Connect with us

Köşe Yazıları

Pek Sevilmeyen Biri

Yayınlanma:

-

İstanbul’da iktidara yakın, imkanı ve iddiası bol bir üniversitede okuyan öğrenci arkadaş beni üniversitelerinde bir programa davet etti. Olmaz, demedim. Bıraktım, üniversite sansür kurulları hayır desin. Taş atacağım da kolum mu yorulacak sanki. Yine de, arkadaşın saflığı üzerine tebessüm etmekten kendimi alamadım. Oraların yerlisi değil yenisiydi belli ki. Tanıtım broşürlerindeki, reklamlardaki gibi bir üniversitede okuduğunu zannediyordu halen. Evrensel, özgürlükçü, ilim irfan odaklı filan.

Bilmez miyim: Beklenti içine sokulur, büyük badire (sınavlar) atlatıp üniversiteye gideriz ve bir süre sonra, “bu muymuş” deriz. Yaşanan, genel olarak hayal kırıklığıdır. İki elin parmaklarını geçmeyecek kadar üniversite müstesna, gidilen yer liseden hallicedir bu ülkede. Dünyada ciddiye alınan üniversiteler arasında Türkiye’den bir iki üniversite gösterin bana. İlk 500’ye giren bir üniversite vardı en son, hatırladığım.

Arkadaşla görüşmemiz aklımdan çıkmıştı, iki üç hafta sonra aradı. Bir şey söyleyecek, baktım lafı dolandırıyor. “Kardeşim hiç önemli değil” dedim, “rahat ol”.

Programa davet edecekleri kişiyi araştırmışlar ve düşüncelerini sakıncalı bulmuşlar, o yüzden olmazmış. Mesela bir platformda yazım yayınlanmış, orası şucuymuş. Okulu değil arkadaşı umursadığım ve oldu olacak, gerçeklerle yüzleşsin istediğim için açıklama ihtiyacı duydum: Ama benim yazılarımı alıntılayan ve şucu olmayan, tam tersi bucu, hatta ocu olanlar da var. Hem, ben sizinle anıldığımda öteki’ler de beni yandaş olmakla yaftalayacaklar, tıpkı sizin yaptığınız gibi. Bu çapsızlığa prim mi vereceğiz?

Sanırım burada anahtar kelime çapsızlık. Müthiş bir çapsızlık var. Akıllara zarar. Bu ülkede dönem dönem ifade özgürlüğünün genişlediği, kısmen de olsa ışıltılı yıllar yaşandı. Ben 2002-2009 arasında ve Bilgi Üniversitesi’nde okurken buna denk geldim. 15 Temmuz 2016 tarihine dek aşama aşama azalsa da oksijen, halen nefes alınabilir bir yerdi Türkiye. Son 7 yıl ne yazık dozu gittikçe artan bir trolleşme ile soluksuz kalan ülkeye adeta inme indi.

Bugün, Z kuşağına, “uzaydan bir fotoğraf karesi” gibi gelecek şu haber yaşanırken ordaydım: “Ermeni Konferansı Bilgi Üniversitesi’nde başladı” (24 Eylül 2005, Hürriyet Gazetesi)

Ermeni Soykırımı ile ilgili bir konferans düzenlenecekti Boğaziçi Üniversitesi’nde, o dönem başka ellerde hizmete amade Türk yargısı harekete geçti, İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nden çıkartılan bir “yürütmeyi durdurma” (uydurma) kararıyla konferans engellenmek istendi. Konferans, adında bir değişikliğe gidilerek Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmişti.

Konferansın, yargı kararıyla engellenmeye çalışılması üzerine dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan şu açıklamada bulundu: “Siz bir düşünceyi beğenmeyebilirsiniz, tasvip etmeyebilirsiniz, ama bunun açıklanmasını bu şekilde engelleyemezsiniz. Kaldı ki daha yapılmamış olan, ne konuşulacağı belli olmayan böyle bir düşünce platformunu engellemenin ben demokrasiyle, özgürlüklerle, çağdaşlıkla bağdaşır olduğuna inanmıyorum.”

Dönemin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün, sözde mahkeme kararını yorumlarken söyledikleri bence daha çarpıcı: “Kendi kendisine bu kadar zarar veren bir millet az bulunur. 3 Ekim’e giderken içerden ve dışardan bu işi engellemek için çalışanlar son gayretlerini gösteriyorlar. Bunlara yenileri de eklenirse benim için sürpriz olmaz. Kendi kendimize zarar vermekte üstümüze yok.”

Bilgi Üniversitesi’ndeki konferans başlarken Dolapdere’deki yerleşkedeydim. İçerde ve dışarda yoğun güvenlik önemleri vardı. Ayrıca dışarda, okulun önünde protesto gösterileri vardı. Okuldan çıktım, Taksim’e gitmek için bir taksi durdurdum. Meğer taksi ben el attığım için değil, tam da okulun önünde yolcu indirmek için duruyormuş. Arka kapıyı açtığımda karşımda Osman Baydemir duruyordu. O dönem çok ünlüydü ve 10 yıl sürecek Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı görevine yeni seçilmişti. Kapıyı aniden ben açınca ve bir anda göz göze gelince, şaşkınlıktan ziyade korku görmüştüm gözlerinde, irkildiğini net hissettim. Provokasyonlara açık dönem, müsait bir gündü. Nitekim iki yıl sonra Hrant Dink cinayetinin gerçekleştirilmesi için altyapı (kamuoyu oluşturma) çalışmalarına -bilerek veya bilmeyerek- katkı sunan hızlı trol bir avukat vardı mesela, adını anmak istemiyorum, bu olay üzerine de gürültü koparmış, ifade özgürlüğünün genişlememesi için didiniyordu, “ya sev ya terk et” kafasında.

2008 öncesi başörtülü öğrenciler üniversiteye giremezken yalnızca Bilgi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde bu hukuksuz yasak uygulanmıyordu. Üniversite dediğin böyle olur: Geniş bir ifade özgürlüğü sağlar, yeni/farklı/aykırı düşüncelerle insanları buluşturur, bunun için risk alır, gerekirse bedel öder ki insanlar düşünebilsin. Düşüncenin, karşıt düşüncenin, aykırı düşüncenin işitilmediği, muhakeme sahnesine çıkmadığı bir ortamda “düşünce özgürlüğü” olsa ne olur olmasa ne olur? İnsanlar düşünemedikten sonra…

Amin Maalouf, “Ortadoğu’da umudu her zaman umutsuzluk takip eder” demişti. O yıllar özgürlükler anlamında öncü rol oynayan Bilgi Üniversitesi el değiştirince 2010’dan sonra, benzerleri yurdun dört bir yanına toplu konut gibi yayılmış, kimisi apartmanlara sıkışmış taşra üniversitesi ligine düşmüş anlaşılan. Öte yandan “yükselen yıldız” Şehir Üniversitesi ise trolleşen siyasetin kurbanı olarak, cari olan “intikam hukuku” uyarınca kapatılmıştı.

Trollüğün, yandaşlığın siyaseti ve giderek her yanı içten içe çürüttüğü, umudun da hukukun da tekme tokat dövüldüğü, tehcir edildiği bir ülkede üniversitelerin anlayış, olgunluk, hoşgörü, tefekkür adacıkları olmalarını beklemek hiç gerçekçi değil.

Bir tıkla, bir manşetle, bir yaftayla yapılan okuma nasıl bir okumadır: Çapsız değilse fesat.

Ne diyordu şair?

“ihmalkâr gözle okunmuş bir kitap / bîtab bir gözle okunmayı tercih ederdim”

Ülkenin ve üniversitelerin çölleştiği bu dönemde genç arkadaşlara her daim mevcut çıkış yolunu işaret etmem istense şöyle derim:

Çapsızlığa mahkum değilsiniz. Şairleri, yazarları, alimleri, bilim ve düşünce insanlarını, resulleri ve nebileri okuyun, kitap gibi, satır satır, altını çizerek, not alarak okuyun, mümkünse birlikte okuyun, tahlil edin. Dünya vatandaşı olun. Dünyayı ve kainatı okuyun. Dingin, duru, aydınlık bir gözle. Değilse bîtap. İhmalkâr bir gözü de kabul edebiliriz. Gözünüze ihmal kaçabilir ama fesat kaçmasın asla. Kendinizi sakının!

Gören neyi gördüğünü fark etmiyor olabilir ama görmezden gelen çoğu zaman farkındadır.

İnancımızın emri Adaleti tesis etmek. Kim olursa olsun zalime karşı mazlumdan yana tavır almak, yani Allah için adil şahitlik yapmak yükümlülüğünü, Edward Said “Entelektüel” tavır olarak kodluyor. “Sürgün, marjinal, yabancı” alt başlıklı kitabı Entelektüel’de şöyle ifade ediyor:

Gerçek entelektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, kusurlu ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar.”

Adına dünya dediğimiz bu savaş alanında, ülke diye bildiğimiz bu rant ve yağma diyarında, üzerine sürgünlük, marjinallik, yabancılık kokusu sinmeden insan olunabilirse bile insan kalınabilir mi, sormak istiyorum.

Said’le noktayı koyalım:

İnsanı pek sevilen biri yapmasa da ben bu görevin karmaşıklığını, insanı diri tutuşunu, zenginleştirmesini seviyorum.”

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM