Connect with us

Köşe Yazıları

Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat

Yayınlanma:

-

* 2013 yılında, yine bir sene-i devriye vesilesiyle yaptığım 28 Şubat süreci değerlendirmesini buraya almadan edemedim. Hem 28 Şubat’ın, hem de bu yazının üzerinden epeyce zaman geçti. Dolayısıyla buradan hareketle yeni değerlendirmeler yapılabilir. 

28 Şubat’ın doğru değerlendirilebilmesi için biraz zaman geçmesi gerekiyordu, o zaman sanırım objektif tahlillere yetecek kadar geçti.

Her şeyden önce 28 Şubatı tek başına değil de bir yandan darbeler silsilesinin devamı, diğer yandan da küresel ölçekteki benzerleriyle birlikte ele almak zorundayız.

28 Şubatı doğuran koşulları küresel hegemonyanın planlama ve adımlarından uzakta ele alacak her tahlil eksik kalacaktır. Küresel hegemonyanın Türkiye ayağının taşeron rolünü abartmak işleyişi kavramayı zorlaştıracaktır.

Bugün, üzerinden on altı yıl geçmesine rağmen İslamcı çevrelerin 28 Şubatı layıkıyla anladığından bahsedemeyiz. Bu çerçevede yazılan yazılar, yapılan konuşmalar, panel ve konferans gibi etkinlikler daha çok sürecin muhataplara yaşattığı acılara odaklanıyor. Özellikle başörtüsü yasağıyla sembolleşen ve zirveye çıkan 28 Şubat, İslami çevrelerin anlatımlarında küresel plan ve paralelliklerden uzak değerlendirmelerle tartışıldığı için gerçek konumuna oturtulamıyor.

Burada, öncelikle 28 Şubattan önce 12 Eylül darbesine bakmak icap ediyor. 12 Eylül, kapitalizmi tehdit eden sol hareketleri tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Bir yandan sol hareketi tasfiye ederek küresel kapitalist işleyişin Türkiye ayağını sağlama alan 12 Eylül darbesi diğer yandan da İran devriminde karşılığını bulan ve Türkiye’de de yükselme emareleri gösteren İslami hareketi Türk-İslam senteziyle yolundan saptırmak istemiş, bu suretle de resmi ideoloji dışındaki her türlü ideolojik hareketi tehdit olmaktan çıkarmıştı.

12 Eylülün ne istediği açıktır: Özal’ın müsteşarlık yaptığı sivil hükümetin ilan ettiği 24 Ocak neoliberal dönüşüm programını sıkı bir disiplin içerisinde uygulamak! 24 Ocak kararlarının istikrarsız siyasal ortamda gereği gibi uygulanamayacağına karar veren küresel hegemonya 12 Eylülün baş mimarıdır. Cuntanın vazifesi taşeronluktan öteye geçmez.

Küresel kapitalizmin, yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yaşamın bütün alanlarını talan etme, kamusal varlıkları devletten/halktan tümüyle alıp sermayeye peşkeş çekme planı evvela Pinochet tecrübesiyle Şili’de, Reagan’ın ABD’sinde ve Thatcher’ın İngiltere’sinde ortaya çıkan ve birbirine yakın tarihlerde dünyanın uzak yakın birçok ülkesinde tekrarlanan bir süreçte tecrübe edilmiştir. 12 Eylül darbesi bu sürecin Türkiye taşeronluğudur.

28 Şubat, ancak bu zeminde ele alınabilirse bir anlam kazanacaktır. 12 Eylül rejiminin ifsad edici Türk-İslamcı sentezi her şeye rağmen egemenleri tatmin etmekten uzakta kalmıştır. Turgut Özal’la birlikte uygulanmaya konan neoliberal politikalar yükselen Refah Partisi ve radikal İslami söylemin tehdidiyle karşı karşıya kalınca egemenler bir terbiye operasyonunu daha gerekli görmüşlerdir.

Kapitalist işleyiş, ideolojik muhalefetleri bertaraf etmek zorundadır. Zora dayalı kapitalistleşme politikalarından ürün çeşitliliğine dayalı kapitalist evreye geçince göreli bir özgürlük ortamı, tüketimin güvenli bir iklimde var olabilmesi için gerçekleştirilmek zorundaydı. İşte 28 Şubat darbesi bu politikalara geçişin son operasyonudur.

28 Şubat’ın İslami kimlikle üretilebilme potansiyeline sahip muhalefeti ehlileştirmeyi amaçladığı bu çerçeveden açıkça görülebilir. Tasfiye edilen Erbakan iktidarı D-8 projesinden tutun muhtevası kâmilen kavranamasa da yerel ve küresel kapitalist işleyişi tedirgin eden ve İslami dille takviye edilen “Adil Düzen” söylemiyle “başka bir dünya” iddiasını dillendiriyor ve alenen Siyonizme, İsrail’e karşı çıkıyor, başta İran olmak üzere Batının istemediği yeni ittifaklar arıyordu. Batı kapitalizmi için bu arayış ve çabalar büyük bir tehditti. Erbakan iktidarının yanı sıra onu da aşan bir sertlikte yükselen ve kendisine biçimler arayan radikal tevhidi söylem ayrı bir baş ağrısı oluşturabilecek bir imkân ve potansiyele sahipti; önünün alınması gerekiyordu.

28 Şubat tam bir terbiye ve ehlileştirme sürecidir. Hareketlilikleri, yürütülen korku ve tedhiş politikaları ile kontrol edilen, sindirilen İslami çizgi içinden ılımlı İslam politikalarıyla uyumlu bir iktidarı çıkmıştır. Yerel ve küresel sistem karşısında örgütsel ve düşünsel olarak dağınık durumda bulunan Müslümanlar/İslami çevreler, büyük oranda çözülmüş ve direnişler örgütleyememiştir. İtiraz ve muhalefet çabaları olmuşsa da geniş çevreler tarafından sahiplenilmediğinden bu çabalar akim kalmıştır.

Artık İslamcı çevreler 28 Şubat’ın yaşattığı acıları çok fazla konuşmak yerine ürettiği yeni siyaseti, bünyelerinde oluşturduğu tahribatı ve yeniden nasıl derlenip toparlanacaklarını tartışmalıdır. Acılar üzerinden gerçekleşen 28 Şubat anlatıları bugünkü yanıltıcı siyasal/sosyal atmosferi fazlasıyla meşrulaştırmakta, sorgulamaların önünü kesmektedir.

28 Şubat her şeyden önce İslami çevrelerin siyasal iddialarını geri çektirmiştir. Siyasallık iddialarından uzaklaşan İslami çevreler aile ve çocuk eğitimiyle uğraşmaya başlamış, bugün için mağlup olduklarına iyice inanarak sorumluluğu, siyasal mücadeleyi gelecek kuşaklara havale etmiştir.

“Paranın dini imanı olmaz” söylemiyle ilk günden çılgınca neoliberal politikalar doğrultusunda politika yapmaya başlayan AKP iktidarı, 28 Şubatın doğurduğu en büyük proje olarak içinden geldiği İslami çevrelerin rızalarını sistemle bütünleştirme doğrultusunda büyük bir iş yapmıştır. Müslüman kitlelerin ne pahasına olursa olsun başta başörtüsü yasağı olmak üzere İslami kimliğe dönük yasakların ortadan kaldırılmasını istemesi küresel güçlerle ve sermaye çevreleriyle uyumlu AKP iktidarına karşı bir körlük yaratmıştır.

Irak işgali sürecinin birinci ayağında hükümetin ısrarla meclisten geçirmeye çalıştığı 1 Mart tezkeresi iktidarın NATO ve ABD ile ilişkilerinde nasıl bir tutum alacağını işaret etmişti. Bu işaret aradan geçen onca yılda hep aynı çizgiyi göstermiş; Türkiye o günden sonra Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Ortadoğu politikalarında hep emperyalist NATO ve ABD politikalarının yanında yer almıştır. 1 Mart tezkeresine önemli bir tepki gösteren İslami çevrelerin direnci zamanla kırılmış, hatta bazı kanaat önderleri ve aydınlar NATO’nun neredeyse bir hayır örgütü olduğuna dair yazılar kaleme almaya başlamışlardır.

 

28 Şubat, İslamcıların referanslarını da ciddi biçimde etkilemiştir. Vahiy yerine AB kriterleri öne çıkmış, bu süreçte hakikatle irtibatları sorunlu hale gelen Müslümanlar, demokratik ve liberal değerleri öne çıkarmışlar, hayati meseleleri o anlayışlara atıfta bulunarak tartışmaya başlamışlardır. Bu, darbe sürecinin belki de en önemli sonucudur. Zira zihinsel kırılma her şeyden önce gelir, bütün bir geleceği belirler.

Başörtüsü yasaklarıyla sembolleşen 28 Şubat darbe sürecine karşı İslami çevrelerde ortaya konulan direniş ve muhalefet süreç içerisinde hükümetten beklenen çözüm umutlarıyla sahipsiz bırakılmıştır. Bu meselede bugün şöyle bir tablo var: Ufak adımlarla sınırlı alanlarda getirilen başörtüsü serbestiyeti karşısında İslami çevrelerden sınırsız bir rıza alınmıştır. Bu rıza doğrultusunda hükümetin kapitalizmin, emperyalizmin taşeronluğunda büyük mesafeler alması görmezden gelinmiş ve bu süreç içerisinde Müslümanlar türlü yozlaşma ve çürüme tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardır.

Başörtüsü İslamla zalim sistem/ler arasında uzlaşılmaz bir çelişkinin işareti, devrimci bir mücadelenin sembolü olmaktan çık(arıl)mış; kapitalist politikaların, NATO ittifaklarının üzerini örtecek, onların görünmesini engelleyecek bir biçimde işlevselleş(tiril)miştir.

Cihan Tuğal’ın “İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” kitabında işlediği tez İslami çevrelerde süratle gerçekleşmiştir. Bu hızın baş döndürücü olduğu söylenmelidir. Mümtaz’er Türköne’nin “Doğumu ile Ölümü Arasında İslamcılık” kitabı da benzer bir tezi işlemektedir: “İslamcı söylem devletle bütünleşerek ortadan kaybolmuştur.” Her ne kadar Türköne’nin tespitleri temenni boyutlu olsa da bu tespitlerin gerçekleri önemli ölçüde ortaya koyduğu kabul edilmelidir. İslamcıların devletin bekasına hizmet ederek sistemin yaşadığı meşruiyet krizini aşmada yardımcı olduklarını söyleyen Türköne’ye göre İslamcıların büyük oranda eklemlendiği AKP iktidar süreci, İslamcı iddialardan vazgeçişin açık göstergesidir. Burada Ali Bulaç’ın AKP iktidarının İslamcı aydınları devlet memuru yaparak onların enerjilerini devlet adına emdiği tespitini de hatırlamakta fayda var.

Hızlı ve çılgın özelleştirmeler dindar insanların yönettiği iktidar sürecinde gerçekleşip emekçiler işsiz kalırken; AKP iktidar sürecinde on binden fazla işçi iş cinayetlerinde can verirken; milyonlarca işsizin yanında bir o kadar insan da asgari ücret koşullarında yaşama tutunmaya çalışırken; HES’lerle, 2-B ve kentsel dönüşümlerle tabiat ve şehirler kapitalist hırslar doğrultusunda yağmalanırken, terbiye edilen İslami çevrelerden adaleti Allah için ayakta tutacak etkili bir muhalefet olmamıştır. Bilakis “sınıf atlayan dindar çevre” tartışmaları faklı platformlarda sık sık yapılır olmuş, adalet ve özgürlük ışığı olacak İslami değerler, müntesiplerince bu rolünden uzaklaştırılmış; toplumsal öfkeyi üzerine çekecek bir odağa dönüşmeye başlamıştır.

12 Eylülün neoliberal dönüşüm politikalarının bir ucunda yer alan AKP iktidarının darbecilerle hesaplaşma söylemi de açık bir sahtecilik içermesine rağmen İslamcılar tarafından bu yeterince algılanamamıştır. Pinochet’ye benzeyen süreciyle Evren, uyguladığı çılgın neoliberal politikalarıyla aslında tam bir AKP’lidir. Hatta AKP, bu politikaları uygulamada Evren’den çok çok daha ileri gitmiştir. Evren’in üretmeye çalıştığı Türk-İslam sentezi de bu paralelde değerlendirilebilir.

28 Şubat süreci tam manasıyla bir yardım/hayır kurumlaşması dönemi olmuştur. Siyasi iddialarından vazgeçen İslami çevreler, çocuk ve aile eğitimine benzer bir usulle yardım faaliyetlerine odaklanmış; adaletsizlikler üreten kapitalist sistemi sorgulayıp kökten ortadan kaldırmak yerine yoksulların anlık ihtiyaçlarını gidermeye matuf çalışmalara yoğunlaşmış, sınıf farklılıklarını da tartışmaktan sakınmıştır. Bu çerçevede, yardım faaliyetleriyle sınıf oluşumları arasındaki çelişkileri masaya yatıran kişi ve çevrelere gösterilen tepkideki aşırılık manidar ve üzerinde düşünülmeye değerdir.

İslami çevrelerin yeni kuşaklara aktarabileceği entelektüel derinliğe sahip bir siyasal mücadele mirası olmayınca özellikle kariyer arzularının, mesleki itibar kaygılarının öne çıktığı, sadece kültürel ve salt inançsal düzlemde ve hayatı ıskalayan bir din eğitimiyle yetinerek oluşan bir genç kuşak var bugün karşımızda. Emevi siyasetine paralel biçimde İmam-Hatipler, Kur’an Kursları, Diyanet gibi kurumlar eliyle araçsallaştırılan İslam, devletin ikbal hesaplarıyla gençleri buluşturdu, bütün bir nesil tartışmalarını başka bir noktaya taşıyarak İslamcıların ufuklarını kapattı.

“Terörizmin Finansmanı Hakkındaki Kanun”la sessiz sedasız emperyalistlerle her hal ve şartta birlikte olacağına bir kez daha garanti veren hükümete dönük sınırsız destek, Müslüman zihinleri yeniden inşa edilen ve bekasına vurgu yapılan devlet dolayımında konumlandırmaya devam etmektedir. Küresel kapitalizmin jandarmalığını yapan NATO’nun İslam dünyasının geleceğini kuşatan füze radarına, patriotlarına, kara karargâhına ses etmeyen İslamcılık, terbiyeden nasibini fazlasıyla almış değil midir?

Akif Emre’nin içeride devrim yapamayan İslamcıların dışarıda devrim heveslisi olmasını izah etmeye çalıştığı gazete yazısı mühimdir. Özellikle Suriye meselesinde ABD-Suud-Katar çizgisinde konumlanan hükümetle büyük oranda paralelleşerek sınırsızca silahlı mücadele propagandası yapan İslamcı çevrelerin 28 Şubat darbe sürecinde herhangi bir etkili sivil direniş bile üretmekten aciz kaldığı düşünülürse garabet kendini çok daha iyi gösterecektir.

Türkiye İslamcı çevrelerinin yaşadığı zihinsel yoksulluk, siyasal ufuksuzluk 28 Şubat terbiye atmosferinde ziyadesiyle derinleşmiştir.

Ana damar İslamcılığın terbiye ve ehlileştirilme sürecinde devlet siyaset ve kadroları içinde küresel ve yerel kapitalizme uygun siyasetlere eklemlenerek yok olmasından sonra devrimci arayışlarını sürdüren İslamcı oluşumlar, siyasetler kıpırdanma aşamasındadır. 28 Şubatla hakiki manada yüzleşme bu kıpırdanmaların ete kemiğe bürünmesiyle olacaktır.

 platformhaber.net, tasfiyedergisi.net

 

 

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Köşe Yazıları

Yeni Hayırsız Adacılar!

Yayınlanma:

-

“Başıboş sokak hayvanları/köpekleri” dediklerinde tartışmalarda peşinen avantaj elde edeceklerini düşünüyorlar.

Bir kere bunlar “hayvan” hatta “köpek”; o nedenle kategorik olarak kendileri üstünler! Kendilerince bütün olumsuzlukların kaynağını işaret edebilecek bir uyanıklıkla kelime seçiminde bulunuyorlar.

Sanıyorlar ki “insan” şu evrende tek başına “insan”dır, çevresel bir münasebetler ağının bir parçası değildir. Sadece biyolojik olarak “insan” olmaları onların üstünlüğü için yeterli olacaktır, diye düşünüyorlar. Aynen, herhangi bir kavimden olmanın üstün olmayı sağlayacağına inanan ırkçılar gibi!

Bu kibirli cenahın üstenciliğidir yeryüzünü ifsad eden. Dönüp hakikatle yüzleşmediklerinden bunu görebilecek kabiliyetlerinden soyunmuşlardır. Burada sokak köpeklerini katletmeye çalışanla Amazon ormanlarını, Kazdağlarını kapitalist talana açan, bu talanı onaylayan aynı zihniyettir.

Sahilleri betona boğan, zeytin ağaçlarını beş yıldızlı oteller için söken de…

Şehirleri yaşanmaz kılanla meraları şirketlere peşkeş çeken de…

Başa dönerek devam edelim. “Hayvan/köpek” diye kötü ve yoz algıya oynadılar ya, bunun önüne bir sıfat lazım olacaktır elbette: başıboş!

Çoğu hayvan kıskanılası bir hayat yaşıyor. İnsan gibi kendi kendine tuzak kurmamış. Gregor Samsa olmamış. Kuş ise mesela ulus devlet sınırlarına tâbi değil. Kurt ise, balık ise eğer tabiatın derinliklerinde bir yaşam kurar. Mahallede yaşayan bir köpek ise dört duvar zindanlara korkunç kiralar vermez: Sere serpe uzanır kaldırıma, hesap vermez kimseye!

İşte bu nedenlerle kölelik düzenine teslim olmuş kişiler hazzetmez bu durumdan. “Başıboş” der çünkü kendi başı bağlıdır! Onlardan örnek alıp özgürleşmek istemez: İllâki başında biri olacak!

“Sokak” lafı da enteresan bir çağrışıma sahiptir aynı zihniyetin bilinçaltında. Kim yaptı bu sokakları? Kötü yani… Kötü olduğunu bildiğin bir şey yaptın ve onunla ilgili olan şey de kötüdür, yabancıdır, vebalıdır!

Şunu demek istiyor: Tabiattan koptum. Kurduğum yaşam alanları, azman metropoller yabancılaşmadan başka bir şey üretmiyor. Aslında suçlu ortada ama ben faturayı hayvanlara kesmek istiyorum. Onları da tabiatlarından kopardım. Yabancılaşmayı katmerleştirdim. Evet, bunları demek istiyor; çıkarmak istediği yasayla bunu kanıtlamak istiyor.

Sıkça tekrarladığımız bir ayet var: “İnsanın karada ve denizde yaptıkları nedeniyle karada ve denizde fesat çıktı!” Rum Sûresi 41. ayet bu… Sosyolojik ve ekolojik ifsat, bundan güzel anlatılamaz. İnsanın tarihsel rolü bundan tesirli verilemez. Özellikle modern kapitalist medeniyetin sebebiyet verdiği çürüme ve yozlaşma bundan daha öz biçimde sunulamaz.

Hayvanlara kıymak, canları katletmek isteyenler bu bütünle, bu toplamla baksalardı keşke hakikate! Yeryüzünde talan edilmedik tabiat parçası bırakmayanlar, altın madenleri için suyu toprağı siyanürleyenler, sermayeyi ormana dağa tepeye musallat edenler, ormanları ‘orman’ vasfından çıkarıp talana açmak için kararname üstüne kararname yayımlayanlar keşke A’raf sûresi 56. ayetteki “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” uyarısına kulak verselerdi!

Hakikate kulak vermeyen modern kapitalist medeniyet muhipleri için börtü böcek, dağ bayır, orman mera bir şey ifade etmiyor. Dinleri ritüelden öteye geçmiyor. Kur’an’ın peşi sıra yüreğimize ve zihnimize yağan “kevnî ayet” göndermelerini görmezden geliyorlar. Yazık!

Şimdi birkaç görsel okuması yapalım. Propaganda egemenin elinde ya, sözüm ona bizi kandıracak!

Yalan ve sahte rakamların şampiyonu TÜİK’e göre son üç yılda 4 bin 269 başıboş köpek saldırısı olmuş. Maalesef 10 can kaybı yaşanmış. Veriye göre çok sayıda yaralı ve “mağdur” var.

Ölümler için üzülmemek elde değil. Son üç yılda 10 kişi hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin engellenebilmesinin mümkün olduğunda herkes pekâlâ hemfikir olabilir, diye düşünüyorum.

Bu görseldeki bir başka enteresan istatistik ise köpeklerin 2666 kazaya sebebiyet verdiği bilgisidir. Bu kazalarda da maalesef 37 kişi can vermiş. İşte tam burada büyük bir manipülasyonla karşılaşıyoruz: Tabiatın işleyişine keyfince müdahale etme hakkını kendinde gören “insan” bunun için mahcup olmuyor; köpeğin, kaplumbağanın, ceylanın yaşam alanlarını parçalayıp parsellediğine bakmıyor, bütün bu eylemlerin sorumlusu olarak kendini görmüyor da bir şekilde yola çıkmak durumunda kalan hayvanları suçluyor!

Burada durup düşünüyoruz ve karşımıza modern kapitalist medeniyetin tabiatla ilişkisi geliyor ister istemez. Bu ilişkiyi anlamak vicdan ve entelektüel ilgi ister ki Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” hikâyesinden çarpıcı bir bölümü işleyen okuma parçasını başlangıç olsun diye dipnota bırakalım.[1]

Egemen iradenin propaganda aygıtı TRT, görselde saldırmaya hazır bir köpek çizimi kullanmış ki herkesi korkutalım, katliam yasası için ikna imkânımız artsın, diye düşünmüş. Yazının sonundan buraya alalım soruyu: saldırgan kim?

TRT görselini tartışmaya açtıktan sonra bir başka düzeleme geçelim. İki görsel daha kullanacağım yazıda. Bunlardan biri yine egemen propaganda araçlarından Anadolu Ajansına ait:

Bu görsele göre 2023 yılındaki 1,5 milyona yakın trafik kazasında maalesef 6 bin 548 kişi ölmüş, 350 binden fazla insan da yaralanmış.

Bunca ölüm ve yaralanmanın hayvanlarla ilişkisi sıfır, tümüyle insan merkezli ve her sene katlanarak artıyor! Hayvanları hedef göstermekte öne fırlayanların binlerce ölüm için arabalara, yollara, insanlara fatura kestiğine şahit oldunuz mu? Başka bir ulaşım biçimine ve makineleşmeye, teknolojiye dâir eleştirel tartışmaların önünü istihza ile kestiklerini fark etmediniz mi? Mustafa Kutlu’nun hikâyesindeki göndermeye burun kıvıranların onun adına şaşaalı ödül törenleri düzenleyen arsızlıklarına denk gelmediniz mi?

Şimdi de bir başka kanayan yaramızı belgelen bir görsele gelelim:

Bu görsel İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) tarafından hazırlanmış, takip edenler zaten aşinadır. Bu ülkede her ay en az 150 emekçi iş cinayetlerinde can veriyor yani “işçiler ölüyor, sermaye büyüyor!” İSİG de bunları her ay raporlaştırıyor. Bu raporlara göre geçen yıl en az 1932 işçi kardeşimiz kapitalist çarkın cinayetlerinde katledildi ve bununla ilgili bir AA ya da TRT görseli ya da haberi yok!

Elbette ölümleri yarıştırmıyoruz. Kötülerin düzeninde hesap, “yüzü kara” hayvanlara kalıyor. İnsanın sadık dostu ve yoldaşı köpekler hedefe konuyor. Elbette sorunlar var, olacaktır ancak bu sorunların müsebbibi öncelikle fıtrata ve tabiata yabancılaşan insanın kendisidir. Uzun ve kısa vadelerde pek çok çözüm imkânı vardır. Bunlara odaklanmayan ve yeni bir “Hayırsız Ada” kötülüğüne sebebiyet verecek süreç kendi lânetine koşmaktan başka bir şey olmayacaktır.

 

 

[1] “Bu Böyledir” adlı eserde küçük bir kasabanın ortasından geçen asfalt yol üzerinden kasabanın kentleşme serüvenine şahit olmaktayız. Yol burada kasabayı bozucu bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.’’ Geleneksel bir hayatı kendi mütevazi ve mutmain şartları ile yaşayan bir küçük kasabanın ortasından geçen asfalt yol ve bu yolun getirdiği imkânlar sonucu kasabanın kentleşmesi sürecini, bu süreç içinde değişen sosyal yapıyı ve bozulan insan ilişkilerini anlatan Bu Böyledir, yol, park, lunapark gibi ögeler çerçevesinde metaforik bir okumaya imkân veren bir metin olarak öne çıkar.’’

Yolun, tabiatın bakirliğine müdahalede bulunması Kuran-ı Kerim’deki kıyamet sahnesinin anlatıldığı Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk sureleriyle tasvir edilmektedir. Asfalt yolun tabiata müdahale etmesi kasabanın modernleşmeye başlamasının ilk basamağıdır. Yolun tabiatı yararak kasabaya bağlanması modern hayatın köye sirayet edeceğinin göstergesidir. Bu bağlamda Kutlu için yolun kasabayı ikiye bölmesi kıyametle eşdeğerdir:

“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman…

Motor gürültülerinin yavru kuşları yavrularından ürküttüğü zaman…

Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önü kesildiği zaman…

Bulutların kirlendiği zaman…

O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların, su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelelerin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman…

Görüldü ki…

Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş, kara, parlak, sıvışık bir yol açılıvermiş.’’

Kasabaya önce kâğıt üzerinde müdahale edilmiş, yol açılıp elektrik direkleri ve tellerinin gelmesiyle ova cebren ikiye bölünmüştür. Mürdüm erik ağaçlarını kasabanın mezarlığını Ahi Baba Tekkesi’ni yarıp geçmiştir. Yol medeniyettir elbette, ancak o yolun tabiatın ilâhi düzenine müdahale etmesi yalnızca kendi gelmekle kalmayıp peşinden modern imkânları da toplayıp getirmesi kasabanın geleneksel silüetinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Yolun kasabaya gelmesiyle birlikte motor sesleri fayton seslerine galip gelmiş; cadde yapmak uğruna evler dükkânlar yerle bir edilmiştir. (“Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinde Kasaba ve İnsan İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi – Elif Akkaya)

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sanatla Direnmek

Yayınlanma:

-

Yeni kuşakların, çocukların ve gençlerin Filistin duyarlılığı eskilere oranla düşük mü?

Böyle öz/eleştiriler sizin de kulağınıza çalınmıştır yahut bunu destekler çokça şahitliğiniz vardır belki de.

Direnmek yoksa eğer, bilhassa kültür edebiyat ve sanatla, yeni kuşaklardan bilinç ve hassasiyet beklemeye hakkımız olduğunu sanmıyorum.

Kültür, edebiyat ve sanatın altını bilhassa çiziyorum. Okullardan ziyade sokaklarda, yapay sahalarda değil hayatın olağan akışında yeşeriyor ve yayılıyor bilinç. Burada, bu mümbit topraklarda.

Soykırım uygulayanlar yalnızca insanları ortadan kaldırarak başarılı olamazlar. Soykırımcının asıl hedefi o toplumun uzun yıllar içinde ortaya koyduğu kültür değerlerini yok etmektir. Kültürü ortadan kaldırdığınızda artık geriye bir şey kalmamış sayılır.

25 Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna’yı bombalayan Sırp milliyetçilerin cami ve medrese esintileriyle inşa edilen ulusal kütüphane Vijećnica‘yı yakıp yıkarak Bosna’nın kültür mirasını, hafızasını ortadan kaldırmayı hedeflemeleri boşuna değildi. Bosna direndi. Çok daha çetin bir imtihanı Gazze veriyor nicedir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, dünyanın gözü önünde 9 aydır devam eden soykırım, Filistin’den çoktan taşmış ve evreni zehirleyen baş belası bir İsrail’e maruz kalmak, bu konu üzerinde düşünmeyi elzem hale getiriyor:

Son çare silahlı direnişten önce ve esasen sanatla direniş.

Bilinç ve hafızayı kurma ve korumada, bir halkın kimliğini oluşturma ve muhafazada sanatın rolü, potansiyel gücü hafife alınmamalı.

Çocuklarımızın, sekiz yaşındaki Yusuf ve 4 yaşındaki Dua’nın hayatından örnekler verebilirim.

7 Ekim 2023 öncesinde, işgal atındaki Filistin, soykırımcı İsrail’in olmayan insafına terk edilmiş, Türkiye dahil pek çok “komşu” ülke İsrail’le normalleşmek için kuyruğa girmişti. Biz de herkes gibi neler olacağından habersiz bir yolculuktaydık.

Arabada kendi seçtiğim şarkıları dinlerken Murat Kekilli’nin “Yıkılasın İsrail” adlı şarkısı çalmaya başladı.

Eşime dönüp, “Bu şarkının sözlerini Hamza Abi’nin yazdığını biliyor muydun?” diye sordum.

Şarkının hikayesini anlattım. Necip Fazıl Kısakürek’i Murat Kekilli ve Hamza Er ile aynı şarkıda buluşturan kader ilgi çekmez mi?

“Yıkılasın İsrail, enkazını göreyim, sana ülke diyenin, yüzüne tüküreyim!”

Bu şarkı ve sözler üzerine Yusuf bizi soru yağmuruna tuttu. Yol boyu “İsrail Sorunu”nu konuştuk. Artık o bir Filistin dostuydu, İsrail’e karşıydı ve boykota katıldı.

Çocuklarla 7 Ekim sonrası Filistin’le dayanışmak için düzenlenen eylemlere bol bol katıldık.

Artık çocuklar evde durduk yere “Katil İsrail Filistin’den defol” vb. sloganlar atıyor ve Filistin marşları mırıldanıyor.

Anaokulunda öğrencilerden ülke sunumları yapmaları istenince bizim Dua, Filistin’i aldı. Filistin sembollerini kartona yapıştırdık birlikte. Filistin hakkında kısa öz bilgileri ezberledi.

Sunumda ben yoktum, öğretmeni videoya çekmiş, bizimle paylaştı.

– Dua bugün bize hangi ülkeyi anlatacaksın?

– Live Filistin!

Hem bir slogan hem bir dua hem de şarkı sözü. O kadar özdeşleştirmiş ki Filistin’le.

Bu süreçte onlarca kez duyduğu bir şarkı (Leve Palestina) ülkenin adı olsa gerekti!

Sözleri İsveççe bir şarkı Leve Palestina: “Yaşasın Filistin” anlamına geliyor.

Şöyle de tercüme edilebilir başlangıç sözleri:

Leve Palestina och krossa sionismen / Yaşasın Filistin, Kahrolsun Siyonizm

(Amin)

Karikatürist Naci el-Ali’nin karikatürleri olmasa, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş olmasa, ilk kadın direniş şairi Fedva Tukan olmasa, direnişin ilk hikayelerini yazan Gassan Kanafani olmasa, intifada şairi Semih el-Kasım olmasa Filistin direnişi bu kadar etkili olabilir miydi?

100 yıldır işgal altında, 100 yıldır direniş destanı yazan bir halktan, bir ülkeden bahsediyoruz. Hiç ama hiç kolay değil.

Bugün Gazze’nin kırılamayan, teslim alınamayan iradesi akıllara durgunluk veriyor. Arkasında muazzam bir iman, bir inanç ve kararlılık var.

Sanat bu inancın, bu direnişin bahçesindeki ağaçların meyveleri. Zeytini, limonu, mandalinası, kirazı.

Filistin’in, Gazze’nin insanlığı özgürleştirdiğine inanıyorum. Hiç değilse sağlam bir özgürleşme daveti sunuyor. Öpüp başımızın üzerine koymalıyız: “Bu davet bizim!”

Öyle olmasa sokaklarımıza şu sözü yazıp mazeret sunma gereği duymazdık:

“Kusura bakma Filistin biz de işgal altındayız!”

Sanat işte, biz özgürleşirken elimizden tutan enstrümanlardan biri.

Şair Cahit Koytak’ın “Gazze Risalesi”ni okuyun derim.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un “Tünel / Gazze’de Yaşamak” kitabını okuyun derim.

Yazar Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında / Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” adlı kitabını okuyun derim.

Listeyi uzatabiliriz. Uzatın lütfen. İşgal uzun sürdü. Direniş de uzun sürüyor!

 

*Kapak resmi Nabil Anani, “Eye On Jerusalem”, Tuval üzerine akrilik, 2012, 47 1/5 × 59 1/10 inç | 120×150 cm.

İlgili yazı:

Direniş Cephesinde Sanat

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bereketli Bir Eylem Günü

Yayınlanma:

-

Dün, 30 Haziran Pazar, Direniş Çadırı’nın çağrısı üzerine Adana, Bursa, Konya, İstanbul, Samsun, Eskişehir, Kütahya, Kayseri, Zonguldak, Düzce, Gümüşhane, Trabzon ve Urfa olmak üzere 13 ilden gelen Filistin Dostlarıyla Ankara’da buluştuk.

10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilin meydanlarında iki haftada bir eylemler, basın açıklamaları yapıyorduk. Nihayet sıra tanışmaya ve el birliğiyle, iktidarın kalbine yakın bir yerde eylem gerçekleştirmeye gelmişti.

Birbirini büyük oranda ismen tanıyan, yediden yetmiş yediye, yüz elli kadar insan, yüz yüze görüştük, yemek yedik, çay içtik, muhabbet ettik, söyleşileri dinledik; düşünce, duygu ve tecrübelerimizi paylaştık.

Omuz veren pek çok oluşum ve destekçinin ısrarlı gayretleri neticesi Türkiye’nin soykırımcı terör devleti İsrail’le arasındaki kanlı ticaret önce kısıtlanmış, ardından yasaklanmıştı.

Türkiye’yi emperyalist bloktan çıkmaya haykıra haykıra çağırmaya uzun süre devam etmemiz gerektiği ortada.

Limanlar siyonist vahşete kapatılsa da ticaretin dolambaçlı yollardan devam ettiğine dair emareler yok değil.

Yine de kesin olan şu ki Türkiye üzerinden İsrail’e petrol sevkiyatı halen olanca hızıyla devam ediyor. İşgalci İsrail rejimi, Filistin’de 9 aydır resmen ve alenen yoğunlaştırılmış bir soykırım gerçekleştirirken ölüm makinelerine yakıt sevk etmek, dehşet verici bir utanç ve vebalden öte “soykırım suçuna ortaklık” anlamına geliyor.

“Neden BOTAŞ (Boru Hatları İle Petrol Taşıma A.Ş.) Önüne Gittiğimizi” kamuoyuna günler öncesinden şu sözlerle izah etmiştik:

“İsrail’in ihtiyaç duyduğu ham petrolün yüzde kırkı Azerbaycan tarafından temin ediliyor. Azeri petrolü, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı aracılığıyla Adana’nın Ceyhan ilçesine kadar ulaştırılıyor. Ceyhan’da yer alan BOTAŞ tesislerinde tankerlere yüklenerek işgal rejimine naklediliyor. BOTAŞ, hem İsrail’e yollanan petrolün tankerlere yüklendiği tesisin sahibi, hem de Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın ortaklarından biri.

İsrail, bu petrolü rafinerilerinde işliyor. Rafinerilerde üretilen yakıt, hem sivil hem de askeri amaçlarla kullanılıyor. Yani bugün Filistin halkının üzerine bomba yağdıran tank ve uçakların yakıtları İsrail’e BOTAŞ ve Türkiye aracılığıyla naklediliyor.

Açık çağrımızı yineliyoruz: Siyonistlere ulaşacak her damla petrol Gazze’ye ölüm olarak yağıyor. Vanaları kapatın, suça ortak olmayın!”

Ve eylem saati geldi çattı!

Bilenler bilir, bilmeyenler de hayatlarında en azından bir düzine tecrübe etsinler, derim. Eylem günü, öncesi ve sonrasıyla, Avrupa Kupası grup maçlarından daha heyecanlı ve kesinlikle öğreticidir!

Eylem alanına girerken sayımız 250’yi bulmuştu.

Bir Türkiye klasiği, ucu yerli iktidarlara dokunan bir eylem olunca, polis olabildiğince uzakta, çok uzakta bir yerde “takılıp” kısa sürede dağılmanızı bekler. Mümkünse kimseler gelmesin, muhataplar görmesin, duymasın, gündem olmasın, ne olacaksa sessiz sedasız, şipşak olsun bitsin!

Polisler, BOTAŞ’ın önüne gitmemize müsaade etmemek üzere önceden yolu çevik kuvvetten bir barikatla kesmişti.

Üç arkadaş, emniyet amiri ile müzakere ettik. Sonuç alamadık.

Yasal haklarımızı kullanmamız keyfi yorumlar neticesi fiilen engelleniyordu. Bir başka Türkiye klasiği. Anayasal haklarımızı, ifade özgürlüğümüzü kullanmamıza yığınla polis zoruyla engel olunuyordu. Avukat olarak açıklama yapmam da sonucu değiştirmiyordu. Talimat duvarları yüksekti ve ses gelmiyordu!

17.30’da eylem alanına giden bir yol ağzında, ağaçların arasında, sokak lambalarının, (aydınlatmanın) olmadığı bir alanda barikat karşısındaydık. Çok değil, 20 dakika sonra, istişare sonucu mecburen B planını devreye soktuk ve oturma eylemine geçtik.

Hava 20.30 gibi karardığında tüm müzakere girişimleri artık sonuçsuz kalmıştı.

Bu arada marşlar, konuşmalar, sloganlar eşliğinde protestomuzu coşkulu şekilde sürdürüyorduk. Elinde gitarıyla ve dua eder gibi ezgilerle eylem alanına durmaksızın müzikli, sımsıcak, dipdiri bir direniş taşıyan arkadaşı Allah özellikle göndermiş olmalıydı.

Farklı ilden gelen pek çok temsilci söz aldı, mikrofonu eline aldı, nezaket sınırları içinde, hakkı ve hukuku, zulmü ve hukuksuzluğu dile getirdi, farklı tonlarda, yer yer coşkulu, öfkeli, yer yer ironik konuşmalar yaptı.

Sayıları giderek artan, nöbeti devralan çevik kuvvet polislerini idare eden sivil giyimli 4-5 emniyet mensubu öne çıkıyordu. İlginç bir görüntüydü. Eylemciler engeli aşmak için sosyal medya araçlarını kullanmak üzere telefonlarına sarılmışken sivil polisler de -muhtemelen whatsapp üzerinden- sürekli bir yerlerle yazışma halindeydiler harıl harıl.

Eylem gününün en güzel anlarından birincisi bana göre hep birlikte eda edilen akşam namazıydı. O namazı orada olan kimse kolay kolay unutamaz. Havada direnmenin onuru ve haklı olmanın huzuru, harika bir rayiha. Hakkı haykırmak, zulme karşı sesimizi yükseltmek için hazırladığımız bez pankartlar ayaklarımızın altına seccade olup serilmiş, mutlu mesut.

Ayetler, polislere yanlış yerde durduklarını, durmaya icbar edildiklerini hatırlatıyor olsa gerek ki mahcubiyetle aralanmış saygılı bakışları yere düşüyor. Daha fazla günaha ortak olmamak adına, hiç değilse biz secde edeceğiz diye önümüzden çekiliyor, bir kısım barikatı açıyorlar.

Günün rengi değişirken atmosfer de değişiyor. Polisler çoğunlukla şehir dışından, uzak diyarlardan, kadınlar ve çocuklarla birlikte tedarik ettiğimiz direnci karanlığa doğru püskürtmek için “pusu”da bekliyorlar.

Gecenin sonuna doğru yolculuğa nerde, nasıl çıkmalı?

Pek çok değişken var, sıcak gelişmeler üzerine istişare ediyoruz. Derken bir haber geliyor:

BOTAŞ Genel Müdürlüğü, pazar akşamüstü kapısının önünde hakkın sözüne barikat kuran o kurumlu kurum, en iyi savunma saldırıdır, baskın basanındır, der gibi kısa bir basın açıklaması metni yayınlıyor resmî sitesinden.

Yalandan kim ölmüş!

 

Kararımızı veriyoruz: Her türlü engellemeye rağmen basın açıklamamızı okuyacağız.

Cep telefonları ışığının aydınlattığı alanda gür bir sesle beyan ediyoruz, yine ve yeniden geleceğimizi, BOTAŞ’ın karşısına dikilmek üzere dört bir yandan harekete geçeceğimizi!

İnşallah daha güçlü haykıracağız ve başaracağız.

En kısa sürede işgalciye, soykırımcıya akan petrolün vanalarını kapatacağız.

Vanaları kapatacağız, gemileri bağlayacağız. İşgalci, katil İsrail’i yapayalnızlığa ve yaptıklarının hesabını vermeye mecbur bırakacağız.

Çünkü tüm dünya halklarının Filistin’e borcu var. En başta da biz komşu halkların.

Devamını Okuyun

GÜNDEM