyunca “eeeöööö” deyip bir gerekçe de bulamayabilirsiniz, heyecanlanmayın bunu açıklayacak bir deha henüz gelmedi zaten.

Yerli ve millilik konusunda ısrarla her şeyin dosdoğru yapıldığı iddiasında olan birine rastlarsanız ona da SICPA‘yı soruverin. Bu İsviçreli şirket, bu toplum camilerine, müzelerine bakamayacak durumda olduğu için gelip içlerinde Ayasofya’nın da olduğu 50’den fazla müze vb. noktayı işletip üstüne bir de “giriş garantisi” almış olabilir mi acaba? “Atma Recep” diyen gönlü geniş abilere Ayasofya cami olduktan sonra SICPA’nın “Geçiş garantimizi isterük!” talebine tazminat ödenerek cevap verilip verilmediğini kalp çarpıntıları eşliğinde sorabilir.

Son bir vesile ile, teknoloji ve kültür harcamaları adı altında kurulan anlamsız projeleri, akıllı tahta ve tabletleri, bir depo benzin parasına yaklaşan geçiş ücreti ile sadece zengin amca ve teyzelerimize tahsisli özel otoyolları yapmasak, bu parayı bu toprağın tarımına, ormanlaştırılmasına, bereketlendirilmesine aktarsak neler olabileceğini hüzünle düşünebilirsiniz.

Birazcık kötü yolda gitsek, bir köprümüz eksilse de mesela manavdaki fiyatları kasaptaki pahalılığı tersine çevirecek tarım yatırımı yapılsa ülkemiz daha az operasyon çekilebilir hale gelebilir mi diye sorabilirsiniz. Sormayın, çünkü her sistem kendi elitini “yaratırken” kullar katındaki bu küçük teferruatları bir engel olarak görür.

Toki Bursa

Tüm bunları düşünürken yanınıza mekânsal ayrışmanın uzayını yaşayan TOKİ’nin yaptığı “falanca konakları” isimli elli katlı bariyerli güvenlikli havuzlu dairesinin balkonunda bir dayımız “Ama evlat, bak lüks ev satışları artmış, arabalar tükenmiş, var bu milletin parası!” derse onunla da arş-ı alâya ulaşmış hane halkı borçlanmalarını, 20 yıl önceki Türkiye ile şimdiki Türkiye’deki faiz/kredi alışkanlıklarını ve kapitalizmin dibinde iken zenginleşenlerin daha da zenginleştiğini, fakirin de cebine telefonunu bankadaki krediyle koyduğunu konuşup eğlenceli dakikalar geçirebilirsiniz.

Kendilerini tutamayıp tamamen iyi niyet ve hüsn-i zan ile İtibardan tasarruf olmaz, ne demek yani bizim partinin büyüğü ya da sevgili devletlumuz mabadını ısıtmasız koltuğa koyup içi mi titresin?” diyenlere önce her mitingini cuma hutbesine döndürdüklerini hatırlatıp sonra ekmeğini yedikleri bu geleneğin içinde Hz. Ömer’in Şam ziyaretini bir okutuverin. Gene de ikna olmayıp “Saraya saray demeyin, külliyedir bu hocam, hem halka da açık!” diyen abiler çıkarsa onlara da mesela Hz. Osman’ın saraylı külliyesini tarif edivermelerini, kaç muhafızının evini beklediğini sorabilirsiniz. “Hz. Osman bu işleri Muaviye’nin iç gıcıklayıcı sarayından ötürü biliyor ama yapmamış, niye acaba?” diyerek de sorunuzu zenginleştirebilirsiniz.

Her şeye rağmen insan içinde bulunduğu düzeni kaosa tercih eder. “Dolar 30 lira olsun, yiyecek ekmek bulamayayım ama beni ben yapan değerler ayakta kalsın, yerli-milli …” diyerek uzayan nutukları atacak abilere de önce “Haklısınız abi!” deyin. Sonra da kendisini de temsil eden yöneticilerin hanımları “Hermes” çanta tartışmasını hatırlatın. Şaşalayıp “Onlar aslında çakmaymış!” diyen gazeteci ablanın yazısını size okutabilirler, gülüp geçebilirsiniz. Sonra ciddileşip İstanbul sözleşmesini, aile-kadın politikalarını, yükselen kitch İslamcılığın bürokrat çocuklarından nasıl çıktığını ciddi ciddi konuşabilirsiniz. NATO’nun kimin peşine takılıp Afganistan ve Irak’ta olduğunu sorduktan sonra sevgili devletlu’muzun “Afganistan’da ve Irak’ta NATO Misyonlarını desteklemeye devam edeceğiz.” sözünün ne anlam taşıdığını sakin sakin konuşabilirsiniz.

“Kimseye eyvallahımız olmasın, zalimin tepesine çökelim mazlumun sığınağı olalım, varsın ekonomimiz yerle yeksan olsun, açıkta kalmaya razıyım.” diyen yürekli insanları tutup yanaklarından öpün. Fakat sonra mesela mecliste konuşan Uygurlu bir ablamızın konuşmasını ve TRT Meclis kanalının eskaza yayından çıkıvermesini sorun. Sonra yine birçok insanın “aman ağzımızın tadı” bozulmasın deyip nerelere geri gönderildiğini, gönderildikten sonra neler olduğunu da sorun. Sonraya geriye dönün istediğiniz tarihten bugüne dek dost-düşman tanımının bir oryantal kıvraklığında değiştiğini gösterin.

En son, tilkinin dönüp dolaşıp geri geleceği kürkçü dükkanı gibi Türkiye’deki seçmenin dönüp dolaşıp geri döndüğü “E, peki kime oy vereceğiz?” çıkmazı ile karşılaşmanız çok olası. Bu soru aslında bir “Epimenides paradoksu” gibi. Sistem, kendi temsili demokrasi koşullarını öylesine görünmez duvarlarla sınırlandırmış ki; oy verdiğinizde kabul edemediğiniz birçok kötülüğü kaotik bir sürece sürüklenmemek adına meşrulaştırıyorsunuz. Oy vermediğinizde ise bu sefer sistemin bir başka aktörün sizin adınıza yaşamınızı zorlaştıracak kararlar almasına izin veriyorsunuz. Max Stirner’in dediği gibi aslında bir “celladını seçme özgürlüğü”nü yaşıyorsunuz. 

Halüsinasyonun bozulduğu an da tam olarak bunu farkettiğiniz nokta. Pir Sultan Abdal’ın deyişiyle “Bozuk düzende sağlam çark olmaz!” sözünün derûnuna vardığınızda çözümün hiçbir “politika yapıcı” olmadığını görebilirsiniz. Daha doğru bir ifadeyle ister iktidar ister muhalif partilerin temelde hepsi aynı “poliarşik çerçeve”nin içindeler.

Sistemde bir perspektif sorunu varsa oyunu içerden değiştiremezsiniz, illaki kafayı kaldırıp şöyle bir temiz hava alıp, önce kendinize gelmelisiniz.

Bununla başlayalım, gerisi gelir.

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM