Connect with us

Köşe Yazıları

İnsanın Fabrika Ayarları

Yayınlanma:

-

Sinan Canan, biyoloji mezunu, fizyoloji doktoru ve sinirbilim sevdalısı olarak tanıtıyor kendisini. Hayatın tek bir işle uğraşmak için fazla uzun, insanın tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık olduğuna ikna olmuş görünüyor.

İnsanın Fabrika Ayarları üst başlığıyla yayımlanan üç kitaplık çalışmasında, anlamlı ve verimli bir hayat için göz ardı edilmemesi gerekli tespitlerde bulunuyor. Dinlerin ve kadim öğretilerin telkinleriyle onbinlerce yılda süzülüp gelen bilgi, birikim ve tecrübeyi yanına alarak. Bilimi tabulaştırmadan, ama anlama aracı kılarak. Her halükarda kafa açarak ve insanın kendisi üzerinde düşünme meziyetine bereketli bir katkı sunarak.

Akıl sır erdiremediğimiz uçsuz bucaksız bir kainatın içine mini mini bir kuş gibi konup hemen ardından havalanmanın adına ömür diyoruz. İçinde akletmek, hissetmek gibi sayısız yeteneğin saklı olduğu, varlığımızı kuşatan muazzam donanıma beden diyoruz.

Sinan Canan, Beden başlıklı birinci kitapta iki temel konuyu ele alıyor: Hareket ve Beslenme.

Gelişen teknolojiler neticesinde modern insanın eskilere nazaran çok hareketsiz bir yaşam sürdüğü gerçeği ile karşı karşıyayız. Oysa ki fiziksel hareketin canlıların ömrünü uzattığı ve hastalıklara karşı savaşma kabiliyetini artırdığı unutuluyor. Hareket etmenin, faydalı olmanın ötesinde hayati bir önemi haiz olduğu hatırda tutulursa, birinci kata çıkmak için asansör çağırmanın veya fırına kadar arabayla gitmenin hiç de akıllıca bir “hareket” olmadığı ortaya çıkar. Hareketsizlik şehirli insan hastalıklarında azımsanmayacak düzeyde pay sahibi.

İstanbul’da yaşamaya başladığım ilk yıllarda fena halde garipsediğim davranışların başında “yürümeme” önkabulü yer alıyordu. Benim doğup büyüdüğüm yerde adres bulmak kolay. Aşağısı deniz. Denize paralel sağa gidersen Samsun’a, sola gidersen Artvin’e doğru… Ama İstanbul öyle mi? Bir yere nasıl gidileceğini sorduğunda, üç adımlık mesafe bile olsa, insanlar hemen, oradan geçen bir minibüs veya otobüsten bahseder. Yürüyerek gidilir mi? Yürünmez, çok uzak! Oysa 10-15 dk yürüsen ordasın.

Sinan Canan, beden yapımızın harekete ayarlı oluşunu ispat için insan yavrularını örnek gösteriyor. Fabrika ayarları (fıtratı) bozulmamış çocuklar çok hareketlidir. Gelin görün ki, fabrika ayarlarını bozmuş büyükler, normal olan bu davranışı baskılayıp hatta ortadan kaldırıp rahatlarına bakmak için “hiperaktivite” diye bir “sorun” uydurmuşlardır.

Hareket etmenin fiziksel sonuçları biliniyorsa da zihinsel sonuçları pek bilinmez, bilinse de hesaba katılmaz. Hareket beyni uyarır ve zihinsel sistemimizin daha iyi çalışmasını sağlar. Hareketi azalan bir bedenin zihin performansını azaltması kaçınılmazsa, ki öyle olduğunu ortaya koyuyor yazar, tabiata sırt çevirmiş şehirlerde sıkışıp kalan modern insanın aklını başına toplaması kolay olmayacak demektir!

Yazarın sınıflandırması ile insanın ikinci fabrika ayarı: “Az, aralıklı ve çeşitli beslenme”. Bu kısım, oruç tutmanın veya açlık yapmanın hikmeti üzerine değerlendirmeler içeriyor.

İnsan, açlığa katlanabilmek şöyle dursun, adeta açlıktan beslenen bir canlı! Günde 16 saat aç kalmanın çok faydalı olduğu günümüzde genel kabul görüyor diyebiliriz.

Yazar, “sağlıklı beslenmenin kısa yolu” başlığı altında kurallar paylaşıyor okurlarıyla:

Ağırlıkla, kiloyla, sayıyla sağlık olmaz. Kilonuzdan önce sağlığınızı ve yeme alışkanlığınızı düşünün. Tam olarak acıkmadan yemeyin. Her öğünden 3-5 saat sonra hissedilen yalancı açlık duygusunu gerçek açlıktan ayırt edin. Bunun en iyi yolu öğünlerde şeker ve karbonhidrat alımını kalıcı olarak sınırlamaktır. Karbonhidrat alımını mümkün olduğunca azaltın. Tatlılar besin değil haz nesnesidir; mümkün mertebe uzak durun! Lifli, çiğ ve yeşil gıdaları bolca kullanmayı tercih edin. Probiyotik ve kaliteli proteinler içeren her türlü besini (ev yoğurdu, doğal sirke, kemik suyu, paça çorbası, fermente turşu gibi gıdaları) sofranızdan eksik etmeyin. Yağ tüketiminden korkmayın. Tek bilmeniz gereken faydalı-zararlı yağları ayırabilmektir. Günümüz meyvelerinin çoğu fazla, hatta aşırı şeker içermektedir. Meyveyi ölçülü tüketin. Ve en önemli kural: Rutinden kaçının.”

İlişkiler ve Stres başlıklı ikinci kitapta sosyal ilişkilerin önemi ve stresi yönetebilme gerekliliği üzerine yoğunlaşıyor yazar.

İnsanın sosyal bir varlık olduğu bilincine sahibizdir. Sinan Canan, bu bilinci bir adım öteye taşımayı teklif ediyor ve bizlerin “ileri düzeyde” sosyal varlıklar olduğumuzu vurguluyor:

Besin almaya, barınaklara ve güvende olmaya nasıl ihtiyaç duyuyorsak diğer insanlarla ilişki kurmaya, onlarla duygularımızı ve yaşamımızı paylaşmaya da o kadar derin bir ihtiyaç duyarız.”

Biyolojimize kodlanmış duygusal ihtiyaçlar, “diğerleri”ne ayrılmaz bağlarla bağlanmamızı zaruri hale getiriyor. Ne var ki somut sosyal ilişkiler, arkadaşlık ve dostluklar, yerini sanal platformlarda “görüşmelere” bıraktığında, zaten görüştüğünüz yanılgısı ile aylar, yıllar su gibi akıp giderken, git gide yalnızlaşıyor, yavanlaşıyor ve mutsuzlaşıyorsunuz. Beyin, sanal dünyadaki “görüşmelerde” ödül mekanizmalarını devreye sokmuyor. Sokuyorsa bile, somut, gerçek, sahici paylaşım ve beraberliklerle kıyas kabul etmez bir cimrilik içinde olmalı.

Modern yaşam bize kolaylıklar getirse de, bütünlüklü olarak bakıldığında fıtrata (fabrika ayarlarına) aykırı, plastik, demir ve betondan mürekkep bir mekanizma halini almış vaziyette. Bu mekanizmanın çarkları arasında yaşamanın bedelini, yüksek düzeyde kronik strese maruz kalarak, peşin veya taksitle ödüyoruz.

Hareketsizlik, aşırı ve dengesiz beslenme, yalnız kalma, gereksiz dertlerle dertlenme ve kendisine toplum tarafından çizilen sınırların içinde yaşamaya çalışma; insanı strese ve sıkıntıya sokan önemli başlangıç noktalarıdır.”

O halde ne yapmalı? Yazar, stresi yönetme becerisi geliştirmek gerektiğini, günümüz dünyasında bu becerinin bir hayli önem arz ettiğini belirtiyor. İnsana emanet beyin ve zihnin böylesi bir yükü taşımak için yapılandırılmadığını ilave ediyor.

Durup bir soralım kendimize: Bu hayatı heder eder gibi mi yaşıyoruz yoksa bir sanat icra eder gibi mi?

Yazar, Sınırları Aşmak başlıklı üçüncü kitapta, insanın sınırlarını zorlamaya ihtiyaç duyan bir canlı olduğu, bol bol örnek vererek ortaya koyuyor.

İnsanın nasıl bir canlı olduğunu tanımlayan cümlelere Sinan Canan, kısa, akılda kalıcı ve biraz da tebessüm ettiren bir katlıda bulunmuş: “İnsan, karnı doyduğu zaman sorun çıkaran tek canlıdır.”

Rahattan, bir süre sonra rahatsız oluruz. Konfordan sıkılır, kaosa, gerek tedbirli gerekse bodoslama dalmayı heyecan verici buluruz. Halk arasında “rahat batması” diye tabir edilen durumları herkes en az bir kez tecrübe etmiş, hiç değilse aklından geçirmiştir.

Bana göre üç kitaptan en ilgi çekici olup öne çıkanı: Sınırları Aşmak’ta işbu dürtü ve ihtiyacın biyolojik ve zihinsel köklerine doğru sürükleyici bir yolculuğa çıkartıyor bizi yazar. Şu soruların başında buluyoruz kendimizi: Biz neden böyleyiz? Amiyane tabirle: Zorumuz ne!?

Schrödinger’in 1946’da kaleme aldığı “Yaşam Nedir?” başlıklı eserinde yer alan yaşam tanımını veciz ve derinlikli bulduğunu aktarıyor yazar: “Yaşam, sürdürülebilir bir dengesizliktir.” Bu yüzden olsa gerek, beynimizin uyanık kalıp çalışması için “sorun, sürpriz, rahatsızlık ve zorluklar” gerekli görülüyor. Malum olduğu üzere; konfor bizi çürütüyor.

Memurlaşmak dediğimiz, milyonlarca insanı sarıp sarmalayıp “küçülten”, “paslandıran”, “darlandıran” şeyin, ayın 15’inde geleceği garanti maaş, kendini geliştirme zaruretinden uzakta, adına “takılmak” denilen o “meşhur” yaşam tarzını bu bağlamda ele almak yanlış olmaz. Küçük, seçkin bir azınlık müstesna, Türkiye’deki memurların geneli, hallerinden memnun olmayıp her gün en az bir defa şikayet türküleri söylerler. Aralarında o denli sızlanıp, mızmızlanıp “duran”ları vardır ki, dinleyen, ister istemez, “o halde istifa et, özel sektörde çalış arkadaş” demek ister.

Kitapta yer alan 2 numaralı görsel, konfor alanından korku alanına, oradan öğrenme alanına ve nihayet gelişim alanına geçişin etki ve tepkilerini ortaya koyuyor. İnsanın “Ben” dediği şey, ne kadar kendisine aittir, ne kadar çevresel etkilerin ürünüdür? Potansiyelimizin yüzde kaçıyla oynuyoruz bu yaşamak sahasında?

İnsan; içinde bulunduğu biyolojik, sosyal, kültürel ve teknik sınırları aşmak gibi bir güdüyle dünyaya gelir. Bu güdüyü bir şekilde tatmin edemeyenler mutsuz yahut hasta olurlar, diyor yazar.

O halde şu soru bir hayli önem arz ediyor: İnsan, Ben’inin sınırlarını nasıl ve nereye kadar genişletebilir?

Sınırları aşmak, insanı cezbeden bir başlık. Yakından bakıldığında, sadece ruhumuzun ve aklımızın bir köşesinde değil inançlarımızın ve tarihimizin de baş köşesinde yer alan bir dürtü bu.

Okuduğumuzda neyin şiirini, romanını, hikayesini okuyoruz? Yola düştüğümüzde kimin arkasından ve neden gidiyoruz? Rüya gördüğümüzde aslında neyi ve niye görüyoruz? Neye iman ediyoruz biz insanlar, neyi düşlüyoruz?

Sınırları aşmak kadar bizi cezbeden, bizi var eden çok az şey var.

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM