Connect with us

Köşe Yazıları

Freni Patlamış Bir “Linç” Kültürü

Yayınlanma:

-

İslamcı camianın takip ettiği sitelerden biri olan Haksöz Haber, geçtiğimiz günlerde bir haber yayımladıMustafa İslamoğlu’nun Karartv’deki röportajını konu edinen imzasız haber, linç eyleminin hâlâ ne denli güçlü bir cezalandırma aracı olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Ne yazık ki ilgili haber hem “habercilik etiği” hem de eleştirinin nasıl bir linç eylemine dönüşebileceğini göstermesi açısından talihsiz bir örnek.

Haber, İslamoğlu’nun konuşmasından küçük bir kesitle başlıyor. Kesiti izleyenler, haberin tazir içeriğini İslamoğlu’nun bir parça hakettiğini düşünebilir. Oysa konuşmanın tümünde İslamoğlu’nun “islamcılık” ve “gelenek” bağlamındaki eleştirisinin yine İslamcılığın içinde bir özeleştiri olarak yer aldığını biliyoruz. Röportaj, İslamcılığın bugün için yaşadığı tıkanıklıkların, geçmişten gelen kronik krizler olduğunun altını çiziyor.

Haksöz Haber’deki yazının “haber” olarak sorunları bir kenara kullandığı dilin de son derece rahatsız edici olduğunun altını çizmek gerekir. Diyaloğu değil çatışmayı, özeleştiriyi değil ötekileştirmeyi önceleyen bu dil, diğer taraftan açıkça hedef gösteriyor. Üstelik Haksöz, İslamcılık ve İslami hassasiyet sahibi herkesin sözcüsü gibi davranarak aynı zamanda bir niyet okumaya da girişiyor. Muhatabını alaya alan, o konuşmanın konusu olmayan yorumlarla tartışmanın odak alanını belirsizleştiren ve ironik biçimde sağcı devletçi çizgiyle arasına mesafe koymasını salık veren yazı, ahlaki anlamda da fazlasıyla sorunlu. Sonuçta İslamoğlu röportajında muhafazakarlıkla kendini kimliklendiren İslamcı iktidarın müslümanlar için bir umut olmaktan çok sorunları derinleştirdiğini söyleyerek bu tutumundan dolayı pişman olduğunu dile getiriyor. Oysa Haksöz camiasından isimlerin aynı dönemlerde Mustafa İslamoğlu ile Hilal TV’deki “Ulustan Ümmete” programında görülebileceği gibi iktidarı besleyen bir duruş sergilediklerini unutmamak gerekiyor. İslamoğlu’nun bu konudaki tevbesinin samimiyeti bir kenara Haksöz Haber’in eleştirisine “sağcı-devletçi” çizgiden ayrışmak üzerinden vermesi hayli düşündürücü. Herşeye rağmen Haksöz’ün de kendisini dahil ettiği İslamcılık kendi yürüyüşünde en çok bu üstten bakan, kendi çelişkilerinin özeleştirisini verememiş, küçümseyen ve sürekli samimiyet sorgulayıp niyet okuyan dilden çekmişti.

İlgili röportajda İslamoğlu Elif Çakır’ın imalı sorularına rağmen müslümanlığın çeperleri içinde olduğu vurgusunu sıkça yapsa ve kendi deneyimini dini bir ayrışma olarak görmese de Haksöz Haber için bu yeterli olmuyor. Haber son derece yakışıksız biçimde, muhatabına “itirafçı, muhbir” suçlamalarında bulunarak tamamlanıyor.

Diğer taraftan ilgili haberin İslamoğlu’nun konuşmasını bir bütün olarak yer vermek yerine sadece bir parçası üzerinden bütün içeriği mahkum etmesi de dikkati çekiyor. Bu açıdan haber, içerik açısından da okuyucusunu yanlış yönlendirerek bir algı inşasına girişiyor.

İslamoğlu’nun iddialarını sıralayan ve onlara dair cevaplar verecek bir usûl izlemek yerine tahkir eden bu üslup aslında içeriğin de Haksöz Haber tarafından gerçek anlamda değerlendirilmediğini gösteriyor. Örneğin ilgili röportajdan alıntılanan “İslamcılıktan uzaklaşmak” aslında İslamcılık ile ilgili yıllardır yapılan bir özeleştiridir. Kavramsal olarak modern dönemle birlikte tarihlendirilebilecek İslamcılık, en başından beri net bir tanıma kavuşamamıştır. Kavram, -müslümanlıkla ilgili- olmakla birlikte her zaman olumlu yorumlanmadığı gibi kimi zaman müslümanlığın modernite karşısındaki gerileyen pratiklerini ve düşünsel savrulmalarını tanımlamak için de kullanıldı. Bu açıdan Osmanlı’nın dağılma döneminden bugüne İslamcılığın hikayesi biraz da kavramın değişiminin hikayesi olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bugün için İslamcılığın kavramsal tartışmaları veya İslamcılığı İslami hassasiyetlerin ve müslümanca yaşamanın mutlak karşılığı olmadığını savunan tezler “yeni” sayılamaz. Haliyle İslamcılık düşüncesi özeleştirisine önce kavramın anlam alanı ve pratikleri üzerinden başlamıştır.

Bu eleştirilerin bir boyutu ise İslamcılığın-röportaj bağlamında- Said Halim Paşa’dan günümüze giderek ideolojik bir görünüm alması üzerine oldu. “İdeoloji sözlüğü”ne göre dilini değiştiren İslamcılık günün sonunda “dava, kavga, mücadele, örgüt” üzerinden retoriğini belirleme eğilimindedir. Müslümanlığın “İslamcılık” ile birlikte aldığı yeni biçimin bir ideolojiyi andırması haliyle örgütlenme biçimini de etkiledi. Bu nedenle Türkiye özelinde 70’lerle tarihleyebileceğimiz bir dönemden bugüne dek İslamcılık kendi içindeki birçok öbeğin ideolojik bir formasyona kavuşmasına yol açmıştır. Dernekler, vakıflar, cemaatler hatta alabildiğine geleneksel görünümlü tarikatler bile bu formasyonun belirtilerini giderek “katılaşan” iletişimleri ile dışa vurdular.

Konunun kuramsal tarafı bir kenara, İslamcılığın ideolojik görünümünde sosyalist düşüncenin bir etken olduğunu unutmamak gerekir. İslamcılık açısından devrimci hareketlenmeler aynı dönem tüm dünyada bir “anti” olma durumunu yaşayan sosyalizmin de karşılık bulduğu dönemlerdi. Bu etkileşimin en görünür olumsuzluklarından biri gelenekle birlikte mahkum edilen “linç” eyleminin “hain” , “işbirlikçi” , “muhbir” kavramları ile yeniden hatırlanması üzerinden oldu. Artık muhalefeti cezalandırmanın ya da aynı eksenin içindeki farklı öbeklere karşı güç istencinin yeni aygıtları bulunmuş oldu. Elbette, İslam tarihi açısından “muhalifi susturma”, farklı düşünenleri itibarsızlaştırma yeni yüzleştiğimiz problemler değil. Ancak Kur’an ahlakına geri dönmeyi; geleneğin problemli pratiğine karşı Resulullah’ın örnekliği üzerinden öze dönüşü öncelemeyi tartışan “İslamcılık” açısından bu aşılması gereken bir başlık olmalıydı. Oysa ideolojik formasyon linç kültürü üzerinden geleneğin müslümanları sakat bırakan sorunlarına geri dönmüş oldu.

İşte İslamoğlu’nun röportajdaki İslamcılık eleştirisi yine bu bağlamda yani özeleştirinin her defasında “ihanet” ile damgalanmasına ve önce İslamcılık tarafından boğulmasına dairdi. Aynı düşünce ekseninin içindeki öbekler küçülüp / bölündükçe birbirine karşı daha az toleranslı, daha şiddetli ve daha çok ötekileştiren bir iletişimi tercih etmelerini İslamoğlu “kaleler kuran ve kendini kapatan” bir İslamcılık olarak tanımlıyor.

Röportajdaki diğer detayların hemen hemen tamamı İslamcılığın bir özeleştiri olarak hem kendine dönüp hem de geleneğe yöneltip sorduğu sorulardan oluşuyor. Elbette bu, İslamoğlu’nun son dönemde dile getirdiği fikirleri bir bütün olarak değerlendirmeye yetmeyecektir. Ancak sadece bu röportajdan yola çıkarak, üstelik İslamcılığın zaten kendi içindeki tartışma başlıklarını içeren bir konuşma üzerinden İslamoğlu’nu mahkum etmek ahlaki değil. Üstelik bu mahkumiyeti “işbirlikçi”, “freni patlamış kamyon”, “muhbir” gibi tanımlarla linç eylemine dönüştürmek kabul edilemez. Her farklı çıkış bir “niyet okuma” ile değerlendirilir, “ya bizden ya onlardansın” retoriği üzerinden cezalandırılırsa İslami düşünceyi yüzyıllardır sendeleten donuklaşmaya da geri dönülmüş olacaktır.

Diğer taraftan İslamoğlu örneği bir kenara linç eyleminin yaygınlaştığı bir toplumda kimse için “güvenli alan” kalmayacaktır. İtibarsızlaştırma, ötekileştirme ya da niyet okuma gibi eylemlerle mündemiç olan linç, açıkçası anlama ve anlaşılmanın bütün yollarını geçmişte olduğu gibi bugün de mühürler. Lince uğrayan, hain / işbirlikçi ilan edilen, toplumsal cezalandırma ile cezalandırılan için artık diyalog ve barış hiçbir zaman eski güvenilirliğini taşımayacaktır. Dolayısıyla linci bir aksiyon olarak kullanmanın “eleştirdiğine dönüşme”ye neden olmasına ve geri dönülemez sonuçlarına rağmen neden tercih edildiğini belki bu noktada tartışmaya açmak gerekiyor.

Linç kültürü ya da modern “homo sacer” yaratmak

Tarihin farklı dönemlerinde linç, toplumsal meşruiyetlerin hakim paradigma tarafından belirlenen sınırlarını korumak için kullanılan hayli güçlü bir araçtı. Sadece cezalandırmak için değil; aynı zamanda bütünlüğü / ahengi bozan aykırı seslerden uzaklaşmak ve ötekileştirmek için de yarayışlıydı. Üstelik linç, eylemin failliğini herkese bölüştürdüğü için cezalandırılana karşı merhamet ve empatinin gelişmesini de engelliyordu.

Bir cezalandırma eylemi olarak lincin en temel formu Elias Canetti’nin altını çizdiği “toplu öldürme arzusu” idi. Bunu işkence, teşhir etme, sürme ve toplumdan kovma gibi örnekler izler. Ancak lincin “bir iktidar aygıtı olarak” belki de en çarpıcı uygulamalarından biri Roma’ya aittir. Roma, lince hukuksal bir boyut kattı. İdam etmenin, toplumdan sürmenin ve hapsetmenin ötesinde cezalandırılan kişiyi bir nefret objesine dönüştürmenin yolunu buldu. Roma, yaşayan ölüye dönüştüren bu hukuka “homo sacer” dedi. Homo sacer, kelime anlamıyla “kutsanmış kişi” demek olsa ve bu anlamın alanı içinde olumlu karşılıklar bulunuyor gibi kastedilen negatif bir kutsamadır. Roma’nın homo sacer’i bireyi çıplak ve çaresiz bırakmanın mutlak noktasıdır. İşlediği günahın -ki bu çoğu zaman toplumsal boyutu olan bir bozgunculuk olarak belirlenir- kirlerinden arınmasının mümkün olmadığı düşünülen kişi artık ne bir vatandaş ne de hak sahibi özgür bir bireydir. Üstelik homo sacer bir köle ya da tutuklu da değildir. Hatta Roma ve çağdaşı toplumlarda kutsal görünen din adına “kurban olma / edilme”si de yasaktı. Toplumsal bir afaroz ve kişiyi “insan” tanımının dışına çıkaran bir tutumdu. Homo sacer, Roma’nın sokaklarında dolaşabilir, ancak öldürülürse kimse O’nun kanının hesabını sormazdı. Tüm topluma kanı helal sayılan ve bütün mensubiyetlerinin bir anda geçersiz kılındığı lanetlilik haliydi…

“Homo sacer” Roma’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından uzunca bir süre unutulmuş gibi göründü. Elbette bu kavramın ana motivasyonu olan linç, insanlığın hafızasında varlığını tüm canlılığı ile korudu. Ancak klasikten moderniteye doğru insanlığın evrimiyle linç yeniden “kurumsal” bir boyut kazandı. Bu kurumsallığı iki boyutla okumak mümkün. Birincisi Agamben, Zizek gibi düşünürlerin yeniden “homo sacer” kavramını gündem etmelerine neden olan iktidarın aldığı yeni biçim. İkincisi ise Cemil Meriç’in “ideolojiler insanlığa giydirilmiş deli gömlekleridir” sözündeki mefhumda saklı. Aslında her iki boyutuyla birlikte linç eyleminin kurumsal bir cezalandırma aygıtına çok daha güçlü biçimde dönüşmesinin modernite ile hayli yakın bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

İslamcılık açısından ise linç, iktidar bağlamından daha çok “ideoloji” başlığında tartışılmayı hak ediyor. Modernite ile birlikte iktidardan zaten tasfiye edilen İslamcılık, modern etkileşimlerle ideolojik bir form kazandıkça reflekslerini de değiştirir. Cemaatten ideolojiye doğru gelişen değişim aynı düşünce ekseni içinde birbirine toleransı olmayan bir dilin gelişmesine yol açtı. Bu durum, daha çok küçüldükçe daha çok ötekileştiren bir dilin arkasına sığınan “ideolojik öbekler”in bir tür siperlerine sığınma halidir. İletişim bariyerlerinin arttığı ve üstelik modernitenin etkilerini her yönden hissetmenin rahatsızlığını yaşayan İslamcılık kendi içindeki özeleştirileri bir “dağılma / çözülme” ya da “ihanet / ihbar” gibi değerlendirme eğilimine girdi. İşte linç, temel olarak düşmanlaştırıcı dilden beslendiği için diyaloğun zayıfladığı bu anlarda güçlenecek zemini de böylece bulmuş oldu.

Lincin yetmediği yerde “devleti çağırmak”

Her özeleştiriyi burnuna kan kokusu gelmişcesine öfkeyle karşılayan bu linç kültürünün giderek İslamcılığın içinde giderek güçlenmesi bir başka yazının konusu. Ancak kimi zaman linç eyleminin kendisi “yetersiz görüldüğünde” devletin de yardıma çağrıldığını görüyoruz. Daha önce birçok farklı isim için çağrılan devlet, günün birinde bu çağrıları cevaplamaya niyetlendiğinde linç “kansız bir operasyondan” kolayca çıkabilir. Daha kötüsü, lince uğrayan kişiyi muktedirler karşısında yalnız bırakan bu dil, İslamcılığın içindeki güven duygusunu da geri dönülemez biçimde yaralıyor.

Diğer taraftan linç ile cezalandırma eyleminin yaygınlaşması Nietszche’nin tanımıyla insanların “evcilleşmesi”ne neden oluyor. Bu durum çevrenin ve koşulların etkilerine karşı kendisini korunaksız hissedenlerin çoğalmasına da yol açıyor.

Sonuç olarak linç, kendisini herkesin sözcüsü ilan etmiş grupların “kamu vicdanı” tanımı ile gaddarlaşan bir eylemi olarak önümüzde durmaktadır. Hedef gösterdiği kişiyi yalnızlaştıran, kıskıvrak içine alan bu eylemin kendisiyle mücadele etmek İslamcılığın içindeki kan davalarını bitirici bir başlangıç olabilir. Daha da ötesinde linç etmek yerine anlamak ve düşüncenin kendisine odaklanmak özeleştirileri daha anlamlı tartışmaların mukaddimelerine dönüştürebilir.

1- Haksöz haberi: https://www.haksozhaber.net/freni-patlamis-kamyon-misali-150753h.htm
2- M. İslamoğlu’nun röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=0WQW1cLBAXQ

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Beyaz Önlük Neyi Örter?

Yayınlanma:

-

Milli Eğitim Bakanlığı, yeni eğitim yılında öğretmenlerden beyaz önlük giymelerini istedi. Böylece öğretmenler öğrenciler için “rol model” olacakmış.

Çocukluğumuz kara önlük içinde geçti. Karanlık bir dönemin nişanesi gibiydi zahir! Biçimlendirilmek için sıralanmış minnacık kalpler, dimağlar olarak ideolojik tornalara sunulduk. “Karalar bağlamış!” da denilebilirdi hâlimizi ifade etmek için! Kocaman bez, dantel ya da naylon beyaz yakalıklarla birlikte torna tezgâhının birörnek ürünleriydik.

Böyle devam etti. Kara önlüklerin yoksulluğu örttüğünü, böylece bütün öğrencilerin eşitlendiğini iddia etti öğretmenlerimiz, müdürlerimiz ve onlara inanan bir kısım büyüklerimiz. Doğruydu, fukara halkımız, evladına ikinci gün farklı bir kıyafet yetiştirmekten mahrum halkımız için kara önlükler bir kurtarıcıydı. Nasıl olsa dokuz ay boyunca farklı kıyafet derdi olmayacaktı.

Uzaktan bakılınca eşitlik tamamdı! Sosyalistler bile bu hıza şaştı!

Gelin görün ki zengin çocuklarıyla yoksulların görece eşitliği pek uzun sürmüyordu. Dökülüyordu kara önlükler! Mahallede ve evde kaçıncı tura çıkmışlardı! Eprimiş, solmuş, kendini çoktan bırakmış önlükler, türlü yamalıklarla hayatta kalma mücadelesi veren pantolonlar, siyah ipliklerle derin yırtıkları kalın kalın dikilmiş beyaz naylon yakalıklar düzenin yalanını suratlara çarpıyordu! Ayakkabılar, kara lastikler, harçlıksız cepler fukaranın çocuklarını okul duvar ve bahçelerine savurup duruyordu.

Yalanlar suratlara çarpılmayı hak ederler elbette!

Sonra mavi, daha sonra rengârenk oldu önlükler, formalar. Kısmen serbestleşti kıyafetler lâkin zihinsel kuşatma aynen devam etti. Öğretmenler devlet memurlarının kılık-kıyafet şartnamesine bağlıydılar, ancak yaklaşık on yıldır sendika kararlarıyla serbestler. Başörtüsü yasakları kalktı, yerine “Siyah ya da lacivert olacak!” dayatması geldi.

Zihinlerdeki prangalar pek bir muhkemdi. Yeni bakan memleketi biçimciliğe dönüşün kurtaracağını düşünen bahsettiğimiz saplantının bir uzantısı olarak “Beyaz önlük!” dedi. “Beyaz”dı nihayetinde, nispî bir olumluluk barındırıyordu. Örteceği meselelere dâir antipati uyandırma ihtimali düşüktü.

Resmî ideoloji ile kapitalizmin eğitim hayatını, çocukların ufkunu kapatmasını örtebilirdi mesela! Mesela “eğitim” denen alanın kökten sorgulanmasını engelleyebilir, “okul”un ne manaya geldiğini, küreselleşme çağında nereye evrildiğini, dijital zamanlarda fonksiyonunun ne durumda olduğuyla ilgili tartışmaları öteleyebilirdi. Başta Kürtçe olmak üzere baskılanıp yasaklanan dillerde onca insan evladının Allah tarafından verilen haklarının nasıl gasp edildiğini gizleyebilirdi mesela! Yine, yıllarca dirsek çürüten çocukların önemli oranda okuduğunu anlama probleminin olduğunu, üniversite sınav sonuçlarına bağıra bağıra yansıyan akademik sefaleti sorgulamayı unutturabilirdi. Piyasalaşmanın hakikati nasıl yuttuğunu, geleceksizlik batağında çırpınan milyonlarca gencin oluşturduğu devasa kitleye yenilerinin eklenmekte olduğunu tartıştırmazdı!

Karasından beyazına önlük ve formalar, ulus devlet aracılığıyla muhafaza olunan sermaye düzenine ideolojik formasyonla terbiye edilmiş kitleler üreten okul gerçeğini örtmeye çalışırken hakikatin ışıkları da elbette hayatlara sızmaya devam edecek etmesine ya bakalım bunca hakikati örtmeye çalışacakların sıradaki yeni örtüleri neler olacak!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yol Haritasında Yeni Durak: İfsada Karşı Akbelen Direnişi

Yayınlanma:

-

Bir yandan aşırı sıcaklar, bir yandan Akbelen direnişi… “2023’ün yaz mevsimi ileride nasıl hatırlanacak?” diye sorulsa bu ironik cevap düşecek aklımıza. Zam yağmurunu da ekleyen olacaktır haklı olarak.

Bakın “orman, yağmur, sıcak” kelimeleri peşi sıra nasıl da diziliveriyorlar! İsmet Özel’in “Amentü” şiiri yetişsin burada imdadımıza! (Her ne kadar “Şiir öldü mü?” muhabbeti yapılsa da şiir, hayatı kavrama/kurtarma kabiliyetine her zaman sahiptir.):

Hayat

dört şeyle kaimdir, derdi babam

su ve ateş ve toprak.

Ve rüzgâr.

ona kendimi sonradan ben ekledim

İnsan da bu terkiple bir manaya kavuştuğundan yine o terkibe kendini ekleyerek Akbelen direnişine koşmalıdır. Karadeniz’i boydan boya kaplayan HES inşaatlarına koşmalıydı. (Pek çok yer için hâlâ geç kalmış değil.) Taş ocaklarına, JES’lere, altın madenlerine, kıyılara, zeytinliklere vedahî benzer bütün yıkımlara koşmalıdır.

Koşanlar oldu, vâr olsunlar ancak benzer anlarda olduğu gibi azdılar, hatta azın azı! Çünkü devletin ve sermayenin karşısına dikilmek birçok bariyeri aşmakla mümkündür. O bariyer her farklı kişi ve çevreye göre değişir. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanar, bir yandan sermaye koca ormanları her bir ağaca motorlu hızarlarla saldırarak yok eder, bir yandan kolluk bütün imkân ve araçlarıyla tabiatı savunan halkın karşısına dikilir ve bu bütün bu tabloya alenen “Hayır!” demeyi engelleyen bariyerler vardır!

Tabiatın kesiksik, yaygın ve derinlemesine yağmalanmasının ne anlama geldiğini daha önce tartışmıştık. Bu sistematik, görülemez, gözden kaçırılır bir hakikat değilse bunca bariyer nasıl da çıkıveriyor ortaya! Biraz Müslümanlığınız, biraz insanlığınız, biraz siyasal bilinciniz, biraz tabiatla temasınız varsa bu talanın, bu amansız saldırının karşısına hemen dikilmelisiniz.

Zamlardan gözünü açamadı mı halkımız 2023 yazında? Evet, açamadı. Ekonomik göstergeler halkımızın üzerine bir çığ gibi, bir karabulut gibi, dehşetli bir afet ve belâ gibi çökmedi mi? Evet, çöktü. Peki, bu hengâmede koca orman nasıl yok ediliyor Akbelen’de? Erbaa’da, Tokat’ta, Fatsa’da, Dersim’de, Kaz Dağlarında, Şebinkarahisar’da ve adını çıkaramadığımız pek çok yerde devletin korumasında sermaye tabiatı nasıl delik deşik ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor? Bu zamlar ve ekonomik yağma düzeni ile bütün bu tabiat talanı arasında nasıl bir münasebet olabilir?

Neoliberal iman, tevhid ve adalete düşman bir müfsid sapkınlıkla her tür ıslah cephesinin tam karşısındadır ve şu ayetin alenen muhatabıdır: “Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın!” (A’raf, 56) Bu ifsad, kapitalizm sıkışıp duvara tosladıkça derinleşecektir. “Geriye pek bir şey kalmadı!” da diyebilirsiniz elbette. Bilemiyorum, belki öyledir ancak şundan eminim ki bu şeytanlık, kendisi için gidilebilecek hiçbir menzilden vazgeçmeyecektir.

Bu durumda lafı uzatmadan ve izninizle net bir şey söylemeliyim: Şeytan ve tağut yeryüzünde kol gezerken (Tony Judt’un “Kötülük Kol Gezerken” adlı kitabını hatırladım şimdi!) ve Rum sûresinin meşhur 41. ayeti “İnsanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı.” diye zihnimizde çınlayıp dururken Akbelenlere koşmamak da utanç olarak cümle ümmet-i müslümana yeter!

Bu kadar net bir perspektif eğer inananını harekete geçirmiyorsa söyleyecek hem çok şey var, hem pek bir şey yok! Akbelen direnişine ve benzer direnişlere destek verenler üzerinden birtakım spekülasyonlar yapanlara meydanı boş bırakmayan ve hakikati haykıran gür sada olmak mümkündü. Yine mümkündür çünkü yeryüzünde ifsad çağrı ve çabası bitmeyecektir. Bu yıkım cephesine karşı hayatı savunan bir ıslah cephesi inşa etmek açık akidevî bir sorumluluktur.

Takip edilecek yol için buraya bir pusula bırakmıştım. Çürümüşlüklere karşı gerekçe ve güzergâh tartışma ve pratiklerle elbette zenginleştirilebilir. Çokça konuşulan iman-amel bütünlüğü her ifsat alanında olduğu gibi bu yaşamsal mevzuda da belirleyici olmalıdır. Tüm yeryüzündeki benzer talan ve yağmalara karşı direniş mevzi ve halkalarıyla sahih, sağlam bir cephe hattı kurmak zorundayız; imanî ve insanî olarak başka seçeneğimiz yok.

İsmet Özel’in hayatın ikamesi için kendini beşinci unsur olarak eklemesi, su, ateş, toprak ve rüzgârdan oluşan toplama doğru bir kapışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamak içindir. Kapitalizm duvara tosladıkça daha bir saldırgan olacaktır. Zamla, yağmayla, talanla, her tür sömürü mekanizma ve aracılığıyla saldıracaktır. Neoliberalizm denen tâğûtî düzenin karakteri budur. Bu düzene karşı cevabımızı yine İsmet Özel’den bir şiir başlığı ile verelim, ancak o kapışmada taraf olarak hayatın kâim olabileceğini unutmadan:

Evet, İsyan!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ali Şeriati’de Haccın Anlamı

Yayınlanma:

-

Kör yanılgıları yok eden hac öğretmenimiz*

Ali Şeriati, inancımızı devrimci coşkuyla kavratan biricik öğretmenimiz… Ondan okuduğumuz her bir cümle bizi yepyeni dünyalarla buluşturdu. Onun her yorumu, her açılımı engin bir okyanus ufkunu bize armağan etti.

Sabahlara kadar konuştuk Ali Şeriati ile. Sohbeti hiçbir zaman sıkmadı bizi. Kitapların sayfalarından hiçbir zaman göremediği bizlerle konuştu; anlattı, anlattı…

Ali Şeriati’deki coşkunluk okuyucuyu hemencecik çarpan, etkileyen bir dağ havası gibidir. Cümlelerinin akışkanlığı gemlenemez bir ırmağa benzer. Harfleri aslanların kükremesi, bazen de ceylan ürkekliği güzelliğindedir. İşte onun bu muhteşem üslûbu inancımızın hayata müdahalesini kavileştiren, bilevleyen en büyük yardımcısı oldu.

Devrimci anlatısıyla Şeriati inancı, itildiği kuyusundan çıkardı. Hayata müdahale eden bir bayrak haline getirdi. “Safevi Şiası” terkibiyle sembolleştirdiği kalıplaşmış ve hayatın dışına itilerek egemenlerin inisiyatifine terk edilmiş din anlayışını yıkarken kendi ülkesinde aslında milyonlarca İslam evladını etkiledi uzaktan, yakından… Öyle samimi bir üslubu vardı ki  “Anne Baba Biz Suçluyuz” derken, “İnsanın Dört Zindanı”nı anlatırken… Okuyucusu olup da Şeriati’ye hayran olmayan var mıdır acaba, bilemiyorum.

Uykusundan uyanamayan İslam halklarını silkelemek onun en büyük amacıydı işte. Kur’an’la, peygamberin inkılâpçı kişiliğiyle tarihin sarsıcı örnekliğiyle, Batının bize gizlenmiş vicdani kimlikleriyle tanıştırmak istedi bizi. Karanlıklarda yol alan öncü bir meşaleydi Şeriati, yolumuzu ve bilincimizi aydınlatan…

“Öze dönüş” onun felsefesini öz olarak ifade eden bir terkip olarak kabul edilir. “Öz”ün var olmuşluğu bir umut olarak Şeriati’nin ve ümmetin tutunacağı daldır. “Öz”ün kalıplaşmış şekilsel ve etkisiz varlığına meydan okur Şeriati. Mezhebi takıntıları sorgular. Devralınan mirası hemen benimsemez. Oluşturabildiği Kur’an anlayışıyla inancını muhakeme eder ve ulaştığı sonuçları insanlara yeniden sunar.

Rutinleşmiş, ruhunu kaybetmiş, hayata müdahale edici bir etkisi kalmamış ibadetleri özüne döndürmek için yüreğini ve zihnini paralar; okur, yazar, anlatır, zalimlerin karanlığını yarmak için haykırır salonlardan, okullardan!

Ümmetin kaybolan özgürlüğünün inancın özüne ulaşmakla mümkün olabileceğine inanır. Zalimlere, despotlara meydan okur. İslam kahramanlarının ışığında yeni kahramanların boy vermesini arzular. En büyük kahraman olarak zalimlerin, bütün diktatörlerin karşısına dikilir. Her ibadeti insanı zalimlerden bağımsızlaştırıp Allah’ın egemenliğinde özgürleştiren bir anlayışla formel kaygılardan uzak, özgün bir tarzda yorumlar. Onların özlerini, asırların kirini üfleyerek üzerlerinden, yeniden ortaya çıkarmaya çalışır.

Haccın anlamı

Hac aslında Şeriati’nin evrensel inkılâbî anlayışının somut bir görüntüsüdür. Yeryüzü bir imtihan, bir kıyam alanıdır. Kıyam, tevhidi ayağa kaldırmak, şirki mağlup etmek, şeytani güçleri yok etmek için yapılacaktır. Hacda bir araya gelen milyonlarca Müslüman mahşerin yeryüzüne yansımış bir görüntüsü, İslam için mücadele eden orduların bileşimi, ruhanî ve fizikî terbiyenin numunesidir. Hac, kendilerini Rablerine adayan Müslümanların fiili örneklik meydanıdır.

Ali Şeraiti, ömrünü ümmeti ayağa kaldırmaya vakfetmiştir. Halkıyla, halklarıyla aynı dili konuşmayan aydınlardan ya da ezberlediklerini yenileme ihtiyacı duymadan hep aynı şeyi konuşan din âlimlerinden değildir. İbadetleri form düzeyinden bilinç seviyesine yükseltmeye çalışan, hayatın canlı damarları arasında dolaşıma sokmaya gayret eden bir üslûba sahiptir.

Hac, asırladır kıyam anlayışının uzağında algılanan bir ibadet olarak görüldü, değerlendirildi. Hacılar toplumlarımızda yarı cahil ve nereye, niye gittiğini bilmez kullar olarak kabul edildi. Kâbe, kendisine tapınılan bir put olarak tazim edildi. Hac seyahatleri alışveriş yapmak için bir imkân olarak değerlendirildi.

Ali Şeraiti ise İbrahim’in tevhid mücadelesinin bayraklaştırıldığı bir hac bilinci için pratiklerini söze ve yazıya taşıma sorumluluğunu hissetti. İbrahim’in, İsmail’in, Hacer’in soylu mücadelelerini milyonlarca hacının kalbine ve zihnine iyice kazımanın hayaliyle gözlerini insan sellerinin tevhidi yönelişleri üzerine teksif etti.

Hac, Ali Şeriati’de her şeyden önce bütün insanlığın Rablerini tazim etmesi, şirkten arınarak tevhidi ideallere İbrahim önderliğinde yürümesi, iç terbiyeyle fiili mücadele bilincini yoğurması azmidir. Hac, Ali Şeriati’de insanlığın yeryüzü serüveninin amacının büyük ölçekte her türlü gâileden uzak somut bir sunumudur, modelidir.

Nasıl bir hacı?

Hacılar görürdük küçükken, sakallı amcalar, beyaz örtülü teyzeler… Hacılar görürdük zemzem dağıtan, hediyeler getirip insanları sevindiren… Hacılar görürdük günahlarından arınmış ve artık neredeyse cenneti garantilemiş olmanın huzuruyla hayata bakan ama İslam halkları hakkında hiçbir şey bilmeyen… Gözlemci bir seyyah gibi bile olamayan, şaşkın seyirci edalarında Mekke ve Medine’de dolaşan hacılar… Memleketlerine döndüklerinde haccın ruhunu değil de şeklini ballandırarak anlatan hacılar… Başka memleketlerin hacılarını yer yer küçümseyen, en iyi müslümanlığın “biz”de olduğunu belirsiz ölçülerle savunan, ümmeti değil de kendi soyunu öne çıkaran hacılar…

İşte Ali Şeriati’nin “hacı”sı böyle bir “hacı” değildir. Haccın bütün rükünlerinde ne yaptığını bilen; Müzdelife’de, Mina’da, Mik’at’ta, sa’y ve tavaftaki anlamları kavramış, soyut tevhidi inancın somut tezahürlerini ümmetçi bir şuurla ortaya koymaya çalışan bir karaktere sahiptir Ali Şeriati’nin “hacı”sı. Onun hacısı, ömrünün son kertesinde günahlarını sildirip ahirete cümle günahlarından sıyrılmış olarak gitmenin pazarlığından uzaktır. Ali Şeriati’nin hacısı bütün şeytani güçlere isyan eder ve benliğini her türlü kirden arındırarak Rabbine teslim eder. Bütün dünya Müslümanlarının kongresinde olduğunu bilir. Savaşa giren bir kalp taşır. Kendine galebe çalmaya niyetlenen şeytanı taşlar; gözleri önüne tağutları, firavunları getirerek… Soyut bir taşlama değildir onunkisi. Yaşadığı çağa tanıklık edecek bir taşlamadır. Ülkesinde, bölgesinde ve en nihayetinde yeryüzünün her bir köşesinde firavunlaşan bütün egemenleri taşlar Şeriati’nin hacısı. Bel’amları, Karunları yani Allah adına din ve hukuk icad edenleri, kapitalist zalimleri taşlar. Taşlarken orada o zalimleri, sonraki gün ve yıllarının mücadele hattını da ortaya koymalıdır hacı.

Sadece hacdaki sembolik taşlamayla yetinmelerini istemez Şeriati hacılardan. Ancak onun bütün iyi niyeti, duygusallığı bazen hakikati görebilmesine mani teşkil etmektedir. Oraya bir mektep, bir ordugâh misyonu biçerken ve oranın dönüştürücü rolüne vurgu yaparken bu amaca bîgâne yaşayan hacıların çoğunluğu Ali Şeriati’nin özlemini çektiği özün ne yazık ki oldukça uzağında kalmaktadır. Hacca gelmeden hacı olmanın bilincine varamamak Müslümanların en büyük zaafıdır ve bu zaaflarını yenemedikçe hiçbir zaman Ali Şeriati’nin vurguladığı manada hacı olamayacaklardır.

Senin İsmail’in ne?

Şehid Şeriati’nin haccı anlamaya dönük çabasında ortaya koyduğu en orijinal açılım İsmail’in kurban edilme meselidir. İbrahim’in yaşlılığının biricik güzelliğidir İsmail’in varlığı. Bu varlığın kurban edilmesini ister İbrahim’in Rabbi. İbrahim, emirle sevgi arasında kalır. Uykularını uyuyamaz. Gözlerinde İsmail’in gözleri, kalbinde Rabbinin haşyeti… Art arda uyarılar ve en sonunda sevgisini gemleyerek İsmail’i bıçağın altına yatırışı… İsmail… Âlemlerin güzelliğini içinde taşıyan ve Rabbine teslimiyetin zirvesini örneklendiren İsmail…

Evet, senin İsmail’in nedir? Sevgisine teslim olduğun ve Rabbinin yoluna adayamadığın İsmail’in? Malın, mülkün, şânın ve şöhretin mi? Dünya hayatının geçiciliğini kavrayamamış bilincinin İsmail’ini kurban ederek özgürleşmesi için Rabbinin, İbrahim’in ve İsmail’in teslimiyetini ödüllendirdiği kurbanı boğazlarken “ne”yini boğazlıyorsun? Boğazladığın “şey” Rabbine layıkıyla teslim olmuş ve “Evet ben boğazlanabilme durumundayım!” diyebiliyor mu?

Şeriati, büyük öğretmenimiz, İsmail’in kurban edilme kıssasını bize açıyor; içindeki zengin anlamları bütün coşkun yanlarıyla gözlerimizin önüne seriyor ve haccımızı, hayatımızı, kurbanımızı daha bir anlamlandırıyor.

Kendi İsmaillerini kurban etmeyi, Rableri önünde onlardan vazgeçebilmeyi beceremeyen hacılar, ne kadar Şeriati’nin anlattığı hacılardan olabilirler? Rutin ibadet formatlarına boğdukları haclarından ne kadar diriliş ve direniş ruhu alabilirler?

Ümmetin büyük buluşması

Tevhidi kavrama sürecimiz bizlere haccın ümmetin buluşma yeri olması gerektiğini öğretmişti. Bu kıymetli sürecin uzaklardaki en önemli katkı sağlayıcılarından biri olan Ali Şeraiti de haccın büyük bir kongre olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. Evet, farklı renk ve dillerden milyonlarca müslümanın bir araya geldiği ve ölümcül sorunlardan düşünsel alanlara kadar hemen her konuda aktif bir ümmet buluşması bilincini teklif eder Şeriati.

Malcolm X’in kitap ve filmdeki sahnelerini hatırlatırcasına renkler deryasını andıran milyonlarca dindaşın aynı bilinç ve kararlılıkla üzerine kara bulutlar çökmüş ümmeti ayağa kaldırma azmini taşımalarını tavsiye eder Şeriati.

Elbette bu teklif de duygusallıkların insafına terk edilebilecek bir teklif değildir. Öyledir, öyle olmalıdır. Hac, Müslümanların büyük buluşmaları ve evrensel kongreleridir. Ancak ümmet diriliğini çoktan yitirmiş İslam halkları böyle bir kabiliyetten yoksun kalmıştır. Onların hacda ümmeti ayağa kaldıracak projeleri hayata geçirebilmeleri için önce kendilerini var kılmaları gerekmektedir. Bu da uzun soluklu bir mücadele neticesinde mümkün olabilecek bir sonuçtur.

Kadının değeri

Bir cariye olan Hacer, çöl ıssızlığında İsmail’le beraber zorlu imtihanların ortasına düşmüştür. Kadın olmanın zorlukları onu zaten haddinden fazla yıpratmaktadır. Bir köledir Hacer, hem de bir kadının kölesi… Kadına yeteri kadar değer verilmeyen zamanlarda iki kere değersiz kabul edilen Hacer…

Allah işte bu kadını, bu köle kadını kendi evine komşu yaparak, İbrahim ve İsmail’le beraber anarak çağlar boyu sürecek bir yücelikle onurlandırmıştır. Onu, kendi evine komşu ve tazime layık kılmıştır. Devrimci bilinçle kör yanılgıları yok eden Ali Şeraiti, İslam toplumlarının geleceklerinin bir yarısının yok kabul edilmesine mani olmak ister. Kadını ve onun onurunu tevhidi bilincin kuşattığı bir değerler hâlesine büründürmek ister.

Kadın, erkekle beraber o ümmet toplamının içinde bir ırmağın en temel parçası olarak akarken nasıl olur da bugün Müslümanlar için edilgen bir varlık olarak kabul edilebilir? Kadın, İslami mücadelenin ana unsurudur. Ailenin ve toplumun temelidir. İffetin kuşanıcısı olarak bütün salih önderlerin miraslarını geleceğe taşıyan bir mücadele neferidir. Şeytani kapitalist kültürün öncü taşlayıcıları Müslüman hacı kadınlar olmalıdır. Hacer’in engin tevekkülünü yaşadıkları çağın mücadele örnekliğine taşımalıdırlar.

Sonuç

Haccın büyük anlamı, İbrahim ve İsmail peygamberlerin açtıkları tevhid ve teslimiyet çığırını ümmetçi anlayışın şahitliğiyle anlamak ve o şekilde örneklendirmektir. Bunu bize Ali Şeraiti hatırlatmaktadır. Öyle içten hatırlatır ki, öyle yaşayarak anlatır ki, o anlatışa yabancı durmak kendine ve inancına yabancı durmaktır. İşte bu bilinçtir ki onun çağrısına kulak veren her coğrafyadan başka başka hacı adayları onun eserini hacca gitmeden önce defalarca okurlar, kendilerini o iklime hazırlarlar. Onun eseri, seneler geçtikçe çoğalan güçlü bir çağrı olarak her yıl artan takipçilerinin şahitliklerinde yeni anlamlar dünyası oluşturur.

*2008’de kaleme alınan bu yazı ilk kez yayımlanıyor.     

Devamını Okuyun

GÜNDEM