Connect with us

Köşe Yazıları

İnsanın Fabrika Ayarları

Yayınlanma:

-

Sinan Canan, biyoloji mezunu, fizyoloji doktoru ve sinirbilim sevdalısı olarak tanıtıyor kendisini. Hayatın tek bir işle uğraşmak için fazla uzun, insanın tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık olduğuna ikna olmuş görünüyor.

İnsanın Fabrika Ayarları üst başlığıyla yayımlanan üç kitaplık çalışmasında, anlamlı ve verimli bir hayat için göz ardı edilmemesi gerekli tespitlerde bulunuyor. Dinlerin ve kadim öğretilerin telkinleriyle onbinlerce yılda süzülüp gelen bilgi, birikim ve tecrübeyi yanına alarak. Bilimi tabulaştırmadan, ama anlama aracı kılarak. Her halükarda kafa açarak ve insanın kendisi üzerinde düşünme meziyetine bereketli bir katkı sunarak.

Akıl sır erdiremediğimiz uçsuz bucaksız bir kainatın içine mini mini bir kuş gibi konup hemen ardından havalanmanın adına ömür diyoruz. İçinde akletmek, hissetmek gibi sayısız yeteneğin saklı olduğu, varlığımızı kuşatan muazzam donanıma beden diyoruz.

Sinan Canan, Beden başlıklı birinci kitapta iki temel konuyu ele alıyor: Hareket ve Beslenme.

Gelişen teknolojiler neticesinde modern insanın eskilere nazaran çok hareketsiz bir yaşam sürdüğü gerçeği ile karşı karşıyayız. Oysa ki fiziksel hareketin canlıların ömrünü uzattığı ve hastalıklara karşı savaşma kabiliyetini artırdığı unutuluyor. Hareket etmenin, faydalı olmanın ötesinde hayati bir önemi haiz olduğu hatırda tutulursa, birinci kata çıkmak için asansör çağırmanın veya fırına kadar arabayla gitmenin hiç de akıllıca bir “hareket” olmadığı ortaya çıkar. Hareketsizlik şehirli insan hastalıklarında azımsanmayacak düzeyde pay sahibi.

İstanbul’da yaşamaya başladığım ilk yıllarda fena halde garipsediğim davranışların başında “yürümeme” önkabulü yer alıyordu. Benim doğup büyüdüğüm yerde adres bulmak kolay. Aşağısı deniz. Denize paralel sağa gidersen Samsun’a, sola gidersen Artvin’e doğru… Ama İstanbul öyle mi? Bir yere nasıl gidileceğini sorduğunda, üç adımlık mesafe bile olsa, insanlar hemen, oradan geçen bir minibüs veya otobüsten bahseder. Yürüyerek gidilir mi? Yürünmez, çok uzak! Oysa 10-15 dk yürüsen ordasın.

Sinan Canan, beden yapımızın harekete ayarlı oluşunu ispat için insan yavrularını örnek gösteriyor. Fabrika ayarları (fıtratı) bozulmamış çocuklar çok hareketlidir. Gelin görün ki, fabrika ayarlarını bozmuş büyükler, normal olan bu davranışı baskılayıp hatta ortadan kaldırıp rahatlarına bakmak için “hiperaktivite” diye bir “sorun” uydurmuşlardır.

Hareket etmenin fiziksel sonuçları biliniyorsa da zihinsel sonuçları pek bilinmez, bilinse de hesaba katılmaz. Hareket beyni uyarır ve zihinsel sistemimizin daha iyi çalışmasını sağlar. Hareketi azalan bir bedenin zihin performansını azaltması kaçınılmazsa, ki öyle olduğunu ortaya koyuyor yazar, tabiata sırt çevirmiş şehirlerde sıkışıp kalan modern insanın aklını başına toplaması kolay olmayacak demektir!

Yazarın sınıflandırması ile insanın ikinci fabrika ayarı: “Az, aralıklı ve çeşitli beslenme”. Bu kısım, oruç tutmanın veya açlık yapmanın hikmeti üzerine değerlendirmeler içeriyor.

İnsan, açlığa katlanabilmek şöyle dursun, adeta açlıktan beslenen bir canlı! Günde 16 saat aç kalmanın çok faydalı olduğu günümüzde genel kabul görüyor diyebiliriz.

Yazar, “sağlıklı beslenmenin kısa yolu” başlığı altında kurallar paylaşıyor okurlarıyla:

Ağırlıkla, kiloyla, sayıyla sağlık olmaz. Kilonuzdan önce sağlığınızı ve yeme alışkanlığınızı düşünün. Tam olarak acıkmadan yemeyin. Her öğünden 3-5 saat sonra hissedilen yalancı açlık duygusunu gerçek açlıktan ayırt edin. Bunun en iyi yolu öğünlerde şeker ve karbonhidrat alımını kalıcı olarak sınırlamaktır. Karbonhidrat alımını mümkün olduğunca azaltın. Tatlılar besin değil haz nesnesidir; mümkün mertebe uzak durun! Lifli, çiğ ve yeşil gıdaları bolca kullanmayı tercih edin. Probiyotik ve kaliteli proteinler içeren her türlü besini (ev yoğurdu, doğal sirke, kemik suyu, paça çorbası, fermente turşu gibi gıdaları) sofranızdan eksik etmeyin. Yağ tüketiminden korkmayın. Tek bilmeniz gereken faydalı-zararlı yağları ayırabilmektir. Günümüz meyvelerinin çoğu fazla, hatta aşırı şeker içermektedir. Meyveyi ölçülü tüketin. Ve en önemli kural: Rutinden kaçının.”

İlişkiler ve Stres başlıklı ikinci kitapta sosyal ilişkilerin önemi ve stresi yönetebilme gerekliliği üzerine yoğunlaşıyor yazar.

İnsanın sosyal bir varlık olduğu bilincine sahibizdir. Sinan Canan, bu bilinci bir adım öteye taşımayı teklif ediyor ve bizlerin “ileri düzeyde” sosyal varlıklar olduğumuzu vurguluyor:

Besin almaya, barınaklara ve güvende olmaya nasıl ihtiyaç duyuyorsak diğer insanlarla ilişki kurmaya, onlarla duygularımızı ve yaşamımızı paylaşmaya da o kadar derin bir ihtiyaç duyarız.”

Biyolojimize kodlanmış duygusal ihtiyaçlar, “diğerleri”ne ayrılmaz bağlarla bağlanmamızı zaruri hale getiriyor. Ne var ki somut sosyal ilişkiler, arkadaşlık ve dostluklar, yerini sanal platformlarda “görüşmelere” bıraktığında, zaten görüştüğünüz yanılgısı ile aylar, yıllar su gibi akıp giderken, git gide yalnızlaşıyor, yavanlaşıyor ve mutsuzlaşıyorsunuz. Beyin, sanal dünyadaki “görüşmelerde” ödül mekanizmalarını devreye sokmuyor. Sokuyorsa bile, somut, gerçek, sahici paylaşım ve beraberliklerle kıyas kabul etmez bir cimrilik içinde olmalı.

Modern yaşam bize kolaylıklar getirse de, bütünlüklü olarak bakıldığında fıtrata (fabrika ayarlarına) aykırı, plastik, demir ve betondan mürekkep bir mekanizma halini almış vaziyette. Bu mekanizmanın çarkları arasında yaşamanın bedelini, yüksek düzeyde kronik strese maruz kalarak, peşin veya taksitle ödüyoruz.

Hareketsizlik, aşırı ve dengesiz beslenme, yalnız kalma, gereksiz dertlerle dertlenme ve kendisine toplum tarafından çizilen sınırların içinde yaşamaya çalışma; insanı strese ve sıkıntıya sokan önemli başlangıç noktalarıdır.”

O halde ne yapmalı? Yazar, stresi yönetme becerisi geliştirmek gerektiğini, günümüz dünyasında bu becerinin bir hayli önem arz ettiğini belirtiyor. İnsana emanet beyin ve zihnin böylesi bir yükü taşımak için yapılandırılmadığını ilave ediyor.

Durup bir soralım kendimize: Bu hayatı heder eder gibi mi yaşıyoruz yoksa bir sanat icra eder gibi mi?

Yazar, Sınırları Aşmak başlıklı üçüncü kitapta, insanın sınırlarını zorlamaya ihtiyaç duyan bir canlı olduğu, bol bol örnek vererek ortaya koyuyor.

İnsanın nasıl bir canlı olduğunu tanımlayan cümlelere Sinan Canan, kısa, akılda kalıcı ve biraz da tebessüm ettiren bir katlıda bulunmuş: “İnsan, karnı doyduğu zaman sorun çıkaran tek canlıdır.”

Rahattan, bir süre sonra rahatsız oluruz. Konfordan sıkılır, kaosa, gerek tedbirli gerekse bodoslama dalmayı heyecan verici buluruz. Halk arasında “rahat batması” diye tabir edilen durumları herkes en az bir kez tecrübe etmiş, hiç değilse aklından geçirmiştir.

Bana göre üç kitaptan en ilgi çekici olup öne çıkanı: Sınırları Aşmak’ta işbu dürtü ve ihtiyacın biyolojik ve zihinsel köklerine doğru sürükleyici bir yolculuğa çıkartıyor bizi yazar. Şu soruların başında buluyoruz kendimizi: Biz neden böyleyiz? Amiyane tabirle: Zorumuz ne!?

Schrödinger’in 1946’da kaleme aldığı “Yaşam Nedir?” başlıklı eserinde yer alan yaşam tanımını veciz ve derinlikli bulduğunu aktarıyor yazar: “Yaşam, sürdürülebilir bir dengesizliktir.” Bu yüzden olsa gerek, beynimizin uyanık kalıp çalışması için “sorun, sürpriz, rahatsızlık ve zorluklar” gerekli görülüyor. Malum olduğu üzere; konfor bizi çürütüyor.

Memurlaşmak dediğimiz, milyonlarca insanı sarıp sarmalayıp “küçülten”, “paslandıran”, “darlandıran” şeyin, ayın 15’inde geleceği garanti maaş, kendini geliştirme zaruretinden uzakta, adına “takılmak” denilen o “meşhur” yaşam tarzını bu bağlamda ele almak yanlış olmaz. Küçük, seçkin bir azınlık müstesna, Türkiye’deki memurların geneli, hallerinden memnun olmayıp her gün en az bir defa şikayet türküleri söylerler. Aralarında o denli sızlanıp, mızmızlanıp “duran”ları vardır ki, dinleyen, ister istemez, “o halde istifa et, özel sektörde çalış arkadaş” demek ister.

Kitapta yer alan 2 numaralı görsel, konfor alanından korku alanına, oradan öğrenme alanına ve nihayet gelişim alanına geçişin etki ve tepkilerini ortaya koyuyor. İnsanın “Ben” dediği şey, ne kadar kendisine aittir, ne kadar çevresel etkilerin ürünüdür? Potansiyelimizin yüzde kaçıyla oynuyoruz bu yaşamak sahasında?

İnsan; içinde bulunduğu biyolojik, sosyal, kültürel ve teknik sınırları aşmak gibi bir güdüyle dünyaya gelir. Bu güdüyü bir şekilde tatmin edemeyenler mutsuz yahut hasta olurlar, diyor yazar.

O halde şu soru bir hayli önem arz ediyor: İnsan, Ben’inin sınırlarını nasıl ve nereye kadar genişletebilir?

Sınırları aşmak, insanı cezbeden bir başlık. Yakından bakıldığında, sadece ruhumuzun ve aklımızın bir köşesinde değil inançlarımızın ve tarihimizin de baş köşesinde yer alan bir dürtü bu.

Okuduğumuzda neyin şiirini, romanını, hikayesini okuyoruz? Yola düştüğümüzde kimin arkasından ve neden gidiyoruz? Rüya gördüğümüzde aslında neyi ve niye görüyoruz? Neye iman ediyoruz biz insanlar, neyi düşlüyoruz?

Sınırları aşmak kadar bizi cezbeden, bizi var eden çok az şey var.

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

GÜNDEM