Connect with us

Köşe Yazıları

Çölün Ortasındayız, Suyumuz Bitmek Üzere

Yayınlanma:

-

Belli aralıklarla uğradığım ANA Kitabevi’nin Cağaloğlu’ndan ayrılacağını öğrendim geçenlerde. Bazen tek başıma, bazen arkadaşlarımla, bazen öğrencilerimle gittiğim, eski-yeni yayınların nabzını tutup alışveriş yaptığım kitabevinin kapanacağını öğrenmek çok üzdü beni. Son kez gittiğim gün, kitabevinin Cağaloğlu’ndaki son günü imiş. Aşırı kiralar nedeniyle terk etme kararı almışlar. Üsküdar’a gideceklermiş kitap-kafe olarak… Demek ki salt kitapçılık yetmeyecek artık.

Pandora Kitabevinin Beyoğlu şubesi İstiklal Caddesinde. On günü geçmeden muhakkak uğramam gereken bir nokta (idi) benim için. Şu an bunu yazarken bile ellerimi kesip kollarımı koparmışlar gibi hissediyorum. Abarttığımı düşünenler olacaktır. Asla abartmıyorum. Mesela, insan bedeni yemeden, içmeden varlığını sürdürebiliyor mu? Onunla kıyas edin lütfen. Pandora’nın düzenli bir şekilde güncellenip yenilenen “yeni çıkanlar” standı düşünceye, edebiyata, akademiye, biraz felsefeye bağlıyordu beni. “Bakalım son bir haftada hangi kitaplar çıkmış? Düşünce ve sanat ikliminde yerli – yabancı ne var; kim(ler), neler yayımlamış?” Tabi üstüne, yeni çıkanların yüzde 20 indirimli satışları… Önce Burak’tan duydum, gidip bakayım dedim, maalesef… Nefes borularımdan biri daha kapanıyor, evet. ANA Kitabevi gibi onlar da kiraya yenilmişler. Artık Nişantaşı’ndaki merkezlerine gideceğiz.

Cağaloğlu’nda zaten birkaç yayınevinden başka kimse kalmadı. İn cin top oynuyor desek yeridir. Büyük kitapçı bulmak neredeyse imkânsız. Zaten kitap fiyatları ateş pahası… Kâğıt, döviz ve altından daha kıymetli; Tasfiye’den ve Tasfiye Kitaplığı’ndan biliyorum.  Büyük sermaye ile devlet kuruluşlarının yayınevleri, kitapçıları var olabilir bu azgın piyasa koşullarında ancak. Onların kitapçılığının tesiri de ancak kendi çizdikleri makbul alanla sınırlı tabii.

Kapananları sıralasak buradan fezaya yol olur da kapanmayan kitapçılar da ancak başka uğraşlarla ayakta kalabiliyor: baskı ve fotokopi merkezi olarak, oyuncak ya da başka birtakım tüketim ürünleri satarak… Kapanıyorlar, daha da kapanacaklar. Bu bir kehanet değil. Nerelerde eğleşip gönül ve ufkumuzu hangi menzillerde ferahlatacak, başka dünyalara yelken açacağız! Koskoca İstanbul’un hâli bu ise, küçük şehirlerde vaziyet nasıldır!

Cehalet, ufkumuzu karattıkça karartıyor. Azgın piyasa koşullarıyla siyasetin küfürlü dili kitabın, kitabevinin büyüsünü, iklimini boğuyor. Kaba saba bir gelecek üzerimize çullanmak için hazırlıklarını tamamlıyor.

Çölün ortasındayız, suyumuz bitmek üzere.

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Halid Ziya’dan Bir Acı Hikâye

Yayınlanma:

-

Türk edebiyatına Aşk-ı Memnu ve Mai Ve Siyah gibi büyük eserler kazandırmış usta romancı Halid Ziya Uşaklıgil “Bir Acı Hikâye” adlı kitabında bu defa kurgu değil gerçek, gerçek olduğu kadar da can yakıcı bir hikâye anlatıyor.

Ünü o devirde dahi ülke sınırlarını aşmış yazarın üzerine titrediği oğlu Vedad 3 Aralık 1937 tarihinde Arnavutluk’un Tiran şehrinde büyükelçilikte görevliyken intihar etmiştir.

Bir evladın hayatı ve akıbeti üzerine, edebi bir gaye gütmeksizin kaleme alınmış bu eser, hatıra türünün dikkat çekici bir örneği. Ne de olsa Halid Ziya gibi bir kalem erbabının elinden çıkan metin, okurunu bu tarihi bilgiyle karşılıyor ve “neden” sorusunun peşinde son satıra kadar götürüyor.

Yayınlanmak için değil ıstıraplarını gidermek, yüreğini ferahlatmak, şifa bulmak için, ağlaya ağlaya yazmış bu eseri Halid Ziya. Belki yalnızca aile evrakları içinde kalacak bir metindi bu. Yazar, evladının unutulup gitmesine razı gelmediği için biz bu eseri okuma imkânı edindik.

Mustafa Kemal’in elim hadiseden yaklaşık bir yıl sonra vefat ettiği, Mustafa Kemal’le yaklaşık 2 yıl evli kalan Latife Hanım’ın, yazarın kuzeni olduğu, Latife ile Vedad’ın çok yakın, adeta “abla-kardeş” olduğu, kitabın ilk baskısının 1942’de gerçekleştirildiği ve yazarın 3 yıl sonra vefat ettiği bilgisi, intihar hadisesi üzerindeki sır perdesini aralamaya çalışırken işimize yarayacak.

Halid Ziya, cumhuriyeti kuran kadro ile yakın ilişki içindeydi. Yakın tarih kitaplarında adlarına sıkça rastlanan pek çok devlet adamı ve bürokratla bizzat iletişim halindeydi. Evladını “zalim bir darbenin kurbanı” olarak gördüğünü yazmıştı. Bu kadar göz önünde, tanınan ve sevilen bir yazarın parmakla gösterilecek denli başarılı oğluna, vatanın güzide bir çocuğuna kim ya da kimler, neden böyle “öldürücü” bir darbe vurdular?

Vedad, babasının canı kadar sevdiği, gözü gibi koruduğu ve harika eğitim imkânları ile üst düzey bir şahsiyet olarak yetiştirdiği evlat, o sırada yurt dışından henüz dönmüş, Osmanlı Bankası’nda çalışıyordu. Latife Hanım’ın misafiri olarak Çankaya Köşkü’nde ağırlanıyordu.

  1. Bölümde aktarıldığına göre olaylar şöyle cereyan etti:

“Bir gece İsmet Paşa’nın ve Tevfik Rüştü’nün de dâhil bulunduğu bir toplantıda Mustafa Kemal, Vedad’a piyano çaldırmış ve birçok gazete getirterek bunlardan Fransızca, Almanca ve İngilizce bir takım makalelerden şifahi tercümeler yaptırarak çocuğu mutadı olduğu veçhile bir küçük imtihandan geçirerek “Vedad, bankada ne yapacaksın? Sen hariciye memuru olmalısın,” demiş ve Tevfik Rüştü’ye dönerek, “Değil mi?” diye sormuş.”

Bu gelişmeden sonra, aradan bir süre geçmiş ve Mustafa Kemal bir gece içki masasında yazara “Vedad halen bankada mı çalışıyor?” diye sormuş. Evet cevabını alınca da, yaverine seslenmiş ve hemen bir telgrafla Vedad’ın hariciyeye alınması için celp edilmesi emrini vermiş.

Yaverin emri yerine getirmek üzere salondan çıkması üzerine bir sır olarak kalan gelişme yaşanıyor. Bence Halid Ziya bu kısmı ya korkusundan ya da zaten sansürden geçemeyeceğine emin olduğu için kapalı bırakmış. Tam burada, sitemiz Yenipencere’nin en çok okunan yazılarından birine gönderme yapmak yerinde olur: Latife Hanım Neden Susturuldu?

Gerek kişisel, gerek toplumsal tarihin akışını değiştiren kritik müdahaleler vardır. Bunlar çok basit, minik dokunuşlardır. Her şey olup biterken olay yerinde bulunanların çoğu bunu sezemez bile. İnsan ne kadar da cahil, ne kadar da acizdir.

Halid Ziya’nın Mai ve Siyah adlı kitabı beni çok etkilemişti. Ne de olsa o bir kurgu. Bu kitap ise insanın ciğerini delebilecek biçimde, evlat acısı ile silahlandırılmış.

Orijinal metinden okumakta yarar var. Bendeki Can Yayınları’na ait ve arkasında 45 sayfalık bir sözlük var. O sözlüğün bu kadar kalın olması bizim ayıbımız, belki de milli denen eğitimin, bakanlığının, bakmazlığının ve görmezliğinin eseridir. Ayrı konu.

Kızım olursa adını Latife koymak istiyordum. Bence hoş bir isim. Hem anlamı güzel hem eski gibi ama eskimez, hem hafif ama derin bir isim. Latife Tekin’in çok iyi bir yazar olması da cabası. Kız ana-babaları, el birliği ile bu ismi alıcı gözle gündeme alırlarsa pek sevinirim. Yardım ve yataklık için ikinci ve üçüncü anlamlarını buraya alıyorum (2. Kalp hallerine âit ince ve hoş mânâ, kelimelerle açıkça anlatılamayan, ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlam. 3. İnsanda ilâhî hakîkatleri idrak ve müşâhede eden kalp, ruh, sır, sırru’s-sır, hafî, ahfâ vb. mânevî melekelerin her birine verilen ad.)

Yaverin ardından Latife de yerinden fırlamış ve salondan çıkmış. Kimse bunun farkına varmamış. Geri döndüğünde yazarı bir göz işareti ile yanına, toplantıdan uzak bir köşeye çekmiş.

“Mahmut’a söyledim, telgrafı çektirmedim. Onun –kocasından bahsederek- işaret ederken böyle birden hatırına gelen fikirleri olur, ertesi gün bunu tahattur etmez.”

(İnsanın devlet işleriyle ilgili kararların sağlık ve sıhhati hakkında endişelenmesi için alın size bir sebep daha.)

Halid Ziya’nın hayıflanması kalmış geriye:

“Niçin mâni olmuştu? Bunu tesbib etmedi. Ah! Ne olurdu, hep böyle maniler çıkmış olsaydı ve o da şimdi belki, hariciye kadar parlak bir mesleğe değil, her halde hayatta olsaydı.”

Latife Hanım İle Mustafa Kemal arasında ne yaşanmışsa Vedad’ın tüm bunlara vakıf olduğundan sanırım şüphe edilemez. Latife Hanım köşkten ayrıldığında onun misafiri olarak orada ağırlanan Vedad ne yapacağına karar veremedi. Arada kalmıştı. Babasına yazarak tavsiyesini aldı. Halid Ziya, “Paşa ne diyorsa onu yap, sen artık onun misafirisin” demişti.

Latife’nin amcasına çok kırıldığı ve bu yüzden Uşaklıgil değil Uşşaki soyadını aldığı rivayet edilir. Vedad’dan beş yaş büyük “ablası” Latife’nin kadınca sezgileri tam olarak neye tekabül ediyordu bilinmez.

Kesin olan şu ki Halid Ziya’nın bu eseri de Latife Hanım gibi gölgede kalmıştır. Güçlü bir kadını da güçlü bir eseri de gölgede bırakmak sistematik bir çabanın ürünü olsa gerek.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi

Yayınlanma:

-

İsrail’in Doha saldırısı İslam ülkelerinin aşağılanmasında zirve noktalarından biri olarak kabul edilmeli. Katar’ın özel konumu, hiç şüphesiz bu yargıyı alabildiğine pekiştiriyor. Yemen’e, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye -özellikle önceki rejim döneminde- Suriye’ye yapılan saldırıların sıcak cepheler olması bakımından Siyonistler ve neredeyse bütün muhataplar için anlaşılabilir bir yanı vardı ancak ABD’nin yakın müttefiki ve devasa askerî üssünün ev sahibi, HAMAS-İsrail müzakerelerinin arabulucusu Katar’ın hedef alınması, doğrusu ileri derecede şaşkınlığa sebebiyet vermiş görünüyor.

İslam ülkelerinin çok büyük kısmının emperyalizm saflarındaki işbirlikçi konumu, kendilerine köleliğe dâir olsa da herhangi bir hukukun bile çok görüldüğü bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. İngiliz uçaklarının Katar’daki üslerden havalanarak Siyonistlerin uçaklarına havada yakıt ikmali yapması, ikmalden sonra tekrar Katar’daki üslerine dönmesi, İsrail uçaklarının bu ikmal sayesinde gidip ABD teklifini müzakere eden HAMAS heyetini Katar’daki mekânlarında vurması sizce de ultra enteresan değil midir?

Tarihte pek çok örneğini okuduğumuz ve herkesin gözleri önünde gerçekleşen bir hadise yaşandı: elçilere ya da müzakere heyetlerine tuzak kurulması! Egemen dünya düzeninin şeytan atlıları ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün ne denli güvenilmez ve hâin oldukları bir kez daha kanıtlandı ancak bu somutluğun halklar ve siyasal mücadeleler bahsinde nasıl bir karşılığı olacak?

Özellikle İran’a karşı işbirlikçi Körfez rejimlerini ve İsrail’i korumak ve elbette İran’ı farklı bir cihetten kuşatmak, müslüman halklara gözdağı vermek için 10 bin askeriyle gelen ABD’yi ve İngiltere’yi El-Udeyd üssünde ağırlamak bile Katar’ı dokunulmaz kılamıyor! Gerektiği zaman egemen güçler her durumda sözüm ona bütün diplomatik ölçüleri pekâlâ yerle bir edebiliyor.

Efendilerin bu aşağılayıcı, köleci nizamına karşı haysiyet sancağını yükseltecek bir irade insanlığın umudu olabilir. Bu sancağın benzerleri insanlığın uzun tarihi boyunca pek çok defa farklı coğrafyalarda farklı öncü kişi ve topluluk tarafından yükseltildi. Geldiğimiz evrede isyancı geleneklerin büyük bir savrulma ve dağılma içinde olduğu kabul edilebilir. Kapitalizme karşı emek hareketlerinin iyice zayıflatıldığı, sömürü ve işgallere karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinin hırpalanıp yalnız bırakıldığı bir vasatta hiç şüphesiz Gazze direnişi, insanlığın ufkunda yepyeni bir pencere açtı.

Sumud Filosu; Mavi Marmara, Madleen ve Hanzala gemilerinin çok daha coşkulu bir halkası olarak vücut buluyor ve haysiyet sancağını daha da görünür bir seviyeye çekme niyetinde. Batı’da daha yoğunluklu olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında son iki yıldır bahsettiğim aşağılamalara itiraz eden vicdanları büyük bir minnet ve ihtiramla görüp takip ettik. Yeryüzünün pek çok noktasında boy veren irili ufaklı bu haysiyet dalgaları şimdi de Sumud Filosu olarak vâr oldu ve Akdeniz’de özgürlük için çırpınıyor.

Bu ve benzeri filoların muvaffakiyeti farklı coğrafyalardaki isyan ve itirazların muhasara edilmesi, bütün ahlâkî değerlerden kopuk egemenler için çalışan işbirlikçi ağları nedeniyle içinde bulunduğumuz şu aşamada pek mümkün görünüyor. Sumud filosunun henüz Tunus limanlarında açık saldırılara maruz kalması bunun kanıtıdır. Mavi Marmara katliamı karşısında gözlemlediğimiz sessizlik, March to Gaza yürüyüşünün başına gelenler, Madleen ve Hanzala gemilerinin İsrail saldırganlığına teslim edilmesi ve şimdi de Sumud’un türlü bahanelerle yolundan alıkonulmaya çalışılması bunun açık kanıtları olarak önümüzde duruyor.

Vicdanı lâyıkıyla örgütleyemedik; sarsıcı, ufuk açıcı bir paradigmayla mayalayamadık, öyle görünüyor! Haysiyet ve vicdan sancaklarının zemininin sağlamlaştırılması gerekiyor. İdeolojilerin değersizleştirilip aşağılandığı, İslami hareketlerin ve neredeyse bütün dini değerlerin çok farklı araç ve imkânlarla çürütülmek istendiği bir vasatta bu, hakikaten zor hem de epeyce zor ama elbette imkânsız değil. “Wall Street’i işgal et!” eylemlerinden küresel anti-kapitalist isyanlara, grevlere, büyük çadır eylemlerine kadar son çeyrek asrı çoktan aşan bir zaman diliminde yerel düzenleri ya da küresel sistemi esastan sarsacak bir netice alınamadı ve görünen o ki süreç hâlâ aynı hattan ilerliyor.

Vicdanın ideoloji ve örgütlenme ile buluşması, her bir muhatap için bambaşka bir aşama ve atılım olacaktır. Kitleler var, vicdanlar milyonlarca varlar evet ancak bu yetmiyor! Egemen dünya düzenini, onun bütün paydaşlarını lâyıkıyla tanıyacak, bir bütün hâlinde ideolojik kavrayışını yapacak bir çerçeveye ihtiyaç var. Bu kavrayışın örgütlenmesi gerekiyor elbette. Kavrayışların örgütlenememesi egemenlerin zulümlerinin sürmesi anlamına gelecektir.

Esastan bir paradigmatik dönüşüm öncülük etmediği sürece kötülüğün örgütlü güçlerini geriletmek mümkün olamaz. İnsanlığın mevcut siyaset yapma biçimleri, önemli ölçüde terbiye edilmiş biçimlerdir. Silaha, şiddete, mevcut yaşam ve tüketim tarzına, siyaset yapma biçimlerine, demokratik ideallere, kapitalizm tarafından yapı bozumuna uğratılan hayatlara, bütün bunları yeşerten iklime köklü eleştiriler barındırmayan itirazlar kadük kalacaktır.

Bugün müslüman kitleler, öncüler Katar’ın ileri düzeyde yaşadığı aşağılamayı zaten iki yüz-üç yüz yıldır farklı ağırlıklarda yaşamakta ancak örgütsüz ve paradigmatik yetersizlikle malûl oldukları için onu ancak küresel vicdanların oluşturduğu filolarla, eylemliliklerle aşmaya çalışmaktadır. Birtakım temrin örneklerini esas kabul etmenin yıkıcı yanılgısı ile sayısız defa yüzleşilmesine rağmen hakiki bir hesaplaşmaya niyet edilmemesi anlaşılır gibi değildir. Katar’dan Suriye’ye, mukavemetleri kırılmak istenerek egemenler tarafından yeni bir aşağılanmaya maruz bırakılmak istenen Lübnan coğrafyasına kadar kötülük, büyük bir pervasızlıkla kol gezerken İslam’ı hakikatleri bütün kıtalara nimet sağanağı olarak bahşedecek bir cevher olarak görememek hâlâ o büyük basiretsizliğe ne denli teslim olunduğunu izah etmeye yeterli sayılabilir.

Bununla beraber Gazze direnişinin yukarıda saydığımız maddelerdeki paradigmatik üstünlüğü, egemenleri ontolojik bir hesaplaşmada açığa düşürmekte ve işaret ettiği ufuklar bakımından da fevkalâde endişelendirmektedir. İslam, algılardaki birtakım hatalara ve temsilcilerinin zafiyetlerine rağmen mezkûr paradigmatik boşluğu fazlasıyla dolduracak kabiliyete sahiptir. İslam coğrafyalarına/halklarına dönük çok boyutlu saldırı ve aşağılamalar, biliyoruz ki geleceği boğup kurutma amacı taşımaktadır. Başta Batı olmak üzere kurtuluşunu arayan insanlık için bazı işaretler belirmiştir ancak bunun ete kemiğe bürünmesi elbette gayrete paralel olarak zaman alabilecek ve egemen dünya düzeni ile gerçek bir hesaplaşma ancak o zaman olabilecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x